KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)



Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


Treo Communicator
Adrese Teslim Günlük Sanal Gazete - Sayı: 200

 6 Şubat 2003 - Anılarda mı, anılarla mı yaşamalı?


Merhaba kahveciler,

Bugün hoş şeylerden bahsetmem gerek artık diye kendimi şartlamıştım. Ama Powell'ın BM'deki açıklamaları kafamı karıştırdı. Minare hırsızının hazırladığı kılıfı görünce gözlerime inanamadım. Koskoca ABD'nin koskoca körfez gazisi dışişleri bakanı 1,5 saat bir piyeste amatör oyuncu taklidi yaptı. Sizi bilmem ama ben, Saddam'ın kişilik bozukluğunu bir kenarda tutmak kaydıyla, Irak'ın masumiyetine bir kez daha inandım. Herkesin beklediği o elle tutulur kanıtların hiçbirinden eser yoktu. Bilgisayarda alelacele çiziktirildiği aşikar kamyon skeçlerini kanıt olarak göstermesi piyesin en komik anıydı. Anlaşılan o ki bu işten dönüş yok. Bu savaş olacak. Kanıt gösterip dünyayı ikna etmeyi bile ciddiye almayan ABD başkanının, babasına verdiği sözü tutmak uğruna, bu işe kararlı olduğu ayan beyan ortaya çıktı artık. Anılarda yaşayan bir büyük ülke liderinin, memleketinden binlerce kilometre uzaktaki bir bölgenin kaderiyle bu kadar kolay oynama hakkı olmamalı diye isyan edesi geliyor insanın. Dilerim kendisi anılarda kaldığında vatandaşlarının gözünde ancak bir cruise füzesi kadar değeri olur.

Geçmişin hesaplaşmalarıyla anılarda yaşayan insanlar olduğu gibi, geçmişi dolu dolu yaşamış, anılarını bugüne kadar özenle taşımış, geleceğe de ulaştırmak için var gücüyle çalışan insanlarda var aramızda. Hergün sanal gazetemizin gerçek yazarlarının birer ikişer tatlı, bazen hüzünlü ama çokça vefalı anılarına şahit oluyoruz. Yaşamın inişli çıkışlı merdivenlerindeki dibe vurmuş kötü anılarını bir kenara bırakıp, kötüyü unutmadan güzeli hatırlamanın erdemini içine sindirmiş hepsi. Yani bugünü anılarıyla birlikte yaşayan dostlar. Bir haberleşme grubumuz var. 30 yılı aşkın dostluğun, eskimeyen anıların alevlendirip güçlendirdiği bir grup. Yanyana gelindiğinde kaldığı yerden devam eden dostlukların, yıllarca haber alınamamış olsa bile, sorulan aranan dost arkadaşların besleyip büyüttüğü bir grup. Kimi zaman kavga eden, kimi zaman haksızlığa uğramış arkadaşları için biraraya gelip tavır koyabilen, iyi ve güzel atılımlara destek olan bir grubun üyesiyim. 3 hafta önce başlayan yazışma trafiği, bizleri bir anda 25 yıl öncesine götürüverdi.

Konumuz müzikti. Anıları alevlendirmenin en kestirme yolu bunları bir müzik eşliğinde hatırlamak değil midir? Biz de öyle yaptık. Her kafadan ayrı ayrı çıkan o nostaljik tadlı, naftalin kokulu parçaları hatırladık teker teker. Listeler yaptık, dalga geçtik, kavga ettik. Ama sonunda 2 nostalji albümü hazırladık. Biraraya gelip bu harika şeyleri dinledik, güldük eğlendik. Ayrılırken hepimizin elinde 2'şer CD, beyinlerimizde 25 sene öncesinin tatlı tebessümleri vardı. Evlerimize çekilip CD'leri tekrar tekrar dinlediğimizde, yaşamanın, birlikte olmanın, iyiki varsınız demenin, unutmamanın zevkini çıkardık. Kulaklarımızın anılara doyması yetmedi. Gözlerimizinde doymasını arzuladık. 25 sene önce o zamanki olanaklar zorlanarak çekilip saklanmış resimlerimiz birer ikişer ortaya çıkmaya başladı. İzmir'den bir sevgili dostumuzun hergün "Günün Fotoğrafı" diyerek yolladığı, pekçoğumuzun unuttuğu yada hiç görmediği o siyah beyaz hayalleri bekler olduk. Günün karmaşasını, geçmişin hayalleri ile dağıtmayı başardık. Ne mutlu bize. Ne mutlu bana ki, anılarda değil, anılarla yaşayan dostlarım var. Hepsini sevgiyle kucaklıyorum.

Bu "Günün Fotoğrafı" esprisinden yola çıkarak, bundan böyle, olanaklar çerçevesinde, baş köşede bir özgün fotoğrafa yer vereceğim gazetemizde. İlk fotoğrafımız, o İzmir'li sevgili dostumun "Beyaz" isimli eseri. Sizlerden de bu türde fotoğraflar bekliyorum. Kimin çektiği belli olmayan, ordan burdan bulunmuş fotoğraflar değil, bizzat sizin deklanşöre basıp kara kutuya hapsettiğiniz gerçek anlardan söz ediyorum. Kaynaklarımız yeterli olursa, bu işi bir sanal sergiye kadar götürebiliriz. Taramak zor olacaksa, bir kopyasını posta ile de gönderebilirsiniz. Artık sadece yazılarınızı değil, özgün fotoğraflarınızı da bekliyorum, bilmiş olun.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


YAKALAYABİLENE AŞK OLSUN!

Bu metin, bir çeşit "aklımda gezintiler"dir. Söylemedi demeyin.

Bir film izledim bugün. Sinema sanatı açısından bakıldığında senaristi, yönetmeni, kastı, prodüksiyonu ve bilumum vesairesi elbette önemli, ama ben baştan koydum ya meseleyi "aklımda gezintiler" diye, bütün bunların bir önemi kalmıyor. İlle de "aklımda gezintiler" kalıyor "önem" diye geriye.

Film (roman da olabilirdi, kaldı ki gerçek bir hikaye), Amerika Birleşik Devletleri siyasi sınırları içinde başlayan, kısa bir süre sonra bu sınırları aşıp şimdiki Avrupa Birliği sınırları içine de dahil olan bir diploma, sertifika, bröve, çek, senet ve bilumum benzeri belge dolandırıcılığı hikayesine dayanıyor.

Ünlü oyuncular, ünlü ülkeler ve ünlü kentler, kasabalar var kastta. Hepsi pek güzel oynuyor ve oynanıyor. "Bir bilen" olarak söylenmek gerekirse, "Başarılı!". Değilse bile, ben beğendim işte, sıra sıra sıradan bir "vatandaş" olarak.

Yakalayabilene aşk olsun!

Başlangıçta orta halli iyi bir aile oğlu var "esas rol"de. Di Caprio canlandırıyor orta halli iyi aile çocuğu olan Frank'i. Babası hal-i hazırda Amerikan esnafından. Geçmişinde ise bir "ordu" başarısı var, öyle bir "başarı" ki, Fransa'nın kırsal kesiminden güzel, işveli ve yeni dünya kalıpsız bir kız kapmış olmayı bile başarmış bir Amerikalı olarak. Amerikalı'nın o zamanlarda gidebileceği en uzak noktanın Avrupa olduğu varsayıldığında, bu "şeytan ayrıntıda gizli" noktası görece bir önem taşıyabilir. Zamanının "savaş"ı görece "başarılı", Avrupa, hem de Fransa'ya ulaşılmış ve oradan kapılabilecek olan bir asker için, kapılmış. Buraya kadar sorun (bir derdim) yok. Hatta, mutlu bir yuva kurulmuş yeni dünyalarda, işler tıkırında, Rotary Klübü devrede, dolayısıyla plaketler törenlerde... Baba bir "fıkra" anlatıyor plaketini alma töreninde. Altyazıcı kisvesiyle vereceğim şimdi sizlere:

"Bir gün iki fare bir krema kazanına düşer. Ölecekler belli. Farelerden biri pes eder ve kremada boğularak ölür. Diğer fare ise başlar çalışıp çırpınmaya. Sonunda, krema tereyağı olur ve fare yolunu bu katı halde oyup canlı canlı hayata canlı canlı katılmaya devam eder.

Daha önce duymuştum bu "fıkra"yı. İnternetten gelmişti galiba. Siz de duymuş olabilirsiniz.

İşte filmdeki baba da ikinci fare misali çırpınmış çırpınmış ve yolunu bulmuş, başarılı bir esnaf olarak klübünden plaketini almaktadır.

Hemen arkasından aksilikler aksilikleri kovalar (aksilikleri biz pek görmüyoruz), vergiciler babanın ensesine yapışır ve mali bir çöküntü başlar hanede. Esas oğlan Frank (Yakalayabilene aşk olsun!), iyi bir okuldan alınıp pek iyi halli olmayan bir okula devam etmeye başlar. Anne, fakirleşen babayı terkedip, babanın klüpten arkadaşı ve hala zengin olan bir başka adama varır. Oğlan, iyi sayılmayacak yollara sapar, yalanın dolanın bini bir para olmaya başlar ve sonuçta muhteşem başarılı bir dolandırıcı olur çıkar Frank.

Sertifika, çek, senet dolandırıcısı, ama asla mafya değil. Tek başına serseri bir dolandırıcı! Pan Am'da pilot, adeta Cleveland Kliniği gibi bir hastanede doktor, bilmemne eyaletinin baro sınavını kazanan bir avukat... Peşine FBI'dan bir çek dolandırıcılığı ajanı takılır. Hem de FBI'ın konusunda en başarılı ajanlarından biri ve Frank tarafından defalarca ustaca atlatılarak rezil rüsva olmasına rağmen asla yılmayıp da yakalar Frank'i.

Yakalayış o yakalayış. Hapishaneler, tecritler derken, Frank'in sahte çek, senet vb. konusunda dehşetli bir "uzman" olduğu çıkar ortaya. Sahte çeki daha eline almadan kokusundan tanımaktadır artık Frank.

Filmin sonunda Frank'in bu deneyim sayesinde geliştirdiği yeteneğiyle cezaden kurtulduğunu ve FBI'ın vazgeçilmez uzmanlarından biri haline geldiğini, çok bol para kazandığını, mutlu bir yuva kurduğunu öğreniriz. Ve elbette Amerikan devleti bir suçluyu kendisine hizmet ettirerek günahlarından ve suçlarından arındırmış ve topluma bir "birey" olarak kazandırmıştır.

Gerçek bir hikaye işte. Ne var bunda diyeceksiniz.

Hacker'lar geldi aklıma. Bu hacker'ların da en "iyi"lerinin aynı şekilde topluma kazandırıldığı bir zamanı yaşamıyor muyuz?

Önce dalıp çıkıyorlar, kırıp döküyorlar, hatta çalıp çırpıyorlar, sonra yakalanıyorlar. Daha sonra arı arı arındırılıp topluma kazandırılıyorlar. En büyük karları getiren "yasal" işler, programlar, projeler bu adamlar tarafından gerçekleştiriliyor ve bu adamlar bu nedenle büyük büyük ödüllendiriliyorlar.

Bilemiyorum. Aklım karışıyor bu noktada. Karışan aklımda ister istemez gezintilere çıkıyorum ben de. Çok adaletsiz geliyor bana o zaman bu dünya.

Gezinirken hoplayıp zıplıyorum ister istemez yine.

En uygar dünya bir sürü genin peşinde olduğu gibi, psikolojik bir vaka addederek "suç geni"nin de peşinde. Buldu mu bulmadı mı bilemiyorum şimdi, ama bulmuş olsa bile ne yapacak ki? Suç oranını düşürecek diye gen tedavisi mi yapacak onlara? Hiç sanmam. Tam aksine, en büyük ve en faydalı işleri yapanlar bu suçlular arasından çıktığına ve bu çıkış "topluma kazandırılarak" sağaltıldığına ve onandığına göre, niye kessin ki kendi bindiği dalı? Eh, her dalın da bir bedeli var en nihayetinde.

Dedim ya, aklım karışıyor. Karıştı bile çoktan.

İki yıl kadar önce bir vesileyle Birleşik Devletler'e gittim. Bir sürü eyalet dolaştım. Bir sürü göçmen arkadaşımla birkaç gün geçirdim. Kuzey'deki liman kentlerinden birinde kalıyorum. Suç oranı en yüksek olan yerlerden biri ve kent halkı bu oranı düşürmek üzere çeşitli "sivil" seferberlikler içinde. Benim arkadaşlarım da bu "sivil"lerden birinin içinde. Bir akşam yemek yiyiyoruz. Utana sıkıla beni birkaç saat yalnız bırakacaklarını söylüyorlar. "Ayıp ettiniz, elbette" diyorum, "Ben de kendi başıma turlarım ortalıkta" diye devam ediyorum. Hoşuma bile gidiyor yalnız olacak olmak, zira dolaşırken kafamca izleyebilecek ortalığı, ruhumca koklayabileceğim Amerika'nın bu köşesini. Neyse, biraz açıklama yapmak ihtiyacını duyuyorlar ve şaka yollu, "Biz de turlayacağız aslında" diyor biri. "Hayrola?" demekten alakoyamıyorum kendimi. Sonunda anlaşılıyor mesele. Meğerse o akşam "vardiya"ya çıkacaklarmış bir grupla. Her gece vardiyalı olarak çalışan "sivil" gruplar kendi mahallelerinde dolaşıyorlar, şüpheli gördükleri kişiler ile haneleri polise bildiriyorlar ve polis oralara nazik baskınlar yaparak, kenti "suç"tan arındırma operasyonu düzenliyormuş. Küçük dilimi yutmak üzereydim bunu duyduğumda. Bilmem anlatabildim mi?

Bizim ülkede bunca yıl yaşamışlığımla ihbarın, muhbirliğin ne (asıl) olduğunu biliyordum. Beyoğlu yalamışlığımla "şüpheli şahıs" fikrine de aşinaydım. Fakat yaşadığım ve aşina olduğum hiçbir şey bu denli "örgütlü" değildi. Birleşik Devletler'in bir Kuzey Batı eyaletinin bir liman kentinde, kendi arkadaşlarımın ağzından duyduğum ve hemen sonra eylemlerinden tanık olduğum bu örgütlülük küçük dilsiz bıraktı beni de sonunda.

Belki de bu nedenle, şimdi sadece büyük dilimi kullanabiliyor ve sadece çatlak sesler çıkartabiliyorum.

Dün komşu hane şaibeliydi ve basıldı, bugün ise bir uzak ülke şaibeli ve şaibesi kanıtlanmasa da basılmak üzere.

Aklında değil, harbiden ortalıkta gezinen biri varsa buralarda, Allah rızası için çıkıp da bir gün sinemada izlediğim bu gerçek "mutlu son"a eren "sevimli" dolandırıcılık hikayesi ile "Amerika'nın Savaşı" arasında nasıl bir ilişki kurduğumu anlatsın bana.

Ben kayboldum galiba aklımın içinde.

Yakalayabilene aşk olsun!

İyi bayramlar!

ANur

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   FAHRİYE

Aşağıda okuyacağınız yazı, çok daha önceleri hazırlanmış, fakat bahçıvan kulunuzun son bir kez daha üzerinden geçip düzeltmeler yapmasını beklemekteydi. Pazar günü Hürriyet gazetesi Pazar ilavesinde, kuzenimin yazısını görünce.. sizlerden utanıp, yüzüm kızarmadı desem olmaz. Ben kendisine kitabı hediye ettiğimde, aslında kendi yazımı yazıp tamamlamıştım, ancak bir türlü elim değip redakte edememiştim. Oysa kendisi, kitabı benden aldıktan sonra okumuş ve köşesinin tamamını bu Pazar bu kitaba ayırmıştı. Eh, bu kadar bilinen bir uzaman için bile '2002 yılının en önemli Yemek Kitapları' listesinde yer aldığına göre, ben de sizlere aktarayım istedim artık, daha da gecikmeden.

'Mutfak işlerinde hiçbir deneyim ve beceriye sahip olmayan Seniye hanımla Mehmet Esat bey, yirminci yüzyılın başlarında evleniyorlar.

O tarihlerde, evli bir hanım için yemek pişirmeyi bilmemek çok büyük bir ayıp sayıldığından, bu durumu Mehmet Esat beye sızdırmamak gayretiyle, aile önlem alıyor ve evin büyük kızı Azime hanım, bu büyük (!) kusuru örtmek için, eniştesine sezdirmeden kardeşinin mutfağında yemek yapmayı sürdürüyor. Ancak, kısa bir süre sonra Azime hanımın eşi, İstanbul dışında bir göreve atanınca, yemeklerin tadı, sür'atle değişiyor.

Durumu sezen Esat bey, bir akşam EV KADINI isimli bu kitapla eve geliyor ve Seniye hanıma, 'Biliyor musun ki, ben evli değilken yemek pişirmeye pek hevesliydim. Şimdi ister misin, bu kitaptan, beraberce yemek hazırlayalım?' diyor ve kitap böylece, Seniye hanımın mutfağına yerleşiyor.

Uygulamalar başladıktan kısa bir süre sonra, Seniye hanımı, mutfak işlerinde ustalaştıran bu kitabı damatları Hüsamettin Ziler'in öncülük ve desteğiyle, yeni Türk alfabesiyle (yazarın Osmanlıca'daki dil yapısına bağlı kalarak) basıma hazırladık. Bu iddiasız çalışmamızı onların anısına sunuyoruz.' İşte böyle diyor bu gerçekten çok hoş yemek kitabının sonuna basılmış olan önsözünde. Bende kardeş çoktur, bilenler bilir.. Aynı ana babadan değilizdir belki, ama gönül kardeşliği kurmuş olduğum, gönlümde, yaşamımda artık yer etmiş, kopmaz birer parçam olmuş dostlarım, kardeşlerim vardır.. Bunlardan birinin halası, dolayısıyla da benim de halam saydığım Leman hala, Leman Erdemli ve Zeynep Vanlı hanımefendiler, birlikte başbaşa verip, yazarı belki artık bugün pek bilinmeyen bu kitabı, latin harfleri kullanarak daha anlaşılır bir Türkçeye çevirmişler. Kapakta aynen şöyle yazıyor

EV KADINI
Eser:
Fahriye

Leman hala, sanırım 70'li yaşlarda, Çengelköy'de kardeşi ve geliniyle oturup, sakin bir yaşam sürmekte olan emekli bir öğretmen. Aydın, pırıl pırıl bir cumhuriyet çocuğu. Eli öpülesi, sohbeti tatlı mı tatlı, sağlıklı, canlı, içten bir insan. Kitapta adı geçen Seniye hanım ile Mehmet Esat beyin çocuğu. Diğer çevirmenimiz ise Hüsamettin Ziler beyin kızı ve Seniye hanım ile Esat beyin torunu.. Yani Leman halanın yeğeni. Bir anının, bir emeğin ölmemesi amacıyla, sadece eşe dosta ve bu işin meraklılarına hediye edilmek amacıyla 3000 adet bastırılmış ve ne yazık ki piyasada satılmayan bir kitap bu sözettiğim.. Sağolsun, dostum, arkadaşım, kardeşim Ayşe Umur bana da bir kopya verdi de ben de böylelikle bu güzelim kitaba sahip olmak ayrıcalığını edindim.
İç kapakta şöyle yazıyor;

Maarif Nezaret-i Celilesinin 28 ve 2495 numaralı fi 19 Rebiul'evvel sene 325 ve fi 19 Nisan sene 323 tarihli ruhsatına haizdir.
Dersaadet
(Arif Efendi) matbaası:
Sultan Beyazıt'ta Veliüddin Efendi Kütüphanesi altında Numara:87

Gerçekten çok çok kapsamlı bir içeriği var kitabın. Ayrı bir yazıda 'içindekiler' listesini yazmak istiyorum. Sadece bu listeyi okumak bile zevkli, inanın. Aslında kitabın içinden de birçok yeri aktarmak istiyorum sizlere, ama öncelikle Leman hala ve Zeynep Vanlı'nın yaptıkları işteki hoşluğa değinmek istiyorum.. Herşeyden önce şunu söylemek lazım belki de, bu iki insan, bu kadar zahmetli bir işi yaptıktan sonra, ne kitabın kapağına ne de ilk sayfalarına yerleşmemişler! Bu kadar yükü taşımış bu iki insanın ismini kitabın en son sayfasında sadece bir tek defa, ve büyük tevazunun adeta bir gizli ifadesi gibi 'Latin Alfabesine Çevirenler:

Leman Erdemli
Zeynep Vanlı'

Şeklinde, küçük bir yazı ile sanki önemsiz bir iş yapmışlarcasına, ufacık bir yere koymuşlar.. İhtimal ki, onlar bu zahmetli işe kalkışmış olmasalar, artık eski Türkçe bilen ve bu tür işlere merak duyan insanların sayısı azalmakta olduğundan birkaç meraklının elindeki bazı nüshalar da kaybolacak ve bu muhteşem çalışma tarihin karanlık sayfaları arasında yitip gidecekti.. Bu tür çabaları derin bir saygı ile karşılıyor, benzer emekleri yüklenen herkese, Sayın Leman Erdemli ve Sayın Zeynep Vanlı nezdinde teşekkür ediyor, alkışlıyorum..

Not: Kitabın gördüğü ilgi sonucunda, bir yayınevi yayınlamayı teklif etmiş, yeniden basılıp kitapçı raflarına yerleşince sizlere ayrıca haber vereceğim..

aaltan@superonline.com

 Kaşif Kahveci : Betül Ayhan


GİTMEK

Hep çekici gelmiştir bana yol hikayeleri. Dinlediklerim değil, yaşadıklarım. Her sabah uyandığım gibi uyanıp daha yüzümü bile yıkamadan gitmeye karar verdiklerim en sevdiklerim. Genellikle şehirler arası otobüslerin 8 numarali koltuğunda olur gidişlerim. Bilmediğin bir yere gitmenin tadını arıyor hafızam bugünlerde. Eskiden ne kolaymış herşeyi boşvermek. Hani "Eyvah Büyüdüm" demiştim ya, haklılığımdan dolayı kendimi bir kez daha tebrik ediyorum. Şimdi işin yoksa dert anlat insanlara.

- Patron ben gidiyom.
- Nereye?
- Bilmem.
- ?????
- Öyle gidesim geldi de.
- Betül Hanım biliyorsunuz yoğun bir dönemdeyiz. Bu dönemde izin kullanmanız pek uygun olmayacaktır. Zaten önümüz bayram.
- İzin mi? Haaa yıllık izinden, ben bi gidip gelcektim ama o da olur.
- Yanlış anladınız sanırım, ben izin kullanamayacağınızı söylemek istemiştim.
- ?????
- İş yoğunluğunun sizde farkındasınız. Açıkçası böyle bir dönemde bu talebiniz şaşırttı beni.
- Ama gidesim geldi benim.
- Bir süre sonraya erteleyelim bu seyehatinizi.
- Yok yok benim gitmem lazım.
- Peki o halde, giderken muhasebeye de uğrayınız, yol masrafınızı teslim etsinler size!?

Patronu ikna ettik(?) Ya sonrası. Kimseye haber vermemek lazım, bir de onlara dert anlatamam şimdi. Diş fırçamı atıp çantama doooğru Harem'e.

- İlk otobüsünüz nereye?
- Nereye ilk otobüsümüz hanımefendi?
- Bende onu sordum işte, nereye.
- Aha bi deli daha!! (bunu içinden söylüyor ama bakışlarından belli) Yarım saat sonra Bursa'ya bir otobüsümüz var.
- Yok orası çok yakın, hem ben gitmiştim Bursa'ya.
- Ay hakkaten deli (bu da iç ses)

Bir zaman pazarlık yapıyoruz. Oraya gitmeyin soğuk olur, burda kar var, şurası güzel olmaz bu mevsimde, falanca yerin tarihi ve turistik yerleri ne kadar da önemliymiş, ben aslında şuralara gitmeliymişim vs.vs. Bahane üstüne bahane buluyor bana bilet satmamak için. Otobüste kimseye birşey yapmayacağıma söz versem bilet alma şansım artar mı acaba? Sonunda eski bir dostun daha önce yaşadığı şehre gitmeye karar veriyorum. Ferhat'ın Şirin uğruna deldiği dağın o kentte olduğuna dair rivayetler bile var. Dost şimdi orda değil ama en azından Ferhat'ın dağını görürüm. Ben şehrin adını verince görevlinin tavrı aniden değişiyor. 10 saniye önce hepsi benim biletlerim, hiçbirini vermem edasındaki hatun şimdi istesem şirketin hisselerini verecek elime sanki. Biletimi alıp kendimi dışarı atıyorum. İkimizde mutluyuz birbirimizden kurtulduğumuz için.

Her zamanki gibi hareket saatinden yarım saat önce terminaldeyim. Gazetemi alıyorum, bir de tost, yolda kemirmek için bolca çubuk kraker ve sıkıştırılmış sunta formatında kraker-bisküvi arası şeylerden. Artık hazırım. Otobüsün yanına gidip son sigaramı içmeye başlıyorum, yol uzun tadını çıkarmak gerek sigaranın. Artık saatlerce sadece şoför amcanın dumanıyla idare edeceğiz.

Son anonsla yerime geçiyorum. İşte beklenen an... Tombul teyzenin gelip yan koltuğa ve benim koltuğun yarısına konuşlandığı an yani. Daha oturmadan konuşmaya başlıyor tabi.

- Nereye evladım yolculuk?
- Otobüs en son nereye giderse teyzecim.

Garip bir ifadeyle bakıyor yüzüme. Bendeki tebessümü görünce birşey anlamış gibi gülüyor derin derin.

- Bende falanca yere gidiyorum oğlumun yanına.

Hazır ol Bet, başlıyoz. Kesin bir oğlu daha vardır teyzenin. Bu yanına gittiği ve İstanbul'da yaşayanın dışında bir tane daha yani. Muhtemelen doktordur. Oğlu değilse kesin yeğenlerden biri doktor, bire beş bahis bile açarım. Bu yanına gittiği gelinle daha iyi anlaşıyordur ama İstanbul'dakinin yanında kalıyordur mecbur. Neden? Çünkü oğlu bırakmıyordur, kışın burası daha rahat, geniş geniş otur işte diye. Hem ötekide ne kadar iyi olursa olsun el kızıdır işte. Bu yaştan sonra noolsundur artık zaten. Bir de küçük oğlanı evlendirirse yeter artık, göreceği kalmamıştır bu dünyada.

- Bende falanca yere gidiyorum oğlumun yanına. İki senedir bir oraya bir buraya git gel sefil olduk. Önceden çocukların hepsi İstanbul'daydı da rahattık. Bunun devlet hastanesine tayini çıktı, gitti iki sene önce. (doktoru bulduk, bahis bende kalır) Kızıda geçen sene evlendirdik gurbete yolladık.
- Nereye gitti kız?
- Almanya'ya gelin gitti. İki oğlanla beraber yuvarlanıp gidiyoz bizde İstanbul'da.(üç oğul da tamam)
- Amca nerde?
- Oooo amcan rahmetli olalı onnn sene oluyo.

Gözleri doluyor teyzenin. Yuh be bet, sen de amma patavatsızsın!

- Oğlanları evlendirmeden gidersem gözüm arkada kalır derdi rahmetli. Birinin mürüvetini görebildi sadece. Öğrencisin daha evlenme diye epey direttik ama Allah'tan bizi dinlememiş.

Öyle uzaklara dalıyor. Neler geçiyor aklından şimdi kim bilir. Aklındakilerden kaçmak ister gibi aniden dönüp soruyor:
- Sen kimin yanına gidiyosun evladım?
- Ben... Ben hiçkimsenin teyzecim. Gidesim geldi, düştüm yola. Hayat üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. İstanbul, trafik, insanlar, kendim... Bunaldım anlayacağın, gidesim geldi. Hatta bir garip gitmek hissi musallat oldu bana desem yeridir. İçimden çıksın bu his diye çok uğraştım ama olmadı. Bu sabah uyanınca tamam dedim gitmek zamanıdır artık. Gerçi zor oldu biraz. İnsan nereye gideceğini bilmeyince bilet bulmak epey meşakkatli bir iş oluyor. Orası olmadı burası, yok şurası derken "hah" dedim "tamam, bir dostun eski kentine gideyim" Bir kere daha böyle olmuştu da oraya gitmiştim yine. Geleceğimi bile haber verememiştim, not bırakmıştım. Gecenin bir yarısı terminale gelecek mi, gelmeyecek mi diye uyuyamaıştım yol boyu. Evi de bilmiyorum. Nasıl sevinmiştim onu görünce. Onu görmekten ziyade sokakta kalmadığım için:)) Eve gider gitmez çay demlemişti bana. Sabaha kadar kurtlarımızı dökmüştük birbirimize. Ertesi gün kayalıklardaki mezarları gezdirirken sevglisinden bahsetmiştiç Yemin ederim sevmedim ondan başkasını demişti. Sonra bana dönüp naif sesiyle birde seni çok seviyorum demişti. Galiba hayatımda aldığım en güzel hediye buydu. Sandım ki oraya gidersem yine görürüm onu. Yine kayalıklardaki mezarları, Ferhat'ın dağını falan gezdirir bana. "Bak şuradan akıtmış suyu Ferhat" ince bir hattı işaret eder. Ben de sırtımdaki yüklerin bir kısmını gömerim kayalıklardaki mezarlara kimseye fark ettirmeden. Kuş gibi hafif dönerim kendi kentime diye düştüm yola işte. Ama biliyormusun teyzecim, insan nere giderse gitsin kendini de götürüyor beraberinde.
desem anlarmı? Sanmam. Özetliyorum hemen.
- Kimsenin yanına değil. Gezmeye gidiyorum ben. Bir kere daha gitmiştim, özlemişim.
- Aman be evladım, siz gençler de bir garipsiniz. Madem kimsen yok, ne diye gidiyorsu kış günü taaa oralara?

Haklısın teyzecim, biz gençler bi garibiz. Hatta o kadar garibiz ki, ben bile anlamıyorum bazen kendimizi.

- Sende doğrusun valla teyze.

Hazır teyze söyleyecek bir şey bulamamışken, ağır ağdalı arabesk yayını da başlamadan kaset çalarımın kulaklıklarını tıkıştırıyorum kulaklarıma. Ben, yol, gitmek hissi ve müzikle tadını çıkarıyorum anın. Yoldaki ağaçlar, evlerle birlikte bir sürü hikaye akıyor yanıbaşımdaki pencereden. Benim hikayem sıradanlaşıyor, içlerinden biri oluyor yalnızca. İşte o zaman anlamak da taşımak da daha kolay oluyor. Yalnızca gitmek, ben olmam gerekmeden, biri olmak gerekmeden yaşamak bir zaman. Ne olmak istediğimin bir anlamı var, ne de olmam gerekenin. Gitmenin en sevdiğim yanı bu galiba.

BeT
bet_ayh@mynet.com

 Aydınlı Turgut : Turgut Ankara


Kuş mu, deve mi?

Biz aile olarak kalabalık sayılırız. Babam seneler önce çalışmak için Almanya’ya gitmiş giderkende annemi Türkiye’de bırakmış. O zamanlar annemi çok sevdiği için Almanya’da hiçbir ilişkisi olmamış ve tam yedi sene annemden uzak kalmış. Yurda sadece izinlerde gelmeye çalışmış ve her geldiğinde aile nüfusuna katkıda bulunmaktanda geri kalmamış. Bu sayede biz tam dokuz kardeşli bir aile olarak Türkiye nüfusuna oldukça önemli bir katkıda bulunuyoruz.

Babam Almanya’ya ilk gittiğinde çok engelemelerle karşılaşmış ve yabancılara oldukça sinir olmuş ve bunun bir göstergesi olarak otuzbeş yıl Almanya’da kalmasına rağmen bir kelime bile almanca öğrenmemiş. Fakat bizim aynı yolu izlememize hep karşı çıktı ve dil öğrenmemiz için oldukça çalıştı. Eğer yurt dışında yaşayan arkadaşlar varsa bilirler insanlar oraya gidince adeta kendi köylerini ve kasabalarını oluşturuyorlar. Siz sanki yurtdışında değilde Türkiye’de bir köyde yaşıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Neyse Almanya maceralarına eğer yazılarımı sürdürebilirsem geri döneceğim.

Babam Almanya dönüşü tekrar köyümüze dönüp yerleşmek istedi. Bizim bütün karşı çıkmalarımıza rağmen bizi dinlemedi ve dediğini yaptı. Önce köyden geniş bir arazi aldı ve gayet güzel bir ev yaptı. Önüne de yurt dışından getirdiği tabiri caizse manda kasa mersedesini çekti. Bu ana kadar her şey normaldi. İşler bitince kendini bir boşlukta hissetti ve kendine bir meşgale bulmaya çalıştı, buldu da...

Bir gün evde en sivil halimle dolaşırken kapı çaldı, üzerime bulabildiğim ilk şeyi geçirerek kapıyı açtım.

- Baba ne işin var senin burada?
- Ne demek lan ne işin var.
- Yok şaşırdım ondan sordum beklemiyordum da.
- Çekil hele geri işim var seninle.

Bu sözden sonra hatırladığım tek şey "Baba devukuşunu ne yapacaksın?" dı. Bizim ki köyde oturmuş düşünmüş, kahvedeki hepsi okumuş en az iki üniversite bitirmiş ama her nedense hala kahvede okeye dönen arkadaşları da akıl vermiş, "abi gireceksen devekuşu işine gir hayvanın tırnağı bile para ediyor acayip kazanırsın valla" demişler. Bizimki de nasıl olsa arazi var tam bana göre iş deyip atlamış İstanbul’a gelmiş. Bana elli tane devekuşu bul alıp onları köye döneceğim diyor. Baba ben devekuşunu nereden bulayım bu sokakta satılan bir şey değil ki diye anlatmaya çalışıyorum o beni hiç dinlemiyor evin içinde dolanıp duruyor.

Bir baktım içine kirli elbiselerimi koyduğum bir televizyon kutum vardı onu almış gelmiş.

- Hele al bunuda yanına bunun içine koyarsın kuşları. Al şu yüzmilyonu yanına üstü senin olsun. Seçmeden alma, hasta filan olmasınlar, ben gidene kadar otobüste dayansınlar haa.

Tam tamına iki günümü ona devekuşunu anlatmakla geçirdim. O kadar uğraşımın sonunda bana pek inanmadan söylene söylene gitti. Sonra bir gün annem aradı telefonla, benden sonra adam yılmamış aramış bulmuş. Bursa’da bir çiftlik varmış, üşünmeden gitmiş, uzun yıllar çalışıp kazandığı paranın önemli bir kısmını yatırıp, üç erkek dokuz tanede dişi devekuşunu alıp çiftliğe getirmiş. Bizde neyse adam uğraşıyor diye sesimizi çıkarmadık.

Ama sükunet fazla uzun sürmedi. Bir gün telefon çaldı "Turgut ben otogardayım gel beni al". Neyse gittik otogara. Babamı bir gördüm anam adama bir şey olmuş.

- Baba ne oldu sana kiminle kavga ettin
- Ne kavgası be niye kavga edeyim ben?
- Ya yüzün gözün yara bere içinde yüzündeki yara bantlarından sanki Kızılderililer gibi görünüyorsun.
Elime bir poşet uzattı:
- Al bunları sat çok değerli olduğu için kendim getirdim başkasına güvenemedim. Ben ilk otobüsle köye geri dönüyorum.
- Bunlar ne?
- Bizim devekuşlarının tırnakları çok zor söktüm ona göre. Köyde dedilerdi çok para ediyormuş. Sağlam bir yanım kalmadı uzasın gene getireceğim. Parayı hemen gönder o parayla yeni devekuşları alacağım. dedi ve gitti.

Elimde poşet kalakaldım. Hava zaten kapalıydı ve hafiften yağmur başladı. Herhalde ahmak ıslatan yağıyordu...

Turgut Ankara

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Bir Uyanış Rüyası

Bir gece gökyüzünde yıldızlar aralandı ve bir kapı açıldı...

.....

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_61.asp

Devamı var

 Dost Meclisi



Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.082 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

 Tadımlık Şiirler


SIR.. PERDE.. AYNA

Çatlak bir ayna
sekizyüzaltmış sayfalık günlük
sayısız tarihler
altmış sayfa özlem
bir sayfa iz bırakmadan kayıp...
göreceğiz

bir sigara kaldı elde
bir de mumu üflemek
kurtuluş yalnızlığa kral olmak


gözün perdesi var anladık!
kötülük onu istiyor
kararsızlar onunla bakıyor
filozoflar çekiştiriyor

aynada gördün kendini... anladık
her gün başka şeye dikkat ediyorsun...
yüzünde
aynalar farklılık gösteriyor
onlara yer bulmak zor
aynada dünyayı göreceğiz

yanıtı bulmak içinse
geçmişe döneceğiz

Cem GÜNEŞ

<#><#><#><#><#><#><#>

SEN DUR

Sen dur
buza güvenme
gölde önce ben yürüyeceğim

bekle
sen ateşi yak, suyu ısıt
çalıları ben dereceğim

sen dur
döşeği hazırla
kurtları ben kovalayacağım

sen uzan
aç bana saçlarını
ben anlatacağım masalları

ben toplayacağım yıldızları
sen yeter ki göster bana kuzey ışığını

Cem GÜNEŞ

 Biraz Gülümseyin


Güvercinler

İki emekli parkta güvercinlere yem atıyorlardı...
Birincisi 'Şu güvercinlere ne zaman yem atsam, siyaset adamlarımızı hatırlıyorum' dedi...
Diğeri 'Neden?' diye sorunca ekledi:
'Yerde dolaşırlarken elimizden yiyorlar... Havalanınca kafamıza ediyorlar...'

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.hurriyetim.com.tr/dosya/almanak2002/
Hürriyet grubu 2002 yılı için bir almanak hazırlamış. Geçen seneye şöyle bir göz atmak isteyenler için sağlam bir kaynak olarak önerebilirim.

http://213.194.112.236/vergi_iadesi.jsp
Yıl boyunca yazar kasa fişlerinizi topladınız ve özene bezene vergi iade zarfına, daha doğrusu zarflarına doldurdunuz. Peki ne kadar vergi iadesi alacaksınız? Bilmeyenler ve hesap etmek isteyenler için küçük bir destek. Tek ayrıntı yıllık kümülatif vergi matrahınız.

http://www.cartoonnetwork.com/play/arcade/hamtaro_dayout/game.swf
İşte sizlere küçük bir oyun sitesi daha. Oyun sitesi dediğime bakmayın çok az miktarda; fakat farklı bir mantıkla hazırlanmış bu oyunlar, biraz zorlamalı dahi olsa zevk verebiliyor.

http://www.mayeticvillage.com/
Sadece bir tek konu var. Gölge illüzyonu sayesinde görsel aldanmalara güzel bir örnek.

 Damak tadınıza uygun kahveler


LoginControl v3.1 [651k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105854
İnternetteki tüm şifrelerini düzenleyip, gerektiğinde kullanabileceğiniz bir yardımcı program. Size sadece programı kullanmak için gereken tek bir şifreyi hatırlamak kalıyor. Eee o kadar da olacak artık:-))
http://kmarsiv.com/sayilar/20030206.asp
ISSN: 1303-8923
6 Şubat 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com