KAHVE MOLASI

ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız


FORUM ALANI

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?
467254


Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


HiÇBiRYERDE - IN NOWHERE LAND

 1 Ekim 2002 - Çağlabademime


İyi günler kahveciler,

            "Çağlabademime sevgilerimle..."

Çağlabademim, koca ayaklım, yeşil gözlüm, sırma saçlım,
tostumu yedim dedim köşeme çekileyim,
geleceksen gel,
gelmeyeceksen haber ver bir mesaj da Asumen'e çekeyim.
Seni çekemeyenler utansın, yeşil gözlerine kurban olsunlar,
Bir dahaki kebapçı açılışında gene sen varsın, onlar otursunlar.
Sen üzülme Çağlabademim,
Deniz de Ebrufistan'ın sevgilisine mesaj çekmiş,
Bunu gören Ebrufistan ikisiyle de ilişkisini kesmiş.
Sanki mesaj çektiğin yedi kat yabancı,
aileden bir kuzen değil mi alt tarafı.
Çağlabademim bu alemde seni anlamıyorlar,
büyüyüp kayısı olmanı hazmedemiyorlar.
Bunların hepsi birer kurtlu kiraz,
ah onlarda da olaydı sendeki kafadan biraz.
Televolede seni göremedim içim burkuldu,
Sivilceli ordusu hışmından ucuz kurtuldu.
Saldım kahvecileri yurdun dört biryanına,
bulurlarsa yapsınlar senle bir röportaj Kahve Molası'na.
Konuşmak senin de hakkın, susma anlat derdini,
zeytinyağı misali çıkart suyun üstüne tez elden kendini.
Çağlabademim, koca ayaklım, yeşil gözlüm, sırma saçlım,
hadi artık bana müsade, ben kaçtım.

                                                Rumuz Manav

Kusura bakmayın, dayanamamışım, dökülüvermiş duygu yüklü mısralar parmaklarımdan. Pazar günü podyum dünyasından aldığım flaş haberin gelişmelerini dün televole ana haber bülteni içerisinde seyrederken, Çağlabademimin savunma hakkının elinden alındığını ve haksız saldırılara maruz kaldığını gördüm. İstedim ki, elimin elverdiğince destek olayım kayısı çekirdeğime. Sürçü lisan ettikse affola hani...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Epeydir Misafir Kahveci: Mustafa Uyal


Bir kaç Liverpool'lu gencin öyküsü..

Geçenlerde yeğenimle laflıyorduk. 22 yaşında üniversite son sınıf öğrencisi, iletişim alanında hayatını kazanmayı planlayan uyanık, cin gibi bir genç kız. Müzik seviyor, eğlenmeyi seviyor, hep hayatın içinde. Aramız da iyidir. O bilmese de Ona daha minik bir bebekken Donovan'ın hareketli ve çok melodik parçası "There's a mountain'ı " dinletmiş ve yıllar sonra o melodiyi hatırlamasa bile acaba sempatik gelir mi, bir şeyler çağrıştırır mı diye gizli bir deneyde bile kullanmıştım. Ayrıca hesapça kaliteli müzik dinleyen bir yeğen yaratmak ta katma değer olacaktı. Ben bu tür planlar yaparken tabii ki o gitti Popçu oldu. Varsa yoksa Türkçe Pop veya Clubber tarzı.

İnsanının yaşının ilerlemesi kolay değil. Öyle lisede kuşak farkı üzerine yazdığımız kompozisyonlarda çizdiğimiz olgun, hoşgörülü üst kuşak olmak zor. Sonunda yıllar önce "bizi anlamıyorlar" diye yırtınan bizlerin tercihi de Orson Welles gibi "I know what it is to be young but you don't know what it is to be old" havalarında takılmak oldu çıktı. Bunca yakınmadan anlamanız gereken kısa mesaj yani onlara göre lafın SMS'i şu. Müzik konusunda gençlerle anlaşmak çok zor. Klüplerde bir parçanın bitip ötekinin başladığını anlamadan sallanmak, özellikle Türkçe Pop olduğu söylenen bir çok (Hepsi değil..) parçayı yanındakilere-yani tercihan gençlere, tercüme ettirmek bu jenerasyonla aramıza girip duruyor. Yalnız burada her cinayette en az iki taraf olduğunu hatırlatmakta fayda var. Burada sadece biz suçlu olamayız. Yani biz hiç olmazsa deniyoruz, dinlemeyi, anlamayı. Ya "onlar"? İşte burada bir kaç adım öne çıkmayı başarabiliriz. Onlar Beatles bile bilmiyorlar. Eğer 1975 yıllarında söylenseydi derdimi anlatmak için bu yeterli bir cümle olurdu ama artık 2000 li yıllardayız ve en son Beatles Albümü çıkalı tam 32 sene olmuş. Bir zamanlar Hz.İsa'dan daha meşhur olduklarını söyleyen John Lennon öleli 22 yıl. Peki Beatles Bilmek önemli mi? Bana göre evet çünkü bu gün hepimizin paylaştığı tüm dünya müzik ve popüler kültür ortamının temel taşlarının çok radikal bir şekilde Beatles tarafından değiştirildiğini ve oturtulduğunu herkesin bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela bugün hiç yadırganmayan uzun saçlar, rengarenk giysiler, marjinal tarzların 1960 lı yıllarda zorla değil müzik gücüyle nasıl kabul ettirildiğini anlamak lazım. Bu bir Beatles'a tapınma yazısı değil sadece bilgi paylaşımı.

Geriye baktığımızda gözüken manzara şu:1960'lı yılların başında tüm dünya gençliği anne babaları gibi Twist, Mambo,Bossanova ve en radikal takılan bir kısmı da da Bill Haley, Elvis Presley önderliğinde Rock'n Roll dinlerken Liverpool'dan çıkan 5 genç- evet 5, dünyanın tüm alışkanlıklarını değiştireceklerini hayal bile etmeden Hamburg batakhanelerinde şanslarını deniyorlardı. John Lennon, Paul Mc Cartney, George Harrison , Pete Best ve Stu Suttcliffe kendilerine yeni bir yol ararlarken pek de ümitli değildiler. Stu'nun kız arkadaşı Astrid'in çizdiği kıyafetler ve bulduğu saç kesimi ile "Silver Beetles" artık bir hava yakalamıştı. İlk isimleri "Quarrymen, Long John and the gang" gibi isimlerden sonra bu daha uygun gözükmüştü ki Stu ve John son ve ani bir kararla "The Beatles" olduklarına karar verdiler. O sırada hayal bile edilemeyen çıkışa çok kalmamıştı.

Hamburg macerası, bir sürü polisiye olay ve George'un 18 yaş altı olması nedeniyle çalışma izni problemleriyle, kesintiye uğradığında efsaneyi yaratan adam ortaya çıktı: Brian Epstein. Epstein zengin bir ailenin kendine has oğluydu. Müzik üzerine bir mağazalar zinciri işletiyor, konserler düzenliyordu. Eşcinseldi ama bunu neredeyse sadece kendi ve yakın çevresi biliyordu. Menejerlik tecrübesi de Plaklarını sattığı sanatçıların menejerleri hakkında okuduklarıyla sınırlıydı. Beatles Liverpool'a döndüğünde hayatlarında iki büyük değişiklik vardı . Artık Stu onlarla beraber değildi. Şansını müzikte değil gerçekten yetenekli olduğu resim ve diğer plastik sanatlarda denemek istiyordu. O Hamburgda kaldı. Bu arada Brian Epstein onların temsilcisi olmuştu .

Anlaşma basitti: herşeyden % 25. Epstein, Beatles'a 1962 yılının ilk günü Decca plaklarında bir randevu ayarlamıştı. Decca'nın yeni yetenekler uzmanı sayılan idarecisi Dick Rowe "artık gitar grupları bitti" diyerek hayatında en çok hayıflanacağı hatayı yaptı ve Beatles'ı reddetti. Nisan ayında Stu'nun yıllar önce bir sokak kavgasında aldığı darbelerin yol açtığı bir tümörün yarattığı bir beyin kanaması nedeniyle Almanyada ölmesi grubu bir şoka soktu ama Haziranda EMI Parlaphone ile yaptıkları plak anlaşmasını etkilemedi. Burada ise George Martin devreye girmişti. Martin müziği iyi bilen ve bu gençlerdeki yeteneği ortaya koymalarını sağlayacak bir karakterdi. İlk icraat olarak ta Pete Best'in tüm yakışıklılığına rağmen bu gruba az geldiğini ortaya koyup Pete Best'in ayrılnasını sağladı. Pete davulunu bıraktı ve Annesinin tavsiyelerini dinleyerek Liverpool'a aile işine döndü. Pete'in yerine Liverpoolda bir çok orkestrada davul çalan, sevimli, iyi huylu ve iyi bir davulcu olan Ringo Starr geldi ve Efsane son şeklini almış oldu.

*******

Grup My Bonnie Lies over the ocean ,When the saints go marchin'in gibi parçaları kaydetmeyi bırakıp ilk John ve Paul yapıtını Ağustos 1962 de plağa okudu: Love Me Do. Plak iyi satış rakamları tutturdu ve 17. sıraya kadar yükseldiği listelerde tam 29 hafta kaldı. Artık Beatles ortaya çıkmış ve yürümeye başlamıştı. En çok satış ise Brian Epstein'ın mağazalarında oluyordu. Yaklaşık 10.000 plağı satın alan da zaten Brian Epstein dan başkası değildi. Çünkü Brian Epstein bu işten para kazanmaktan çok aldığı keyfi düşünen bir yapıya sahipti. Fakat daha sonra çıkan bir sürü biyografi araştırma ve incelemeden çıkan bir ortak sonuç ise Epstein'ın Beatles efsanesinin bu kadar büyüyeceğine tek inanan kişi olduğunu göstermektedir. Bunun nedenini niçinini Epstein da cevaplıyamaz. Sadece hissetmiştir. Yalnız, hassas bir kişlik olan Epstein'ın John Lennon'a duyduğu aşka benzer zaafın bu konuda etkisi olduğu söylense de bu hep havada kalan bir konu olmuştur. Önemli olan Brian Epstein'ın yönetici, Geoge Martin'in de müzik direktörleri olarak Beatles'ı bir yıl içinde Amerika Turnesine götürecek ve iki yıl içinde Kraliyet ailesine konser verecek hale getirmesidir . Tabii sebepsiz sonuç olmaz sonuçsuz da devam olmaz. Lennon Mc Cartney ikilisinin yaratıcılıklarının teşvik edilerek inanılmaz bir üretkenlikle ortaya çıkartılan mükemmel parçalar: I wanna hold your hand, Please Please Me, She Loves You, A Hard Days Night arka arkaya patlamaktadır.Please Please me Grubun ilk 1 numarası olur. Beatles artık genç ve şımarık çocukları oynamaktadır. Diğer taraftan ise başarının verdiği heyecan ile inanılmaz bir üretkenlikle ard arda liste başı parçalar yaratmaya devam etmektedirler. Şöyle bir Pop Müzik tarihine bakarsanız bir hafta sonunda 6 parça yazıp bunların beşinin liste başı olması ancak Lennon -Mc Cartney iklisinin yapabileceği bir şey olmuştur. Ama tüm bu çoşku içinde bile sessizliğini koruyan Brian Epstein'ın yeni hedefi Amerikadır.

Amerika 1963 yılı Kasımında John Kennedy'nin suikast sonucu öldürülmesi sonucu en sevilen genç başkanını kaybetmişti. Kennedy'nin son zamanlarda söz verdiği Vietnam 'dan çekilme sinyalleri rafa kalkmıştı. Amerika umutsuz ve sıkıntılıydı. O yıl noel ve yılbaşı berbat geçmişti. Birden ortaya bir kampanya çıktı: İngiliz Beatles yakında burada temalı kampanyada dört tuhaf görünüşlü gencin gelip müziği ve hatta dünyayı değiştireceğinin sinyalleri vardı. Şubat 1964 te Beatles Amerikaya geldi ve 3000 genç tarafından neredeyse bilinmeden ama inanılmaz bir çoşkuyla karşılandı. Dah bunu arkası vardı Tüm konserler kapalı gişe olmuştu. Ed Sullivan Show ve benzeri organizasyonlar yapılıyor ve Beatles konserlerinde inanılmaz şeyler yaşanıyordu. Gençler tüm konserleri çığlık çığlığa izliyor, Kimseyi duymuyor, Polis ve diğer yaşlı görevliler fenalık geçiriyorlardı, dünyada ilk kez bir grup sahnede bazı hoparlörleri kendilerine çevirerek ne çaldıklarını duymaya çalışıyordu. Konserlerden sonra ise merak "acaba iyi miydik?" oluyordu. Ed Sullivan show'da Beatles dört parça söyledi ve o akşam ratingler inanılmazın olduğunu gösterdi. Tam 23.240.000 evde o akşam Beatles dinlenmişti yani Amerikanın yüzde 72si tüm karamsarlık havasını dağıtmak için bu genç İngilizlere sarılmıştı.

Bu arada Beatles Bob Dylan'la tanıştı, dolayısıyla da LSD ile. Çay şekerinin üzerinde yarı bilinçli olarak alınan LSD ile beraber Beatles'ın dünyaya bakışı, müzik anlayışları, birbirleriyle olan ilişkileri de değişmeye başlamıştı. 1964 yılı ortasında artık Beatles tüm dünyanın ağzındaydı. Beatlemania heryeri sarmış, saçlar uzamaya başlamış, Türkiyede bile Beatles'a ve yerli Beatnik'lere "bitli" diye lakap takılmasına rağmen inanılmaz Beatles hayranlığı başlamıştı..Billboard dergisinin Top100 listesinde Baetles'ın ilk beş sırayı aldığı haftalar oluyordu. Grammy ödülleri ard arda geliyordu. Cant Buy Me Love İngilterede Bir milyon,Amerkada 1.700.000 adet ön ısmarlamayla piyasaya çıkmıştı. John sivri diliyle arada bir problem yaratıyor ama Brian Epstein bir türlü bunların üstesinden geliyordu. Örneğin Kraliyet ailesinin bulunduğu ilk konserlerinde " arkada ucuz koltuklarda oturanlar siz alkışlayın, öndekiler sizler de mücevherlerinizi şakırdatabilirsiniz" demesi olgunlukla karşılanmıştı ama "Hristiyanlık gidici, bakın örnek olarak biz İsa'dan daha meşhur olduk " demesi ise çok tepki toplamış ve John özür dileyene kadar gruba çok zorluklar yaşatmıştı.

Bu arada Paralar akıyor, hayatlar değişiyordu. Bu tempo film çalışmalarıyla ve yeni projelerle devam ederken sıkıntılar yavaş yavaş artıyordu. George mistik ortamlara takılıyor. Transandantal Meditasyon ile ve Hint Müziğine sarıyor, Ringo sessizliğini koruyor ve tatlı hayatı tercih ediyordu. Paul ve John yavaş yavaş liderlik sürtüşmesine giriyorlardı. Bu üretkenlikleri engellemiş değildi hala fabrika gibi parça üretiyorlar ve bunlar inanılmaz başarılar sağlıyordu. Beatlemania artık zirvedeydi. 1967 yılında olanlar oldu ve Beatles efsanesinin ardındaki yalnız ve hassas ama temel direk Brian Epstein aşırı miktarda uyku ilacı nedeniyle öldü? Ya intihar etti ya da basit bir yanlış uygulama yaptı. Sonuç olarak artık Brian Yoktu. Beatles üyeleri daha sonraları itiraf edecekleri gibi hepsi haberi alır almaz Beatles'ın o gün bittiğini düşünmüşlerdi.

Son, yavaş yavaş geliyordu. Yesterday dünya da tam 460 ayrı kişi tarafından plağa icra edilerek bir rekor kırıyordu, Sgt. Pepper's Lonely hearts Club Band albümü hiç bir ödülü kimseye bırakmıyordu. Dışarıdan bakıldığında herşey iyi ama içerisi çok kötüydü. Tek tek tüm Beatle'lar mutsuzdu. John Lennon karısı Cynthia ile Problemler yaşıyor. Oğlu Julian'ı ihmal ediyordu. George karısının Eric Clapton' tercih ederek gitmesiyle yıkılıyor, Yıllardır Paul'un sevgilisi olan Aktris Jane Asher evlenme teklifini geri çevirip Paul'u terk ediyordu. Tam bu sırada Paul Linda Mc Cartney ile John Lennon 'da Japon sanatçı Yoko Ono ile tanışıyordu. John uyuşturucu etkisi altında olduğu için yanlışlıkla sergi açılışından bir gün evvel gittiği galeride Yoko'nun eserlerine anlamadan bakarken tanıştığı bu kendinden yaşlı ve standart bir değerlendirme ile ancak annesinin sevebileceği kadar güzel ama ekzantrik kadına o anda aşık olur ve bir daha hiç ayakları yere basmaz. John gerçek aşkı bulmuştur.Artık Beatles ve tüm dünya ikinci plandadır.

Paul bu büyüyen tansiyon arasında "Hey Jude"u yazdığında herkes Jude isimli birini arayıp yeni bir aşk dedikodusu yaparken, gerçek bu parçanın John'un mutsuz oğlu Julian için yazıldığıdır. Bu bir teselli şarkısıdır. Julian'a " hüzünlü bir şarkıyı al ve onu daha iyi bir hale getir bu senin elinde" derken Paul iyi bir arkadaş olarak son çabaları göstermektedir ama artık tarf ta olmuştur. Yoko'nun karşısındaki taraf..

Beatles hızla sona yaklaşmaktaydı. Artık grup sadece mecbur kaldıklarında bir araya geliyor solo çalışmalar yapıyor ve özellikle Yoko ile kimse yanyana gelmemeye çalışıyordu. Uyuşturucu problemleri, ticari problemler derken sonunda olay patlar ve 1970 yılısonunda Paul artık bir Beatle olmadığını zaten Yoko dan beri bir Beatles olmadığını açıklar. Tüm ticari ortaklıklar devam edecek ama artık hiç beraber olmayacakardı. Gerçekten de böyle oldu. Beatles bir daha hiç dördü bir arada gözükmedi. Bazı konserlerinde George, Ringo ve Paul birbirlerine destek vermek için bir araya geldi, George bir iki kez John a eşlik etti ama Paul ve John yani gelmiş geçmiş en üretken ve en başarılı şarkı üreticileri asla bir araya gelmediler. Daha sonra John Plastic Ono Band ile "How do you sleep at Night" adlı parçasında herşeyi kendi yaptığını ima ederek Paul'a sataştı. O da Wings'in Band on The Run albümünde "Let me roll it" ile cevap verdi. Bütün bunlar Beatles efsanesini hiç yaralayamadı, yıpratamadı . Hala dünyanın en başarılı topluluğu rekorları ellerindedir, En çok liste başı olan gruptur, En çok para kazanan sanatçıların başında "Sir" Paul Mc cartney bulunur, Paul'un Yesterday'i ve George'un yazdığı ender parçalardan Something en çok kopyalanan ve yorumlanan iki parça sayılır. Dünyada saç, giyim modalarını değiştiren, Hippi kültürünü yayan, transandantal meditasyonu insanların gözlerinin içine sokan ve aykırı olduklarını anımsatan çoğu şeyin ( herşeyin değil ) zaman içinde normal olduğunu gösterten bir grup nasıl yıpranırdı ki?

Bu yazıyı okuyan genç dostlarımıza samimiyetle bu dört Liverpool'lu genci dinlemelerini ve sadece 1962 yılındaki dünya müzik listeleriyle 1964 yılı listelerinden bir kaç parçayı karşılaştırmalarını değişikliği hissetmeye çalışmalarını tavsiye ederim. Göreceklerki Beatles öncesi ve sonrası Dünya bugün olduğundan çok uzak kuşaklar arasında yaşanıyordu şimdi ise internet, TV ve benzeri bir çok nedenle de olsa çok daha yakınız. Yani payalaşacak çok şeylerimiz var sadece biri Beatles. Ben Eminem dinliyorum, seviyorum da ama gençlerin de Beatles'ın Dünya tarihinin belli bir kısmını temsil edebilecek üç albümünü dinleyip çok sevebileceklerini ve biz daha olgun (!) grupla bu konularda olsun daha rahat iletişim sağlayacaklarına inanıyorum. Bu üç albüm ise şunlar "Abbey Road, Sgt. Pepper's Lonely hearts club Band ve The White Album" . ( Nasıl kuşakçılık ama...)

Good Day Sunshine....

 Şimdilik Misafir Kahveci : Sevil Yaman


Bir semti küçümseyene, cevaben!...
Sen hiç İstanbul’ a hayran kaldın mı?


O senin zengin semtlerinden bahsetmiyorum öyle. Çok katlı apartmanlarından, bahçeli evlerinden, evlerin önündeki parklarından bahsetmiyorum. Sen hiç ayakkabının çamura batıp çıktığı dar sokaklarda yürüdün mü? Pencereni açtığında kulağına arabesk şarkılar gelmedi mi hiç. Karşında ki evinin camından, camına ip gerip çamaşır asmadın mı hani o düşman çatlatırcasına beyazlarından. Cumbalı evde oturup dedikodu yapmadın mı yoldan geçen bir çifte dair? Kaldırımların da çekirdek çıtlatmadın mı? Beni anlar mısın bilmem ki?

Hiç denizi seyrettin mi şöyle boğaza nazır bir yerden? Lüks bir restaurantta yemek yiyip şarap içerken değil, tahta bir bankta simit yerken. Alaturka müzik dinleyerek değil, caddeden geçen araba ve deniz sesini harmanlayarak demek istediğim. Sen hiç böyle aşık oldun mu? Ya da balık ekmek yedin mi hiç, bir iskele teknesinden, yarım ekmek 1 milyon diye bağırıp yemeyeni döverler diye yorumladığın üstü başı balık kokan insanlarla iki çift laf ettin mi kıytırık bir iskemleye oturup? İstanbul’ a baktın mı demiyorum, İstanbul’u gördün mü hiç?

Bir çay parasıyla yürüdün mü İstiklâl’e ya da Dolma Bahçe’ye? Ayaklarına kara sular indi mi hiç böyle şeylerden yana ve her şeye rağmen huzuru duydun mu...

Bizim oralarda gecenin karanlığında olurdu sükunet. Sabaha uyandı mı gün doluşurlardı sokaklara çocuklar, kimisi yalın ayak, kimisi yüzü gözü kir, temizliği yüreklerindeydi onların. Ben de onlardan biriydim ya oradan bilirim. Gürültü ve patırtının ortasındaki bir semti tüm küçümsemelerine rağmen yere göğe sığdıramadığın oldu mu hiç sırf İstanbul’un içinde barınıyor diye...

Ben İstanbul’u varlığıyla sevmedim ki! Dedim ya, başkalarının sevemeyeceği şeylerde saklıydı benim sevdiklerim. Başkalarının bakamayacağı şeylerdeydi İstanbul. İçinde kaybolsam da içime sığmadın ki,

İçinde yaşamım, içinde sevdiğim, içimde İstanbul’sun sen.
VE SANA HAYRANIM BEN.

Sevil Yaman

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Yedigöller Tırmanışı

Bir kısacık dönem hariç, neredeyse yirmi yıldır Ankara'dayız. Çevre güzellikleri ziyaret ede geldik, araya girmeyen bir kaç adres kaldı.. Başında da Bolu Yedigöller.. Ne zaman gitmeye kalkışsak, ya daha planlamadan ya da yola çıkamadan aklımız çelindi durdu..

"Sakın.. Yol çok kötü.. Yani çıkarsınız belki ama.. Güzel de, bu mevsimde o yola girilir mi hiç.." gibi uyarılar söylendi durdu.. Bizde boynumuzu kırıp, oturduk. Yani millet öyle sandı. Benim gibi biri, aklına koyar da çıkarır mı bir şeyi.. Fırsat kolluyordum..

Derken geçen hafta sonu, Bolu'da Gölköy'de konaklamalı, bir yeni Yedigöller proğramını daha ölçtük, biçtik.. Belki bir ara söz ederim, dünya güzeli Gölköy'de oda ayarlamış olmamız bile, teklif götürdüğümüz sayıları onu bulan eşde, dostta bu gezide bize katılma fikrini cazip kılmadı ki, yalnız çıktık.. ( Okullarin açılmasından, gribe kadar bir sürü değişik gerekçe hareketlenmemeye neden gösterildi!.)

Sizin oraları bilmem, Ankara ve çevresine günlerdir aralıklarla yağmur yağıyor.. Nasılsa, C.tesi sabahını azcık güneşli görünce, belki pazar yaparız diye düşündüğümüz Yedigöller çıkışını (rahatlıkla tırmanışı olarakta okuyabilirsiniz..), bu seferde hava durumu engel olmasın diye, hemen denemeye karar verdik.

Bolu'da benzincide bir mola.. Hay sormaz olsaydım.. "Yedigöller yolu nasıl?" dememe kalmadan, adamcağız bize şaka yapıyormuşuz gibi bakıp, azcık ciddi bir yüzle karşılaşmış olmalı ki " Yol çok kötü abi.. Siz, Abant'a gidin, Gölcük var, hemen burda.."
"Sağol kardeşim, sağol, yol sorduk, nasihat istemedik!" diyemiyorum ama, kesinlikle 'umurumda değil' gibi bakıyorum ki, israr ediyor.. "Yarı yoldan döneceğinize, Abant'ta güzel.." "Tamam kardeşim, sağol, gördük Abant'ı yüzbin kez, şu allahın cezası Yedigöller kaldı gitmediğimiz.. Ya aklımdan çıkar ya da haritadan sil silebiliyorsan" da demiyorum tabii, laflarının sonunu dinlemeden arabaya biniyorum..

Yedigöller:42 Km. tabelasından sapıyoruz.. Eşim benim bu kez kesin niyetli olduğumu ve bir terslikte ihalenin onda kalacağını bildiğinden sesini çıkarmıyor, havanın bari bozmamasını diler gibi camdan dışarı bakıyor.. Oğlum Arda kokuyu aldı, sanki keşif koluymuşuz gibi gaz veriyor.. "Baba, ayılarda çıkar mı karşımıza?" gibi sorularla öncelikle geziye ilave bir heyecan katmaya çalışıyor..

Berbat bir on kilometreden sonra, Orman Görevlilerinin kontrol yaptığı bir kapıya yaklaşıyoruz.. "Hocam bundan sonrası nasıl?" Yanıta bakınız.. " Yağmur yağıyor sürekli, bazı yerler kötüleşti.." Ne demek kötüleşti, kardeşim buranın iyi bir dönemi var mı ki?
" Yani bu geldiğimizden de mi kötü?" diye soruyorum umarsızca.. Görevli, fırtınalı havada israrla denize açılmaya çalışan manyak bir kaptana bakar gibi bakıyor..
"Malesef !" "Anam.. Geldiğimizden de kötü.. Daha neler.. " "Kapalı bir yer var mı?" gibisinden kestirme bir son soru daha soruyorum.. Sanki onların "kapalı" kavramı ile bizimkisi cakışırmış gibi..
Karayolculara da "Yol açık mı?" diye sorarsınız, bir tipi, buzlanmada.. "Açık" yanıtı alırsanız bilinki bazen , bir tekerlek izini kast ediyorlardır..

Yola devam.. Aslında buna yol demek mümkün değil.Ortalama hızımız 20km/saat.. Sürekli birinci vitesteyiz. Bazen karşılaştığımız tomruk yüklü traktördekiler bizim küçük pejoya denizde çıplak hatun görmüş gibi bakıyorlar.. Bazen yol üzerindeki yarıklar bir tekerleği yutacak çapa erişiyorlar.. Nasılsa bunlardan zıplamayı da beceriyoruz.. Kaybolma şansınız yok gibi.. Çünkü başkaca bir iz bulunmuyor. Yine de her beş kilometrede bir Yedigöller'in azalan km'sini yazan levhalar yer alıyor.. Bunlar bir yandan umut tazeleyici bir yandan da müthiş sinir bozucu.. Bizce yarım saatten fazla gittiğimiz oluyor, hoop yalnız beş kilometre ilerlemişiz.. Ya nasıl olur? Mil falan mı?

Sen misin uyarıları dinlemeyen.. Derken, yolun yarısı olduğunu sonradan aydığımız acayip yüksek bir yere geliyoruz. Zaten azcık yukarda bir tepeye Türk Bayrağı dikilmiş.. Arda yine yarı şaka yarı ciddi, "Baba bunu Mahruki mi dikmiş?" gibi laflar ediyor. Giderek Arda'nın takılmalarına kızmaya başlıyorum çünkü annesiyle birlikte kıs kıs güldüklerini ayırt ediyorum..

Bir süre sonra karşıdan gelen ilk otomobile rastlıyoruz.. Arda "Bizim gibiler de varmış" diyor ve ellerini çırpıyor.. Benim "Buraları ayı doluymuş" gibi tepki korkutmalarımı kimsenin dinlediği yok. Derken, tabelalı bir seyir noktasına geliyoruz. Küçük bir şok.. Bizden hemen önce iki araba, bizim yönümüzde park etmiş, insanlar seyre dalmışlar.. Suratları asık, biraz yüz bulsam, "Hangi millettensiniz, aynı gün tırmanışa geçmişiz!" falan diyeceğim ama..

Yola çıktıktan tam bir saat ellibeş dakika sonra, 42 km'yi tamamlayıp, yedigöller milli park'ının ücret toplama kulubesi önüne varıyoruz. Ben, görevliyle konuşurken, Arda annesine "Herhalde bizi tebrik edecekler, ödul töreni düzenlenecek!" diyor, duyuyorum. Herif resmen kafa buluyor..

Eveet.. Azcık soluklanıp, gezmeye başlıyoruz.. Yapraklar sararmaya başlamış ancak beceripte gelebilen olursa, sanki birkaç hafta sonra daha hoş görüntüler yakalamak olası.. Yine de müthiş bir yeşil, giderek sararan yapraklar ve elbet göllerimiz var. Yedi göllerin, Bolu'dan yaklaşımda ilk ucu pek keyifli değil, durgun, azcıkta kirli.. Birazdan bir şelale işareti görüp, yanılıp yüzlerce basamak aşağılara iniyoruz.. Derken şiddetli bir sağanak başlıyor.. Yukarı çıktığımızda son nefesimizi vermek üzereyiz ve üstelikte yağmur ve terden sırılsıklam olmuş durumdayız.

Yine arabamıza binip, bir km aşağıda diğer göllere yollanıyoruz.. Bunlar daha sevimli azcık ta büyükler.. Tanıtıcı levhalarda hepsinin de heyelan sonucu oluştuğu yazıyor. Burada piknik yapanlar ve ona yakın arabalarıyla gelmiş aileler var.. Oklardan, Devrek yaklaşımı' nı da izliyoruz. Bir adamcağıza o yönden mi geldiklerini ve yolu soruyorum. "Berbat "diyor, dönerken Bolu yolunu kullanacakmış.. Sesimi çıkarmıyorum, belki bizim geçtiklerimizden de kötüdur o yol, kimbilir..

Yedigöllerde, Milli Parklar Genel Müdürlüğünce işletilen on civarında "bungolo" ve iki küçükk misafirhane var.. Yiyecek herşeyi tuz dahil siz getiriyorsunuz, tesisler yalnız yatak ve ocak imkanı sunuyor. Biz iki üç saat sonra döneceğiz, gördüklerimizin hemen hepsinin konaklayacağı izlenimi ediniyoruz. Herhalde en çılgını kesin biziz.

En sevimli gölün çevresinde bir tur atıyoruz.. İste burası muazzam güzel.. Geldiğimize değdi diyemeyeceğim ama sinirlerim azcık gevşedi.. Bir kösede, çadırlarını kurmuş, cok tatlı köpekleri ile sevimli iki cifte rastlıyoruz. Ateşlerini yakmışlar, çaylarını demliyorlar.. Izgaraların sonu gelmiş, şarap kadehleri ellerinde..

Yağmur öyle artti ki, biz dönüş yolundan korkmaya başlıyoruz. Diğer yolu denemem, çünkü geldiğimiz yolda öyle yavaş ilerledik ki, ayın üstünde tarihi yürüyüşün adımları gibi, satır ve satır ezberledim her metreyi.. Dönüşe başlarken, birden bire baba evinin üstünde kestane kızarttığımız sobalı kış akşamlarında duvara asılan banka takvimlerinde yer alan "yedigöllerde kış" fotoğrafları usuma düşüyor.. Hem mahsunlaşıyorum hem de afallıyorum. Hangi cesaret ve nasıl kışın buraya çıkılıp, resmedilmiş ki? Belki yazın çevre köylülere eğitim verilmiş onların çektiği fotoğraflar ilkbaharda ele geçirilmiştir, falan filan..

İki saatte, sağ salim dönüyoruz.. Yani ne diyeyim.. Gönlu çeken insan ömründe bir kez deneyebilir.. Bizim Arda dönerken formundan zerre kadar bir şey kaybetmemiş.. "Bir ayı bile göremedik!" diyor.. Annesi yorgun ama çok mutlu, çünkü "Artık yedigöller diye kafasını ütülemeyeceğim" Ben, "Yapraklar iyice sarardığında bir daha gelmeli " falan diyorum kimse ciddiye almıyor..

Almıyor ama, aklım fena halde o çadırla kamp yapan genç çiftlerde kaldı..

Evet Egede falan değil, onlarda kaldı!

Cumhur
cumhura@atilim.edu.tr

 Dost Meclisi


Havalarda bi tuhaff.. Valla tuhaf billa tuhaff... Sabah kalktım baktım hava kör karanlık gene zıkkımın dibi. Neymiş efendim spor yapmadan çıkamazmışım, makyaj yapmalıymışım, işte her daim bakımlı olmalıymışım. Binbir güçlükle attım kendimi yürüyüş bandına. Bandda yürüyormuyum, yoksa uyurken rüyamda patronumu parçalamak için koşuyormuyum orası meçhul tabi. Zaten bu kadar sinirden sonra uykumu kalır bende. Duş, makyaj, kıyafet derken kılık kıyafet düzgün. Tamam sorun yok. Hava da aydınlanmış. Güneş gözkırpıyor.(eski edebiyatçıların romantik hikayeleri hep böyle başlarya) İçimde binbir küfürle çıktım yola. Ama beni gören ne hanım bir kadın der. Ahhh ahhh bir dokunsalar bin ah işitecekler.. Tam köşeyi döndüm hava birden bozdu. Yok canım bişey olmaz diye düşünmeye vakit kalmadan yağmur başlamazmı!!!!!!!! Hadeee gelde güne iyi başla. Sakın moralini bozma yaz yağmuru bak ne güzel yağıyor. Sende amma sorunlusun nolcak canım biraz ıslanırsın o kadar... Serviste kurursun zaten. İçimdeki salak böyle konuşup duruyor işte.. Yokyaaa!! Sen ıslan ben sana ahkam keserim sıcacık yatağımdan. Hadi gel işe güleryüzle git mutlu ol ve calış hee. Giderim üstümü başımı çıkarır. Duşumu alıp pijamamı, çoraplarımı giyer çekerim yorganımı başıma.. Canınız cehenneme...

Ezgi Gizem

...........<>..........

BİTKİLER HANGİ HASTALIKLARA ÇARE

KEKİK Herba Thymi
Midevi, yatıştırıcı, antiseptik etkileri vardır.

KEREVİZ TOHUMU Apii graveolentus
Uyarıcı ve iştah açıcıdır. Prostat için kullanılır.

KETEN TOHUMU Semen Lini
Müshil, sindirim sistemi iltihapları ve tahrişlerine karşı koruyucudur.

KINAKINA Cortex Chinae
midevi, sıtma ve gribal enfeksiyonlara karşı koruyucu, kalp yatıştırıcıdır.

KISA MAHMUT Chamaedrys
midevi, uyarıcı, şeker hastalığına karşı etkilidir.

KIZILCIK Corni maris
Etkili ve zararsız bir ishal kesicidir.

KİTRE Tragacantha
Boğaz hastalıkları ve iltihaplarında koruyucudur.

KUDRET NARI Momordicae charantiae
Mide ve barsak ülserine karşı dahilen kullanılır. Yara, çıban ve ekzemalarda haricen kullanılır.

Devamı var. Sevgili Osman Günay'a teşekkürler.

 Tadımlık Şiirler


ORTANIN ORTASINDA

Ortanın ortasındayım.
Başını hatırlayamadığım bir ilkim,
Zamanını bilemediğim bir sonum var.

Alev sayhalarının dokunulmazlığını,
Hissederken kızıl tonlu akşamlarda
Batmakta güneş.
Kimine ayrılık,
Kimine birleşme vardır ufuklarda...
Dalgaların kıpırdanışını boyayan truncu yolda.

Deli mavi, hırçın, dingin denizden,
Çok zamanlı sıyrılışlarla uzanır buğday tarlalarına,
Başakların ölüme dönen sarı yüzü.
Gelir sessizce oturur karşıma,
Sıyırıp kabuklarını,
Gençlik öyküsünü anlatır dura dura.

Ne kışlarından şikayetçidir,
Ne yazlarından umarsız.
O kendisinden memnun bir bilgedir.
Ve hayat için şöyle der:
İlk ve son ortasındayken bütün insanlar,
Zamanın sunumudur tüm yaşananlar.

Filiz Kaya - 30.09.2002

 Biraz Gülümseyin


Kakao ve viagra

Adam 80 yaşına gelmiş olan babasını huzurevine bırakır. Bir hafta sonra da gidip ziyaret eder. Halini, hatırını sorar:
"Nasılsın, baba? İyi bakıyorlar mı sana burada? Bir şeye ihtiyacın var mı?"

"Oğlum, bu huzurevi çok güzel. Bana burada çok iyi bakıyorlar, her akşam yatmadan önce bir bardak sütlü kakao bir de viagra veriyorlar. Allah razı olsun, çok memnunum, hiç bir şeye ihtiyacım yok." der babası.

Ziyaret sonunda adam hemen hemşireyi bulur.

"Hemşire hanım" der "Babam bir şeyler anlatıyor. Yatarken bir bardak sütlü kakao bir de viagra veriyormuşsunuz, doğru mu?"

"Doğru" der hemşire. "Doktor beyin talimatı. Sütlü kakao çabucak uyutuyor, viagra da yuvarlanıp yataktan düşmesine engel oluyor"

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.program.arsivi.com
Site adını doğrulayacak kadar geniş bir program arşivine sahip. Her türden ve her zevke göre bir program mutlaka bulabilirsiniz. En hoş olan tarafı tamamen türkçe programların da indirilebilir olması. Israrla tavsiye ediyorum.

http://www.gittigidiyor.com
Kendinize ait her türlü ürünü açık arttırma yöntemiyle satışa sunabileceğiniz bir mezat ortamı. Tabiki satışa sunulan ürünleri de alabiliyorsunuz. Güvenli ticaret adını verdikleri alım satım prosedürü, satılan malın bedelinin alıcıdan satıcıya güvenli ulaşmasını sağlamış.

http://www.drawfluffy.com
Kara kalem cizim yapmaktan hoşlananların ilgisini çekebilecek bir site. İmajların basit tekniklerle nasıl çizilebileceğine dair küçük örnekler verilmiş. Daha profesyonel çalışma yapmak isteyenler için yetersiz geleceğini düşünerek, onlara eğitim kitaplarını veya kursları tavsiye ediyorum.

http://xxanadu.8m.com/
İndra, Hint Mitolojisin deki Tanrılar’dan biridir. Bir gün çamur banyosu alan domuzları gördü ve domuzlar bundan ne zevk alırı merak etti... Advaita Vedanta konusunda araştırmalar yapan Hülyanın açıklamaları.

 Damak tadınıza uygun kahveler


E-Mail Creations v1.5 [2238k] Windows (All) FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105338
Web sayfası benzeri email mesajları hazırlayabileceğiniz bir program. Yarattığınız, resimli, müzikli sayfaları Outlook Express yardımıyla gönderebildiğiniz gibi, kendi SMTP motorunu kullanarak da yollayabilirsiniz. İşe yarar bir programa benziyor.

MyCPU v1.3f [47k] W9x/W2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105265
Bilgisayarınızın CPU'su ile ilgili tüm bilgilere ulaşmak, anlık cache durumunu öğrenmek isterseniz bu minicik programı kullanabilirsiniz.
http://kmarsiv.com/sayilar/20021001.asp 1 Ekim 2002 - ©2002-kmarsiv.com
istanbullife.com