KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 376

 30 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Çoşku yetmez, inanmalı!...


Merhabalar,

Devletin zirvesinde tartışmalar, restleşmeler, protestolar sürsede güzel memleketimin her tarafında büyük bir çoşkuyla kutladık 80. yılı. Üçbuçuk kilometrelik bayrağın altında toplanan yüzbini aşkın Cumhuriyet aşığının, düzenlenen yürüyüşlere bulundukları bölgelerde katılan yüreği vatan sevgisi ile çarpan milyonlarca vatandaşın tek dileği 80 yıllık cumhuriyetin sonsuza kadar sürmesiydi. Bu güçlü dileğin karşısında hiçbir engelin dayanamayacağına yürekten inanıyorum. Kısır, anlamsız ve tamamiyle gereksiz çekişmelerin birgün biteceğini umut ediyorum. Bağrından bir Atatürk çıkarmış bu milletin, benzerini bir daha çıkaramamışda olsa, onun koyduğu ilkeler önderliğinde, birgün hakettiği olgunluğa ulaşmasını canı gönülden istiyorum. Tıpkı sizler gibi, tıpkı bu topraklar üzerinde yaşayan herkes gibi. Çağdaş Türkiye'nin çocukları olarak 29 Ekim'leri coşku ile kutlamak yetmez, yüreklerimizin taa en dibinden Cumhuriyete, onun zarif savaşçı mimarı Yüce Atatürk'e ve laikliğe sonuna kadar inanmalı ve güvenimizi hiçbir durumda kaybetmemeliyiz.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Ebru Kargın

 Günden Kalanlar : Ebru Kargın


   PARALAR DIŞARI...

Aslında hiç aklımda yoktu bunu yazmak ama, yazıp size de anlatayım istedim.

Çok bilindik sansasyonel bir Susurluk hadisesi. Nasıl olmuştu da Ömer lütfi Topal, Abdullah Çatlı ve Sedat Bucak gibi isimler bir araya toplanmıştı ? Olur muydu hiç öyle şey ! Olmuştu işte. Koskoca bir skandal Susurluk'ta, tarihe geçen, ardında tonla soru bırakarak.

Olayın ardından ilgili devlet makamları tarafından, ülkemiz genelinde bulunan tüm casinolar için kapatılma kararı çıkartıldı ve 6 ay gibi kısa bir sürede 1998 yılı Şubat ayında tüm casinolar sorgusuz sualsiz kapatıldı. Üstelik sorgusuz sualsiz. Kamu oyuna yeterli açıklığı yansıtmadan, devlet bütçesine giren küçümsenemez değerlerdeki vergiler bile hiçe sayılarak üstelik. Şimdi diyeceksiniz ki ne var bunda ? Bundan sonra başlıyor zaten...

Nihayetinde casinolar kapandı. Yatırımcılar bir ümit beklediler hep, ha açıldı ha açılacak. Hala da beklemekteler de haklı olarak. Zamanında yapmış oldukları ciddi yatırımlar söz konusu. Bu da işin ticari kısmı. Gelelim vicdan kısmına; " ah bu devlet ne iyi etti, Allah muhafaza gençliğimiz için ne kötüydü, ne yuvalar yıkıldı... Aman da aman kara para aklanıyordu oralarda, karanlık yerlerdi oraları, mafyacılıktı... Adam bile öldürülürdü... Bu casinolar kapanmasaydı , ne olurdu halimiz... " Kusura bakmayınız ama, bu klasik bir Ayşe Teyze mantığı olup, işin dramatize edilmiş kısmıdır. Bilen bilmekteydi, bilmeyende konuşmaktaydı hayal gücüne dayalı. Bunu da geçiyorum. Sonuç olarak işin bu kısmı da her kesin kendi tekelinde değerlendirme yapabileceği bir şey. Benim anlatmak istediğimse çok başka...

Casinoların kapatıldığı tarihten itibaren bir gerçek var ki, işte bu kimsenin değiştiremeyeceği bir şey, Kıbrıs Gerçeği... Ne alaka mı ? Çok hem de çok alaka ! Memleketim insanı çözümü buldu, nasıl mı ? Hemen aktarayım... Kıbrıs' a üç defadan daha çok gidenler çok iyi bilirler.

Kıbrıs' ta bulunan casino sayısı yaklaşık 25 tane. Üstelik bunlara, Türkiye' de casinolar kapanmadan önce, casino bile denemezdi. Oldukça vasat, bir o kadar dökük, kıraathane gibi yerlerdi. Kalite sıfır yani. Kapanışın ardından, bazı yatırımcılar bu bölgeye el atıp, gerekli düzenlemeleri yaptılar. O kıraathaneler, birer bire casino oldu. Hedef belli ve yatırımcılar çok haklı, " neden insanımız kumarını yabancı ülkelerde oynayıp, paralarını oralara döksünler ki ? " Onlar gayet iyi biliyorlardı ki, huylu huyundan vazgeçmiyor, herkesin lüksleri vardı ve bu da bir takım insanların asla vazgeçmeyeceği bir olaydı. Hem de bu yapılanmanın ardından, kısa vadede yani hemencecik amaca ulaşabileceklerini çok daha iyi biliyorlardı.

Kısa sürede, kumar meraklıları için alıştıkları konfor sağlandı, her çeşit donanım mevcut hale getirildi, tıpkı eskisi gibi. O zamana kadar sadece yerel hava yolu ile haftanın belli günlerinde gidebildiğiniz Kıbrıs' a ulaşım konusu da çözümlendi. Sabah akşam uçulabilir hale getirildi. Hava yollarına da pek iyi yansıdı bu durum. Şu anda, Kıbrıs' a iki hava yolu şirketi ile süreklilik halinde uçulabilir halde. Uçamamak için tek neden var, o da uçaklar çok dolu oluyor, hafta sonu gibi zamanlarda yer bulursanız ne ala. Ama bununla da siz uğraşmıyorsunuz, casinolar buna da çözüm bulmuş, İstanbul' da merkez ofisler yaparak, uçak ve otel rezervasyonu, transfer gibi şeylerle uğraşılmıyor, sizin yerinize onlar hallediyor.

Hal böyle olunca Kıbrıs' ta ki casinolar arasında amansız bir rekabet başlamış. Müşterilerine en iyi hizmeti vererek, sürekliliği kendi yerlerine sağlamak için her çeşit reklam, promosyon ve daha nicesi profesyonel olarak yapılıyor. Neler yok ki... Tüm starlar Kıbrıs'ta sahne almak için yarışıyor. Bir bakmışsınız Ebru Gündeş, Seda sayan, Gülben Ergen, bir bakmışsınız, Hülya Avşar, Bülent Ersoy, Sibel Can. Hepsi ayrı ayrı yerlerde aynı günlerde sahne almış. Seçin şimdi seçebilirseniz, hangi casinoya gidilse ki ?... Bir bakmışsınız, defile var, gelmiş bütün mankenler... Artık sürekli gidip gelmekten birbirini tanımayan ama aynı amaç için Kıbrıs' a giden insanlar neredeyse akraba olmuş... Herkes birbirini tanıyor. Beyler, hanımlar, çoluk çocuk, lay lay lom...

Bunları bir bütün olarak düşünürseniz, olay şu şekilde gelişiyor.

Önce o hafta bir hareket varsa ( genelde oluyor ) Casinoların merkez ofislerinde çalışmakta olan halkla ilişkiler departmanı, müşteri portföyüne ulaşıyor. Bu kişilere göre değişiyor, nasıl aranmak istiyorsanız öyle. ( Tel, e-mail vs. ) Düzenlenecek olan etkinlikten haberdar ediliyorsunuz. Katılmak istiyorsanız " geliyoruz " deyip, yanınızda gelecek kişilerin yani eşiniz, çocuğunuz neyse adlarını veriyorsunuz, rezervasyonunuz yapılıyor. İki gidişten sonra zaten onlar sizle ilgili tüm bilgileri aldıkları için, üçüncü gidişinizde eşinizin adını falan sormuyorlar, çünkü artık biliyorlar. Hareket gününüz gelince havaalanında biletleriniz sizlere teslim eden başka bir ekip geliyor yanınıza, " iyi uçuşlar " diyerek, uçuş saatinize kadar ortadan kaybolmuyorlar. Hani bir aksilik olursa diye. Olayın İstanbul başlangıcı böyle.

1 saat 10 dakikalık uçuşun ardından, Kıbrıs' a varıyor, havaalanı çıkış kapısından dışarı adımınız atar atmaz şaşıyorsunuz. Her casinoyu temsil eden en az bir bazen on halkla ilişkiler görevlisini, ellerinde bağlı bulunduğu casinonun adı yazılı tabelayı görüyorsunuz. Size " hoş geldiniz " dedikten hemen sonra, özel taksilerle otelinize transferiniz yapılıyor. Karnaval gibi, deli bir kalabalık oluyor.

Otele varışınızda, size odanızın anahtarını teslim eden başka bir ekiple daha karşılanıyorsunuz. " Yolculuk nasıldı ...... bey/hanım " diye hatır sorup, odanızın anahtarını teslim ediyorlar. Sonrası belli, başlıyorsunuz kumarınızı oynamaya...

Genelde cumartesi akşamları düzenlenen konsere titizlikle ayarlanmış masanıza yerleştirilip, bir de konseriniz seyrediyorsunuz. Dönüş gününüzde yine özenle transferinizi yapıyorlar havaalanına ve evinize dönüyorsunuz.

Şimdi olayı tüm haliyle anlattım, belki eksik bile kalmıştır. Öyle bir sistem oturmuş ki artık, her şey tık tık işliyor hiç sekmeden, dur durak bilmeden. Bir tek Kıbrıs' mı sanıyorsunuz, daha Romanya, Çek Cumhuriyeti, Rusya, Bulgaristan ve son olarak katılan Tunus var... Ama en çok Kıbrıs revaçta.

İnsanlarımız kumarlarına burada devam ediyor eskisi gibi, hiç bir fark yok. Farklı olan, ülkemiz artık casinolar dan aldığı yüklü vergileri alamıyor. Bir fark daha var, ülkelerinde kumar oynaması yasak olan İsrailli gruplar, eskiden ağırlıklı güney olmak üzere yine ülkemiz casinolarını kullanıyorlar, çok sık gelip gidiyorlardı. Şimdi ise başka ülkelere gidiyorlar. Casinoların kapanışıyla birlikte işsiz kalan 15.000 kişiyi hiç söylemiyorum artık.

Ne demek istediğim gayet açık; kumar bitti mi yani ülkede ? Kapandı casinolar ve bitti öyle mi ? Asla... Sadece bilmeyenleri kandırmaca, hepsi bu. Her şey eski hızında devam ediyor, değişen hiçbir şey yok. Sadece paralar dışarıda... Keşke bazı karalar alınırken pire için yorgan yakılmasaydı, farklı çözümler bulunsaydı.

Kıbrıs ve diğer ülkelerde kumar sirkülasyonun nasıl oluştuğu ile ilgili her şey aynen doğrudur. Sen nereden biliyorsun derseniz, demeyin geçen haftada Kıbrıs'taydım :-))

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


DAM ÜSTÜNDE SAKSAĞAN VUR BELİNE KAZMAYI!

Televizyonla da, dizilerle de, sinema ve tiyatro ile de aram pek iyi değil.

Ne bileyim şimdi gene aydınlarımızı ve sanat severlerimizin polemik güdülerine turp sıkacağız ama ben de böyle arızalı bir hatunum işte.

Ha, bazı zamanlarda utanmıyor muyum? Utanıyorum elbet! Onca gürültü koparmış, her köşe yazarının köşesinde en az bir kere bahsi geçmiş, bütün listeleri alt üst etmiş, bütün ödülleri hiç etmiş sinema filmleriyle ilgili konuşulduğunda, alık alık susuyorum ve bundan dolayı çok içerliyorum.

Ama heyhat! Tembelliğin ilacı bulunmadı henüz. Üşendiğimden olsa gerek, eğer birileri kolumdan tutup zorla götürmezse sinemaya gitmiyorum.

Bu arada, kimsenin kaçırmadığı filmlere kayıtsız kalırken, bazı filmleri de kafaya takıyor ve anında izlemek üzere harekete geçiyorum. Mesela, anlatması uzun sürecek nedenlerden dolayı geçenlerde IRIS filmini izlemem gerekti.

Iris, 1919 Dublin doğumlu romancı ve felsefeci Dame Iris Murdoch'un yaşam hikayesinden kesitler sunan bir film.

Iris'i izlemeyi kafaya taktığım gün, korsan CD'cilerden filmi alıp heyacanla ofise geldim.. Gece izleyecektim. Yatmadan önce.. El ayak çekilince. Öyle istemişti canım. Özel bir nedeni yok..

CD'yi PC'ye yerleştirdim ayaklarımı uzattım ve play'e bastım. O da ne? Başka bir film çıktı içinden. Kırk yılın başı heves etmiş, film izlemeye karar vermişim ve aldığım CD'nin içinden kafaya taktığım film çıkmamış... Bir ömür boyu film izlememeye yemin etsem yeridir. Bu arada korsan CD'cinin yedi sülalesini andığımı söylememe gerek yok herhalde.

Azmettim ya, ertesi gün akşamüstü zabıtalar ortamlardan çekilip de korsan CD'cilerin alemlere akmaya başladığı vakitte düştüm yollara. Yağız CD satıcısını güzelce kalayladıktan sonra, "başlarım korsanına" deyip filmin orijinal CD'sini aldım. Ve nihayet vuslat... Demek ki neymiş; korsan CD kullanmayacakmışız. (Korsan CD'lerle ilgili mesajımızı vermeyi de ihmal etmeyelim di mi?)

Editör (Kahve Molası'nın editörü değil bu, başka edi) bana habire, "Sinema izle, ufkun genişlesin. Hatta arada sinema yazıları yaz" felan diye gaz verip duruyordu. Oturdum ben de 'bizim Edi'ye sürpriz yapayım, gözlerini yaşartayım' diye filmle ilgili kritik bir yazı yazmaya.. Ama ne gezer?

Tabi işin kolayına kaçtım, "Bu film olmamış, yapamamışlar" dedim ve TV'yi açtım. Kolay seyredilir olanından 'ucuz bir Amerikan ekşın' film bulup, onu izledim.

İzledim dediysem, sonuna kadar izleyemedim onu da. Daha filmin ilk sahnesini bile bitiremeden, kaptığım mesajları not etmeye başladım. Buyrun burdan yakın:

Amerikan 'ekşın' filmlerinin vazgeçilmez sahnelerinden biridir: Asabi dedektiflerimiz zanlıyı loş ışıkta, bir masanın başında soru yağmuruna tutarlar. Zanlı, daha bir soruya cevap veremeden, bir diğer soru gelir. Vaziyet bu olunca, zanlının kafası karışır ve bir yerde mutlaka açık verir. Eh dedektifler bu yönteme her filmde başvurduklarına göre, psikolojik bir takım gerçeklere dayandırıyor olmalılar.

Mesaj No 1: İnsanlara ne kadar çok soru sorarsanız, o kadar çok yalan söylemelerine sebebiyet verirsiniz.

Hele de ikili ilişkilerde, hiç durmadan sorgu sual yaparsanız, karşı taraf gerek olmamasına rağmen minik yalanlar söylemek zorunda hisseder kendini.

Şöyle bir sahne canlanıyor gözümde: İki sevgili konuşuyorlar. Erkek, bir gece önce eski sevgilisinin aradığını söylüyor. Kadın "Onun cep telefonunun kaydettin mi?" diye soruyor. Erkek "Hayır" diyor. Kadın ikna olmuyor. Ertesi gün, bilinmeyen numaralardan eski sevgilinin telefon numarasını buluyor. Sonra da erkeğin telefonunu karıştırıp, eski sevgilinin numarasının bir erkek ismiyle kayıtlı olduğunu görüyor. İlişkinin akıbetini boş verin. Analiz yapalım biraz:

Erkek açık yüreklilikle bir gece önce eski sevgilisinin aradığını söylemiş. Gizleme gereği duymamış. Bunu söylemeyebilirdi ve kadının ruhu duymazdı. Erkeğin bu açıklığının ardından "Onun cep telefon numarasını aldın mı?" sorusu tuzak sorudur. "Evet" dese dırdır ve kıskançlık başlar, "Hayır" dese yalan olur.

Ne kadar az sorgu sual, o kadar az yalan ve nihayetinde o kadar az güvensizlik..

Mesaj No 2: İnsan, hayatında sadece tek bir şeyden haz duyuyorsa, onu kaybedince yaşamın anlamı da biter.

Örnek mi istiyorsunuz? İşte size örnek:
  • Eğer hayatınızda tek bir dostunuz varsa, onu kaybettiğinizde, onunla aranız açıldığında ya da sizin birine ihtiyacınız olduğu anda o meşgulse, kasavet basar. Demek ki neymiş? Kendinize renk renk, desen desen dostlar edinin ki, birinin yokluğunda yalnız kalmayın. (Tamam kabul ediyorum çok alçakça bir öneri ama yapılacak başka bir şey de yok kabul edin!)
  • Eğer hayatınızda sadece bir tek şeyden zevk alıyorsanız (mesela seks), o güdünüzü ya da gücünüzü kaybettiğinizde bunalıma girersiniz. Demek ki neymiş? Kendinize boy boy, çeşit çeşit zevkler edinin ki, birini yitirdiğinizde, diğerleriyle oyalanın ve yaşamınıza anlam kazandırın.
  • Eğer yaşamınızın tek anlamı aşksa ve hayatınız aşık olduğunuz kişiye endeksliyse, o gidince ya da ondan ayrı kalınca deliye dönersiniz. Vakit geçmez olur ya da öylece onun yanınıza gelmesini beklerken geçer gider hayatınız. Ve bunu bildiğiniz için onu hiç rahat bırakmazsınız.. Tepesinden inmezsiniz. Özellikle kadınlara has bir durumdur bu. Kadınlar aşkı böyle yaşarlar..
Erkekler, sevgilileri olmadan da iyi vakit geçirip eğlenirler ve bireysel aktivitelerine devam ederler. Ama kadınlar sevgilileri olmadan vakit geçiremez.. En azından keyif alamaz geçirdiği zamandan. Bütün bireysel yaşantılarını sıfıra indirip, sevgililerine endekslenirler.. O yüzden 'zırt pırt dırdır eder' ve 'erkek'i bir yerlere gidip, bireysel aktivitelerde bulunduğunda huysuzlanırlar. (Bence kadın-erkek ilişkilerini çıkmaza sokan en mühim mesele budur.)

* * *

Bana soruyorlar sık sık: "Bu kadar ahkam kesiyorsun ama sen bunları özel hayatında uyguluyor musun?" diye. Evet! Özel hayatımda uyguluyorum bunları. Hatta uygulamaya devam etmek için yazıyorum. Belge olsun diye.. Birileri bana "Teoride sen böyle yazıyorsun, konuşuyorsun ama iş pratiğe gelince uygulamıyorsun, n'aber?" diyemesin diye uyguluyorum. Mecburen yani.

Nasıl taktik ama? Deneyin, faydasını göreceksiniz..

IRIS filmi ve izlediğim diğer Amerikan ekşın filminde (adını bile unuttum vallahi) neler mi oluyordu? Sinematografik olarak değerlendirmelerim neler miydi?

Hey, ilgileniyorsanız IRIS filminin CD'si hala elimde. Kendiniz seyredin, yorumunuzu yapın kardeşim.. Evet, var mı isteyen? Satıyorum, satıyorum, satıyorum... saaaaat-tımmm!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Ziya Akça Kayar


MELEKLER ÖLMEZMİŞ

Yatakta yavaşça doğruldu, başı çatlayacak gibi ağrıyordu, komodinin üstünde duran sigara paketine uzandı, paket neredeyse boşalmıştı, içinden bir sigara çıkardı,yakmadan önce ucunu ıslattı ve çakmağını ateşleyip sigarasından derin bir nefes çekti. Ağzında sigarayla banyoya yöneldi,aynaya baktı; karşısındaki suratı sanki hiç görmemiş gibiydi, gözlerinin altı morarmış, saçlar dağınık, günlerdir sakal tıraşı olmamış ; neredeyse 50 yaşın üstünde bir yabancı duruyordu karşısında.

Evden çıktığında saat sabahın 07:30' uydu, börekçiye uğrayıp bir şeyler yemesi gerektiğini düşündü, ama; canı hiçbir şey istemiyordu. Aslında günlerdir, doğru düzgün bir şeyler geçmemişti gırtlağından. Vazgeçti börekçiden, içgüdüsel bir davranışla deniz kenarına doğru gittiğini fark etti,yol üstündeki bakkaldan günlerdir yaptığı gibi şarap ve sigara aldı.

Deniz kabarmaya başlamış,yaklaşmakta olan fırtınayı haber veriyordu. Gülümsedi " benim ruhumdaki fırtınanın yanında senin ki olsa, olsa bir kovada kopan meltem kadar olur" dedi. Şarap şişesini cebinde taşıdığı çakıyla açtı. İlk yudumu aldı,ardından bir sigara çıkarıp yaktı.Gözleri ufka doğru kaydı,dalgaların muntazam ritmini izlemeye başladı.

"Geçen sonbahar'da sık, sık buraya gelirdik, el ele yürür, üşüyünce kollarımın arasına bir kedi gibi sokulur kendisini ısıtmamı isterdi." diye söylendi.

Beyninde bir sis perdesi oluştu, geçen haftaya gitti, onu tamamen kaybetmenin acısını hissetti derinlerinde.

" Beni yalnız bırakmamalıydın, sensizliğin ne demek olduğunu asla bilemezsin"

Dalgaların sesi arasında kaybolup gitti haykırışı. Kaç gündür sabahın köründe geliyor;yağmur, fırtına dinlemeden,elinde şarap şişeleri, ağzında sigara ;isyan bayrağını açtığı dünyaya ve Tanrı'ya kah ağlayıp sızlayarak kah deli gibi kahkahalar atarak meydan okuyordu; bitap düşene kadar, bu ıssız kumsalda.

Birden gözleri doldu, tekrar ağlamaya başladı, engel olmak istemesine rağmen, gücü yetmedi; gözyaşları sicim gibi akıyordu yanaklarından aşağı doğru, dudaklarında tuzlu tadını hissetti. Paulo Coelho'nun Simyacı romanı geldi aklına.Orada çok sevdiği bir söz vardı, hep kendisine moral veren; "insan bir şeyi gerçekten isterse, onu elde etmesi için tüm Evren ona yardımcı olur."

"Hadi ordan sende, o romanı okuduğun günden bu yana başka bir şey söylemez oldun, her şeyi laf olsun diye mi istiyorum yani?"

Dizlerinin bağı çözüldü, kapaklandı yere,nereye gidecekti bu işin sonu bilmiyordu, yalnızdı, kimsesiz değildi, aslında çok arkadaşı ve akrabası vardı ama; hiç kimse onu anlayacak kadar derinlemesine yakın olmayı başaramamıştı. Kumların üstünde diz üstü kaldı, şarap şişesini ağzına götürdü ve bir dikişte yarısına yakınını içti. Montunun koluyla ağzını sildi, kaç gündür traşsız olan sakalları;diken gibi olmuş,elini acıtıyordu. Cebinden zorlukla sigara paketini çıkardı, içinden bir tane sigara almaya çalışırken paketin yarısı ıslak kumların üzerine döküldü,telaşla çakmağını arandı, gömlek cebinde buldu,çıkardı.Rüzgardan dolayı bir türlü yakamıyor, üstüne üstlük şarabın etkisiyle kontrolünü yitirdiği parmakları titrek, titrek çakmağı çakamıyordu. Sonunda montunun yakasını kaldırmayı akıl ederek yakmayı başardı.Elinde şişe, ağzında sigara; kendini geriye doğru bir külçe gibi bırakıp, sırt üstü kumların üzerine yattı, gökyüzüne doğru baktı,hava kapalı ve kara bulutlar gelen yağmurun habercisiydiler.

Gözlerini kapattı ve bir ay öncesi canlandı gözlerinin önünde. Onunla son buluşmasına kaydı düşünceleri; "sen dünyanın en iyi insanısın, kültürlüsün, yardımseversin ama…" cümlenin gerisini getirememiş başını önüne eğip beklemişti bir müddet. Gerisinin ne olacağını gayet iyi biliyordu,ama; gözlerinin içine bakarak söylemesini bekliyordu.Kafasını kaldırdı, bakışlarını kaçırmaya çalışsa da hep yakalandı; derin bir nefes alarak;
" benim ideallerim var,onları gerçekleştirmezsem çok mutsuz olurum seni de mutsuz ederim. Ben seninle görüşmek isterim, tabi sen de istersen. Lütfen yanlış anlama, amacım seni kırmak veya kaybetmek değil, sadece kendi ideallerime ulaşma gayreti içindeyim. Onun için beni bağlayacak ciddi bir ilişkiye atılamam"..

Sustu,kelimeler boğazında düğümlendi,evinin önünde arabanın içinde oturuyorlardı,ikisi de bekledi, birbirleriyle göz göze gelmemeye çalışarak ileri doğru bakıyorlardı. Göz pınarlarına biriken yaşların akmaması için ne kadar direndiğini bir Tanrı bir de kendisi bilirdi. Gücünü topladı son bir gayretle;
" Eğer seni gerçekten seviyorsam, ki; seviyorum .Bunların hepsine katlanacağım ve her ne pahasına olursa olsun seni bekleyeceğim,ben kimseyi kolay, kolay sevemem ve sen bu güne kadar hayatımda ilk kez, ilk görüşte tüm kalbimle işte aradığım insan dediğim kişisin; bu nedenle senin mutlu olman için her şeye katlanacağım. Biliyorum bu canımı çok acıtacak ama aşkım için katlanacağım" diyebildi.

Kapıyı açtı ve eğilip;
" Sen çok ama çok iyi bir insansın umarım hayatında benden daha iyi birileriyle tanışırsın ve sonsuza kadar mutlu olursun" yanaklarına ıslak bir buse kondurdu;
" görüşürüz… tabi istersen" soran gözlerle;
kendisini zorlayarak ;
"görüşürüz, mutlaka görüşeceğiz" diyebildi; çıktı arabadan dışarı.
Kontağı çevirip çalıştırdı, arkasına bile bakmadan büyük bir gürültüyle kaldırdı arabayı.

Hafifçe bir tebessüm etti, şişeyi ağzına doğru götürdü ve büyük bir yudum daha aldı. Yağmurun ilk habercisi olan çisenti başlamış,deniz zapt edilemeyen vahşi bir at gibi şaha kalkmıştı. Yüzünde ilk damlaları fark etti,gözyaşları damlalara karışıyordu ,artık istediği gibi ağlayabilirdi,kamuflajı hazırdı.

Sözcükler bir, bir ağzından dökülmeye başladı;

ÇIKMAZINDAYIM HAYATIN,
ELİM KOLUM BAĞLI,ÇARESİZİM,
YAŞAMA DAİR NE VARSA YALAN.
SEBEP ZAYIFLIĞIM MI,
YA DA DUYGUSALLIĞIM MI?
TAHAMMÜLÜM YOK REDDEDİLMEYE;
AMA HAZIRIM AÇILAN KOLLARI,
GERİ ÇEVİRMEYE.
ÖĞRENEMEDİM HALA ,
YAŞANAN BUNCA DÜŞKIRIKLIĞINA RAĞMEN;
HAYATA YÖN VEREMEYECEĞİMİ.
NEDEN BİR BEBEĞİN İNADI VE AZMİ YOK;
BÜYÜMEYE VE ÖĞRENMEYE KARŞI GÖSTERDİĞİ,
HAYATTAN ZEVK ALMAYA DAİR BENDE?
PES ETMEK Mİ TEK KURTULUŞUM,
YA DA KORKAK GİBİ KAÇMAK MI?
HEP MUTSUZLUK VE MELANKOLİK GÜNLER HAYALİM,
SANIRIM KENDİMDEN NEFRET ETMEKTEYİM;
BİR MASKENİN ARDINDA GİZLİ HERŞEYİM.

Kendisine karşı hiç bu denli dürüst olmamıştı bugüne kadar, şaşırdı; demek ki içmem gerekiyormuş diye düşündü. Adını "YÜZLEŞME" olarak tasarladı kafasında yazdığı şiirin; belki de son şiiriydi.

Yağmur iyice şiddetini arttırmaya başlamıştı, etrafta kimse yoktu, yalnızdı koca sahilde. Acaba mutlu mudur diye düşündü, sonra geçen haftaya gitti; rüyasında görmüştü, kendisinden yardım istiyordu

"Zor durumdayım, yardımına ihtiyacım var" diyordu,
terden sırılsıklam olmuş bir halde yataktan fırladı.
"Hayırdır inşallah, ne oldu bu kıza böyle?"

Kalktı yataktan hemen bir sigara yaktı, saate baktı;sabaha pek bir şey kalmamıştı, bir saate kalmaz hava ağarır ve güneş doğardı. Televizyonu açtı, kanallar arasında gezinmeye başladı. Alışamamıştı hala otel odalarında kalmaya.Yeni işi nedeniyle sık, sık seyahate çıkıyordu, aslında biraz da kaçmak içindi ;ondan ne kadar uzak olursa,o kadar çabuk kurtulacağını sanıyordu, içine işleyen ince hastalıktan.Birazdan duş alıp,ayrılacaktı otelden, havaalanına doğru, çantasını toplamak üzere kalktı ayağa, zaten televizyonda da bir şey yoktu seyre değer.

İyice ıslanmıştı,umurunda değildi; bir de sigarasını rahat, rahat içebilseydi, mutlu bile olacaktı. Şarap şişesini son kez kafasına dikti, sadece bir yudum kalmıştı.Salladı şişeyi belki bir yudum daha çıkar düşüncesiyle, ama bitmişti. Sinirlendi kolunu geriye doğru iyice atıp denize doğru fırlattı şişeyi.

"Neden duygularımla oynadın, neden beni bu zavallı hallere düşürdün, ben bu kadar ucuz bir insan mıyım?Seni sevmekten ve seni mutlu etmekten başka ne istedim ki?" hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu.

Bir haftadır işe de gitmiyordu, cep telefonunun şarjı biteli günler olmuştu, ama umurunda değildi.

"Şimdi yanımda olsaydın,beni yalnız bırakmasaydın. Çok sevdiğin gibi yağmur altında el ele yürüseydik sahilde. Bu dünyada beni yalnız bırakmaya ne hakkın vardı senin?" haykırıyordu artık.

"Renklerden en çok siyah ve beyazı severim ben, griye yer yok hayatımda. Bir şey ya vardır ya da yoktur.Her şey açık olmalı" demişti; en son hayat ve ilişkiler üzerine yaptıkları konuşmada.

Uçakta kahvaltı ikramının ardından bir gazete aldı. Sayfalara hızlıca göz attı,savaştan,açlıktan ve dolandırıcılıktan başka bir haber yoktu. Sıktı artık bu muhabbetler, büyük balık küçük balığı yutuyor, alçaklık ise ödüllendiriliyor diye düşündü. Sıra yerel ek'ine gelmişti gazetenin. İlk sayfada belediyenin yolsuzluk ve beceriksizlikleri vardı, ikinci sayfaya geçti doğrudan; magazin haberleri vardı.Üstün körü göz atarken,birden sarsıldı, uçak hava boşluğuna düştü sandı ama gördüğü bir resimdi; onu böyle etkileyen. Altındaki habere baktı inanmayan ve şaşırmış gözlerle;

" Şehrimizin önde gelen ailelerinden, işadamı … bey ile seçkin ve tanınmış avukat … hanım kalabalık bir davetli topluluğu önünde nişanlandılar"

Tekrar,tekrar okudu,boğazı düğümlenmişti,elleri titriyordu, kravatını gevşetip, gömleğinin yaka düğmesini açtı, başındaki karaltıyı fark etti birden, tatlı bir ses;
" iyi misiniz beyefendi, rahatsız değilsiniz umarım?" diyordu.
Teşekkür etti,başını önüne eğdi,göz yaşlarını herkesten gizlemek istercesine.

Acı bir tebessüm vardı suratında, ayağa kalktı,sendeleyerek deniz kenarına doğru gitti ,yerden taşlar aldı ve sektirmeye başladı; engel olamıyordu gözünden süzülen yaşlara;

"sen gittin benden uzaklara;
uçtu ruhun gökyüzünde meleklerin arasına,
tek başıma koydun beni,
bıraktığın riyakar suretinle,
Acımasız ve zalim dünya da…"

"Benim sevdiğim bir melekti, o ise ruhu kirlenmiş sadece posası kalmış bir zavallı."

Bir sigara daha yaktı, soğuğun ve denizin etkisi kendisine getiriyordu yavaş yavaş,haline bakıp kızmaya başlamıştı, o burada günlerdir kendisine hayatı zehir ederken, tarihin tozlu sayfalarına doğru yol alan sevgili ise gününü gün ediyordu.

"Melekler ölmez derler,sadece yeni bedenlerde hayat bulur, eminim ki sen de yeni bir bedenle karşıma çıkacaksın." Haykırdı denize doğru. Arkasını döndü ve hayata kaldığı yerden devam etmek üzere ağır adımlarla arabaya doğru yöneldi….

Ziya Akça Kayar
ziyaakca@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci: Sevgi G.


VEFA BORCU NİYETİNE

Fatma teyze her zamanki gibi erken kalktı. Camları açtı. Karadeniz'in nemli, toprak kokan havasını ciğerlerine doldurmadan güne başlamazdı. Yerleri beton dökülmüş bir eski zaman evinde oturuyordu. Ayrı bir mutfak yoktu. Kocaman bir oda, aynı zamanda mutfak olarak kullanılırdı. Bir de kuzine soba vardı. Şöyle uzun, dikdörtgen şeklinde, iki bölmeden oluşan. Bir bölmesi fırın tipindeydi ve yemek yapmak, patates közlemek, ekmek kızartmak işlerinde kullanılırdı hep.

O zamanlar aygazlar iki gözdü. Çaydanlığı ocağa koydu. Birazdan torunlarını uyandıracaktı. Kahvaltıda onlara çökelek eritir, tereyağ ve reçel sürülmüş bir ısırımlık ekmekler hazırlardı. İki kardeş ekmeklerini sayar, birbirleriyle yarışırlardı. Doysalar bile bu amansız altta kalmama yarışı kıyasıya devam ederdi. Anne ve babaları İstanbul'da çalışıyordu. Anneanneleri onlara bu yokluğu hissettirmemek için tüm sevgisini veriyordu. Diyebilirim ki, torunları onun en önemli varlığı, hatta her şeyiydi.

Cefakar bir kadındı. Gençliğinden beri hayatın zorluklarıyla boğuşmuş, hiç rahat yüzü görmemişti. Çok eli açıktı. Lazım olur diye, her şeyden bir köşede ilaçlık bulundururdu. Lazım olurdu da. Başı sıkışan Fatma teyzede bulacağını bilir, bir koşu soluğu onda alırdı. Sokak sakinlerinin bir tespitine göre de kadının elleri şifalıydı. Karnı, başı, kaburgası ağıran onun yanına gelirdi. Fatma teyze hasta bölgeyi ovar, göbeğin düşmüş, kaburgan kaymış ya da bir şey yok deyip gönderirdi gelenleri.

Damların birbirine değdiği, daracık ve uzun sokakta, insanlar sevgiyle birbirlerine dayanırlardı. Sımsıcaktılar. Kimsenin sıkıntısı görmezden gelinmez, el birliği edilerek başı darda olanın imdanına koşulurdu. Yardımlaşmak ve paylaşmak burada özel bir çaba gerektirmezdi. Sokağın değişik karakterleri vardı. Bir oturuşta iki tencere yemek yeyip, hiç bir şey yiyemedim açlıktan ölüyorum diyen Yer-Doymaz Hüseyin amca, asla ekmek dökmeyen ve bayat ekmeklerden yapıp dağıttığı tatlıyla çocukları bayram neşesine Kadayıf Fidan, bahçesindeki dut ağaçlarına kimseleri yaklaştırmayan İrfan teyze, yaptığı esprilerle ve duruşuyla ünlenen Monsera Kılıklı Hacı Mustafa, birbirinden değişik ve rengarenk çiçekler dolu kocaman ve özenli bahçesiyle Çiçek Nezire, tavuklarıyla bilinen geh geh Sakine teyze ve her sokakta bir tane lazımdır diye bulunan çocukların korkulu rüyası Karabasan Ayşe, hemşirelik bilgisi nedeniyle sağlık işlerine koşturan ambulans Ayşe ve daha nicesi.

Fatma teyze başka, bambaşkaydı. Herkesin sevmediği biri vardı.Oysa bu kadın herkesce sevilir ve takdir edilirdi. Yaşam mücadelesindeki dirayeti ve başarısı, özverisi herkesin takdirine şayandı. Reçel yapılacak, turşu kurulacak Fatma teyze, balık tuzlanacak kavurma yapılacak Fatma teyze... Bu işi en iyi sen bilirsin, ne yapsak senin ki gibi olmuyor. Bir el atıver Fatma teyze. Fatma teyze de Fatma teyze. Bu kadar şeyle meşgulken evi çiçekler gibi tertemizdi, mis kokardı. Çamaşırları sakız gibi bembeyazdı. Yemekleri lezizdi. Kadınlar ne imrenir, erkekler ne överdi onu. Ne dolu, ne hamarat kadındı allah için.

Kendisiyle kaldığı tek zaman oğlunun ona verdiği siyah beyaz televizyonda izlediği dizilerdi. O zaman dünya ile bütün bağları kopardı. Dizi derdi ama izlediğinin film olduğuna bir türlü inanmak istemezdi. Ya da öyle görünürdü. Belki bu filmlerde hayatını veya özlemlerini buluyordu. Televizyonun tam karşısına, yerdeki minderinin üstüne bağdaş kurup oturur, gözlerini dört açarak pür dikkat izlerdi. Bazen hayıflanarak ıhh...(Beğenmeme ve öfke ifadesi) Mariyana seni gaybananın, anderin kızı... görüymisin ne yapay... diye kendi kendine konuşurdu Karadeniz şivesiyle. Bu şive, onu daha da tatlılaştıran, ona has bir bir yöndü. Fatma teyze torunlarının okumasını çok istiyordu. Dişini tırnağına takıyor, hayatını bu iki çocuğun önüne seriyordu. Büyük torunu nihayet okula başlayıp kırmızı kurdelasını herkesten once aldığında, Fatma teyze sevinçten çocuklar gibi ağlamış, yıllarının ödülünü almış birinin mutmainliği ile sanki bir anda gençleşmişti. O gün herkesin her işine coşku ile koşturmuştu. Ama artık yıllar kendisini bu kadar yormanın hesabını sormaya başlamıştı ondan. Çizgileri daha bir derinleşip, saçlarındaki akları artmaya, bacaklarındaki romatizmal ağrıları onu oflatıp puflatmaya başlamıştı işte. Dizlerini ovar, oy bacacuklarım oy diye sızlanırken torunu "annane okuyup doktor olunca seni iyileştireceğim" derdi. Anneannesi kucaklayıp onu öper "He uşağım iyileştirecesun he" der, hastalandığında konu komşu üzülünce, uşağım doktor olacak, o zaman bir şeyim kalmayacak diye güler geçerdi.

Bir gün anne ve babalarından, artık çocuklarını yanlarına almak istedikleri haberi geldi. Biri on aylık, diğeri 40 günlükken verilmişti anneannelerine. Anneleri bellemişlerdi onu. Çocuklar çok direndiler. Ama ısrarlar, o müthiş ısrarlar yok muydu. İstanbul'da daha güzel giyecek, daha güzel yiyecek, daha iyi okuyacaklardı. Güzel ve ayrı bir oda, oyuncaklar, çikolatalar, gezmeler vaad edilmişti. Çocukların gözünü boyamak bu kadar kolaydı işte. Hep kıt kanat yaşamış bir çocuk bunlardan başka ne isteyebilirdi ki? Acaba sevgiyle birbirine bağlı yürekleri, çocukların saf bilinçsizliğine rağmen, tüm bunlar kolayca koparabilir miydi?

Fatma teyze torunlarının iyi yaşamasını istiyordu. Hem anne ve babalarının hakkıydı bu. Çocukların yeri, her zaman anne ve babanın yanıydı elbet. Gizlice, nerde bir kıyı bucak bulduysa günlerce ağladı. Bir ara ağlamaktan göremez hale geldi ve doktora gitmek zorunda kaldı. Onları gitmeleri için ikna etti en sonunda. Gönlü başka, dili başka konuşuyordu. Torunlarına iki ay sonra yanlarına gideceği sözünü verince ancak razı edebilmişti. Ayrılık günü geldiğinde her şey, hepsi için çok zor olmuştu. Birbirlerine sarıldılar. Ayrıldılar. Çocuklar tam arabaya binerken tekrar geri koşup ona sarıldılar. İşte o an göz pınarları artık kendini eğleyemez oldu. Ve son ayrılıktan sonra, otobüs hareket ederken dönüp bakamadı bile. Araba gözden uzaklaştı. Çocuklar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Fatma teyzenin üzüntüden bacakları kilitlenmişti yine. Komşuları onu eve götürdüler. O ev günlerce ölüm evi kederinde, sessizliğindeydi. Fatma teyze kapıda bacada, her yerde sürekli ağlıyordu. Torunlarının resmine, terliklerine, yataklarına, tabaklarına, bardaklarına, bebeklerine bakıp, okşayı, koklayıp gözyaşı döküyordu. Konu komşu her gün evine akın ediyordu teselli için. Torunları tarafında da durum aynıydı. En sonunda Fatma Teyze üç ay sonra, bir süreliğine onların yanına gitti ve tekrar döndü.

Ah Fatma teyze. Torunun doktor oldu mu, bilinmez. Sen onları her zaman sevmeye devam ettin, bunu herkes biliyor. Ağrıların artık seni iyice bağlamış, dilediğince yürüyemez, oturamaz, kalkamaz olmuşsun. Çok zorlanıyormuşsun. Belki onlar sana vefa borçlarını ödemediler, belki de ödeyemediler. Annelik zor zanaat. Anneanneyken anne, hem de pek fedakar bir anne olmak daha da zor bir zanaat. Sen can-ı gönülden, gani gani verenlerdensin. Sen ve senin gibileri unutmak mümkün değil. Bu da ufak bir vefa ve gönül borcu yazısıdır. Sana bir şey katamıyor olsa da… O güzel ve öpülesi ellerini öpmek ne büyük bir mutluluktur. Ömrün boyunca yaptığın gibi, pamuk ellerinden sevgiyle tutanın bol olsun senin de.

Sevgi G.
sevgig@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Gönülden Kahveci : Aylin Çukur


TOPLU KATLİAM

İnsanlar kadar nankör varlık yok bu çıkar dünyasında! Değer verirsin, güvenirsin ama bir anda tuz buz olur bütün paylaşılanlar sanki bir cam parçasının düşüp kırılması gibi... Üstelik o kadar yüzsüzler ki bir de özür bekliyorlar,ne cüret!

Güvenmemeyi öğretiyor bunlar insana, gerçekliğin olmadığını ve onlarla aynı dilden konuşmanın gerekliliğini... Nereye kadar?! Bu kadar kaybetmeye meraklı bir yaratık olabilir mi gerçekten??? Materyalist olup, ''soyut'' yaşamların arkasında kendilerine bir dünya kurmaları ve bunu kayıtsızca ve de arsızca gözümüze inatla sokmaları...

Tiksinme duyumu uyandırıyorlar! Üstelik azınlıkta da değiller; örgütlü olarak çalışıyorlar, içimizi kurutup, hayatımızı çürütüyorlar! Kemirgen yaratıklar! Ama bunun son bulacağı bir nokta olduğuna bahse varım! Neticede toplu katliamda fosil olup, yok olduklarında midemiz düzene girecek, bulantımız geçecek!

Avcı yapıyor bu tipler insanı!Ama o kadar çoklar ki emekliye ayrılmayı bile düşündürürler insana, yenilgiyi kabul etmeyi... Vazgeçmek yok! Temiz bir yaşam istiyorum, hepsinin köküne kibrit suyu!!!

AYLİN ÇUKUR
acukur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_191.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.636 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


UZUN BİR TANGO SÜRER, GİDER BU AKSAK GECEDE

Bu büyük bir fırtına
Ve büyük bir sinir anı,
Bu gerçekleşmeyen intikamın acısını yansıtıyor
Gergin ve tutuk günlerin gergin ve tutuk adamı
Her yerde gergin ve tutuk ruhlar
Bu büyük bir kasırga,
Bu büyük bir acı anı
Acı dindirebilir önceki acıları
Ve yenilerini ekler üstüne
Eskileri de alarak yanına
Artık sevgili gibi rol yapabilirler
Ve her şeyin farkındadır acı
Ne kadar gözden uzak olsam da bilinecek bu fırtınanın acısı
Bitlenmiş bir adamım çoktan tutulup fırtınalarda direklere
Bitlenmiş ruhuma kirlenmiş ruhum eklenir
Bu büyük bir yağmur,
Bu büyük bir sel baskını artık
Kim nereden çıkarsa çıksın ben oraya girmedim
Ve ben nerden çıkarsam çıkayım orada kimse olmadı
Bu cehennem tabiatın içinden çıkıp gelir
Ve geldi artık içimin en dibinde seyrediyor seyir halinde hareketlerimi
Bu büyük bir depremi ruhumun
Bu büyük bir dünya savaşı artık,
Model alarak öğrendiğimde acıyı
Modelin ta kendisi olarak;
Bu gerçekliğinde cehennemin
Ve hislerini kaybetmiş,tüm maço kadınsılığın tüm maço ereksiyonları
Şimdi dümdüz olmuş makus talih ve gerçekliğin tükenmez kalesi gibi
Tüm tavırlarımın kardeşi olmuş eski bir güreş maçı ambiansı misali
Bu büyük bir erozyonu ruhumun,
Bu büyük bir yalan olmuş artık içimde
Kimin ötesinde serzenişler geliyor hala,
Kimin ötesine geçtim bu kaçıncı boyut?
Aritmetiğimin sevgisinde yitmiş bir eşkenar gecede
Bu kimin replikleri,kim sahneye koymuş gereksizlikler bütününü?
Bu büyük bir dil kuruması,
Bu büyük bir sarhoşu gecenin bitmiş genel-geçerliliğinde
Bu büyük bir şeytan üçgeni,
Bu büyük bir deniz savaşı artık ruhumun
Bütün fosiller ayağa kalkıp canlanıyor ve tekrar ölüyor içimde
Bu çorak topraklarda ölmüş karıncalar denli değersiz bir ölüm çeşidi rüyalarıma girerken
Bütün fosiller ayağa kalkıp dans ediyor gözlerimin önünde
Ruhumun fosili tango yapıyor harika bir kadının harika olmayan gecesinde
Ve alışkanlık doğallaştı artık
Bu büyük bir serzeniş,
Bu büyük bir isyan artık kendime ve sadece kendime
Kendi kendime sesler ne kadar çok konuşsa da
Sesler asla konuşamaz demektir bu aslında
Ve bu sesler büyük yangının,
Ve büyük ölümün,
Ve ıssız karanlığında gecenin,
Terkedilsin diye bekleyen bir erkeğin terkedildiği zamanki hiddetiyle eşdeğer gerçekliğin,
Ve bu sesler;
Ve bu ruhumun sesleri büyük bir gerçeğin en büyük yalanını kitaplaştırıyorlar artık
Bu büyük bir keder,
Bu büyük bir kıyamet günü artık ruhumun
Tozları kaldırmışım çoktan süpürmemişim hala olan biteni
Tozlar tango yaparsa ruhumun fosiliyle
Ve o kadın bir tozdu aslında tangoyu öğrenmiş,
Bir çok şeyin içinden çekip alabildiğim hiç bir şey olduğunda
Bu büyük sesler,büyük ölümle birleşir
Ve içimdeki sesler daha az bağırır umarım
Her şeye dair bir sesin olmadığı bir zaman diliminde
Dansa kaldırılmış ölüm ruhumun fosili tarafından
Bu büyük bir ateş
Bu büyük bir hücre bölünmesi artık
Denk kuvvetlerin mücadelesini görmek düşlerimde
Ve hep yenilmeye muktedir,yenildiğinde zafer çığlıkları atan ruhuma bir zaman,
Ve bir zaman gelecek ki ona gerçekleri haykırmış bir çorak toprağın
Yanlış zamanda yanlış yerde olduğunu söylemesi bu kadar gerçek ve bu kadar üzücü olmayacaktır.

İlter Ezgü

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Vahşi eğitim!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.beyoglubeyoglu.com/
Beyoğlu ve çevresinde eğlence, dinlence ve genel amaçlı ulaşabileceğiniz bir çok adres için başvurabileceğiniz hoş bir kaynak. Beyoğluna gitmeden önce bu sayfaları incelerseniz, aradığınız türde yerleri bulmanızı kolaylaştıracak yönde hoş tavsiyeler bulabilirsiniz.

http://www.inferno.ie/Cowmov.html
İneklerin niye bacakları var? Hiç merak ettiniz mi. Ben merak ettim ve kısa bir araştırma yaptım. Gördüklerim karşısında ne kadar şaşırdığımı anlatmama gerek yok sanırım. En iyisi ekteki kısayolu tıklayın ve eğer ineklerin bacakları olmasaydı neler olabileceğini sizler de görün.

http://www.evcilcanlilar.com.tr/eg%C4%B1t%C4%B1m.htm
Bir köpeğiniz var, mesela adı "efe" ve siz onu eğitmek istiyorsunuz. Eğitim klavuzu ihtiyacınız için tık ...Köpeğiniz her zaman sol tarafınızda oturması ve solunuzda yürümesi gerekir. Bunun için ``Efe Yerine Geç`` deyip,sol elinizle sol bacağınıza bir kaçkez vurmanız yeterlidir. Eğer gerekiyorsa sevk kayışını arkadan sağ elinizden sol elinize alınız.Köpeğiniz sol tarafınıza geçtiğinde ``Otur`` komutunu verin ve oturduğunda ``Aferim oğlum`` diyerek başını biraz okşayın...

http://www.mahmutkuru.netteyim.net/deneme1.htm
Mahmut Kuru ile hiç tanışmadım; fakat yazıları ilgimi çekti. Destek vermeye değer olduğunu düşündüğüm için bu kısayolu sizlerle paylaşıyorum. Okumaya yazarımızın gezgin dergisinde daha önce yayınlanmış olan bu deneme yazısıyla başlayabilirsiniz.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


SendRec 1.0 [320k] 98/ME/NT/2000/XP FREE
http://www.novaprint.de/tools/SendRec_setup.exe
Windows'un popup message özelliğini belki biliyorsunuzdur. Ama eminim network üzerinde pek azınız bu özellikten yararlanıyorsunuzdur. SendRec, bu mesaj programını çok kullanışlı hale getiren bir arayüz sunuyor. Network'teki tüm arkadaşlarınızı görebiliyor ve istediklerinize anında mesaj gönderebiliyorsunuz. Deneyin seveceksiniz.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031030.asp
ISSN: 1303-8923
30 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri