KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 368

 17 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Oh ne ala, ne ala!...


Merhabalar,

Seyrettiniz mi? Neyi mi? Beni canım beni... Dün akşam dağ taş dere tepe aştım çiçeği burnunda televizyonumuza ulaştım. Neden? Siz kahvecileri anlatayım, dünya alem duysun gönül dostlarımı diye. Bir randevuma yarım saat erken gitmiş olmanın verdiği gururla oturdum makyaj koltuğuna. 20 yıl aradan sonra suratıma sürülen fondötenin kokusuna, üstüne çekilen pudranın burnumu gıdıklamasına, kaşlarıma sürülen kömür karasına sırf sizin için katlandım. Laf aramızda bayağıda güzel oldum. Bir fotoğrafçı arandım bu tarihi anı ölümsüzleştirsin diye, nafile. Saçımın kıvrımlarına serpiştirilen jöleye aldırmadan kendimi sesçi arkadaşın ellerine bıraktım. Alttan bir düğme üstten bir düğme diye lafa başlayınca bir korktum bir korktum ki öyle olsun. Meğer kelebeği alttan sokup üstten çıkaracakmış ne bileyim. 2 dakikaaa... 'Lütfen bıyıklarınızdaki ter damlalarını siler misiniz?' Tabi neden olmasın, çıkardım çaputu sildim. Kısa sürer nasılsa havluya gerek kalmaz diye düşündüm. Gaflete bak gaflete. İçerisi fin hamamı. Üstümde ben diyeyim 5 siz deyin 15 kilovat spot.. (Çok mu attım acaba? Sanmam.) 1 dakikaaa... 'Hiç kesmeden konuşmanız lazım. Duraklarsanız tekrar bağlayamayız. Benden soru beklemeyin, siz konuşun. 10 dakika kısa gibi gelir ama aslında epeyce uzundur. Etrafa bakmayın lafınızı unutursunuz.' Bende laf çok sen merak etme, diyemedim tabi, içimde kaldı.

10 saniye jingleee... Aldım sazı elime bırakırmıyım. Anlatacak o kadar çok şey varki, hangibirinden başlıyayım, hangisini anlatayım? Şu kamerayı çevirse de terimi silsem. Kar yağarken terleyen ben, hamamda terlemiyecektim de nerede eriyecektim acaba? Kabahat bende, sür diyecektim fondöteni sür, sür ki açıkta gözenek kalmasın. Ter çıkacak yer bulamasın. Demedik ya al sana tarütaze ter. Sanırsın saunaya yağ eritmeye gelmişiz. Heyecandan mı? Yok canım alakası yok. Heyecan Kahve Molası için belki ama televizyon için yok. Deprem Dede gibi döktürüyorum, ya da bana öyle geliyor, neyse ne canım.
......
'Katıldığınız için çok teşekkürler...' O da ne? Sarı uzun saçlı yakışıklı sunucu bitti diyor. Eyvah ben daha başladım bile. Daha, güzel insanlardan, yetenekli yazarlarımızdan, yorumlardaki kapışmalarımızdan, geri dönen gazetelerden, gelecekteki planlarımızdan bahsetmedik bile. Neyse kısmet bukadarmış deyip, el sıkıp ayrıldık. Teşekkürler Technology Channel, teşekkürler bana bu fırsatı verdiğin için.

Yalnız ahdım var bu 10 dakikalık programlara katılırken bir şart öne süreceğim. Bana tek program yetmez, 2-3 programı birleştirin öyle geleyim, diyeceğim. Olmuyor yetmiyor n'apalım. Bir de klimalı stüdyo isterim. Spotların önüne soğuk hava perdesi, tepeme bir yellengeç, isterim de isterim. Eee ardımıza kamera deydiya, bize de TV yıldızı kaprisleri yakışır. Artık benimde Türkan Şoray kanunlarım var. İsterim de isterim... Bana ne bana ne...

Döndüm geldim eve bir de ne göreyim, canım hükümetim beni düşünmüş, düzenli uyanık kalmamı sağlamak için gereken önlemleri almış. Deprem yaralarını saralım diye geçici(!?) olarak koyduğu deprem vergilerini sürekli hale getirmiş. Sağolsun, varolsun. Halen depremden korunmak için 1 adım atamamışken, beni sürekli diken üstünde tutmanın yolunu bulmuş. Her verdiğin vergide hatırla, sakın ola unutma demiş. Sağolsun... Varolsun... Böylece torba dolsun, hazinemiz huzur bulsun. Oh ne ala, ne ala!...

Meteororlojiyi dinledim. Önümüz fırtınaymış. Yatlarına binip boğazda gezecekler dikkatli olsunlar. Gerekli önlemleri almayı unutmasınlar. Onlar unutursa canım hükümetim hatırlatmak için fırtına vergisini yürürlüğe koyacakmış ona göre. Hoş ne demiş atalarımız 'Rüzgar eken fırtına biçer.' Öyle ya, ver oyu, çıksın aheste aheste... Hepinize az fırtınalı, bol kazaklı bir haftasonu dilerim. Hoşçakalın benim sevgili seyircilerim ;-))

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Yankı Yazgan

 İnsan'ca : Yankı Yazgan


    Hepimiz Yalancıyız

Çizgisel Yankı'lar

"İlk yalanım. “İçeride ne yapıyorsun Yankı, yatağına yattın mı oğlum ?” sorusuna evet dediğimde, henüz yatmamış, oyuncaklarımı karıştırmaktaydım. Ama, “evet, yatağımdayım” dediğimde, yalanımı savurmuştum. Yalanın bireysel keşfi üzerine küçük bir not. "

Yalan, şu ya da bu sebeple karşımızdakini yanıltmayı amaçladığımız her türlü ifadeyi içerir. Karşımızdakini, ya da öteki kişiyi yanıltmak için sebeplerimiz muhtelif olabilir. İlk yalanımı ben hatırlamıyorum; ama en fazla dört yaşımda olmalıymışım. “Bilimsel olarak” böyle... O yaşa geldiğimde, kendi düşüncelerimle başkalarının düşünceleri arasındaki farkları ayırdetmeye başladım. Benim aklımdan geçeni, diğerlerinin bilmediğini ve görmediğini keşfettim.

İlk yalanım. “İçeride ne yapıyorsun Yankı, yatağına yattın mı oğlum ?” sorusuna evet dediğimde, henüz yatmamış, oyuncaklarımı karıştırmaktaydım. Ama, “evet, yatağımdayım” dediğimde, yalanımı savurmuştum. Daha küçük olsaydım, bu yalan zordu; çünkü başka birisinin benden farklı bir algısı ya da inancı olabileceğini henüz bilmiyordum. Bilmeyince, onların inançlarını değiştirmeye kalkışmam, onların fikirlerini kendi amaçlarıma uygun hâle getirmem beklenmezdi.

Beynimdeki bazı hücreler yalan söylememi mümkün kıldı. Dört yaşıma ulaştığımda, beynimdeki ayna hücreleri işlerini yapabilir durumda olduğu için, başkalarının bakış açılarının benden başka olduğunu anlamamla birlikte, yalanları başladım sallamaya. Onların fikirlerini değiştirebilmek, inandıkları şeyleri kendi istediğim yönde etkilemek için yaptım bütün hepsini. Önüme koydukları yemek berbattı, ama, “çok nefis” deyip, tarifini aldım. İlk kez çıktığım bir kız pek beklediğim gibi değildi, ama benim ona âşık olmamı bekliyordu, ben de öyleymiş gibi yaptım. Bu iyi niyetli ya da beyaz yalanlar, başkasının beklediklerini tahmin etmek, ben şöyle yaptığımda ötekinin böyle hissedeceğini tahmin edebilmek gibi bazı becerilerin bir şekilde gelişmiş olmasına bağlıydı.

Aklınıza gelen ilişkili kavram, empati olabilir. Bir başkasının belli bir hareketi yapmasını izlerken, beynimizde hareketlenen beyin bölgeleri, o hareketi kendimiz yaptığımızda hareketlenen bölgeleri de içermekte. Bir fark ile: frontal korteksin alt-orta bölümü hareketi seyrederken işler, yaparken ise bu aktivite yoktur (herhalde frenlemeye gerek kalmadığından ötürü). Hareketin benzeri zihnimizde otomatik olarak canlanır; hareketi yapmasak bile hareketin amacını anlayabilmemiz için ayna hücreleri ve çeşitli bölgelerdeki bağlantıları faaliyettedir.

Başkasının niyetini ve düşüncelerini çözebildiğimiz ölçüde, onları kandırabilirliğimiz artacaktır. Yalancılığımız, empati becerilerimizin gelişmişliği ölçüsündedir. Empati becerilerini nasıl kullandığımız ise, yalanlarımız ile pek orantılı olmayabilir.

Yalanın yalanı. Lise.1 temel matematik kitabının ilk konularından birisinde vardı galiba; hani, “bütün Giritliler yalancıdır” diyen Giritli filozof paradoksunu hatırlıyorum. Sorunun kendisi yanlış bilgiye dayanıyor galiba; filozof Megara’dan birisiymiş. Bir de bu bilmeceyi çözmeye çalışırken, ölçüyü kaçırıp, sağlığını hiçe sayan İstanköy’lü birisi daha var (adı Filetas). Yalancı filozof paradoksu hakkındaki yanlış bilgiler, “kasıtlı” olsaydı, bir başkasının belli bir konudaki inancını değiştirmeyi amaçlasaydı, bir amaç gütseydi, o zaman yalan sayılabilirdi. Yalan, yanlış’ı içerir; ancak, her yanlış yalan değildir herhalde. Yalan yanlış konuşmamak için bu yazıyı burada kesmeliyim.

Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Yazdan kalan: Ula ne oldi buralara ?

Onbeş yıl önce bir küçücük arabanın içine dört arkadaş doluşup, Karadeniz'i Sinop'tan, Sarp'a dolaşmıştık. Gidenlerin dillerine doladığı, yeşille mavinin özel kucaklaşmasını içimize almaya çalışmıştık..

Geriye kalan azcık sararan fotoğraflar, anılar arasında, Sinop'u, Ünye'yi çok beğendiğimiz, Sümela'ya ve doğaya hayran kaldığımız öne çıkmıştı yıllar sonrasında..

Bu yıl yaz biterken, beş günlük yeni bir Doğu Karadeniz kaçamağı sığışıverdi.. Bulunduğunuz yeri terketmek ne olursa olsun hoştur, güzeldir ancak bu yeni dolaşma sırasında keşke karadeniz eski kırık dökük anılarla usumda kalsaydı dediğim çok oldu..

Nereden başlasam, şaşkınlığımı nasıl anlatsam? Ayder ve Uzungöl'ün bir büyük kentin merkezi kadar kalabalıklaşıp, bütün özgünlüğünü yitirmesinden mi söz etsem? Yoksa, Samsun'dan itibaren her metresine aynı anda girişilip, elbet başa çıkılamayan Sahil Yolu'nun yarattığı yıkımı, toz dumanı mı dillendirsem? Hemen hepsi sahile yığılan beton bloklarıyla birbirine benzeyen, giderek kimliksizleşen yerleşimlerden mi konuşsam?

Bir yerden başlayayım.. Trabzon'dan örneğin.. İlk gün Atatürk Köşkünü, Ayasofya Kilisesini, Boztepe'yi gezdik.. Atatürk Köşkü Trabzon'un yükseklerinde, Gazi'nin buralara geldiğinde birkaç kez konuk olduğu, bu konukluklardan sonra da bir Müze Ev olarak korunmaya alınan, ziyarete açılan çok sevimli, hele bahçesi çok güzel bir mekan..
Geçen gezimizde buraya uğramamıştık ancak olasılıkla değişmeyen sınırlı sayıda yerlerden biri olsa gerek, bu köşk.

Yerel rehberimizin bize verdiği bilgiler, Türkiye'de biri İstanbul'da, diğeri İznik'te ve nihayet sonuncusu burada Trabzon'da, toplam üç tane Ayasofya adında mekan olduğunu anımsatıyor. Buradaki kilisede sonradan camiye çevrilmiş.. Camiye çevrildiği için azcık daha iyi korunduğunu söyledi bizim rehber arkadaş.. Doğru olabilir, bu dönüşüm sırasında yaşadığı kırılıp, dökülmeler sayılmassa tabii. Cami'den bir daha eski haline getirilmesini de katarsak, eh yüzyıllar öncesinde kendi haline bırakılmış olsaydı da bundan daha yıpranmış durumda olamazdı diye düşünüyor insan..

İlk gün öğle yemeğini Akçaabat'ta yiyoruz.. Biz futbol tutkunları için, Akçaabat yeni ve hoş bir mabet. Trabzon'un yanıbaşındaki, hani neredeyse onunla birleşmiş bu küçük ilçenin futbol takımının 1. lige yükselmesi az başarı değil doğrusu.. Her ne kadar bugünlerde işler iyi gitmesede.. Aman aman, büyük denemeci edebiyat insanı Sabahattin Eyüboğlu'nun da bu şirin köşe doğumlu olduğunu unutmayalım. Akçaabat Köftesi giderek bir fast food biçiminde sunulur olmuş.. Yani en azından bizim konuk olduğumuz, aynı anda yaklaşık iki yüz kişiye köfte sunan mekanda.. Garsonlar müthiş bir hızla servis yapıyorlar.. Piyazdan, köfteye, ayrana, ikram üzüm ve çaya kadar her şey bir fabrika üretim holü dakikliğinde yürüyor. Yerelin, el yapımının çok sayıda fason üretimi gibi bir şey.. Bizim köfteci bir güzelde logo seçmiş kendine yunusun üstüne binivermiş!

Boztepe'den Trabzon'a kuş bakışı baktık bakmasına da.. Tepeden gözleme dışında, hiç bir keyif almadık. Ancak yine de iyi ki buraya tırmanmışız dedirten hoşluklarda olmadı değil.. Aslında fıkralara konu olan karadeniz insanının zeka kıvraklığı, her köşeden, beklenmedik anlarda karşınıza çıkıyor yine.. Azcık ta bu değişmemiş belki de! Boztepe'de bir çay bahçesinin kapısına şöyle bir tabela asılmış, yazılanlar şimdi anımsayabildiğim kadarıyla, yer darlığı ve noktalama azizliğiyle şuna dönüşmüş: " İçkisiz kahvaltı verilir.." Yine Boztepe'de araçlarla park edilip manzara seyredilen bir düzlük kenarına da şu tabela asılmış: "Duran araçta oturmak kesinlikle yasaktır." Haydi bakalım.. Belki şu nataşa furyasından kalan bir uyarı! Çay bahçelerinin birer masalık 'müstakil' ada uzantıları şeklinde düzenlenmesi de, deminki sözleri bilmem nasıl tamamlıyor artık..

Bugün, Rus Pazarı ile başlıyor ve bitiyor.. Pazarın bir tek adı kalmış Rus, geniş bir sıradan işporta alanı desek bu haline yanılmış olmayız.. Bavulcu Rusları once Laleliye sonra başka ülkelere kaçırmışız..

İkinci gün Sümela ve Hamsiköy var.. Bu dağın başındaki manastıra adam gibi tırmanılırdı eskiden.. Her metreden de farklı güzellikte manzaralar yakalardınız. Şimdi yine isteyen tırmanabiliyor da, bir köy yolu uzantısını genişleterek minübüslerin çalıştığı yeni bir bağlantı daha çıkmış ortaya. Yani anlayacağınız Manastır öylece duruyor da, ona erişme özgünlüğü bozulmuş. Minübüs şöförümüz de fıkralara konu olacak biri.. Uçurum kenarlarından hızlı manevralarla dönerken yanındaki rehbere sesleniyor:" Söle onlara(bize) korkmasınlar da.. Bilirim buraları.."

Dönüşte yine fazlaca turistleşmiş bir mekanda yöre yemekleri ve nihayet Hamsiköyün sütlacı.. Bu tad da değişmemiş işte.. Üstelik üzerine bol karedeniz fındığı kırıntısı serpiştirilmiş..

Ertesi gün Çaykara, Ayder yolundayız.. Fırtına Vadisi, geçtiğimiz yıllarda çok tartışmaya konu olmuştu. Burada şekillenecek santrallerin, doğayı tahrip edeceği yazılmıştı.. Gerçekten, Fırtına Vadisi, Deresi hala, şimdilik çok ama çok güzel.. Ancak Ayder Yaylası için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Otel, ev, inşaat, kalabalık.. Korumaya alınmayıp, yerele teslim etmenin ödülü.. Şimdi daha iyi korunacakmış, korunacak bir şey kaldıysa tabii. En güzelini, özünü bir çay molası verdiğimiz karadenizli arkadaş söyledi. "Sizin gibi Türkler buralarda dolaşıyi.. Turistler, yabancılar yukarlara tirmaniyi." Evet, bin kusur metrede soluklanacak düzlük kalmamış.. Şimdi doğayı nefeslemek için daha yükseklere tırmanmanız gerekiyor.. Acele edin, elinizi çabuk tutun onun da, yani yükseklerinde suyu çıkmak üzere.. Çünkü çeşitli 'acentalar' daha yükseklere, size özel trakking'ler düzenlemeye başlamışlar bile!

Son gün bir başka düş kırıklığı.. Çamlıhemşin'den Uzungöl macerası.. Kutluyoruz, belediyeyi, şimdi ve önceden emeği geçenleri! Bir yer bu kadar berbat edilirdi, edilmişte.. Üstelik yöneticilerin devasa otelleri baş köşede.. Ufak bir ayrıntı ahşaptan yapıyorlar binaları.. Yani ahşapla kirletmede modern bir buluş, bize özgü.. Nasılsa, değer verdiğimiz rehber kitaplara bile girmiş bu 2000'li yıllarda yapılmış ahşap güzellikler!

Beni bağışlasınlar.. Kimseye ne Ayder'e ne de Uzungöl'e gidin diyebilirim. Orman köylerine tırmanacaksanız, ona karışmam..

Şu, karadeniz sahil yoluna bir özel paragraf ayrılmassa yazık olacak.. Konuştuğumuz herkes, yeni yolun yöreye canlılık getireceğini söylüyordu.. Peki, fındığa, çaya ya da başka ürünlere yönelik yeni planlar, yatırımlar.. Ne gezer? Önce yol gelecek sonrası allah kerim.. Yolda ne yol.. Deniz doldurulmuş, yapay mendirekler oluşturulmuş sıklıkla, denizin öfkesi gemlenmesi için.. Öncelikle sahil boyunca doğa sizlere ömür.. Bitmiş, tükenmiş.. Bir tek Fatsa civarında beş on kilometre kurtulmuş.. Çünkü o noktada sahil, doğa kendine dokundurtmayacak kadar vahşi.. İçerden halledilmiş geçiş.. Gezenler bilir, üçyüz kilometrelik sahil boyunca neredeyse yerleşimler hiç kesilmez.. Biri biter, diğeri başlar. Şimdi bu dört şeritli yoldan, yükselecek hızlarla hangi acıların yaşanacağını düşünmek bile istemiyorum.. Son birkaç not daha.. Yol inşaatı sürüyor, ancak Rize'de, beklendiği gibi daha ilerlemiş! Bir de bütün köprülü kavşaklar, kolay işler, çabuk ödemeler tamamlanmış. Elbise bitmeden gümüş kemerlerin takılması gibi.. Üstünden tek tük araçlar, trilyonlar karşılığında kesintisiz biçimde yaylalara dönüş yapıyorlar..

Nihayet .. Birkaç söz de bu yol boyu irili ufaklı yerleşimlere.. Beton bloklar sahil boyunca sıralanmışlar daha da yoğunlaşmışlar.. Yaşanılan yerlerin denizle, doğayla ilişkileri hemen hiç kalmamış.. Birbirlerine benzemişler. Lokantalar, kahvehaneler, benzin istasyonları, blok blok apartmanlar ve kocaman yollarla, üretimsiz, sıkıntılı günler geçip gidiyor..

Kısacık bir gözlem ama yine de şunu söyleyebiliriz.

Karadenizliyi bilemeyiz de karadenize olan olmuş..

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Alkış Çocuk

Sahneye çıkanlar bilir, eğer olanakları iyi bir salonda sahneye çıkarsanız oyun teksti kötü bile olsa, izleyicinin salondan size hayran çıkma olasılığı hiç de yabana atılacak oranda değildir. Kahvemolası'na yazmayı kendi adıma biraz buna benzetiyorum. Benim için burası, olanakları iyi bir sahne. Üstelik giriş biletsiz olmasına rağmen tıka basa kaliteli seyirci dolu.

Yazımın yayınlandığı gün, kendimi sahne ışıkları karartılmış üçbinbeşyüz kişilik bir salonun sahnesinde hissediyor, karanlıkta kimler oturuyor acaba diye siz seyircilerimi merak ediyorum... Öyle ya kendim okumak için yazmıyorum bütün bunları.

Bilir misiniz, sahne ışıkları ilk üç sırdan sonrasını oyuncuya görünmez yapar. Karanlık noktadır oralar. Asıl seyirci ise o karanlıkta oturanlardır. Oyuncunun görebildiği ilk üç sırada oturanlar ise genellikle protokolden, bildik tanıdık, eş hısım akraba, davetli ve torpilli seyircidir. Oyuncunun seyircisidir. Zaten onlar, öylece sahnede dursanız bile sizi beğenir. Çoğunlukla da salona geç gelerek karanlık noktalardaki asıl seyirciye bir mesaj verir. 'Bak bu sahnedeki kız varya, pek sevişiriz onunla, bana önden yer ayarladı haberin ola'...

Bir de alkışı başlatan seyirci vardır tiyatroda. Kimdir bu seyirci? Çoğu zaman bilinmez, bilinse bile asıl seyirciye bildirilmez... Oyun nerede doruğa çıkar, alkış nerede patlar, perde arası ne zaman verilir o bilir; başlar alkışlamaya, gerisi de karanlık noktalardan kendiliğinden gelir. Düşünüyorumda iyi bir tiyatroda ne varsa hepsi mevcut Kahvemolası'nda. Alkış başlatan bile...

Yazım çıktığında kendimi takip spotu üstümde, stres altında hissederken; yazarken başka türlü hissediyorum kendimi. Bir meydan kahvehanesinde orta oyunu oyuncusu yerine koyuyor yazmaya başlıyorum. Tıpkı tiyatroda doğaçlama çalışması yapar gibi. Kendime bir yer, bir mevsim, bir durum tarif ediyorum ve içimden geleni salıveriyorum ortalığa... Olanı biteni dillendirip, karekter komedisinden çok, durum komedileri yaratarak güldürüp, düşündürüp, eğlendirdikten sonra mevki* de oturan beylere ve kafeste* oturan hanımlara selam verip metni Dükkan'a** yolluyorum. Arada sırada Duygulu Komedya'larda çıkıyor tabi, sahte duygusallığın yaşandığı Yeni Dünya'ya** söyle bir tersten bakınca, arada sırada da Tregedya.

Ne demek istediğimi tam anlayamayanlar için kendime bir yer, bir mevsim, bir durum tarif edip bugünkü yazıma geçeyim en iyisi... Belki bir örnek olur, belki alkış başlatan olur diye.

Önce bir durumu tarif edelim ve ardından bakalım doğaçlama yapan aklım bizi nereye götürecek izleyelim.

Bindokuzyüzseksenli senelerde, sıcak bir ağustos akşamı, , gişede eski devrimciler bilet satarken, çekirdek yiyen seyirciler bol boş koltuklara dağılmışken, lunapark gürültüsü seslere baskın çıkarken, berbat bir kuliste sıranı beklerken, İzmir fuarında bir açık hava tiyatrosunun arkasındaki ağaçta oyunun başlamasını heyecanla bekleyen bir kimsesiz çocuğun varlığını fark ettin. Sonra ne oldu? Hadi anlat bize Ters Köşe...

İlk geceden hepimizin dikkatini çekmişti. Oyunun en can alıcı yerinde, espirinin patladığı yerde seyircinin arasından birileri alkışı başlatıyordu. Kim olduğunu bulamıyor, alkışın nereden geldiğini anlayamıyorduk. Bir kaç gece sonra arkadaşlar sıska bir oğlan çocuğunu kulise getirdiler. Her gece oyunun tam da gerektirdiği yerde, ışığın kör ettiği noktadan, karanlıktan kopup gelen alkış çocuktu bu.

Üvey baba dayağından on yaşında evden kaçmış, iki senedir fuarda yatıp kalkan, kendine göre 'tamam' bir delikanlı bize göre 'alkış çocuk'. O günden sonra tiyatronun arkasındaki ağacın kadrolu seyircisi, bize göre bizden biri olmuştu.

Evden giyilecek, üstünü örtecek ne varsa taşır olmuştuk ona yemeğine kadar hazır ediyor, kuliste yatmasına izin veriyorduk.

Sanki bütün bunlar bizden olmasına yetecekmiş gibi...

Birgün kulisten oyunda giydiğim ince topuklu rugan ayakkabılarımın çalındığını farkettim. Ayağımda ne varsa onu giyip sahneye çıktım. Ben sahneye çıkmasına çıktım da, oyunun sonuna kadar ağaçtan çıt çıkmadı. Her yerde aradık ama bulamadık... Ne Erdinç'i, ne de o Allahın cezası ayakkabıları. Kapıdaki biletçiler(!) bana kızıyorlardı 'Düşme peşine.. Bırak onu... Sokmayız bir daha buralara, gelemez de zaten, onu bir güzel okşadık'.

Ertesi sabah erkenden gittik fuara. Sabahın ilk ışıklarıyla daha bir romantikti fuar, mis gibi sevgili havası vardı Akasya ağaçlarının altında. Birbirimizin kucağına yatacağımıza kıyı köşe demedik banklarda, kafelerde, büfelerde, Akasya ağaçlarının altında seyircimizi aradık iki sevgili... Ama bulamadık. Bir gün, sürekli semaver çayı içmeye gittiğimiz kahveci bize Erdinç'in kahvenin yakınında olduğunu söyledi.

- Onu aradığımızı söylemedin mi?, Çağırtır mısın onu?.
- Sizden utanıyor. 'Ben çalmadım, çocuklarla kavga dövüş ettim, kim çaldıysa bulup getirecektim ama bulamadım, ablamın ayakkabılarını bulmadan çıkamam yanına' dedi bana.
- Biz onu ne kadar aradık biliyor mu ?, nerede o?.

Sonunda Erdinç geldi. Olanı biteni hiç konuşmadık, çay içtik, çift kaşarlı salçalı tost yedik. Günün sonunda kahveci ona karın tokluğuna iş vermiş, gece bir kenarda yatmasına izin çıkmıştı.
Sanki bütün bunlar onun kara bahtını değiştirebilecekmiş gibi...

Aradan aylar geçti, 27 Mart dünya tiyatrolar günü için bir oyun hazırlamıştık. 'Sen Gara Değilsin!'... Çok heyecanlıydık. Erdal mükemmel bir oyun çıkarmıştı, Arif o gün ilk kez sahneye çıkacaktı.

İlk gece heyecanını yenmek için oyun başlamadan, perde arkasından uzun uzun salonu izlememi öğütlemişti bana bir usta. 'Hem ön sıradan sana güç verecek seyircini saptarsın, hem de sahneye çıkmadan seyircine alışırsın' demişti. Perdenin arkasından salonu izliyordum. Yeni yetme bir gıcır delikanlı elinde bir tek gül ile en ön sırada oturuyordu. Bana güç verecek seyircimi bulmuştum. Peki ya Erdinç bizi nasıl bulmuştu? Aydın bana sürpriz mi yapmıştı yoksa?. Ne olursa olsun, çok mutluydum. Alkış çocuk sahnelere dönmüştü... Aradan yaklaşık altı ay kadar geçti. Alsancak'ta bir kafede otururken birden gözüm karşıdaki çöp bidonunu karıştıran çöpçü çocuğa takıldı. Yerimden ok gibi fırlayıp kir pas içindeki çöpçü çocuğa sımsıkı sarıldım...

- Erdinç bu ne halin?

Başını öne eğdi, karakuru bir sesle..

- Bırak beni Mehtap abla.
- Neden?.
- Utanıyorum abla.
- Sen utanıyorsun, ben seni merak ediyorum. Neden bu haldesin?
- Ben sizi bulurum abla... Yine gelirim oyununuza...

Erdinç mi işi bırakmıştı? Yoksa kahveci mi onu sokağa salmıştı bilmiyorum. Ne olursa olsun, çok mutsuzdum... Alkış çocuk sokaklara dönmüştü.

Bundan sonrası yok...
Bundan sonrasında bugün... Belki beni bulmuş izliyordur diye Erdinç için bir itiraf var.

'Seni gördüğüm o son günden sonra o çocuğu içimden atamadım. O günden sonra hiçbirinizin gözünün içine bakamadım... Hiç birinizin saçını okşamadım. Hiç birinize evden ekmek taşımadım. Sizlerin dramına seyirci oldum olmasına da, senin gibi yürekli bir seyirci olamadım. Alkışı başlatmadım... Sen de beni bırak, alkış çocuk.. Sen beni alkışladıkça, keyfine varamıyorum hayatın. Utanıyorum...'

Orta Oyununda;
* Mevki ve kafes; erkek ve kadın seyircilerin ayrı ayrı oturduğu yer.
** Dükkan ve Yeni Dünya; iş hayatını ve ev hayatını temsil eden dekor.

Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahveci Şovalye : Kubilay Hersek


"Fok" balığından "mor" menekşeye gönderilemeyen mektup.....(1)

"Aylar sonra..."


Bırrrr, soğuk çok üşüyorum mor menekşe, seni nasıl özlemişim, nasıl titretiyor içimi bu seni özlemek hissi. Etraftaki buz gibi hava yada derin suların soğuğu veya karanlığının ötesinde, en çok seni özlemek üşütüyor beni... Uff, nasılda uzaklara savrulduk böyle. Etrafımdaki diğer foklar, bunun tabiatın bir kuralı olduğunu söylese de, ben onların benimle aynı kaderi paylaşmadığını düşündüğümden içten içe gülüyorum ama o gülüş dahi içimde ki soğuğu dindirmiyor ya neyse...

Aylar oldu benden alınıp "kuzeye" göç ettirilmen, bende alınıp garip yerlere getirildim. Hadi benim ki neyse de senin göçünün tabiatla ve onun kurallarıyla ne ilgisi var bilmiyorum ama gene diğer fokların şu lafları geliyor aklıma "kural koyucunun bir bildiği vardır." Ne olur oralarda solma olur mu?

Aylar önceydi hatırlar mısın? Demir parmaklıkların ardında yaşadığım o yapay havuzdan seyrederdim seni. Bahçenin yürüme alanı ile benim havuzun arasında yol boyunca uzanıp giden çiçeklik bölgede tam benim kafesimin önünde bitivermiştin. O tüm çiçeklerin, hatta diğer mor menekşelerin arasında apayrı bir alımın vardı, farklı bir "duruşun"... Renkleri diğerleriyle aynı olsada, çiçeklerinin rüzgar estiğinde salınışı ne kadar da farklı idi ötekilerden. Tüm gün beni seyreden insanların bakışları üzerimdeyken bile dikkatim dağılmaz gözlerim sana takılı kalırdı. İstediğim anda dokunamazdım sana, hiç bir zaman da dokunamadım mor çiçeklerine ama seni gözlerimle severken bunu hissettiğini biliyordum. Bir gün yoldan geçen bir insandan düşen o muhteşem manzara resmi ikimizin yanında sanki kocaman bir sinema perdesi oluşturuverdi. O andan sonra başının o yöne bükülüp kaldığını gördüğümde yüzüme yapışıp kalan o tatlı tebessümü yanımdan bugün dahi ayırmadım biliyor musun? O ne güzel bi manzaraydı; kıyıdan az açıkta sanki alarga etmiş, apansız yola çıkmaya hazır bir tekne gibi küçücük bir ada, o adanın üzerinde tatlı bir bina ve küçük, ışıklı bir kule vardı. Güneş nasılda kırmızıydı o resimde. O resme dalıp gidişlerine hep iştirak ettim tatlı menekşem. Sanki o resim ikimiz için de çok anlamlıydı, nedeni neydi bilemiyorum ama o resim hep aklımda benim. Hatırlar mısın? Bir sabah, görevlinin dikkatsizliğinden faydalanarak kafesimden kaçıp yanına gelmiştim, hemen yanıbaşından sanki kolkolaymışız gibi birlikte bakmıştık o resme. Sanki denizin üzerinde kayıp giden bir geminin küpeşte kenarından o manzarayı seyrediyorduk seninle... O anı asla unutamam...

"O muhteşem zamanların ardından"

Hiç umulmayacak bir havada yağan yağmurun yarattığı çamurun ardından, yürüyüş yolunda umarsızca koşan bir çocuk basıp ezmişti resmimizi, hayallerimizi... O muhteşem manzara yüzü koyun çamurun içine gömülmüş ve artık o kızıl güneşten hiç bir ışıltı takılmıyordu gözlerimize... Başını önüne eğdin ve o andan sonra da kaldırmadın , taa ki...

Taa ki, uzun boylu, sarışın ve kaba bir dil konuşan iki insan yanına gelinceye dek. Önce etrafa dikkatli dikkatli uzun süre baktıktan sonra, çömelip ellerindeki küçük kürekle toprağına taarruz etmişlerdi... köklerin topraktan ayrılırken başını kaldırıp bana bakışını hatırlıyorum, hiç gitmiyor gözümün önünden o donuk ve çaresiz bakışın. Çırpınışlarım hiç bir işe yaramamıştı, parmaklıkların önüne gelip yaptığım haraketleri oyun sanan o iki insan yavrusunun suratlarında oluşan tebessüm ne kadar da iğrençti... Seni "toprağından" sökmüşlerdi, benden de...

Sensiz, öylece yapayalnız kaç gün geçti bilmiyorum. Kaç kabus gün yaşadım boşluk seyrederek hatırlamıyorum. artık anlamsız ve sorgulamarla dolu anlar yaşıyordum ki o insanlar geldi. Hava puslu ve ürkütücüydü. Yemem için etrafa az önce bir sürü uskumru atılmıştı ve kaç gündür yemediğim diğer balıklarla birlikte epey bi ölü balık öbeği oluşturmuşlardı etrafta. İçimden havuzumun etrafına yayılmış olan o insanlara saldırasım geliyordu ama ne yapabilecektim ki?.. Öylece oradan beni seyrediyorlar ve bazen beni işaret ederek garip sesler çıkartıyorlardı. Sonra birisinin üzerime sopa gibi bir şey doğrulttuğunu gördüm. Küçük bir patlama sesi duydum ve sırtımı sanki midye kesmiş gibi bir acı hissettim.... Ve sonrasını hatırlamıyorum. O anın ardından tek hatırladığım gözlerimi açtığım yerdi...

Hamiş : "Bu mektup henüz bitmedi"

Kubilay Hersek
kubilay@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Baba'sının Kızı : Asuman Baba


KADERİN OYUNU

Başımı kaldırdım ve gökyüzüne baktım, büyük pamuk balyaları şeklinde bulutların arasına saklanmış oturuyordu tanrılar. Hiçbir dertleri olmadığı için insanların dertlerine çare arıyorlardı. Sonra leylekleri gördüm, sanki arkalarındaki bir canavardan kaçarmışçasına ürkeklik ve korkuyla uçuyorlardı güneye. Kafamı biraz daha yeryüzüne indirince sararmış çınar yapraklarını gördüm. Rüzgarın onlara hükmetmelerine biraz bozulsalar da oradan oraya savrulup duruyorlardı. Acaba rüzgarın görevi mi yaprakları savurmak, yoksa yaprakların kaderi mi bir yerlerden koparılıp bir yerlere savrulmak?

Birden karşı bankta oturan onu gördüm... Benim onu hayranlıkla seyrettiğimden habersiz elindeki gazeteyi okuyordu. Gazetede Türkiye ile ilgili yorumlar vardı. Bir anda suratını gördüm. Alışa gelmedik bir tebessüm vardı yüzünde. Sanki bir şeylerle alay ediyordu. Belki de bu hayata karşı bir alaycılıktı. Bilemiyordum acaba onun görevi miydi böyle güzel olmak, yoksa benim kaderim miydi ona aşık olmak?

Alev gibi saçları, zümrüt misali gözleri, dudaklarının yanındaki gamzeleri... Tanrım! Onu boş bir gününde yarattığına eminim! Kaç dakika onu orada durup seyrettim bilemiyorum.. Ta ki yaprakları savurmaktan bıkan rüzgar onun atkısını ayaklarımın dibine uçurana kadar. Rüzgarın görevi miydi o atkıyı uçurmak yoksa atkının kaderi miydi benim ayaklarımın dibine savrulmak?

Bundan sonrası tıpkı bir ağır çekim film gibiydi... Yerinden kaktı ve ağır adımlarla bana doğru gelmeye başladı. Onun çekimine kapılmış gibiydim. O zümrüt yeşili gözleriyle bana bakıyordu. Gülümsedi, aptallaşmış, dilim tutulmuş gibiydi: "Elinizdeki bana ait sanırım ." dedi yavaşça. Aptal aptal gülümsemeye devam ediyordum. "Eee evet bayan, buyrun atkınızı." diyerek uzattım, gözlerini benden kaçırıyordu. "Biliyor musunuz, çok güzelsiniz" dedim kendimden asla bekleyemeyeceğim bir cesaretle. Gözlerime hala bakmıyordu ve yüzünün kıpkırmızı olduğu açıkça belli oluyordu. Rüzgar, onun bu utançlığına kızmış olacak ki birden tekrar savurdu atkısını. Fakat bu sefer yola doğru...

Bir hamle yaptım; fakat atkıyı yakalayamadım. Onun için çok değerli bir atkı olmalıydı ki arkasından koşmaya başladı... O kadar dikkatsizdi ki ne benim "Bayan, dikkat edin!!" diye bağırmamı duydu, ne de arkasından gelen otobüsü. Bense bütün yaşananlarla kalakaldım: otobüsün acı freni, yoldaki patinaj izlerini ve aşık olduğum kadının kanlar içinde yere yığılmasını... Koşarak yanına gittim ve elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım... Zümrüt yeşili gözlerinde hayat sönene kadar yanında bekledim... Gözlerini usulca kapatıp bir ambulans çağırdım... Onu ilk gördüğüm banka oturdum bilinçsizce ve orada saatlerce oturup ağladım, ağladım, ağladım...

Rüzgar yaptığından dolayı suçluluk duyuyor olsa da gerek ki bıçakla kesilmiş gibi kaybolmuştu. Leylekler ise yolu yarılamıştı ve bu olaydan asla haberleri olmayacaktı. Tekrar bulutların arasına baktım, dikkatli bakarsanız tanrının gözlerini görebilirsiniz, evet tanrılar da onu kurtaramadıkları için bana bakmaktan çekiniyorlardı ve o sırada yağmur başladı. Tanrılar göz yaşlarına hakim olamadılar sanırım...

Banktan kalktım, eve doğru yürürken bu günü geçirdim aklımdan... Ve bir soru takıldı aklıma... Otobüsün görevi miydi onu benden almak, yoksa benim kaderim miydi hep sevdiklerimin arkasında göz yaşı dökmek?

Asuman Baba
asuman@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_184.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.535 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


YAŞAYAN ZAMAN

Bir sevince dönüştürür acıyı
Kara acıyı biliyorum seni
Yaşayan zaman
Vuruyor rüzgar, erkenci rüzgar
Ölümsüz anıya, umuda

Ey savrulmuş yaşamlar
Eli boş bir güz dolanır ortada
Tam anımsayamadığımız günler
Sokaklarda insanlar

Bizim cesaret ve umudumuz var
Şafağa götürecek
Gücün yanıbaşında öğlelerin sisinde
Sözlerimizin güneşi
Sıcaklığı ellerimizin

Işıyor dünya yeniden
Sağır güne ağızsız güne
Kararlı bir yüz gibi
Dolan bir yürek gibi

Sabri Altınel

<#><#><#><#><#><#><#>

GÜN BEKLİYOR SİZİ

Geçip gidiyorsunuz bir yöne
Acı düşlerden içinden deneylerin
O hiç tükenmeyen sokaklarda
Yaşam doğruluyor habire kendini
Gözyaşına karşı, yoksulluğa karşı
Silemem gördüğüm şeyleri
        unutamam da
En dar vakitlerinde dünyanın
Yeşeren kökleri yanan ateşleri

Gün bekliyor sizi
Sıcak bir yağmur gibi ovada
Uzun bir zamanın arkasında
Değişmiş kentin ölüleri

Sabri Altınel

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


BÜYÜK TÜRK HATİPLERİ

"Kameramanlar taşıdığımız elbiseyi çekmiyor ki kamerayı alta koyup iç organlarımızı çekmeye çalışıyor..." => Tuğba Özay

Seren Serengil: Sevgilin nereli?
Telefonla bağlanan seyirci: Kars...
Seren Serengil: Doğu tarafı oluyor değil mi?

Ebru Destan: Bana göre 20 yaşına kadar herkes teenage'dir...
Zaga'da bir seyirci: Do you speak Turkish?
Ebru Destan: Ayıp ayıp, önce Türkiye'de Türkçe konuşmasını öğren!..

-"Evet tüm bölgelerimizden puan durumunu aldık sadece yurtdışı bölgemiz kaldı.." => (Öykü Serter)

-"Zaten her zaman ya onu bana soruyorlar ya da bana onu soruyorlar..."=>Sibel Turnagöl (Kerem Alışık'la ilgili sorulan birsoruyu cevaplarken)

-"Seyretmedim, görmedim ama gördüğüm kadarıyla söylüyorum gol değildi..." => Fatih Terim (Adanaspor-Galatasaray maçı sonrasındaki toplantıda)

-"Sehpaya benziyor ama bunun ayakta durabilitesi yok!.." Pınar Altuğ (Eline boyamasi için tutuşturulan raftan bahsediyor)

"İstanbul'un 5'de yarısını gezdim.." => Cüneyt Arkın

"Şimdiki yarışmacımız dadaşlar ülkesi Erzurum'dan !!" => Neco

Metin Uca: Yol yapımında kullanılan 4 tekerlekli araç, D biir, ikii?
Yarışmacı: Drayder!..

Metin Uca: Bir örümcek tarafından ısırılıp üstün güçleri olan bir kahramana dönüşen çizgi film kahramanı, Ö biir, Ö ikii, Ö üüç?
Yarışmacı: Örry Potter!..

Neco: Ne iş yapıyorsunuz?
Yarışmacı: Şu an işsizim Neco bey...
Neco: Harika... Süper!..("En Büyük Yarışma Bu Yarışma" adli yarışmada)

-"Biri beni çağırtıp dört saat bekletse, yarım saat sonra giderdim!.." =>Ali Şen

-"Suriye'nin PKK'yi Türk turizmine engel olmak için yıllardır bombaladığını biliyoruz..." => Gülgün Feyman (Flash Haber)

-"Müzikte tek eksiğim opera..." => Doğus

-"Erdoğan kendini ve özünü reddeden bir Brütüs..." => Şevket Kazan

-"Geçen hafta bu taraftakini yaptırdım, bu hafta da öbürsükini yaptıracağım..."=> Özlem Yıldız (Dişine yaptırdığı dolgudan bahsediyor)

<#><#><#><#><#><#><#>



Yorumsuz ;-))

Yukarı

 Kıraathane Panosu


ODA TİYATROSU ODA TİYATROSU

Oda Tiyatrosu 1990 yılında  Ankara’da kuruldu. Tek kişilik ve iki kişilik klasik oyunlar sergilerken bir yurt dışı turnesi tiyatronun geleceğini etkiledi. Fantastik komedi türünü Türkiye’de ilk getiren ekip olarak bazı film hilelerini de tiyatro sahnesine taşıyarak dikkat çekti.

Yurt içi ve yurt dışı bir çok festivalde ülkemizi temsil eden ODA TİYATROSU geçtiğimiz aylarda "OPERADAKİ HAYALET ÜZERİNE BİR FANTAZİ" Fantastik Komedi adlı oyunla 48 saat sahnede kalarak bir dünya rekoru kırdı. Bu rekoru canlı olarak bütün dünya izledi.

Sabit kadrosunu 14 yıldır elinde tutan ekip bu yıl Jean Bernard-LUC’un yazdığı, Kaan ERKAM’ın yönettiği KARIMLA EVLENİYORUM adlı oyunu sergilemeye başlıyorlar.

Bu yıl 8.ULUSLAR ARASI TİYATRO FESTİVALİ’ne iki oyunla katılan grup aynı zamanda Kasım ayında yapılacak olan Avni DİLLİGİL ödüllerinde de OYUNCUDAN OYUNCUYA adlı özel bir gösteri yapacak.

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.bml.psy.ruhr-uni-bochum.de/Demos/BMLwalker.swf
İnsan vücudunda, yürüyüş sırasında hareket eden ana noktaları düşünün. Ya da düşünmeyin bu kısayola tıklayın. Karşınıza gelen aslında ana hatlarıyla yetişkin bir insan. Denemeye öncelikle line tuşuna tıklayarak başlayabilirsiniz. Daha sonra male - female ve diğer seçeneklerle de oynayarak vücut hareketleri arasındaki farklılıkları net bir şekilde gözlemleyebilirsiniz.

http://www.kiseido.com/ff.htm
"GO". Bir strateji oyunu olan go ile ilgili bilmek isteyebileceğiniz her şey. İngilizcesi iyi olmayanlar için şekillerle anlatımlar mevcut. Bir efsaneye göre japon samurai'lerin en sevdikleri oyun olan go, ilk dönemlerde yazılı kuralları olmadan sadece nesilden nesile sözlü olarak aktarılmış.

http://www.liquidgeneration.com/sabotage/death_sabotage.asp
Eğer sevmediğiniz veya şaka yapmak istediğiniz birisi varsa, bu link'i mail yoluyla gönderebilirsiniz. Niye? Niyesini öğrenmek için hemen link'i tıklayabilirsiniz. Hepimiz bir gün öleceğiz..!

http://www.scifi-movies.com/english/galerie/affiches_a.htm
Süper bir afiş ve poster arşivi. Bilim kurgu ağırlıklı bu arşiv içerisinden istediklerinizi sipariş verebilmeniz de mümkün. Sadece "A" harfinden bile yaklaşık 149 adet afiş olduğunu söylemem sanırım arşiv genişliği hakkında sizlere bir bilgi verecektir.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Image Analyzer v1.13 [534k] W9x/2k/XP FREE
http://meesoft.logicnet.dk/Analyzer/Analyzer.zip
Minik ama oldukça yetenekli bir resim editör programı. Hemen her çeşit resim dosyasını açıp edit edebiliyorsunuz. Birbiri arasında değişim yapabiliyor, birçok efekt uygulayabiliyorsunuz. Herkes için bir kenarda bulunması gereken yararlı bir program. Mutlaka deneyin.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031017.asp
ISSN: 1303-8923
17 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri