  |  | 
	 ISSN: 1303-8923
 
	 |  
  | 
    
	
      | 
      
 | 
 
  
    | Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 182 |   
 13 Ocak 2003 - Çızıktırılmış sinemalarım  |  
  
İyi haftalar olsun,
  
Hafta sonlarını seviyorum. Az uyumayı hayat desturu haline getirmiş olan bendenizde, hafta sonu geldimi hoşafın yağı kesiliyor. Dizlerimi gerebilme, sırtımı yaslıyabilme şansı bulabildiğim her pozisyonda uyukluyorum. Galiba benim yarasalık sürecim 120 saat. Sonra 48 saatlik malaklık süreci başlıyor. Tabiki çocuklardan fırsat bulabildiğim ölçüde. Evin içinde sorun olmuyor doğal olarak ama dışarıya taşınca nahoş durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz oluyor. 
  Dün çocuklarla sinema partisi yaptık. 3 haftadır vizyonda olan Santa Clause 2'ye gidince de, 100 kişilik salonda 6 büyük 10 küçük olmak üzere toplam 16 kişiyle seyir zevkini yakaladık. Bu sinema işine epeydir gıcığım zaten. Birader her an bir çocuk filmi olmak zorunda mı yani vizyonda. Olmasa "Size göre film yok çocuklar, üzgünüm." deyip kaytaracağım ama nerde. Biri bitmeden biri başlıyor. Sinemaya ayıracak bir hafta sonumuz var, onda da türkçe dublajlı, light motifli, tercihan çızıktırılmış film arıyoruz. Aslan kral'dan bu yana oynamış tüm uzun metrajlı çizgi filmleri sayabilirim size, ama sorun bakalım Lopez'in son filmini bilebilecek miyim? Allahtan artık çizgi filmlerde de aşk, ihtiras, avantür, seks motifleri kullanılıyor da ben de nefsimi böylece köreltebiliyorum. Arada Harry Potter, Asteriks falan gibi içinde canlı ademoğullarının olduğu filmler oldumu değmeyin keyfime. Oh diyorum bu hafta 2 insan gördüm hiç olmazsa.
   Bu hafta çocukları Yüzüklerin Efendisi için kandırmaya çalıştım ama yemediler. O çocuk filmi değilmiş, korkmazlarmış ama görmek istemedikleri şeyler de olabilirmiş. E dedim bari Asteriks'e  gidelim, Gerard'ı görürüz en azından. Ona da bir kulp buldular " O yeni başladı, haftaya gideriz, Santa bu hafta son." Planda yapılmış şekilde görüldüğü üzere. Haftaya Asteriks, ondan sonra "Hayalet Gemi", "Hazine Gezegeni" vs. Ben yanmışım da ağlayanım yok görüyorsunuz. Uzatmayalım girdik Santa'ya. İyi hoşda, ben de bir hoşum yani. Hafta sonu malaklığımı üstümden atmakta zaten zorlanıyorum, bir de yavan bir Noel Baba filmi seyredeceğim. Çocukları öne oturttum, bende arkalarındaki boş sıraya yerleştim. Salonda boşya, gerdim dizlerimi, yasladım sırtımı, başladım horul horul filmi seyretmeye. Allahtan film gürültülü, benim gürültü arada kaynıyor, ya da bana öyle geliyor bilmiyorum. Çıkışta yapılacak yorumlara Fransız kalmamak için, arada gözlerimi açıp bakmayı da ihmal etmiyorum. Mazallah, Noel Baba'nın neden zayıfladığını bilemesem, mahallenin maskarası olurum vallahi. Antrakta uyanık kalmak için aldığım patlamış mısırları elimden düşürüp ortalığa saçmamı saymazsak vukuatsız bir seyir seansını daha geride bıraktık. Çocuklar öyle dalmışlar ki, sağolsunlar birşey farketmemişler. Asteriks komikmiş diyorlar, bakalım haftaya göreceğiz komikmiymiş değilmiymiş. Uyumaz da seyredersem, onu da haftaya anlatırım.
  
Haftayı yeni bir yazarla açıyoruz. Sevgili Dilek bize Chicago'dan sesleniyor. Ucu yanık, özlem kokulu yazılarıyla bundan böyle sık sık bizlere konuk olacak. Hoşgeldin Sevgili Dilek Bishku, sefalar getirdin. Ooo saati gene epeyce geçirdik. Benim yarasalık tamam da, matbaa geç kalınmasından hoşlanmıyor. Biranönce molayı baskıya vermem gerek, haydi bana müsaade.
  Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur 
 | 
 
 
 
    
 Has Kahveci : Tunca Tünay   |  
  
Anılarla Uzlaşmak!
  
 Düşümde, bilmediğim bir yerde, üstünde  desenli motifler olan  işlemeli bir beze sarılmış  yatıyorum. Düş gördüğümün bilincindeyim  ama,  bir yandan da en yalın gerçeğin içinde yalnızım sanki. Tüm dikkatimi sarındığım işlemeli çuvala vermişim.. Şaşırtıcı bir güzellikteki renk ve motiflerin  hepsi tanıdık geliyor bana. Yaşamın tüm renklerini görüp  biçimlendirebildiğim bu  bezi ben işledim sanıyorum  ama çok da inanmıyorum düşündüğüme.  Dikkatle gözlediğimde konusunu  önceden bildiğim bir  kitap gibi okuyabiliyorum işlemeleri sanki. Acılar solgun, sevinçler belirgin renklerle işlenmiş.  Kırılmış düşleri, sevinçleri, korkuları, acıları umutları, hepsini tek tek görebiliyorum işlemelerde. Bu motifleri ayırmalıyım diye düşünüyorum. Hepsini birbirinden ayırmaya başlıyacağım ama tedirginim. Nereden başlamalı? Önce sevinçleri  ayırsam?  “Acılar ve düş kırıklıklarını önce açmalısın”  diyor usum. “Sevinçleri sonra aç ki onlar kalsın aklında...” 
  
    Motifleri  yavaş yavaş açmaya başlıyorum . İlkin az soluk renkleri seçiyorum. Akılda az kalan acıları diziyorum üstüste... Ve yanına düş kırıklıklarını... Yaşamın büyük acıları kalıyor  geride.. Onları ayırmaya başladığımda  üşümem artıyor giderek. Yaşamıma artık katamıyacağım sevdiklerimin yokluğu biniyor üstüme.  Sanki hiç yaşanmamış geliyor bazen o günler,  renkler silikleşiyor motifler dağılıyor. Ölüm üstüne düşünmeye başlıyorum... Nereye kadar yok edebilir insanı ölüm? Hiçlik nerde başlar? 
  
   Varlığında; üretebilen ve almayı beklemeden verebilen insanın ölümü hiçlik değildir.  İnsan olma adına  bir şeyler yapmaya çalışan ve bunu çevresindekilere de aktarmayı hedefleyen insanın ölümü hiçlik değildir. Yıllar geçse de kısa bir süre görmediğimizde özlediğimiz  gibi özleyebiliyorsak bir insanı,  ölüm hiçlik değildir diye düşünüyorum ve bu beni   az da olsa dinginleştiriyor. Yeniden işime vermeye çalışıyorum dikkatimi. Üstümdeki çuval bezde   mutlu anı motifleri  boşluğa serilmiş gibi... Ancak, ayıkladıklarımla  birlikte olmadığında  ilk  gördüğüm kadar inandırıcı ve  pırıltılı güzellikte değil hiç birisi de.  Bu bana çok şaşırtıcı geliyor. 
  
    Düşünüyorum; yaşamda işlediğimiz motifler aslında bir bütünün parçası. Acılar, sevinçler, umutlar, düş kırıklıkları, umutsuzluklar birlikte ve içiçe yaşanmakta. Birbirini besleyen toprak ve bitki gibi yanyana... Onları ayıklamaya kalktığımızda, hiç birisi gerçek değerinde olamaz.   Geçmişin acıları yeni sevinçlerle azalırken, sevinçler, acıların ivmesini azaltabilir. Kırılan düşleri yok eden,  kuracağımız yeni düşlerdir ve  ve yalnızca  umutla gidebiliriz geleceğe.
  
   Oturup tüm motifleri yerli yerine koyuyorum  ve  örtüme yeniden sarılırken üşümemim azaldığını  görüp, u-mutlanıyorum...
  
Tunca Tünay 23 Aralık 2002 
ttunay@superonline.com
  
 | 
 
 
 
    
 
İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar
  
Bizim şirkette sigara içmek yasak. Bulunduğumuz katta asansör kapılarının önünde küçük bir sahanlıkta içebiliyoruz sigaralarımızı. Tabi aynı katta bulunan diğer şirketlerin çalışanlarıyla birlikte. Öyle bir durum ki; bizim katta bulunan şirketlerde çalışan herkes birbirini tanıyor. Çünkü çalışanların neredeyse %80'i sigara içiyor. Sigara molaları aynı zamanda sohbet yeri. İşyeri problemlerinin yanında futboldan ekonomiye, siyasetten çocuklara kadar zaman zaman sakin, zaman zaman hararetli konuşmalar, tartışmalar oluyor burada. 
  
Geçen yılların birinde sigara içmeye çıktığımda daha önce görmediğim bir hanımla tanıştım. Kocasının genel müdür olduğu bizim kattaki şirkette çalışmaya başlamış ama mutsuz görünüyor. Bir kaç kere daha karşılaştık. Bu hanım kırklı yaşlarında, tek çocuğunu üniversiteye göndermiş ve kendini büyük bir boşlukta bulmuş. Hani klasik hikayedir; çocuk olunca çalışmayı bırakıp ev hanımı olmuş, tüm zamanını eşine, çocuğuna ve evine adamış, arkadaşlarıyla ilişkiyi kesmiş, çocuk büyüyüp de artık annesine ihtiyaç duymayınca bunalıma girip çalışma hayatına geri dönmeye karar vermiş. Bunca yıldan sonra ne yapacak; kocası şirkette halkla ilişkiler diye bir bölüm kurup, başına da eşini getirmiş.
  
Fakat kadın mutsuz. Bir gün epey uzun konuştuk. Genel müdürün eşi ya, şirket çalışanları uzak durmuş ondan, kimseyle yakınlaşamamış, bu bölümün şirketin ihtiyacı olmadığı halde kurulduğunu farketmiş, kendini gereksiz ve fazlalık hissediyor. Dert yandı durdu. Benim de işten güçten sıkıldığım bir gündü, dayanamadım:
  
_ Senin kocanla bir derdin var mı? 
_ Hayır severiz birbirimizi ama ancak iş dışında kalan zamanda birlikte olabiliyoruz. Ben hep yalnızım. 
_ Geçim derdin var mı? 
_ Yok çok şükür.  
_ Sopa istiyorsun sen diyerek içimden, girdim lafa: "Bak şimdi. Senin yerinde olmak için can atan milyonlarca insan var. İşten ayrılmasaydım, kariyerimi bırakmasaydım diye kendini yemeyi bırak. Önünde müthiş fırsatlar var, pişmanlık duymaktan bunları kaçırıyorsun. Sen deli misin kardeşim.  Git seni çok zorlamayacak hafif bir iş bul. Değişik bir sektörde olsun. Hiç düşünmediğin bir şey... Mesela bir özel okulda veya bir mağazada ikinci derecede idareci veya reyon şefi, iyi bir sekreter... Çok vaktini almasın iş, kendine zaman ayır. Örneğin bir kursa git. Ne olacağı pek önemli değil, takı, fotoğraf, resim farketmez. Orada aynı konuları paylaşacağın insanlar tanıyacaksın. İstersen büyük bir şirkete git, en alttan başla, amacın genel müdür olmak veya ev geçindirmek olmadığına göre ne önemi var, boşver "Herkes ne der"i. Bu kadar korkacak ne var. Aklı başında kadınsın, okul okumuşsun. İznik'te koca yerin varmış, git oraya evini düzenle. Ekilme zamanı ekilecekleri ayarla, ha bak bahçıvanlık kursuna bile gidebilirsin. Bahçe düzenlemek ne keyiflidir. Meyva ağacı yetiştir. Kayısı ağacı üç yılda ürün verir. Arkadaşlarına davet ver. Hayat senin, sen farkında değilsin. Öyle çok arkadaşın ve konun olur ki, oğluna sen vakit ayıramaz duruma gelirsin. İznik cennet gibi yer. Orada yapacak bir şey bul. Göl kenarında orta halli bir restoran mesela. Gözünü korkutma..."
  
Daha neler neler, ben bu minval üzre epey kaptırdım gittim..
  
Bir iki gün sonra bizim şirketten arkadaşlar rastlamışlar kadına molada. O gün işten ayrılıyormuş. Benden bahsetmiş, çok etkilendiğini, yeniden başlama duygusunun kendisini heyecanlandırdığını, cesaretinin geldiğini, ne yapabilecekse, kocasına güvenmeden yapmak için ayrıldığını söyleyip, bana çok selam bırakmış. Şaşırdım. Oysa ben kadına kendi hayallerimi anlatmıştım. Benim hayallerimi alıp gitmiş şimdi. Benim cesaret edemediğime, benden güç aldığını söyleyen, bu zayıf iradeli gibi görünen kadın cesaret etmiş işte. 
  
Yeni bir sektöre girip, yeni bir heyecanla çalışmak istiyorum ben de. Hatta yeni bir şehir denemek istiyorum bazen. Örneğin Manisa, Kayseri, Samsun veya gelişmiş bir ilçe sık sık hayallerimi süslüyor. Buradaki insanlarla komşuluk yapmak istiyorum. Yeni iş ne olabilir; bir marketin idaresi, yerel bir şirkette herhangi bir görev ya da belediyeye dışardan bir iş, çocuklara ders vermek, hiç farketmez. İş çok yoğun olmayacak ki, komşuculuk da yapayım. Yerel yemekler öğreneyim. Onlar bana cahil muamelesi yapsınlar, "O reçel bu kadar kaynatılır mı veya o çiçek bu mevsimde ekilir mi a kızım!" desinler. 
  
Başka hayallerim de var: Şehirden uzaklaşmak mesela. Etrafımda kırka gelmiş hemen tüm arkadaşlarım bu düşüncede. Ben de tabi. Evin planları bile hazır. Kesinlikle avlusu ve bahçesi olan, tek katlı, U şeklinde bir ev. Bahçesinde meyva yetiştireceğim, Tarım Bakanlığından bu konuda kitaplar istetip, çalışacağım.
  
Sonra, patchwork öğrenmek, yani kırkyama dedikleri. Evde bu yöntemle yorganlar yapmak... Bir çocuk evlat edinmek, büyütmek... Bizim köyün insanlarının hikayelerini yazmak... Hala gidemediğim Mardin, Urfa ve Hatay'a gitmek, ama öyle üç beş gün değil, en az bir-bir buçuk ay yaşamak oralarda... Küçük bir zeytinlik sahibi olup, zeytinyağını kendi bahçenden elde etmek... Bahçede en az iki köpeğin yanısıra, kedi, kaz ve keçi beslemek...
  
Bu hayalleri sık sık kurarım ve anlatırım, bazen yapamayacağımı düşünsem bile. Nasıl yapayım, oğlanın üniversiteye girmesini beklemem lazım. Ondan sonra da bir sürü bahane bulur, bir zaman daha hayallerimle idare ederim ben, biliyorum kendimi.
  
Olsun. "İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar." 
  
Ya da bizim Ahmet Altan'ın dediği gibi "Hayalin yoksa sen de yoksun."
  
Bir başka Ahmet de,  "Benim bir hayalim var." deyip, hayalinin peşinden koşanları anlatmıştı bir zamanlar...
  
 | 
 
 
 
    
 Yeni Dünyalı : Dilek A. Bishku   |  
  FİRARİ ŞARKILAR
  
Gözlerimi açtım.
  
Mavi saydam fil ve Hintli binicisi yavaş yavaş kayboldu.  Esmer bir el, kalın zincirli bir künye ve yağ lekeleri içerisinde plastik bir şişe odaklanan bir film karesi gibi netleşti gözlerimin önünde.  Mazot kokusu ile birleşerek otobüs yolculuklarının alameti farikasını oluşturan o tanıdık kokuyu duydum.
Yanımdaki kadın şişman gerdanına, terli yüzüne sürdü kolonyayı.  İçten gelen bir "Ohhhhh…. " çekti. 
   Döndü bana baktı.  Avuçlarım hala açık.  Ilık sıvı parmaklarımın arasından usulca dirseklerime doğru akıyor.  Şirketimizin serinleyip ferahlamam için ikram ettiği bu nimetten benim de aynı minnettarlıkla faydalanmamı beklediğini anladım.  Ellerimi oğuşturdum, bulaşan kolonyayı yüzüme sürer gibi yaptım.  Sürmedim ama.  Kolonyadan nefret ederim.
  
"Yolculuk nereye kızım?" 
"İzmir'e teyzeciğim."
  
Hoşnutlukla gülümsedi.  "İzmir'e" ye mi, "teyzeciğim"e mi?  Açık mavi gözleri var.  Yolculukta olmanın kendisine tanıdığı kayıtsızlık hakkından faydalanarak eşarbını omuzlarına indirmiş.  Yeleğinin düğmeleri iri göğüslerinin üzerinde zar zor kavuşuyor.  Ortalıkta pardesü görünmüyor.  Ben uyurken gelip yerleştiğinde katlayıp yukarıya koymuş olmalı. 
  
Sormamı beklemeden "Ben de," dedi.  "İzmir'de iki oğlum var.  İki dadaşı vardı.  Bir tane daha oldu geçende büyüğün.  O'nu görmeye gidiyorum."
  
"Ne güzel."  Gülümsedim.  "Allah bağışlasın." 
"Amin"
  
Otobüsün teybinden gelen cızırtılara karıştı sesim, ardından yapış yapış arabesk bir hava tutturdu çalgılar.  Tiz bir erkek sesi katıldı onlara.  "Sana canım dediiiim … canımdan olduuuum…"
Canın çıksın!   Eğilip elimi eşyaların karmakarışık durduğu bavula daldırdım.Önce ince kordon geldi elime, biraz çekiştirince de volkmenin ufak kutusu meydana çıktı. Rastgele bir kaset yakaladım.  Supertramp.
  
"Anadan ayrıııı… babadan ayrııı…"
  
Kulaklıkları taktım.  "You are nothing but a dreamer …"
  
Artık çok uzaktan ve boğuk, ama teybin sesi gelmeye devam ediyor.  Tiz erkek sesi "En zoru da yardan ayrı olmak," dedi.  Supertramp "Can you put your head in your hands?" diye sordu.  "Oh, no!"
  
Şu teybin sesini biraz kıssalar.  Volume düğmesini sonuna kadar ittim.  Baterinin sesi okul bahçesindeki çocukların arasına düşen bir bomba gibi patladı.  Çığlıklar ve sonra herşey huzur buldu yeniden.  Usul usul akan bir suyun dinginliğinde mırıldanmaya başladı gitar.  O zaman uzaklardaki tiz erkek sesi yine girdi araya.  "Sevdalandııım … sevdalandııım."
  
Arabesk çalınan bir otobüste Supertramp dinlemek istiyorsa insanın volkmeni çok daha güçlü olmalı.  Teybin sesini hiç ama hiç duyamayacağı kadar güçlü.  Olmuyorsa eğer sen de herkesin dinlediğini dinlemeyi ve sevmeyi öğren o zaman.  İçine arabesk karışmış Supertramp dinlerkenkinden daha az rezil hissedersin kendini.  
  
Kulaklıkları çıkardım.
  
"Nerelisin kızım?"
  
Güzel soru teyzeciğim.  Çok yerinde ve güzel soru.  Bunu ben bile kendi kendime sormazken.  Bunu birileri bana sorsun isterdim.  Ama senin sorduğun gibi arkasından "içinden mi?" diye sormak üzere değil.  Gerçekten, hesap sorar gibi. "Nerelisin?" dese.  "Kimlerdensin?"
  
"Ankara'lıyım teyzeciğim." 
"İçinden mi?"
  
İçinden teyzeciğim.  Tam göbeğinden.  İki köşesini Ingiliz ve Amerikan Kültür Dernekleri'nin oluşturduğu eşkenar üçgenin üçüncü köşesinden.  
  
İngiliz Kültür'ün kütüphanesinde kocaman deri bir koltuk vardı.  Ve kitaplar.  Kitap kokusu.  Yedi yaşındaydım.  Çiçekli yastıkları, dantel örtüleri, ince porselenleri ve bunları aydınlatan solgun gün ışığı demetlerini, İngiliz denge duygusunu ve İngiltere'yi orada hiç bulunmadan özlemeyi orada öğrendim.  Karlı günlerde Christmas şarkılarını ve süslü çam ağaçlarını aramaya da o zaman başlamış olabilirim.  Yıllar sonra ilk kez olarak camlı, kızarmış hindili ve lapa lapa karlı sahici bir Christmas yaşadiğımda "Ah, ah … nerde o çocukluğumun Christmas'ları," diye düşünebilmiş olmam da belki bu yüzdendir.
  
Yedi yaşındaydım ve sabahları traş olurken bana kafadan iki bilinmeyenli denklemler soran, geceleri balkonda oturup uzak gezegenlerdeki hayattan söz eden bir babam vardı.  Babamın bıyıklarını sevmezdim.  Yolda yürürken insanları seyreder, bıyıklı ve başörtülü olanların üzerine çarpı işaretleri çekerdim.  Çocukca bir görüntü saplantısı mıydı bu?  Yoksa bazı şeylerin içinde solumayı istediğim dünyadan çok uzaktaki bir yaşamın simgesi olduğunu mu seziyordum?  Ulus'a gittiğimde kendimi kirlenmiş hissetmem nedendi?
  
Demek öbür oğlunuz da Ankara'da Teyzeciğim.  Tabi tanımama imkan yok.  Evet haklısınız.  Ankara büyük şehir.
  
Ankara büyük şehir Teyzeciğim.  Türkiye'nin kalbi orada atar.  Yurdumuzun tam ortasındadır.  Amerikalılar buna "at the middle of nowhere" derler.  Tabi siz bunu bilmezsiniz.  Benim de Ankara'dan yardım uman baht-ı karalar hakkında fazla bir şey bilmediğim gibi.
  
Varlıklarını her zaman hissetmişimdir ama.  Plastik pazar çantaları, sarmısak kokusu, melamin çay tabakları onlarındı.  Etek altına pantalon giyerler, el arabalarında satılan kasetleri tanırlar, mevlit dinlerken ağlarlardı.  Oturma odalarında duvar halıları asılı olurdu.  Kabeyi tavaf eden hacıları ya da korint üslubu sütunların arasında su içen geyikleri gösteren halılar.  Seramik vazolarda plastik yapma güller ve vazoların altına koymak için simli orlondan örülmüş tığ işi örtüler hep onlara aitti.  Benzer yaşamlarını bir örnek dekorlar önünde oynarlardı.  Ankara'da bizlerle birlikte yaşarlardı.  Amerikan Kültür Derneği'ne hiç gelmezlerdi.  
  
Dut yapraklarına saldıran hırçın ipek böcekleriydiler.  Kozalarını örüp içine girecek, sabırla bekleyip yepyeni bir tür olarak çıkacaklardı oradan.  Üçyüz metrekarelik evlerde oturan, çocukları diskoteklere, kadınları konkene, erkekleri de birinci sınıf randevu evlerine giden, son model arabalarla kanatlanmış kelebeklere dönüşeceklerdi.  Babaları bunları yıllar önce yapmış eski kelebekler de vardı Ankara'da.  Diğerlerinden başlıca farkları sarmısak kokmamalarıydı.  Onlar sumak ve sarmısak yerine bambaşka şeyleri sahiplenmişlerdi.  Buzlu badem, viski soda, sebze hali, sanayi çarşısı, parti ilerigelenlikleri, utla ara taksimleri onlara aitti.
  
Sana ait olan nedir peki?
  
Teyze mavi gözlerini açarak sorgu dolu baktı yüzüme.
  
Otobüs - sana - nerede - ait - mola - olan - verecek nedir?
  
"Bilmiyorum!"
  
New York'da Beşinci Cadde'de yürüyordun.  Yüreğinin ta ortasında nasıl da elle tutulur bir elmas parçası gibi hissetmiştin özlemi.  Keskin kenarlı, acıtıcı.  Doğu türküleri mırıldanmaya başlamıştın farkında olmadan.  Hiç sevmezdin oysa.  Hatırlasana.
  
Ve yine hatırla.  Kasabanın Doğu'lu kaymakamı - o türküler O'na aitti aslında, biliyorsun - ezici bakışlarını üstünde dolaştırarak amir ne demektir, senin o dik başlı kafana sokacağını ağzından tükürükler saçarak haykırırken gözlerini kapatmış ve Beşinci Cadde'yi düşünmüştün.  Boston'da Çiçekciler Çarşısı'nı, tweed ceket, yün kazaklı mühendislik öğrencilerini, kaçmayı.
  
Sana ait olan nedir? 
Kime aitsin?
  
Arkama yaslanıp gözlerimi kapadım.
  
Mavi saydam filin kulaklarını okşadım eğilip.  Filin alnındaki yakut yanıp söndü.  Uzakta çıngırak sesleri, dünyanın dipsiz okyanusları ve rengarenk kıtaları altımızda.  
  
Yürüdük.
  
 | 
 
 
 
    
 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu   |  
 
  
   
Çağın Enerji Zanlısı: Trafik Lambaları
  
Petrol tüketiminin sınırlandırılması Ajansın en çok önem verdiği konuların başında geliyordu. Çünkü Petrol İhracatçısı Ülkeler Örgütü   OPEC'in 70'li yıllarda petrol fiyatlarına yaptıkları astronomik zamlar prtrol ithalatçısı ülkeleri çok zor durumda bırakmıştı. Bunun yollarında birisi petrol yerine başka girdiler kullanmak, diğeri ise bu tüketimi daha rasyonel hale getirerek aynı iş için daha az petrol harcamanın yollarını bulmaktı.
  
Motorlu taşıt araçlarının yakıt tüketim yapılarına ilişkin çok ilginç şeyler okuyordum. Örneğin kriz yıllarında bazı  Avrupa ülkelerinde otomobil sahipleri motorun 4 silindirinden birisini devre dışı bırakarak kent içi ulaşımda işlerini görmeye yetecek düşük takatte ve az sarfiyatlı bir araç edinme yoluna gitmişlerdi. Gerektiğinde 4. piston kolaylıkla tekrar yerine takılıp araç şehir dışı yolculuklarda gerekeli olan eski gücüne erişebildiği için kullanışlı bir yöntemdi bu.
  
Bir diğer husus ise en çok yakıt sarfiyatına yol açan şeyin araçların durup tekrar kalkış yaparak hızlanmalarıydı. 10 km'lik bir yolu bir kez kalktıktan sonra hiç durmaksızın satte 40-45 km gibi düşük, fakat sabit bir hızla kat eden bir araç, aynı mesafeyi 10 kez durup, çalışır vaziyette  bekleyip, tekrar kalkış yapıp hızlandıktan sonra tekrar durararak kat eden bir araca kıyasla en az % 40 daha az yakıt harcıyordu. Bu bilgiler ışığında günümüzün trafik lambaları, araçların kesintisiz yol almaları yerine sık aralıklarla durup kalkmalarına sebep olan aygıtlar olarak, bir numaralı enerji zanlısı olarak ön plana çıkıyordu.
  
Trafikteki araç ve yaya sayısının şimdikinin onda birine tekabül ettiği 1920'li yıllarda tasarlanan trafik lambaları, artan araç ve yaya sayısı karşısında trafiği düzenleme işlevini yitirip trafik akışını engelleyen bir duruma düşmüşlerdi. Onların yerine daha etkin bir düzenleyici keşfedilmesi hem vakit kaybının, hem petrol sarfiyatının, hem de çevre kirliğinin azaltılması için zorunluydu...
 
  
  
Bana göre trafik lambalarının da, teknolojik ömrünü tamamlamış kömürlü ütüler ya da lambalı radyolar gibi, günlük hayatımızdan çekilip medeniyet tarihi müzelerindeki yerlerini almalarının zamanı gelmişti. 
  
Arabam yoktu o yıllarda. Bir litre benzin ve  uzunca bir serum  hortumu alarak mahalledeki oto tamircisine gittim. Esprili bir havada içeri girip "Merhaba Ustam!" dedim, "Buralarda kanamalı bir hasta için damardan süper benzine ihtiyaç varmış diye duyup geldim... Hasta olan  araba hangisi acaba?". 
  
Hemen kaptılar espriyi... işlerini bırakıp gülerek yanıma geldiler.
"Hayrola beyim?" dedi birisi, "Dut yaprağından benzin yaptın da onu mu deniyceez şimdi?".  Onlara trafik lambasında 2 dakika bekleyen bir aracın ne kadar benzin yakacağını hesaplamak istediğimi söyledim.   
  
  10 dakika sonra hep birlikte deneye başlıyorduk: en yaygın yerli otolardan iyi durumdaki birisi denek olarak seçilmiş ve benzin pompasına benzin tankından yakıt yaşıyan borunun yerine benim 1 litrelik meşrubat şişesinden benzin taşıyacak olan serum hortumu bağlanmıştı.
  
Motor çalıştırıldı ve en başından itibaren, şişedeki son damlanın hortumundan "hüüüp" diye çekilerek motora gidişine kadarki tüm safhayı hep birlikte izledik. Araç 1 litre benzinle  sadece 27 dakika çalışmıştı. 
  
Ustalar araçtan araca, motordan motora farklılık olabileceğini, hatta motorun ve havanın sıcaklığının dahi tüketim miktarını değiştirebileceğini söyleyerek bu deneyin sonuçlarına ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini vurguladılar.
  
Ben ise öğrenmek istediğimi öğrenmiştim. İster 20 dakika, ister 60 dakika sürsün, araçların çalışır vaziyette beklemeleri esnasında küçümsenmeyecek bir yakıt sarfiyatı oluyordu. 
  
O haftadan itibaren tüm öğlen tatillerimi Kızılay meydanında geçirdim. Çoğunlukla YKM'nin çatı katındaki lokantanın pencerelerinden aşağıdaki kavşakta her kırmızı ışık yandığında kaç aracın ne kadar süreyle beklediğine ilişkin gözlemler yapıp istatistiki veriler oluşturmakla ilgileniyordum. O dönemde Demirtepe-Ceebeci yönüne işleyen toplu taşım araçları için tahsisli yol uygulaması olduğundan diğer taşıtlar kavşakta uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Trafiğin yoğun olduğu saatlerde kavşağın 4 yönünde 2 km'ye varan kuyruklar görmek günlük vaka haline gelmişti. Kavşaktan geçen her araç, sırf trafik lambalarında beklemek yüzünden en iyimser tahminle bir meşrubat şişesi kadar benzin tüketmekteydi. Kavşağın 30 dakikada  dahi geçilemediği yoğun saatlerde ise bu miktar 4 meşrubat şişesine, yani tam 1 litreye çıkabilmekteydi. Trafikteki araç sayısını ve tüm Ankara'daki trafik lambalı kavşakları düşünmeye kalkışıp günlük yakıt sarfiyatını hesaplamaya yeltenince aklım duracak gibi oldu... Daha ilk adımda binlerce ton benzine ulaşmıştım... Bir de tüm Türkiye'deki sarfiyatı düşünsem kim neler olacaktı... Büyük hesapları başkalarına bırakıp ben işin teorik yanıyla ilgilenmeye ve "Bankaya buradan bir ekmek çıkar mı?" sorusuna  cevap bulmaya odaklanmam gerekiyordu...
  
Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... 
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_48.asp
  
Devamı var
  
 | 
 
 
 
    
 
    Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.  Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.  Kahve Molası bugün 3.028 kahveciye doğru yola çıkmıştır.  | 
 
 
 | 
 
 
 
     
    
İYİMSER BİR AŞK TÜRKÜSÜ
  
Bağlardan inen patikalardayım 
Cebimde mis gibi şiirler, kuş cıvıltıları 
Sokağınızdan geçiyorum öğle üstü 
Sokağınızda sararan yaprakların kokusu 
Şuramda ince bir sızı, serseri bir acı 
Senden öncesi olmayan bir acı 
Yalnız senin mecnunun olan bir acı
  
Her pazar geçtiğin yollarında bir yaprak 
Yeşeriyor kuşanmış bütün cesaretini 
Göğsünün içinde yaşatmak için aşkı 
Bir yaprak da senin konuşkan elinde 
Sevecen becerikli çalışkan elinde
  
Her zaman biraz olsun gecikirsin 
Aşka yalnızlığa sevdaya 
Yine de özlenirsin güzelim sevgilim 
Bir çiçek de böyle özlenir 
Su dolu bir testinin yanındaki bir çiçek 
Desem öyle alaycı gülümser yürürsün 
Sessizce yağan yağmur altında 
Aşkı kendine anlata anlata
  
Yine akşam oldu sevgilim sensiz  
Bırakıp gidiyorum içim aşkla dolduğu zaman 
Durakları buğulu otobüs camlarını 
Yağmur çiseleyen kirli sokakları 
Gide gide hüzünlü bir türkü gibi dokunan 
Yağmurun sesini ne çok seviyorum 
Seni ne kadar çok seviyorum
  
İpek bir mendil diye  
Ayrılığı katlayıp koyuyorum çiçekle masama 
Bir de senin için yazdığım sevda şiirlerini 
Kendi anlamlarını aşıp giden 
Tozlu yollar sıra dağlar patikalar boyunca 
 
Ey sevgili senin sımsıcak bakışlarını 
Katlayıp koyuyorum çiçekli masama 
Seni ne kadar çok seviyorum 
Bir türkü solgunluğunu silip götürdüğü zaman
  
Ahmet ADA
  <#><#><#><#><#><#><#>
  
GÜNYENİSİ KÜÇÜK KIZ
  
Bir park kanepesinde oturuyorum deniz 
kıyısındaki, burnumda tütüyor 
günyenisi küçük kız, bir çocuk kadar 
suçsuzum onu sevmekle, bunun için 
ilgileniyorum kırgın çiçeklerle
  
Baktıkça resmine gül açılıyor parmak 
uçlarımda, ne çok istiyorum onu 
gün eskiten gözleri değdikçe günebakanlara 
nasıl da yakıştırıyorum günebakanları 
gözlerine
  
Serçelerle, evet serçelerle geçiyorum 
ara sokaklardan, oyun oynuyor toz 
duman içinde çocuklar, geçiyorum 
içimde hüzne benzer bir duyguyla
  
Şimdi şurdan koşuyorum 
kuşlar kalkıyor koştuğum taşlıklardan 
bir aldanış mı yaşadığım yoksa 
bilmiyorum ne kadar koşabilirim 
eskimez yeşil pabuçlarla gelen aşka 
 
Ey serçe gölgeleriyle lekeli ara sokaklar 
nasıl da sendeliyor kalbim küçük 
bir kız için, yürüyüp gidiyorum yüzümü 
bir Akdeniz çiçeğine gömerek 
 
Sevincimi bozuk paralar gibi dağıtıyorum 
 
Ahmet ADA
 | 
 
 
 | 
 
  
 
    
      | 
     Kahvenin Yanında: Elif Şeref Artun    PORTAKALLI BADEMLİ CHEESECAKE (İsviçre) | 
 
 
 |  
  
 
HAMURUNU YAPIYORUZ... 
150 gr. (1 su bardağı) un 
40 gr. (1 kahve fincanı) pudra şekeri 
80 gr. toz badem 
60 gr. margarin 
50 gr. labne peynir 
1 yumurta sarısı
  
Yumurta sarısı hariç tüm malzemeyi ufalanmış ekmek kırıntısı haline gelene dek parmak uçlarınızla ufalayarak karıştırın. Yumurta sarısı ve gerekiyorsa birkaç tatlı kaşığı soğuk su ekleyerek top hamur haline getirin. Unlu yüzeyde hafif unlayın. Streç filme sararak buzdolabında yarım saat bekletin. 
Çıkarınca yine hafif unlu bir yüzeyde merdaneyle açın. Yağlanmış ve hafif unlamış kalıba dikkatle yerleştirin. Birkaç çatal deliği yapın ki pişerken kabarmasın. Tekrar buzdolabı ve yarım saat bekleme süresi. Çıkardıktan sonra 150 derecede 15-20 dk pişirin. Piştikten sonra bırakın iyice soğusun. Dikkatle kalıptan çıkarın, servis tabağına alın. (Eğer kalıptan çıkarırken biraz hoyrat davranıp hamuru parçaladıysanız üzülmeyin. Renkli bir kurdela ya da rafyayla bağlayarak eski haline getirebilirsiniz. Bu çaba hoş bir dekorasyon bile olabilir.)
 
  
 İÇİNİ DOLDURACAĞIZ... 
1 yemek kaşığı toz jelatin 
1 su bardağı su 
250 gr. labne peynir  
150 gr (2/3 su bardağı) toz şeker 
2 yumurta  
1 tatlı kaşığı portakal kabuğu rendesi 
2 tatlı kaşığı acıbadem likörü
  
Jelatini suyla karıştırın. Bir cezvede jelatin eriyene kadar karıştırarak kaynatın. 
Bir kapta labne peyniri ve şekeri mikser yardımıyla iyice karıştırın. Yumurtaları, portakal kabuğu rendesini ve likörü ekleyerek iyice çırpın. Erittiğiniz jelatini de karışıma ekleyin ve iyice çırpın.
Hazırladığınız kremayı pişirdiğiniz hamurun içine özenle yayın. Soğuması ve jelatinin donması için üzerini folyoyla kapatarak 1 saat buzdolabında bekletin.
 
  
Buzdolabından çıkardığınız kekinizin üzerine toz badem serpebilir, krem şanti ile süsleyebilirsiniz. Eh, gerisi size kalmış...
  
Afiyet olsun...
  
 | 
 
 
    Tarifi yazdırmak için tıklayın
  
 
     YAŞ YETMİŞ, İŞ BİTMEMİŞ
  
Üç yaşlı hanım mahallenin parkında oturmuş eski günleri yâd ediyorlarmış. 
Birincisi: 
-  Aaaaah, ahhh, hayat ne kadar da pahalılaştı... 
   demiş ve ellerini kocaman açmış:  
-  Eskiden şu kadaaaaar kocaman salatalıkları bozuk paralarla alıyorduk.... 
İkincisi: 
-  Haklısın şekerim 
   demiş ve o da iki eliyle kocaman iki yuvarlak yapmış:  
-  Şöööyle şöyle soğanlara da şimdikilerin yarı fiyatından bile az ödüyorduk..
 
Üçüncüsü biraz yüksek sesle: 
-  Anlattıklarınızı pek duyamıyorum ama tarif ettiğiniz adamı hatırlar gibiyim.
  
denizce.com
 | 
 
  
 
    
 
     KAN ARANIYOR!!! 
  Sevgili arkadaşlar, 16.Ocak.03 de 3,5 yaşındaki ikizlerimden Barış'ın American Hospital'da açık kalp ameliyatı yapılacaktır. Bunun için 15.Ocak.03 tarihine kadar hastaneden 6 ünite 0 RH - NEGATİF kan istenmektedir.  Yardımcı olabilecekler 0542 585 24 85 nolu telefondan benimle irtibat kurabilirler. 
  
İskender KARAKİRAZ 
  
 | 
 
 
 | 
 
 
 
    
 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan  |  
  
http://www.celebrity-doubles.com/roster.htm 
  Çoğunlukla biraz garip ve hatta komik görünse bile bazılarımız için çok önemlidir ünlü birine benzetilmek. Bu sayfalarda ünlülere benzediklerini iddia edenlerin ilginç pozlarını bulacaksınız. Farkındaysanız benim resmim yok, birilerine benzetmeyin diye :))
  
http://www.sihirlitur.com/belgesel/lezzet/ 
  Sadece küçücük bir çerez tabağına göz atsak bile ayçekirdeğinin Edirne'den, leblebinin Çorum'dan, fındığın Giresun'dan yola çıkıp minicik tabakta bir araya gelişlerine tanık oluyoruz. Daha nice lezzetler vardır yurdumuzda görmeden yada tadına bakmadan yorumlayadığımız.
  
http://www.ananova.com/news/story/sm_669260.html 
  İşte size geleceğin itfaiye araçları. Bu araçları görünce itfaiyeci olmak isteyenlerin sayısında ciddi bir artış olacağına eminim.
  
http://www.comedycentral.com/southparkgames/pinball/ 
  "South park pinpall" yani tilt. İster tek başınıza ister iki kişi oynayabiliyorsunuz. İyi eğlenceler.
 |  
 
 
    
 Damak tadınıza uygun kahveler   |  
  
ICSarabul v4.0 [256k] W9x/2k/XP FREE 
http://www.tagem.net/downloads/download.asp?id=1 
Aslında burada hep yerli program tanıtmak istiyorum. Ama bu konuda maalesef kaynaklarımız az. İzmir'den TageM Group, son derece kullanışlı, hemen herkesin elinin altında olmasında yarar olan bir minik program üretmişler. Ellerine sağlık. Bizim Kahve Molası'nı da direkt linklerin arasına koymuşlar. Teşekkürler. Eksikleri yok mu? Var tabi ama sizlerden gelecek önerilerle daha iyi hale getireceklerinden eminim. Burada anlatmanın uzun süreceği epeyce iş yapıyor. Siz en iyisi yükleyip kullanın, kendiniz görün. Kurmaya gerek yok. Tek başına çalışabiliyor. 
 | 
 
 
 | 
 
  
	 |