KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 423

 14 Ocak 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Seksüel tercihimi kullandım!..


Merhabalar,

Hayır, hayır hiç boşuna uğraşmayın, beni kızdıramazsınız. Ben o eski ben değilim artık. Ellerim, parmaklarım, saçlarım, yanaklarım, gözlerim bir başka oldular. Mülayim, huzurlu bir yaşam sürmeye başladım. Seksüel tercihimi yapmak bu yaşımda nasipmiş. Geçte olsa doğru yolu bulduğum için mutluyum, gururluyum. Evet artık sizinde bir metroseksüel editörünüz var. Akşamları ellerini sıcak suda bekletip şeytan tırnaklarını ayıklayan, kuruyan yüzünü arko yağlı kreme teslim eden, günde 3 sefer diş fırçalayıp, eskiyen fırçayla ayakkabısını boyayan bir adam oldum. Temiz ve bakımlı olmaya karar vermem sigarayı bırakmamla birlikte başladı sanırım. Hoş ne zaman başladığının ne önemi var, önemli olan içimde uyanan gerçeği çok geç olmadan kucaklamam değil mi? Metroluk fiziksel görünümle başlayıp iç güzelliğiyle devam ediyormuş. Aynen bende olduğu gibi. Bakın yorumlarda birbirinizi yiyorsunuz, sesim çıkıyor mu? Hepinizi metroya koyup Taksim'e götüresim geliyor ama kendimi tutuyorum. Çünkü ben arındım artık. Güzelleştim, bir hoş oldum. Sinir uçlarımı da aldırdım mı, alın size Paris Metrosu gibi adam. Metroseksüellerin medarı iftiharı, mümtaz insan, bakım canavarı ediniz, velinimetiniz efendim.

Eve gelince suratıma yapıştırdığım patates uyuya kalıp yüzümde kuruyunca uzun ve zor bir temizlik kürüne girişmem gerekti. Araya şeytan tırnağı ayıklama, kara nokta sıkma gibi ameliyelerde girince vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Üzerinize afiyet akşam da biraz kaçırmışım, şiştikçe şişmelerdeyim. Baktım yazılarımızda almış başını gitmiş, bari ben kısa kesip çekileyim aranızdan diyorum. Hepinize Levent-Taksim arası mutlu yolculuklar dilerim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Nevzat Tarhan

 AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan

   PASİF - AGRESİF RUH HALİ

Bazı insanlar kendi kendilerini kandırmanın ustasıdırlar. Kişilikleri kayar sanki... Kendilerine bir rol biçerler ve bu role inanırlar. Kişiliklerini kabul edilebilir ve edilemez diye ikiye ayırırlar. Kabul edilemez saydıkları parçayı yok sayarlar. Pasif - agresifler de bu özellik çok belirgindir.

Bütün insanlar biyolojik olarak cinsel ve saldırganlık dürtüleri ile donanmışlardır. Hepimizin utanç verici ve uygunsuz arzuları vardır. Uygunsuz dürtülere dur demeyi ve onu denetlemeyi öğrenmek kişilik gelişiminde çok önemlidir. Pasif - agresifler saldırganlık dürtülerini yanlış kullanmaktadırlar.

Kendilerini kırgın, ihanete uğramış, yanlış anlaşılmış ve suçlu hissettikleri zaman çeşitli kisveler altında saldırılar yaparlar. Yardımseverlik, iyilik severlik kisvesi altında hedef seçtiği kişiyi öfkelendirir, çıldırtabilirler. Gülerken ısıran kişilerdir bunlar.

Bir toplantıda patronuna söyleyemediği bir sorunu veya patronunun bir kusurunu, arkadaşlarına iyilik yapıyor kisvesi altında söyleyip ego doyumu sağlamaya çalışır. İlginçtir bu eylemi yaparken bu kişiler samimidirler, bilerek yapmazlar. Çünkü kişiliklerinin bu yönünü kabul etmezler. Eğer farkındalık sağlanırsa kişilik gelişimi oluşur.

Psikiyatri tanı ölçeklerinde aşağıdaki özellikler Pasif - agresif kişilik tutumunu tanımlar.

1- Sürüncemede bırakır, yapılması gereken şeyi geciktirir veya zamanında yetiştirmez.
2- Yapmak istemediği bir şeyi yapması istendiğinde kızar, surat asar veya tartışmaya girer.
3- Kasten yavaş çalışıyor veya kötü yapıyor gibi görünür.
4- Haksız yere karşı çıkar, sıklıkla itiraz eder.
5- "Unuttuğunu" öne sürerek yükümlülüklerden kaçınır.
6- Eksiklik ve yetersizlik duygusunu sıklıkla taşır.
7- Kolayca küser.
8- İnatçı olarak bilinir.
9- Başkalarından gelen faydalı tavsiyelere içlenir, bozulur.
10- Kolayca gücenir, gönül koyar.
11- Grup faaliyetlerinde kendisine düşeni yapmayarak başkalarının çabalarını boşa çıkarırlar.
12- Yetkili durumundaki kişileri anlamsız yerde eleştirirler.
13- Kendisinden üstün hissettiği kişileri küçümser, kusurlarını ararlar.
14- Vermeyi, yardım etmeyi severler.
15- Onaylama ve övgü açlığı içerisindedirler.
16- Kendilerinin başkaları için çok şey yaptığını fakat başkaların aynı iyiliği yapmadığını hep düşünürler, çoğu zaman belgelerle gösterirler.
17- Karşı tarafı öfkelendirir sonrada onu suçlar "öfkeni kontrol etmen gerekir" derler.
18- Her şeye öncelikle "hayır" deme eğilimindedir.
19- Olmamış ve söylenmemiş şeyler için gerilim çıkarmayı sıklıkla yapar.
20- Yakın çevresi yorucu ve zor kişi olduğunu söyler.
21- Yanlışlarının yanlış anlaşılmaktan ibaret olduğunu sanarlar.

Yukarıdaki özelliklerden 6 tanesine evet diyorsanız değişmeye çalışmalısınız. 11 özellik evet ise vay sizinle yaşayanların haline. Mutlaka sizin gibi olmayan bir profesyonelden yardım alınız.

NLP Pasif-Agresif özellikleri artırıyor mu?
Popüler psikolojide insan aklının tetiklenmesi ve iç dünyasında motivasyonu artması için "insanın kendini beğenmesi" teşvik edildi. İnsanın kendisine ham iyi duyguların bilinçsizce verilmesinin bir çok sakıncalarını görmeye başladık. Pozitif düşünce bilinçli bir çerçeve içinde verilmediğinde veya kişiliği hazır olmayan bir insana verildiğinde mantık hataları yapılmaya başlandı.

Daha iyi iş için iş yerinden ayrılan, eşinden boşanan, manik bozukluk hastalığı tablosu ile psikiyatri kliniklerine başvuran olgulara sıklıkla rastlamaya başladık.

İnsana özgüven aşılayıp onu tetiklemekte kullanılan yöntem "olumluyu kabul edip olumsuzu atmak". Bu teorik olarak çok mantıklı ama pratikte gerçekçi değil. Çünkü insan ruhu bir biri ile çelişen ve çatışan dürtü ve düşüncelerin bir karmaşasıdır. İnsan her zaman kendini iyi hissedemeyeceği gibi her zamanda kötü hissedemeyecektir. Kendisini kötü hissettiren her dürtü ve olayı duygusal taciz olarak düşünüp onu reddetmek ve yok saymak yıkıcı bir güç haline dönüşüyor. Ortaya burnu büyük, içindeki olumsuzlukları çevreye veya geçmişindeki insanlara yansıtan pasif - agresifler çıkıyor. İnsanları iş hayatında veya özel yaşamında iyi ve başarılı yapmak için "kendini beğenmiş pasif - agresifler" ortaya çıkarılmamalıdır.

NLP gibi popüler psikoloji ile uğraşan kişilerin bilmesi gereken şey şudur: Asıl başarı çelişkili içgüdü, duygu, dürtü ve düşünceler yığınını işleyip, hamur haline getirip etik ve üretken bir biçimde düzenleyip kişinin ihtiyacına sunmaktır.

Böyle becerisi olmayanların bu işe soyunması berberin ameliyat yapmasına benzer.

Pasif - agresiflerle mücadele yöntemleri

1- İlk adım tanımak

Onların davranışlarında mantık aramaya kalkan hayal kırıklığına uğrar. Suçsuz, masum rolü oynamalarına neden olan güdüleri anlamaya çalışmak gerekir. İnsanları anlayışlı olan ve olmayan diye ikiye ayırarak, sizin ona karşı anlayışlı olmak zorunluluğunuz varmış izlenimi uyandırırlar. Böyle durumlarda onları bilmek beraber kendi amaçlarınızı da bilip unutmamanız gerekir. Yoksa bu kişileri mutlu edemezsiniz.

2- Beş kişilik övgü
En büyük sorunu onay ve övgü elde edemeyince çıkarırlar. Durmadan baş ağrıtan birisini övmek kolay değildir. Ama bu kişiler özünde iyi niyetli insanlardır ve sıklıkla güzel şeyler yaparlar. Güzel şeyler yaptıklarında beş kişilik övgü vermek onları çok tetikler ve harekete geçirir. Özenli, çalışkan, başarılı bir insan ancak böyle olurlar. Onları sevmek ve övmek en kolay seçenektir.

3- Satır aralarını okumak
Her şeye aşırı tepki verme eğilimleri nedeniyle olayları abarttığını düşünüp küçümser gibi davranılmamalıdır. İnanmış gibi bir yaklaşımla olayın gerçek yönünü araştırmak gerekir. Aynı olayı kendi ihtiyacı doğrultusunda farklı algıladıkları için muhakeme hataları yaparlar. Hemen inanırsanız büyük hatalar ve kırgınlıklar yaşayabilirsiniz. Bir çok aile içi kavga iyi niyetli pasif - agresiflerin mantık çarpıtmalarından çıkar. İş yerinde sorunları büyüten kişiler bunlardır. Sorunlara çok duyarlı ve meraklıdırlar. Böyle durumlarda onu dinlemelisiniz. İşyerini geliştirmek ve iyiye götürmek için fikirlerini alıp satır aralarını okumak gibi bir yeteneğiniz olmalıdır.

4- Almadan vermek
İyi niyetlidirler fakat farkında olmadan tuzak kurarlar. Size hep verirler, verirler. Bunun karşılığında sizde hep verirseniz onların kölesi olursunuz. Hep verirsiniz bir defa vermezseniz kötü adam olursunuz. Bunun için sınırları iyi çizin. Fazla kredi fazla esaret demektir. Yapamayacağınız veya zorlandığınız durumlarda hayır demeyi bilmelisiniz. Zamanla sizi öyle kabul etmek zorunda kalacaklardır.

5- Açık, net olmak gerekir.
Doğrudan davranmak ve istediğinizi kararlı tutarlı ve devamlı vurgulamak gerekir. Kızgınlığınızı belli edin ve kızgınlığınız geçmeden sorunu çözmeye çalışmayın. Sorun odaklı değil çözüm odaklı yaklaşım tek yoldur. Saldırgan yaklaşımları onaylamadığınızı belli edin ama savunma içine girmeyin.

6- Onları değiştirmeye çalıştırmayın
Pasif - agresifler sevdiklerini; kendilerini engelleyen ve anlamayan kişiler olarak görürler. Onların bu yapılarından kurtulmanın yolu yoktur. Sadece kendi davranışınıza odaklanmalısınız. Sevgi dolu koruyucu gibi ona davranırsanız ilişki sürer. Kaybedeni olmayan bir ilişki böyle oluşur.

7- Onunla değil kendinizle savaşın
Esnek düşünme konusunda başarılı olamadıkları için görev ve sorumluluk anlayışı pasif - agresif kişilere ayrıntılı bir şekilde anlatmak gerekir. Onlarla inatlaşıp tartışırsanız haksız olduğunuz konusundaki inançları daha pekişir. Bir işin nasıl ve niçin öyle olduğu ayrıntılı bir şekilde anlatılması, söylenmesi kolay ama uygulaması zor bir iştir. Bunu başarırsanız başarılı ve çalışkan bir kişi kazanmış olursunuz. İyi davranışlara uzun övgülerde bulunmak en iyi mücadele biçimidir.

8- Daha az pasif - agresif olmayı öğretmek
Birinci şart değer vermektir. Sizin onay ve övgünüzü bekleyen birisine özen göstermezseniz başınızı ağrıtacak bir şeyler her zaman yapacaktır.

İkinci şart cezadan kaçmaktır. Çünkü işe yaramaz. Ceza durumunda davranışları düzeltme değil açıklama çabasına girerler. Ceza insanda suçluluk duygusu uyandırmak için verilir. Pasif - agresif kişilerde suçluluk duygusuna ihtiyaç yoktur. Kurallara uymayan böyle bir kişiye, yaptığı işin sonucunu yaşatmak yeterlidir. Bu ceza değil bedelini vermektir. İşi savsaklamışsa telafi planları önüne sunmak gibi bir işi sakın siz yapmayın veya başkasına yaptırmayın.

Üçüncü şart hatalarını yüzüne vurmamaktır. Nefret, düşmanlık duygularını sıklıkla yaşarlar. Nedenini ve kaynağını bilseniz bile söylemeniz gerekmez. Duyarlı olduğunuzu, onları anlamaya çalıştığınızı bilmeleri yeter. Sorun odaklı değil çözüm odaklı düşünmeyi onlara öğretmelisiniz.

Dördüncü şart dikkatli konuşmaktır. Yanlışlarını yanlış anlaşılmaktan ibaret saydıkları için hep açıklama halindedirler. Sinirli konuşmaları sözlü taciz olarak algılarlar. Yapılması gereken bir şeyi ona ihtiyacınız olduğunu hissettirerek rica ederseniz çok işe yarar. Onlarla nötr kelimeler seçerek konuşun yoksa hemen savunmaya geçerler. "Sen dili" değil "Ben dili" çok işe yarar. "Sen şöyle yapıyorsun" yerine " Bence böyle olmalı" daha etkileyicidir.

9- Dedikoduya dikkat
Size kızdıkları zaman pasif mücadele yolunu seçerler. Hastalanır, küser, surat asarlar. Sizin hakkınızda başkaları ile konuşarak, yanlış anladıkları sözlerinizi anlatarak rahatlamaya çalışırlar. Onların bu tutumlarına sessiz kalmak çok yanlıştır. Onu yalnız olarak bu tutumlarından rahatsız olduğunuzu hissettirmelisiniz. Eğer yanınızda çalışan bir elemansa iş disiplininden taviz vermeden rahatsızlığınızı belli etmelisiniz. Pasif huysuzlukları ona avantaj sağlamamalıdır. İşi savsaklamasına fırsat verirseniz yöneticilikten istifa etmeniz daha doğru olur.

PROFESYONEL YARDIM
Pasif - agresif kişilerin olumsuz duygularının farkındalığını sağlayıp kabullenmelerini önermek çok yararlıdır. Bu olumsuz duygularını ifade edebilmeleri çözüm yolunu açar.

Ego doyumu olarak saldırganlık dürtülerini, kin, öfke, kıskançlık, düşmanlık gibi duygularını başkalarına yönelten kendilerine yakıştırmayan bu kişiler önce değişmeyi istemelidirler.

Psikodinamik psikoterapi tekniklerindeki kendilerinden hiçbir değişim talep etmeyen sadece boşalım odaklı psikoterapiler bu kişilerin çok hoşuna gider. Fakat kalıcı rahatlık sağlamaz. Kişinin kendisi ile yüzleşmesini, olumsuz yönlerini sorgulamasını sağlamak psikoterapinin ana hedefi olmalıdır.

Bu kişiler mantık duygu ayrımını iyi yapamadıkları için ne düşündüğü ile ne hissettiğinin ayrımını öğrenmeleri gerekir.

Bir pasif - agresife kendisini sorgulamayı ve değişimi öğretebilirseniz amacınıza ulaştınız demektir. Ne istediğini bilen kişi pasif - agresiflikten çıkmış demektir.

Sonuç olarak böyle bir kişi ile beraber olmak zorundaysanız onu övün, sevin bunu yapamıyorsanız uzak durun, size kalp krizi geçirtebilirler.

Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   RAPUNZEL... -1-

İçeride yapılan işin helva imalatıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığı halde, soyadlarının, şirket adına yansıma geleneğini sürdürmek isteyen Mustafa Helvacıoğlu'nun kurmuş olduğu, inşaat malzemeleri satan bir şirketti ''Helvacıoğlu Limited''. Özellikle son yıllarda artan yazlıkcı akımı ve Bodrum'a olan yakınlığından dolayı değeri artan Milas'da hatırı sayılır bir yeri vardı. Kışın yaşanan inşaat işi, yazın yazlıkcıların da gelmesiyle birlikte yerini daha ziyade tadilat işine bırakır, fakat , Helvacıoğlu Limited'in işlerinde hissedilir bir azalma yaşanmazdı. Milas'ın köklü ailelerinden biri olmaları sebebiyle de , bu bölgedeki çoğu esnafı tanır, inşaat işi yapan eşin dostun tercihi olurlardı her zaman.

Ömer, Helvacıoğlu ailesinin en küçük çocuğu idi. Diğer abilerinin aksine, okumuş, inşaat mühendisi çıkmış, ama sonunda O da diğer abileri gibi şirkette yerini almıştı. Okumuş olmasının, şirket yönetiminde ona getirdiği tek ayrıcalık, mühendis zekasına güvenilip, muhasebinin, yani para işlerinin de ona bağlanmış olmasıydı. Şirketin, gelirinden, giderinden, ödenmesi gereken vergilerinden tutun da, çek tahsilatına kadar Ömer'in sorumluluğundaydı. İşte böyle bir günde tanımıştı Güner'i. Karşılıksız çıkan çekin, karşılığını ararken bulmuştu onu karşısında. Hem de kasabanın en büyük bankasının müdiresi olarak. Banka memuru ile aralarında geçen konuşmanın şiddetlendiğini odasından izleyip, yardımcı olmak için yanına gelmiş ve odasına davet etmişti Ömer'i. Hayatına neyi davet ettiğini bilmeden.... Odasına gelen Ömer'e önce ne içmek istediğini sormuş, ardından da kendine şekerli Ömer'e sade bir kahve isteyip girmişlerdi muhabbete. İşte bir fincan kahvenin 8 ay süren hatırı bu odada başlamıştı.

Güner'in beline kadar uzanan sapsarı saçları daha ilk gün etkilemişti Ömer'i. Sekiz ay boyunca Güner'e, hayatı boyunca kendi kendine konuşurken O'na hep ''Rapunzel'' olarak hitap etmesinin sebebi Güner'in bu upuzun altın sarısı saçlarıydı. O gün, çek problemi çözülemese de Ömer'in sinirlerini yatıştıracak hoş bir muhabbet yaşanmıştı Güner'in odasında. Ömer'in işlerinden, oğlunun matematik hocasıyla yaşadığı gerginliğe, küçük kızının orta kulak iltihabından Güner'in tayin problemine kadar pek çok şeyi konuşmuşlardı. Güner, Ankara'dan bir nevi sürgüne gönderilmişti Milas'a. Ankara'daki şubede anlaşamadığı Müdürü'nün kişisel tatmini olarak nitelendiriyordu bu tayini . Geldiği günden beri, araya sokmadığı kişi kalmamasına karşın, bugüne kadar hiç bir karşılık alamamıştı ve önümüzdeki ay Milas'daki birinci yılı dolacaktı. Yaklaşık bir saat süren sohbet boyunca, ikisi de sanki birer terapistin karşısında tedavi amaçlı konuşuyor gibiydiler. Kasabaya geldiğinden beri konuşacak birisini bulmakta güçlük çeken Güner gibi, Ömer'de Üniversitedeki arkadaşlarından bir grubun geçen yaz Bodrum'a giderken uğrayıp 2 gün de Ömer'lerde kaldığı günden bugüne böylesi bir sohbet yaşamamışlardı.

İlerleyen günlerin Ömer'in hayatına getirdiği ilk değişiklik, işe gidiş yolu olmuştu. Artık yolunun 5-10 dakika uzamasını hiçe sayıp bankanın önünden geçip gitmeye başlamıştı hergün. Bazı günler sadece geçip giderken, bazı günler şirketin işlerinden bazılarını bahane edip giriyordu bankadan içeri. İlk günler yaşanan yabancılık, yerini zamanla dostane bir muhabbete bırakmış, sizler sen olmuştu bile. Artık işi olsa bile Güner'in odasına geçiyor, Güner bir telefonla yanına çağırdığı görevliye veriyordu yapılması gereken işi. Zamanla ziyaretlerin amacı şirket işleri olmaktan çıkmış, bir gün uğramasa diğer gün mutlaka bankaya uğrayan Ömer, gelemediği günler de telefonla yalnız bırakmıyordu Güner'i.

Yine böyle günlerden birinde, Güner, Ömer'den daha cesur davranıp ertesi gün için akşam yemeğine davet etti Ömer'i. Daha önce defalarca bu teklifi yapmak isteyip cesaret edemeyen Ömer, teklifi kendisi yapamamış olmanın verdiği utangaçlıkla ne diyeceğini bilememiş, gülerek
-Kabul.
Diyebilmişti sadece.

- Mesainin bitmesine yakın gelip alırım seni.

Bankadan çıkıp şirkete gelen Ömer'in aklı sadece ertesi günkü randevusundaydı. Ne giyineceği, nereye götüreceği, eve ne diyeceği sırasını beklemeden aklına girip çıkıyor, bu arada yüzüne yerleşen gülümseme hiç bir yere kaybolmuyordu. Daha fazla duramadı şirkette. Arabasına atlayıp rota belirlemeden dolaştı. Arabanın radyosunda çalan her şarkı sanki Ömer'i anlatıyordu bugün. Bu şarkıların hepsi bugün mü çıkmıştı yoksa Ömer mi ilk kez duyuyordu bilinmez ama her biri Ömer'i başka hayale taşıyordu. İki saat dolaştı kasabanın çevresinde. Onu bu denli kaygılandıran yarınki yemekten ziyade, yarınki yemeğin arkasından yaşayacaklarıydı şüphesiz. Kendisi için uzun sayılabilecek bir süredir görüşmelerine rağmen, duygular henüz sözcüklere dökülmemişti. Belli ki yarın bu yaşanacaktı. Ya sonra, sonra nasıl ilerleyecekti bu ilişki. Ömer'i asıl endişelendiren şey buydu. Şu yaşadıklarını kendisine anlatan bir arkadaşı olsa, söyleyeceği şeyler öyle hazırdı ki oysa.
- Yapma! Gitme! Ne yarın yemeğe, ne bir daha bankaya.
Oysa şimdi Ömer'in dinleyeceği en son nasihat buydu. Bile bile çıkmazını, dönmek istemiyordu girdiği yoldan.

Apartmanın girişine konan aynadan kendine baktı. İki saattir arabada defalarca karıştırdığı saçlarına çeki düzen verip çıktı eve. Elif açtı kapıyı. Elif, Ömer'in kızıydı. 5 yıl önce Ercan yalnız büyümesin, bir kardeşi olsun düşüncesiyle dünyaya gelmiş ve ailenin neşesi olmuştu. Babasını görür görmez atıldı boynuna. Alışık değildi babasının eve erken gelmesine. Zaten Elif' den başka da Ömer'in gelişiyle ilgilenen yoktu. Sibel, mutfaktan yavan bir hoş geldin nidası gönderdi sadece. Sibel, Ömer'in 11 yıllık eşi, annesinin de teyzesinin kızıydı. Ailelerin aynı yerde bulunan yazlıkları sayesinde başlayan dostluklarının hayat arkadaşlığına dönüşmesi hayaliyle yapılan evlilikleri, ne ilk yıllarda ne de son yıllarda arkadaşlıktan nasibini fazla alamamıştı. Her ikisi de, senaryosu yazılıp ellerine verilmiş oyunlarında, oynamaları gereken rollerini oynayıp, sadece görevlerini yerlerine getiriyordu. Artık ikisi de alışmışlardı bu duruma, evliliğin olağan seyri diye düşünüp, geçinip gidiyor, şikayetçi olmuyorlardı hayatlarından. Fakat o gün, Sibel'in gülmeyen, yorgun yüzü bile silemedi Ömer'in yüzündeki neşeyi. Hiçbir şey rahatsız etmiyordu onu bugün. Yemek hazırlanana kadar kızıyla oynadı, oğlunun ödevlerine yardım etti. Bedeni çocukların yanında olsa da aklı yarındaydı. Unuttuğu bir heyecan sarmıştı içini. Böyle bir heyecanı en son ne zaman yaşadığını bile hatırlamıyordu. En son üniversitede flört ettiği kız arkadaşı ile yaşamıştı herhalde. İzmir'de okurken, aşık olmuştu İzmirli bir kıza. Aynı sınıfta olmalarına rağmen, ona da 3. sınıfta arkadaşlık teklif edebilmiş o da 5 ay sürebilmişti sadece. Bu tip olaylarda ilk adımı atamayışının o zamanlardan tescilli olduğunu düşündü kendi kendine. .

O gece yemekte bir duble rakı hazırladı Ömer kendine. Genelde yalnız içerdi rakısını. Evliliklerinin ilk yıllarında ara sıra kocasına eşlik eden Sibel, yıllar geçtikçe eşlik etmek bir yana, Ömer'in rakısına bile karışır olmuştu. Ama bu gece hiç bir şey umurunda değildi Ömer'in. Çocuklar yattıktan sonra, gidip ikisini de birer kez daha öptü, üzerlerini örtüp, ışıklarını kapattı. Mutfağa geçip kendine bir duble rakı daha hazırlayıp salona geldi. Eşinin haline anlam veremeyen Sibel, gözünü, takip ettiği diziden ayırıp;
- Hayrola!
Diye başladı söze,
- Saatten haberin yok herhalde, ne rakısı bu saatte?
- Tekirdağ. Diye cevap verdi, Ömer. Sibel'in en son duymak istediği cevabın bu olduğunu bile bile. Sen de ister misin bir tane?
- Sen iç, ben yatıyorum. Bu saatte rakı falan içemem ben.
Sanki saat erken olsa içermiş gibi verdiği bu cevap, o gece sadece güldürdü Ömer'i. Sibel yattıktan sonra, belki de aylardır elini değmediği müzik setinin başına geçip radyo kanallarını aramaya başladı . Ruhuna hitap eden bir kanal bulup, oturdu camın önüne elinde rakısıyla. Ve arabada bıraktığı yerden yarının hayalini kurmaya başladı. Milas'ta gidecek yer vardı olmasına ama, tanıdık görme ihtimali, adına ihtimal denemeyecek kadar kesin bir sonuçtu. Aklında bir yer vardı ama tek problem biraz uzak oluşuydu. Olsun, yolu göze almıştı, eve de, bayisi olduğu Çimento firmasının Satış Müdürünü havaalanından alıp yemeğe götüreceğim dedikten sonra, mesele kalmayacaktı.

Ertesi gün, her gün uyandığı saatinden erken uyandı Ömer. Banyoda her zaman kaldığından daha uzun kaldı. Traşı hergün sürdüğünden daha uzun sürdü. Gömlek seçimi hiç bir gün olmadığı kadar zordu o gün. Hazır olup, aynanın karşısına geçtiğinde gördüğü görüntüden mutluydu Ömer. Kokusunu sürmekle kalmayıp, çantasına da koydu o gün. Artık çıkabilirdi evden.

İşe gelir gelmez, çayını, sigarasını alıp, odasına çekildi. Yapması gereken işler olmasına rağmen, yapacak ne hali ne de aklı vardı o gün. Tek istediği bir an önce akşam olmasıydı. Öğleden sonra, Muğla'dan gelen müteahhit dostunun yaptığı yüklü alışveriş ve gidilen yemek, ilerlemeyen zamanın akması için yardımcı olmuştu, az da olsa. Randevu saatine kırkbeş dakika kala çıktı şirketten. Yol uzun, biraz erken çıkmak iyi olur diye düşündü. Bankanın önüne gelip, arabadan aradı Güner'i, erken çıkabilir düşüncesiyle. Güner de sanki bu telefonu bekliyordu, bir dakika bile sürmedi gelmesi. Arabanın kapısını açıp yanına oturduğu an, Ömer'in hayatı boyunca hatırlayacağı ve hafızasında her canlandırdığında yüzüne bir gülümsemenin gelip oturduğu tarihi bir andı.

- İyi ki erken geldin. Benim de işim erken bitti, keşke gelse diye düşünüyordum kendi kendime. Mutlu etmişti bu söz Ömer'i. Cesaret gelmişti. O saatten itibaren dünya umurunda değildi artık. Gümüşlük'de bir restoran seçmişti Ömer, biraz uzak olduğu için sık sık gitmediği, ama her gidişinde unutamadığı bir yerdi burası. ''Cumhur'un Yeri'' yazardı tabelasında.

Yol boyunca susmadan konuştular. Bankadaki camekanlı odadan , telefonlardaki mekanik sesten kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla, Gümüşlüğe gelene kadar susmadan konuştular. Ömer, bu bölgeyi çok iyi bilmesinin verdiği bilgiçlikle, neredeyse yol boyunca civardaki tarlaların kime ait olduğuna kadar anlattı Güner'e.

Gümüşlüğe geldiklerinde hava kararmak üzereydi. Bir yıldır burada olmasına rağmen, Bodrum'dan ilerisine gitmemişti Güner. Methini çok duymuş olmasına rağmen nasıl olsa bir gün giderim diye ertelemişti hep. Arabadan iner inmez sonbahara rağmen gördüğü kalabalık şaşırttı Güner'i. Takı satan tezgahların önü bu mevsime göre oldukça kalabalıktı. Güner de durdu birinin önünde, toka satan bir tezgahtı bu. Mavi taşlardan yapılmış bir tokayı eline alıp inceleye başladı, açtı, kapattı, saçına taktı.
- Ayna var mı? Diye sordu.
Satıcının uzattığı aynada kendine bakarken, Ömer çoktan ödemişti bile tokanın parasını.
- Çıkartma. Dedi Ömer. Kalsın saçında, çok yakıştı.

Cumhur'un Yeri'ne geldiklerinde, yerlerine geçmeden kapıda balıklara bakmak istedi Ömer. Bu mevsimde ne olur, hangi balık yenir iyi bilirdi. İkisi için de birer Lüfer seçti, en tazesinden. İçeri girdiklerinde Güner'in mutluluğu yüzünden anlaşılıyordu. Burası hayal ettiğinden daha güzeldi Güner'in. Camlarla çevrili küçük bir salon, salondan çıkılan kapıdan beş adım atınca da deniz vardı. Hava kararmış olmasına rağmen, denizin içindeki adayı bile görebiliyordu.
-Alis'in gittiği Harikalar Diyarı da böyle bir yer olsa gerek. Dedi Güner. Ne büyük kayıp şimdiye kadar gelmemiş olmam.
Yavaş yavaş kendini hissettiren soğuğa rağmen, içeri girip oturmak gelmiyordu içinden.
- Sen burayı bir de yazın görmelisin, dedi Ömer. Yazın şu masada oturup güneşin batışını seyretmenin tadını bir alsan, bırakamazsın bir daha.
- Yazın da geliriz İnşallah.
- İnşallah!

İçeri girip oturduklarında, masaları hazırlanmıştı. Bu yöreye özgü mezeleri ilk kez gördüğü belli olan Güner, ismini bile bilmediği mezelere bakıp kalmıştı. Ömer rehberlik görevini sürdürerek başladı masadaki mezeleri anlatmaya. Mis gibi kokan zeytinyağının içinde duran sarmısaklı deniz börülcesini, dağ mantarını, hardal otundan yapılmış mezeyi tek tek anlattı. Onlardan başka sadece bir masanın dolu oluşunun da verdiği rahatlıkla ikisinin de keyfine diyecek yoktu o gece.

- Ne içersin?
- Rakı tabii ki,
- Neden tabii ki?
- Böyle bir ortamda, taş plaktan Zeki Müren dinlerken başka ne içilir ki?
Güldü Ömer, alışık değildi rakısına eşlik edilmesine. İkisi için de birer duble rakı istedi. Rakıları gelene kadar araya giren sessizliği, iki taraf da salata ve peynirle ilgilenerek kapatılmaya çalışsa da ortada bir sıkıntı olduğu dışarıdan bile hissedilebiliyordu.

- Neden bana Rapunzel diyorsun? Diye bozdu sessizliği Güner. Rapunzel masalını çok mu seviyorsun.
- Yooo, sadece saçlarından dolayı.
- Rapunzel'in aslında bir marul türü olduğunu biliyor musun?
- Dalga geçiyorsun.
- Yoo dalga geçmiyorum. Rapunzel'in annesi hamileyken canı, yan evin bahçesinde yetişen marulu çeker. Kadının ısrarına dayanamayan kocası, dikenli tellerle çevrili bahçeye girip karısı için marul çalar. Fakat yetmez kadına bu kadar marul. Ertesi gün tekrar canı ister bu marullardan. Adam, çaresiz tekrar girer bahçeye. Oysa bu ev, yaşlı bir cadıya aittir ve ikinci gelişinde marullarını çalmak üzere olan adamı yakalar. Cadı tarafından yakalanan adam korkudan yalvarmaya başlar. Karısının canının bu marulları ne kadar çektiğini, karısını kıramadığını anlatır. Fakat cadının adamı serbest bırakmak için tek bir şartı varmış, o da doğacak olan bebeğin kendisine verilmesidir. Korkudan ne yapacağını bilemeyen adam, çaresiz kabul eder bu teklifi. Ve doğar doğmaz cadıya teslim edilen bebeğe, bahçesinde yetişen marul türü olan ''Rapunzel'' adını koyar Cadı.
- Bilmiyordum. Benim bildiğim, bir kulede tutuklu olan Rapunzel isimli bir kız var ve saçlarını uzatıp sevgilisini yanına alıyor.
- Grimm Kardeşler'in kemikleri sızlamıştır eminim. Tam olarak öyle değil, saçlarını uzatıp üvey annesi olduğunu zannettiği cadıyı yukarı alır. Rapunzel genç bir kız olunca sesini duyup onu takip eden Prens, cadının gelerek ''Rapunzel, Rapunzel, uzat o altın sarısı saçlarını da yukarı geleyim'' dediğini duyup, ertesi gün aynı sözü söyleyerek yukarı çıkıyor. Ve aralarındaki aşk böyle başlıyor. Fakat bir gün Rapunzel, cadıya, ''Anneciğim neden sen prens kadar hızlı tırmanamıyorsun saçlarıma'' demesiyle cadı her şeyi öğrenir. Ve Rapunzel'in saçlarını kökünden kesip, onu kuleden uzaklaştırır. Sevgilisini görmek için kuleye gelen Prens, Rapunzel'in kestiği saçlarını aşağı sarkıtan cadı sayesinde yukarı çıkar ve karşısında cadıyı görünce üzüntüden kendini kuleden boşluğa bırakır. Şanslıdır ki ölmez fakat kulenin dibindeki dikenler gözüne batar ve kör olur. Rapunzel deme bana bir daha.

Arkası yarın...

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 TEYZUŞ : Ferda Önler


SUYUN ÖTE YAKASINDAN OLMAK - 1

Suyun öte yakasından, yani Meriç Nehri'nin karşı kıyısından, yani Rumeli'li olmak. Türk mübadillerinden (göçmenlerinden) olmak, yani "muhacir" olmak.. Hiç karşılaştınız veya tanıştınız mı böyle birisiyle ? Ya da çevrenizde bildiğiniz biri var mı, suyun öte yakasından olan ? Hiç merak ettiniz mi ? Kimdir bu insanlar, nerelerden, nasıl ve ne zaman, hangi şartlarda, topraklarından sökülüp çıkarılmış; zorunlu göçe, "muhacir" olmaya zorlanmışlardır ? Hiç okuyup dinlediniz mi "muhacir" hikâyelerini ?

Onların ortak hikâyeleri 1922 yılında başlar. Anadolu'dan gelen Rum mübadillerin Yunanistan'a varıp, kasaba ve köylere dağıtımına başlanmasıyla. Yaklaşık iki yıl sonra, Cumhuriyet'in ilânının hemen ardından, 1924 yılında sıra Türkler'e gelir. Bu defa onlar yola koyulurlar. Anadolu'dan gelen Rumlar'ın karşılığında, Yunanistan'ın köy ve kasabalarından da ( eskiden Osmanlı'nın olan; Üsküp, Manastır, Selanik, vs. gibi vilayetlerin ) Türk mübadiller Anadolu'ya iskâna tâbi tutulurlar. Yani, Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi anlaşması, onları da doğdukları güzel topraklarından söküp çıkaracaktır. Bir yerlerde okumuştum :

"" Kütahya'dan Yunanistan'a zorla gönderilen Rumlar, hiç Yunanca bilmemektedirler. Konuştukları tek dil Türkçe'dir. Yunanlı komşu şaşırır. "Bunlar ne biçim Yunanlı, dilimizi bile konuşamıyorlar" der. Ama Anadolu'dan gelen Rumlar da aynı şaşkınlığı yaşarlar : "Bunlar bizim dilimizi konuşmuyorlar. Galiba biz buralara hiç alışamayacağız". Mübadele işte bu insanların dramıdır. Yunanca bilmeyen Rumlar, o Rumlara komşularından daha yakın Türkler. Türkiye'yi anavatan kabul eden Rumlar, Yunanistan'ı anavatan kabul eden Türkler..Yani 20'li yaşlarında geldiği İzmir'de, 90 yaşına kadar "hiç gelmemiş" gibi yapan, sadece Rumeli türküleri söyleyerek hep geri gideceği günleri düşünen insanlar gibi..Mübadillerin ve göçmenlerin hayatını en iyi özetleyen sözler işte bunlardır: "Duymamış gibi yapan, gelmemiş gibi yapan insanlar" Bu göçmenlerin "sessizlik ve anavatana şükran felsefesidir" ...""

İşte, aileminki de bu yüz binlerce muhacir ailenin ortak hikâyelerinden sadece bir tanesi. Bizimkilerin mübadele hikâyesi, 1924 yılının sıcak bir Haziran gününde Yunanistan'ın Kesriye ( Castoria ) Kasabası'nın Jelin Köyü'nden yola çıkışlarıyla başlıyor. Kesriye, eski Osmanlı'nın Selânik Vilayeti'ne bağlı ilçelerden biridir. Yunanistan sınırları içinde bir kasabadır. Ama, buraya bağlı Jelin Köyü'nde bir arada, iç içe yaşayan Rum ve Türk'e nazaran Bulgar kökenli ahali çoğunlukta olduğundan, konuşulan ortak dil de ağırlıklı olarak Bulgarca'dır.

Bu köyün neredeyse tamamının sahibi olan kişi ise, benim sevgili dedemin dedesi ( soyağacımızda ulaşabildiğim dalların en tepesindeki kişi ) "BANUŞ AĞA" adındaki bir Osmanlı Sipahisi'dir. Onun babası Mehmet Ağa'nın da bir Sipahi Beyi olmasından dolayı, ailenin kayıtlara geçmiş lâkabı, "Sipahiler" ya da "Sipahioğulları" dır. Bu beyliğin, hangi Osmanlı Padişahı döneminde ( III. Selim-II. Mahmud, 1789-1839 arası) verildiği kesin olarak bilinmemektedir...Selânik'ten yola çıktıklarında dedem 16-17 yaşlarında bir delikanlıdır. Anneannem ise, 12-13 yaşlarında genç kızlığa henüz adımını atmıştır. İşte böylesine köklü, toprak zengini bir ailenin oğullarından ve de "Sipahi Beyi"nin torunlarından biri olan dedem ile, aynı köyden fakat daha orta hallice bir aileye mensup ve köyün en güzel kızlarından biri olan anneannem, ilk kez Selânik'ten bindikleri vapurda karşılaşırlar... Kim bilir; belki de güzeller güzeli Servet Hanım ile yakışıklılığı bakımından sevgili Atatürk'e benzeyen canım dedem Süleyman Efendi'nin, 45 yıllık mükemmel evlilikleri boyunca hiç tükenmeksizin sürüp giden, neredeyse yarım asırlık sevdaları, vapurda birbirlerini gördükleri o anda başlamıştır.. Çünkü, öylesine bir sevdaydı ki onların ki; ne anlatılabilir ne de tarif edilebilir. Ancak ikisini birlikte görenler; hemen hissederdi bu sevdanın, aşkın büyüklüğünü, derinliğini, gücünü. Aradan geçen yıllara inat, sönmeyen ateşini. Ve belki de bugüne dek gördüğüm; en güzel, en imrendiğim, en gerçek olandı... Anneannemin kendi elleriyle ve özenle pişirdiği kahvesinin fincanını her seferinde sevgili eşinin avuçlarından alırken, dedemin o an dnneanneme kilitlenmiş gözlerindeki hayranlık ve sevgi dolu bakışlarını asla unutamam ! Zaten, ömrüm boyunca bir kadına öylesi sevda yüklü bakışları hiçbir erkekte maalesef yakalayamadım !.. Zaten bizim ailenin diğer kadınları, asla anneannem kadar şanslı olamadı; bırakın kendi kızlarını, biz torunları bile ..! Her ikisinin o lâcivert-mavi gözleri birbirlerine kenetlenir, bunca yıl sonra dahi hâlâ utangaç; ama çok da manalı bir tebessüm otururdu karşılıklı bakışlarına. Birbirleriyle flört etmekten asla vazgeçmediler, bıkıp-usanmadılar hiç... Herşeyi paylaşmaya, birlikte yapmaya hep özen gösterdiler. Birbirlerini hiç kırmadılar, kırılmadılar da. Kendilerini ve ilişkilerini yıpratacak tavır ve davranışlardan hep kaçındılar. Ömürleri boyunca, birlikte yakalamış oldukları mutluluğu, kendilerine bağışlanmış en büyük lütuf olarak görüp; onu sonuna dek yaşamaya, birbirlerine yaşatmaya ve evlatlarına da örnek olmaya çalıştılar. Ve ölüm bile, pek başaramadı onları birbirlerinden uzun süre ayırmayı... Ben, hep gülümserken görmeye alışık olduğum canım dedemin hıçkıra hıçkıra ağladığını sadece bir kez; o da anneannemin vefat ettiği gün görmüştüm.

Sonraki günlerde ise, bizlerden saklamaya veya saklanmaya çalışsa da, bir köşeye çekilip çocuklar gibi içini çeke çeke ağladığını; yaşamları boyunca dillerinden hiç düşürmedikleri, hep özlemini çektikleri o diyarları, doğdukları o toprakları, ölmeden önce son bir kez daha görmek, havasını yeniden solumak üzere, sevgili hayat arkadaşıyla birlikte Rumeli'ye tekrar gidememiş olmanın ezikliğini, acısını yaşadığını hissederdim. Zaten çok fazla yaşamadı Servet Hanım'ının yokluğunu... Süleyman Efendi'nin sevda yüklü kalbi, hasrete, bir başına kalmışlığa, en büyük "Servet'ini" yitirmiş olmaya dayanamadı ! Bir yıla varmadan, adeta koşarcasına gitti onun peşinden... Hem de yanında olamadığım bir zamanda ! Yurtdışına, dil öğrenimi için göndermiş olduğu en sevgili torunu olan benim dönüşümü dahi beklemeden ! Sanki, yokluğumu fırsat bilmişçesine ! Belki de izin vermem diye, benimle vedalaşmaktan kaçarcasına ! Her ne kadar bana hep aksini iddia etse de, anneannemi benden bile çok sevdiğinden her zaman şüphelenirdim; meğer haklıymışım kuşkularımda...

Türk ve Yunan taraflarınca yapılan mübadele anlaşması gereği, doğdukları toprakları terk etme sırası kendilerine gelen birçok aile gibi, bizimkiler de tüm mal varlıklarını geride bırakmak suretiyle çıkarlar köylerinden. Yanlarında götürmelerine izin verilen, birkaç parça kap-kacak ve giysileri ile, anılarından ibarettir sadece. Bir de, attıkları her adımla oradan biraz daha uzaklaştıkça, yüreklerine artarak çöken ve yeni yeni tanımaya başladıkları bir acı... Sonraları bunun "vatan hasreti" denilen şey olduğunu öğreneceklerdir. Aynı acıyı hiç tatmamış olanların kolay kolay anlayamayacağı türden, yakıcı bir hasret ! Ömürleri boyunca gözyaşlarını dindirmeyen, taa iliklerine kadar işlemiş bir hasret ! Omuzlarda, sırtlarda yüklü eşyalar, yüreklerde yüklü acılar, kaygılar... Düşerler yollara; çoluk-çocuk, genç-yaşlı ve de ihtiyarlar. O dönemin şartlarına göre binek hayvanlarının dahi kısıtlı olduğu kafilelerin, yürüyerek Selanik'e varmaları günlerce sürer. Yorgunluk, perişanlık, bezginliktir bu yürüyüşün bedeli. Bir de, daha limanı bile göremeden Selanik yolunda yitirilen ihtiyar ve çocuklardan birkaçı... Mübadele sonucu göçe zorlanan Rumeliler'in, köylerinden çıktıktan sonra önce Selânik, sonra vapurla İzmir, Urla'ya varışları, yaklaşık bir ayı bulur. Sonunda vapur limana demirler. Ve KARANTİNA .! İşte, anavatan'ın Rumeliler'i karşılaması, taa uzaklardan gelen soydaşlarına kucak açışı... Mecburen bindirildikleri bu vapurlarda, yolculuk boyunca yaşamak durumunda kaldıkları kötü koşulların neden olduğu maddi manevi hasarları bu insanlar yaşamları boyunca üzerlerinden atamadılar.

Bir bilinmeyene doğru yola çıkmanın ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz ? Herhalde, o insanların yaşamaya alışık oldukları bir ortamdan, hakkında hiçbir fikre sahip olmadıkları bir ortama gidiyor olmalarının beyinlerde yarattığı travma az olmasa gerek ! O güne dek sahip olunan her şey yitirilmiş, geride kalmış. Daha da kötüsü, vazgeçmek zorunda bırakılmış bu insanlar ! Kendilerine sorulmadan, fikirleri alınmadan... Sadece: "düşün yollara" denilmiş onlara... Türkiye'de yerleşmeleri için sınırlı seçenek konmuş önlerine ! Özellikle Anadolu'dan giden Rumlar'ın boşalttığı yerlerden. Sanki onca geniş toprağa sahip, koskoca ülkede başka yerleşim alanları yokmuş gibi ! Anavatana vardıktan ( karantinaya alındıkları Urla'dan ) sonra dağıtım gereği, bizimkilerin de dahil olduğu kafile, yine kırık dökük bir vapurla, önce Mersin'e gönderilmişler. Oradan da at arabalarıyla Konya Ereğlisi'ne. Burada geçici olarak bir süreliğine Ereğli'nin yerlisi ailelerce konuk edilmişler. En son durağa, yani bundan böyle yaşamlarını sürdürmeleri için kendileri adına "yetkililerce" uygun görülen yerleşim alanlarına vardıklarında ise, mevsim yerini Rumeli'den çıktıkları yazdan, artık sonbahara bırakmıştır. Yani, hüzünlerin katmerlendiği, genellikle ayrılıkların yaşandığı mevsime...

Bizimkilerin iskân edildikleri yer ise, bugün Aksaray iline bağlı "Güzelyurt" kasabası olur ( eski adı - Gelveri ). O zamanlar 30-40 haneli bir köydür burası. Kendilerine Rumeli'de "bıraktırılan" topraklar, verimli, sulak, adeta bir tarım cenneti... Gönderildikleri yer ise, Orta Anadolu'nun çorak, dağlık, unutulmuş bir köyüdür ! Evlerin çoğu kayalara oyulmuş... Köy halkının çoğunluğu bu mağara evlerde yaşamaktadır ( Kapadokya'yı görenler bilir o mağara evleri. Zaten bu köy de Ihlara Vadisi'nin Aksaray yönündeki uzantısındadır ).

Üstelik, Rumeli'li ailelerin bir çoğu bu göçün ardından darmadağın olmuş ! Kimi Anadolu'nun batısına, kimi güneyine, kimi ortasına bölük pörçük iskân edilmişler. Kardeşler, yeğenler ve diğer akrabalar; her biri bir yere dağılmış ( Bugünkü "Batı Trakya"da kalanlar da olmuş tabii; daha sonraları onların oralarda maruz kaldıkları durumlar da malum ya ! ).. Annem, dayımlar, teyzem, onların yaşıtı kuzenleri ve daha başka nice ailelerin çocuklarının birçoğu, hemen hemen babalarını hiç göremeden büyümüşler. Çünkü babaları ( yani dedem, kardeşleri ve akranları ) Selânik'ten çocuk ya da çok genç yaşta geldikleri Türkiye'de, iskân oldukları yerde ( Gelveri ki; o zamanlar en yakın kasaba olan Aksaray'a yürüyerek yarım günlük yol mesafesindeymiş ) ne tahsil yapabilme, ne de iş bulma imkanı olmadığı için, bu kez de büyük şehirlere gurbete çıkmışlar. Kimi Ankara'ya, Kimi İstanbul'a, kimi başka büyük illere. Gurbette okuyup, kazanıp, ailelerine para yollamışlar. İşte, yine rahmetle andığım benim Sevgili dedem de ailesini ( eşi ve dört çocuğunu ) Gelveri'de bırakıp, gurbete düşenlerden birisiymiş. Ancak işlerini yoluna koyabildikten yıllar sonra çocuklarını Ankara'ya getirebilmiş; okutmuş, geleceklerini hazırlamaya adamış kendisini. Çok büyük güçlüklere maruz kalınarak kurulan hayatlardan sadece birisi benim ailemin yaşadıkları... Ama, sevgili dedem, yeniden kök saldığı bu topraklarda önüne çıkan tüm zorlukları, engelleri aşabilmiş ve burada sıfırdan başladığı hayatını doğru yönlendirerek, her zaman bir ferdi olmaktan gurur duyduğum ERTEN Ailesi'nin ( sonradan çıkarılan Soyadı Kanunu ile SİPAHİLER, "ERTEN" olmuşlar ) en başarılısı olmuştu. Dahası, "bir zamanların Ankarası'nın" ( 1960-75 senelerinin ) tanınmış, güvenilir, dürüst, saygı duyulan işadamı ve müteahhitlerinden biri olmuştu.

Rumeli'den gelme muhacir bir ailenin torunu olduğumdan, hemen hemen tüm çocukluğum, aile büyüklerimin anlattığı bu hüzün dolu mübadele hikâyelerini dinleyerek geçti. Yaşanmış büyük kederleri, acıları, hasretleri, özlemleri, yokluklara mahkum edilmişlikleri, katlanmak zorunda bırakıldıkları güç koşulları, çocuk olmama rağmen anlayabiliyordum ve yaşamım boyunca, derin duygularla yüklü o anıları yüreğimin bir köşesinde hep taşıdım. Bugün hâlâ, ne zaman bir Rumeli Türküsü dinlesem; hemen oracıkta su yüzüne çıkarlar. İçimi titretir, burnumun direğini sızlatır çocukluğumun taptaze anıları... Hemen ardından, hep rahmetle andığım sevgili anneannemin, o çok özgün ve kulağa çok hoş gelen Rumeli şivesiyle söyledikleri çınlar kulaklarımda :

"...vatan dediğin doğup büyüdüğün yerdir... benim vatanım, doğduğum Selânik topraklarıdır..." derdi ve her anışında o lacivert-mavi gözleri, ıslak ve hüzün dolu; dalar giderdi... Hep oraları çok özlediğini söyler, adeta sayıklardı; dilinden düşmezdi hiç Rumeli'si... Ve hasret gitti ! Bu hasretle kavruldu ömür boyu ! Öldüğünde ise, gideceği cennetin de Rumeli'de olduğuna kendini inandırmış olarak gittiğinden eminim ! Bize; ablam ve bana, ( diğer torunları o zaman henüz doğmamışlardı ) bıraktığı yegâne vasiyeti: "Sizler gençsiniz, şimdi imkanlarda çoğaldı, eskisine benzemez; ömrünüzde hiç olmazsa bir kerecik olsun gidip görün Selanik'imi... Ama, benim gözlerimle bakmaya çalışın ki, bizleri görebilesiniz oralarda..." demek olmuştu yaşadığı sürece. Rumeli'de bir Ağa, bir Sipahi Beyi torunu olan dedem ile, köyün ileri gelen ailelerinden "Hocalar"ın kızı anneannemin mübadele anıları, tarihi bir belgesel yapılabilecek kadar renkli, gerçek ve ilginçtir. Ayrıca, çıkarılacak yığınla dersler vardır o hikayelerde !..

Siyasal olayların ve siyasilerin aldığı bazı kararların, sıradan ve sıra dışı insanların hayatlarını nasıl savurduğuna dair acı dersler !.. İnsanları varlıktan yokluğa, her türlü zenginlikten fakirliğe nasıl sürüklediklerine dair...

Bu anılardan benim aldığım ilk ders; kendimde "köklerine sahip çıkma bilincini geliştirmek" oldu. 1987 yılında Yunanistan'a yapmış olduğumuz seyahat, bu bilinç doğrultusunda gerçekleştirilmişti zaten. Tabii ki bu kararı alırken, 1976'da yitirmiş olduğumuz Anneannemizin vasiyetinin de önemli bir katkısı olmuştu, şüphesiz ! Fakat asıl etken, çocukluğumdan beri içimdeki bir sesin bana hep: "Senin köklerinin bir ucu orada !" diye fısıldamasıydı galiba... O deniz mavisi gözlü, hoş görülü, güleç yüzlü, sarışın ve son derece medeni insanların doğup büyüdüğü, sonra da köklerinden sökülüp atıldığı topraklar, nedense hep çekti beni. Aile büyüklerimin, köklerimin savrulup geldiği yerler, çağırdı beni sanki. Onlar... Suyun öte yakasından gelen Rumeliler... öylesine medeni insanlardı ki; her nereye gönderilmişlerse, gittikleri yerlere, hatta Anadolu'nun en kıraç ve medeniyetten en uzak köşelerine dahi, "medenilik"lerini de beraberlerinde götürebilmişlerdi. Sosyal yaşamları, hayat görüşleri, yaşam tarzları, örf ve gelenekleri, mutfak kültürleri, sanata bakışları, dinledikleri müzik, hep ayrıcalık ve farklılıklarını sergilemiştir. Onlar yanlarında Anadolu'ya başka bir renk ve farklı bir medeniyet getirmişlerdir; ne Osmanlı'sında ne de Anadolu'nun yerlisinde olmayan !..

Arkası yarın...

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey


Arabistan'da Yaşam 4

Merhabalar...

Yasaklarıyla ve şeriat kurallarıyla ünlü bu " Müslüman dünyasının kutsal topraklarından " yazan seslerin çoğalması sevindirici. Çünkü buralar başka yerlere benzemiyor ve bu yüzden bu topraklara gelince karsılaştıklarımızı da ille de başkalarıyla, mutlaka paylaşmak ihtiyacı hissediyoruz. Bu ülkede gördüklerimi ve yaşadıklarımı her ne kadar objektif olmaya çalışarak aktarsam da zaman zaman kendi düşüncelerimi de katmaktan kendimi alamadığımın farkındayım. Başka sesler bazen benim de fark etmediğim şeylerin ayırdına varmama yardımcı oluyor.

Özellikle bu ülkeye gelmeden önce ülke hakkında genel hatları dışında bir bilgim olmadığından, burada gördüklerim ve öğrendiklerim pek çok konuda şaşkınlık yaşamama sebep oldu. Örneğin Suriye sınırlarından ayrılarak, kısa bir dönem Fransız askeri destekli özerk bir " ülke " olarak kalan ve daha sonra Türk topraklarına " il " olarak katılan Hatay (Antakya) halkının sular seller gibi Arapça konuştuğunu ve şimdilerde 80'li 90'li yaşlardaki Hataylı, İskenderunlu dedelerin de aynı akıcılıkta Fransızca'da konuştuklarını burada gördüm ve öğrendim.

Sineması, tiyatrosu, barı, alkolü, eğlencesi olmayan bu " yasaklar " ülkesinin her türlü yasağa rağmen kendi içinde bir demokrasi anlayışı da var. Yabancı konsoloslukların her biri (Türk Konsolosluğu'nu ayrı tutuyorum. O her yerde olduğu gibi sahsına münhasır bir konsolosluk) kendi özerk alanında ülkesinin bir minyatürü. Tiyatro, haftanın belirli günleri sinema gösterileri ve zaman zaman sinema günleri, klasik müzik konserleri, yarışmalar, sergiler, özel gün ve bayramlarda kutlamalar, kermesler, eğlenceler...Her ne kadar insanlar evlerinde kendi alkollerini kendileri yapıyorlarsa da (ve hepsi " köpek öldüren " şeklinde çarpıyor adamı orası başka mevzu)yabancı konsoloslukların belirli bir limite kadar ülkeye alkol sokabilme yetkileri de bu tür eğlenceleri burada yaşayan yabancılar için cazip hale getiriyor elbette. Bu kültürel zenginlik ve çeşitlilik bu tür aktiviteleri her seferinde uluslararası bir şenliğe dönüştürüyor. Ha.. evet, vizyon filmlerini, özellikle Amerikan filmlerini dünyayla aynı anda güzelim sinema salonlarında izleyemiyorsunuz. Onun da çaresi, hemen sonra piyasaya çıkan DVD'leri...

Cumhuriyet öncesi romanlarımızın pek çoğunda " talihsiz kahramanlar "Taif'e sürgüne gönderilirler. Bu kahramanlar ki ömürlerinin sonuna kadar da, sürgün süreleri dolsa bile dönmezler Taif'den... Boşuna değil. Taif, Cidde'ye iki saat uzaklıkta 2000m yüksekte bir dağ şehri. Modern Avrupa ve Arap mimarisinin mükemmel senteziyle yapılmış Cidde mimarisine inat eski Arap kültürü mimarisiyle örülü ve Osmanlıdan izler taşıyan, başka bir yazıya uzun uzun konu olacak olağanüstü güzel bir şehir Taif.

Her yol Mekke'ye çıkar (mı ?). Gayrimüslimlerin Mekke ve Medine'ye girmesi ve bu şehirlerde çalışması yasak. Bu nedenle bu iki şehrin üzerinden geçen bütün karayolları ikiye ayrılır. Only Muslim - Non Muslim. Doğal olarak bu şehirler üzerinden uçuş da yasak. Hacı adaylarının tamamı önce Cidde ya da Riyad'a gelirler ve buradan karayolları ile Mekke ve Medine'ye ulaşırlar. Bu yasaklar Kral Fahd'ın yaşlanması ve Prens Abdullah'ın ülke yönetiminde söz sahibi olmasıyla yavaş yavaş asılıyor olsa gerek. Amerikan dostu diye adlandırılan Prens Abdullah'ın ilimli tutumları geçen yıl, tarihinde ilk kez olmak üzere, Hıristiyan Amerikalı bir kadın gazetecinin hac zamanı Mekke'ye girmesine ve Amerikan ABC televizyonu adına çekim yapmasına sahne oldu.

Başkent Riyad son dönemlerde adı sık sık terörist olaylarla anılır olsa da bütün dünya başkentleri gibi biraz " resmi ". Doğal güzellikleri, geniş park alanları, çok sayıda çocuk bahçeleri ve yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük ve modern hayvanat bahçesiyle ünlü modern bir kent. İş dünyasının yoğun olduğu bu şehirde doğal olarak yabancı uyruklu pek çok aile yaşamakta. Bu nedenle yabancı okullar, çeşitli devletlere ait özel hastaneler çok sayıda bu kentte.

Yasakları bir türlü bitmeyen bu ülkede insan portresi ve heykelinin yapılması ve sokaklarda teşhir edilmesi yasak. Portre yasağı yalnızca kral ve prensler için geçerli değil. Şehrin çeşitli yerlerinde, özellikle de otobanlar üzerinde Kral Fahd ve prenslerin devasa fotoğraflarıyla sık sık karşılaşmak olası. Açık alanlarda fotoğraf çekmek ve kamerayla görüntü almak da ülke genelinde yasak. Asker, polis, binalar, kutsal şeyler dışında sokaklarda, belirli alanlarda göz yumulan fotoğraf çekimleri özellikle Kabe'de hala yasak. Varolan ve özellikle de takvimlerde kullanılan Kabe fotoğrafları özel izinle çekilebiliyor ancak. Ama istediğiniz görüntüyü yetenekleriniz ölçüsünde kağıda dökmenizde bir sakınca yok tabii.. Bu yüzden olsa gerek ki dünya üzerinde hakkında herhangi bir belgesel çekilememiş, ayrıntılı bilgi verilemeyen, herhangi bir şekilde yorum yapılamayan tek ülke durumunda Suudi Arabistan.

Gayrimüslim erkeklerin Arap halkının giydiği ve beş parçadan oluşan ( taghia, ghatra, shamacah, thobe, malabes daghalia)ulusal giysiyi giymesi ve bu şekilde sokaklarda dolaşması yasak. Ülkedeki yerli yabancı bütün kadınlar " abbaya " denen kıyafeti giymek zorunda. Ama Suudi vatandaşı kadınlar dışında, isteyen her kadın başı açık dolaşabilir. Amaaa... şehirde, özellikle de halka açık alanlarda, her zaman iki resmi polis eşliğinde dolaşan eli sopalı din polisleri, yani " mutavva "lar özellikle Ramazan ayında ve hac vakti daha çok ortalarda görünmeye başlarlar. Başı açık kadınların eşlerini, kadınlarının başlarını kapamaları için uyarırlar. (Söylentiye göre mutavvalar, çok değil birkaç yıl öncesine kadar, uyruğunun ne olduğuna bakmaksızın, başı açık kadınlara ellerindeki sopayla meydan dayağı çekerlermiş.Ben birinci yılımı doldurdum bu ülkede ama henüz sopayla adam dövdükleri şöyle dursun bu din polislerinden Allah için bir tanesiyle karşılaşmak ve neye benzediklerini görmek bile nasip olmadı. Görenlerde çok şey yitirmiş olmadığımı, hatta şanslı bile sayılabileceğimi söylediler)

Mağaza vitrinlerini süsleyen aşırı gösterişli giysilerin ve birbirinden modern gelinliklerin kim tarafından ne zaman giyildiğini ise öğrenmek güç olmadı. Giyimine, saç, cilt ve vücut bakımına özel önem gösteren Arap kadınını, peçesinin altından yüzünü görme şansı elde etmişseniz eğer, pek çoğunun güzelliğiyle göz kamaştırdığını fark edersiniz.. Şans eseri bulunduğum bir düğünde gördüm ki, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı bölümlerde eğleniyorlar. Düğün bitinceye kadar gelin ve damat birbirlerini görmüyorlar. (Bu söylediklerim evliliklerin hepsinin görücü usulü olduğu kanısı uyandırmasın sizde. Özellikle genç kuşak cafelerde, alışveriş mağazalarında vs.. tanışarak evleniyorlar) Kendi ülkemde bir düğüne nasıl özenle hazırlanarak gidiyorsam bu düğüne de öyle gittim ve inanın orada bulunan en vasat giysili hatundum. Biblo kadar güzel gelin kız, değerli taşlarla süslü gelinliğinin içinde peri kızları gibiydi. Erkekler tarafında şarkı söyleyen sanatçının salonda bulunan dev ekrana yansıyan sesi ve görüntüsü de kadınlar tarafındaki eğlencenin tek kaynağıydı.

Arap aileleriyle komşuluk etmek dünyanın en zor işlerinden biri. Kolay kolay bir yabancıyı evine konuk etmeyen Arap halkı, evlerindeki bu tutumlarının aksine başka ortamlarda, çekingen, alçakgönüllü ve bir o kadar da sevecenler. Geçenlerde eşimle bir bilgisayar mağazasına gittik. Mağazadan içeri girdiğimizde, mağaza görevlisini Suudi bir müşteriyle konuşur bulduk. Ortaya selam verdik, yalnızca görevli selamımızı aldı. Onların konuşmaları sürerken biz de sağa sola bakınarak konuşuyorduk. 50'li yaşlarının sonunda olduğu anlaşılan Suudi müşteri, bizim aramızda Fransızca konuştuğumuzu görünce meraklandı. Fark ettik ki bizimle konuşmak istiyor ama lafa da nereden gireceğini bilmiyor. Ben bütün gücümü toplayıp, her şeyi göze alıp adama İngilizce olarak " sizin de mi bilgisayarınız arızalı ? " diye abuk bir soru sordum. Bir kadına cevap vermeyeceğini ve hatta kendisiyle konuşuyor olduğum için sinirlenebileceğini bile düşündüm. Oysa gözlerinin içi parlayarak " evet " dedi ve bir daha da susmadı. : Akıcı, duru bir İngilizce kullanıyordu. Suudi vatandaşıymış. İki karisi ve onlardan toplam beş çocuğu varmış. Bütün dünyayı dolaşmış ama en çok Paris'e hayran kalmış. Bu şehri, ülkeyi ve insanlarını çok seviyormuş. Hayatta en çok Fransızca dilini çok iyi konuşmak istemiş. Biz Fransızca'yı nereden biliyor muşuz ? Falan... Laf döndü dolaştı Suudi Arabistan'a ve insanların yaşam şekline geldi. " Ben ilk karımı, başka ülkelere gittiğimizde, yüzünden peçesini çıkarmak istemediği ve bütün ısrarlarıma rağmen çıkarmadığı için boşadım. Evet bizim ülkemizde yazık ki kurallar böyle. Ama başka ülkelere gittiğimizde asgari müştereklerde o ülke şartlarına uymalı ve biraz da özgürlüğümüzün tadını çıkarmalıyız. Benim gençliğimde bütün aile, annem, babam, kız kardeşlerim, gelinler, torunlar bir araya gelirdik ve bir tabaktan yemek yerdik. Akşam yemeklerimiz ailemizin bir araya geldiği ve sohbetimizin en tatlı olduğu yerdi. Ne var ki zamanla her şeyi değiştirdiler. Benim erkek kardeşim 15 yıldır evli ve ben karısının yüzünü 15 yıldır bir kez olsun görmedim. Şimdi aile bireyleri kadın erkek bir araya asla gelmiyor. Ayrı ayrı odalarda yemek yeniyor. Bu din falan değil. Gün geçtikçe kendimizi din adına daha çok kısıtlıyoruz. Oysa bizim dinimizde böyle bir zorlama yok. Her geçen gün yeni bir şeyler ekleniyor kutsal kitabımıza. Tabii böyle olunca da inandırıcılığı kalmıyor. Benim bütün geçmişim bu ülkede ama bütün bu olan bitene dayanamadığımdan, yılın çoğunu Suriye'de geçiriyor sık sık da buraya ailemi görmeye geliyorum ". Bütün bunları bir Suudi vatandaşının ağzından duymak bizi oldukça çok şaşırttı.

Bir yasaktan daha bahsedeyim hemen. Yahudi vatandaşları bu ülkeye hiç bir koşulda giremiyorlar. Haritalarda yer almıyor, okullarda çocuklara öğretilmiyor, dünya coğrafyası üzerinde bir ülke ve din olarak tanınmıyorlar....

Suudi Arabistan dünyada, bayrağı üzerinde dinsel simgesi yer alan ilk ve tek ülke olma özelliğini de taşıyor. Ülke yabancı turizmine açık değil. . Ancak son yıllarda tutundukları dış politikalar yüzünden, yasaklarını ve alışkanlıklarını yavaş yavaş terk etmeye başlamış bu kara altın ülkesinin bir başka önemli gelir kaynağı da hac ve umre ziyaretleri . Eee..... bir de balıklarıyla ünlü Kızıldeniz var ki, kitaplara konu olacak güzellikte. " Dünyada yedi ana renk vardır " diyen uzmanların feleğini şaşırtacak cinsten renk ve ihtişamla bürülü bu deniz. Dünyanın en büyük ve doğal akvaryumu kabul edilen bu eşsiz denizde yapılan su altı turizmi ve bu turizme olumlu anlamda yapılan yatırımlar da ülke gelirinin bir başka ve görünmez yüzü... Özel plajlarda bikini ya da mayonuzla yılın 365 günü güneşlenip, yüzebildiğiniz gibi, bu mükemmel dünyanın 30 metre derinliklerinde yeni keşiflere çıkmak da heyecanların başka türlüsü. Naçizane bendenizin bu sularda bir köpekbalığıyla yarenlik ettiğini de belirtmeden geçmeyeyim istedim....- :)

Şaire sormuşlar (Ankaralılar alınmasınlar) " Ankara'nın nesini seviyorsunuz ? " " İstanbul'a dönüşünü " diye cevap vermiş. Bizler için de bu ülkede yabancı olmanın en güzel tarafı, bir gün bu ülkeden çekip gidecek olduğumuzu bilmek. Ama şartlarınızı zorlamış ve gelmişseniz de yapacağınız en iyi şey gözünüzü dört açmak ve buranın da kendine ait güzelliklerini keşfetmek. Ee... yoksa burada hayatı kendinize ve başkalarına zehir etmek, dünyanın en antidemokratik ülkesinde yaşıyor olmaktan şikayetçi olmak dünyanın en kolay işi.

Artısıyla, bol bol da yasakları ve eksileriyle dolu bu ülkede yapılacak bir reform elbette Müslüman alemini ayaklandırabilir. Ama hızla modernleşmekte ve dış dünyaya açılmakta olan bu koca ülke Prens Abdullah'ın çabalarıyla( ?!) bu olası reformdan daha uzun süre kaçamayacağa benzer....

Başka serüvenlerde buluşmak dileğiyle...

BİTTİ...

Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan
duffey@kahveciyiz.biz

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


BENİM ZAVALLI "Y" KROMOZOMUM

"Y" kromozomunun kaçınılmaz ölümü; erkekliğin yakında tümüyle ortadan kalkacağı ve zaman ayarlı bombanın "Y" kromozomun aleyhine çalışıyor yolundaki kehanetler 2003 yılının en beklenilmedik ve bizim için düş kırıklığına yol açan gelişmesiydi. Çünkü insanoğlu kurduğu medeniyetin zafer bayraklarını yer kürenin her bir köşesine asmakla yetinmiyor, gezegenlere ulaşmanın yollarını arıyordu. Ama dünyayı büyük oranda yöneten; medeniyetin gelişimi ve yeni ufuklara yelken açmasında büyük ağırlıklı taşıyan erkeklerin geleceği pek aydınlık görünmüyordu.

Bu konudaki bulgular; milyonlarca yıl önce tarih sahnesine çıkan, 1.100 gene sahip bir krallığın, zamanla küçüldüğüne; şimdi yalnızca 40 geni kaldığını ve trajik bir sona doğru hızla gittiğine işaret etmekteydi. Kimi bilim adamlarına göre, "Y" kromozomu 5 milyon yıl içinde o genleri de yitirecek ve sahnelere veda edecek. Bu olduğundaysa insanlık erkek olan yarısını yitirecek ve yeniden erkek yaratabilmek için yeni yollar arayacak. Bu varsayımın hazin açılımına geçmeden, kromozomlar hakkında kısaca bir bilgi dağarcığı oluşturalım.

Kromozomlar, ilk kez 1840 botanikçi Hofmeister polen ana hücrelerinde görülmüş; Waldeyer tarafından da bu isim verilmiştir. Kromozomlar hiçbir zaman yeniden oluşmazlar; ya eskiden var olan kromozomların bölünmesiyle ya da tamamlama sentezleri ile yapılırlar. Yaşamın sürekliliği, kromozomların devamlılığına dayanır. İnsanda 2n= 46 kromozom bulunmaktadır. Yani bir takımını annemizden, bir takımını babamızdan aldığımız ve bizi onların devamı yapan kalıtsal değerlerimizdir. Bütün vücut hücrelerimizde bir çift kromozom takımı bulunurken, eşey hücrelerimizde kromozomlar eşlerinden yoksundur. Bu eksiklik aslında kromozomun döller boyunca sabit tutulmasını sağlamaktadır. İki takım kromozom sayısına döllenme sonrası ulaşılır. Kromozomların içerisinde bir ya da birkaç özelliği kontrol eden bir çok gen vardır. Her gen belirli bir yerde bulunur. Her hücrede aynı kromozomdan bir çift bulunduğundan aynı özelliğe etki eden genler de çift (en azından) halde bulunur. Sadece bizim zavallı "Y" kromozomumuzda bulunanlar hariç.

İnsanlar ve hayvanların büyük çoğunluğunda, dişiler, yapısal ve işlevsel olarak aynı olan bir çift kromozom taşır. Bu kromozom, şeklinin benzemesinden dolayı "X" kromozomu olarak bilinir. Erkekler ise bir tane "X" kromozomu ve bir tane de, gerek yapı, gerekse işlev bakımından farklı olan ve oransal olarak daha küçük olan ve şeklinden yani bir bacağının eksik olmasından dolayı "Y" olarak isimlendirilen kromozomu taşır. Bu iki çeşit kromozom "eşeysel kromozom" ya da gonozom" olarak bilinir. "Y" kromozomu her zaman babadan, X kromozomu ise erkekte anneden; dişide ise biri babadan, biri babadan gelmektedir. Sevgili hemcinslerim maalesef ki, her 1milimetreküp kanımızda yaklaşık 1 milyon kadar alyuvar artımız ve beynimizin önemsenecek ölçüde fazla olmasına karşın, kromozomlarımız bakımından kütlesel ve işlevsel olarak bayanlardan eksiğiz. Neyse ki bu eksiklik sayısal olarak eşit temsil edilmemize için bir avantaj oluşturmaktadır. Hatta cinsiyetlerin temsil edilmelerinde durum erkeklerin lehine gibi gözüküyor. Çünkü ana rahminde eşit sayıda erkek ve dişi meydana gelmesi beklenirken, durum gerçekte böyle değildir; 120 erkek embriyosuna karşılık 100 kadar dişi embriyonun oluştuğu bilinmektedir. Özellikle spermalarda "Y" kromozomu taşıyanların daha hafif olmasından dolayı, daha hızlı hareket etmektedirler ve yumurtayı dölleme şanslarını artırmaktadır. Ancak X kromozomu bazı yaşamsal faktörleri üzerinde taşımaktadır. Sadece bir X kromozomu taşıyan erkeğin, X kromozomundaki bir bozukluk onun ölümüne neden olmaktadır. Oysa dişilerde bir X kromozomun bozuk olması, diğer X kromozomunun görevi devralmasından dolayı yaşama sansını vermektedir. Doğumda erkek dişi oranı 106/100 olmasına karşın, erkeklerin ölüm oranının yüksek olmasından dolayı, erginlik çağlarında bu oran 100/100 oranına ulaşmaktadır. Daha ileriki yaşlarda erkeğin sosyal, kültürel, biyolojik işlevlerine bağlı şekilde yaşama erken veda etmeleriyle, kadınların sayısının çok altında bir oranla temsil göstermektedir.

Şimdi de Bilim ve Teknik Dergisi'nde de yayınlanan bu varsayımı öğrenmeye devam edelim. Eğer iki X kromozomuna sahipseniz kadın, bir X ve bir "Y" kromozomunuz varsa erkeksiniz demektir. Bunu biliyoruz. Bilmediğimiz kısmı belki bunun nedeni olabilir. "Y" kromozomu sahiplerinin erkek olmasının nedeni, "Y" kromozomunda bulunan SRY geninin, embriyoların erkek olarak gelişmesini sağlaması. Bu cinsiyet sistemi, tüm memelilerde ve benzer sistemler de kimi balıklar, sürüngenler, böcekler, hatta böceklerde aynı. Cinsiyet, "Y" kromozomuna bağlı kaderimizin kökeninde bulunuyor olabilir ve üreme de türümüzün devamlılığı için şart. Bu da bize, genetik parazitleri kaçırma ve gelecek kucaklara geçecek olan zararlı genlerden korunma izni veriyor. Bunu da doğal seçilim sayesinde gerçekleştiriyoruz aslında. Kural olarak, biri anneden diğeri de babadan gelen her kromozomun iki kopyası sayesinde, yumurta ve sperm oluşurken, bir kromozomun hasarlı bir parçasıyla karşılaşılırsa doğal seçilim gereği bu, hatasız olan dineriyle değiştirilebilir. Ancak, bu aşamada bir sorunumuz var. Uzun gelişme sürecinin bir yerinde "Y" kromozomu, değiştirme yeteneğini yitirmiştir.

"Y" aklaşık 300 milyon yıl önce SR"Y" 'nin müjdecisi bir gen, sıcaklık gibi etmenlere aldırmadan kendisini taşıyan embriyoyu erkek yapmak üzere değişime uğradı. Bu, cinsiyet gelişimi için yeni bir tetikleyici oldu. Bu değişim, bizim X adını verdiğimiz bir cift kromozomun tekinde gerçekleşti ve kromozom "Y" olmaya karar verdi. Ne var ki, zaman içinde geçirilen birtakım mutasyonlardan sonra "Y" kromozomu rekombinasyon özelliğini (iki ayrı DNA molekülünün birlenerek yeni DNA molekülleri oluşturması) yitirmeye başladı. "Y" kromozomu bu özelliğini yitirirken, geçirdiği mutasyonlarla, taşıdığı genler de hasar gördü. Sonuçta bu durum erkeklerin karşısına hır hayatta kalabilme sorunu olarak çıktı. Bu işin en önemli şüphelileri, yinelenen elementler olarak bilinen çok eski virüs benzeri DNA parazitleri. Bunlar, yapabildikleri kadar kendilerini kopyalayarak "Y" kromozomunun taşıdığı genleri yok ettiler. Bu parazitler günümüzde bile kimi erkeklerdeki kısırlığın sorumlusu olarak kabul ediliyor. Bir diğer neden olarak da, sonraki kuşaklara sperm yoluyla geçtiği için "Y" kromozomunun mutasyona elverişli olması gösteriliyor. Newcastle Üniversitesinden John Aitken 30 yaşındaki bir erkeğin spermindeki DNA'nın bir yumurtadakinden 350 kez daha fazla kopyalandığını vs her bir kromozom kopyalandığında kromozomdaki hataların da kopyalandığını, bunun da genetik mutasyona yol açtığı kaydedilmektir.

Durum kısaca bu şekilde. "Peki, "Y" kromozomu son kez dünyaya gülümsemesi sonrasında neler olabilir. Bir çok böcek türünde olduğu gibi, tek başına kalan kadınlar erkeklere gerek kalmaksızın dünyaya çocuk getirmeyi sağlayacak teknolojiyi mi gerçekleştirecekler?. bilim adamları bunu pek olası görmüyorlar. "Y" kromozomu işlevini yitirdikten sonra, SR"Y" 'nin yerine geçebilecek bir geni barındıran başka bir kromozom gelişebileceğini savlıyorlar. Bu. aslında görülmeni iş bir şey değil; bu tür bir mutasyon iki adet X kromozomuna sahip olduğu halde erkek olan kimi insanlarda görülebiliyor. Ne yazık ki. bu erkekler doğal olarak kısır; çünkü, erkeklerin üreme yeteneklerini sağlayan genleri taşıyan kromozom "Y" . 'Ama bu durum değişebilir" diyorlar. Her ne kadar "Y" kromozomu üzerindeki genler şimdilik üreme için gerekli olsa da, bu genler bozuldukça genomda bu yerlerde onların yerini alabilecek yenilerinin gelişebileceğini düşünüyorlar. Bunun içinde çok sayıda mutasyonun gerçekleşmesi gerekiyor. Ancak, bu gelişmelerle soyumuzu yok olmaktan kurtulsa bile, insanlık eskisi gibi olamayacak savındalar. Araştırıcılar, bu tahminlerin gerçekleşebileceği ya da spekülasyondan öteye gitmeyeceği konusunda bir şey söylemek için henüz erken olduğunu söylüyorlar. Doğada bu tahminlere yakın bir şekilde "Y" kromozomlarını yitirmiş olan başka memeliler bulunmaktadır. Örneğin, Ermenistan'ın dağlık bölgelerinde yasayan bir tür kemirgen. "Y" kromozomlarını yitiren bu kemirgen, iki ayrı türe ayrılmış. Benzer biçimde, Güney Amerika'da yasayan bir tarla faresi 8 ayrı türe ayrılmış.

Döllenmemiş yumurtadan yeni bireylerin oluşabildiğini lisedeki biyoloji derslerinden hatırlıyoruz. Fotoperyot ve yapay dölleme çalışmalarına da pek yabancı sayılmayız. Gelecekteki jenerasyonlarımızı bu belirlemeler ışığında, çokta pembe bir tablo beklemiyor. Bu konuda bu kadar kötümser olunmamasına yetecek bulgular içeren çalışmalar da yok değil ama, onu da bir başka yazıda tartışalım, bizler bu günün nesilleri olarak ""Y" " kromozomunun getirilerinin ayrıcalığını, insani boyutlarda sürdürmeye devam edelim.

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Simena Kaynar


UYKULARI TOPLASAM

Ben kağıt toplarım. herkesin uykusunun en tatlı yerinde rüyaları kucaklayışında ben kucağıma kağıtları toplarım.. Soğukta anacığımın üşümemem için ördüğü yün bereyle soğuğun sesini duymamak için çekerim kulaklarıma kapatırım ayaz sesleri..

Çöpleri karıştırırım aklımı karıştırmamak için bana öğretilenler benden istenenler adına....

İsterim elimde topacım misketlerim uçurtmam ordan oraya sevindirik koşuşturmalarım olsun.

Ama bilirim de eve ne kadar kağıt o kadar ekmek ... İstemem kardeşim sabahı çöplerle karşılamasın köpekler yoldaşı olmasın çöpcülerle köşe kapmaca oynamasın .

Anam yürekli anam üzülme kıyamam karanlıklar vız gelir ay ışığım olursun bana günüm güneşim olursun temiz kokmak pak olmak isterim ama senin ana kokun yeter bana.

Babasızlığı da bilirim abiler ablalar ..... hayatta bilmediğim sadece bilmek istemediklerim.

Şöyle sırtımı sıvazlayan kocaman elleriyle yüzümü okşayan anacığımın aşını ekmeğini önüne getirdiği bir babam artık yok. nasırlı ellerinde şefkat aradığım adam tam da lazım olduğun zaman da gittin be babam.

Hele bir de bayram geldiğin de evlerde ki koşuşturma bebelerin çocukların o babasıyla anasıyla elele bayram ziyaretleri bizim en büyük sevincimiz babamı ziyaret edişimiz bir kırmızı gül bir kaç yolunacak ot ağzımızdan dökülen dua annem bizi duyar okuyun diyor ama?

Kağıt yerine umut toplasam onları tek tek önüme açsam. Hayallerimi sersem anacığımın önüne. Bugün herkes çöpe benim için umut atmış desem. Götürüp sattığımda karşılığında babamı geri getireceğim söz desem kardeşimden başka inanan olur mu bana?

Anam kanar da bana, erini bekler mi kapıda??

Kağıt yerine uykuları toplasam gözlerimin altındaki morlukları çıkartsam kabusları yere çarpsam sıcacık yatağımda bir tek bölünmeyen uykumla, geceden sabaha çöp yerine umut, gelecekden sevgi, sizlerden de uykuları toplasam....

Simena Kaynar

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.052 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


KABUL ETTİ..

Limana koştu..
Elinde bir beyaz mendil,
Bir beyaz papatya,
Siyah beyaz resimler
Ve
Gözlerinde büyüyen heyecanla..

Söyleyecek dudakları
Öpecek sözleri
Sarılacak duaları
Koruyacak kolları
Dökecek sıcaklığı
Verecek gözyaşı
Henüz
Tükenmemişti..

Derin sulara açılamadı
Dalgalarla boğuşamadı..
Serin akşamları
Sarılıp yelkenine,
Isıtamadı..

Kabul etti..
Ufuktaki duman
Limanı zamansız terkeden
Gemisiydi..

Mendilini dörde katladı,
Cebine koydu..
Papatyasını denize bıraktı..

Ama..
Evine hemen dönmedi..
Uzun uzun
Denizi seyretti..
Her sabah limana uğrayıp,
Resimler kucağında,
Gemisinin dönmesini bekledi..

Seda Demirel

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Bizim Sevgili Nurettin'in kedisi galiba?!....

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.abdulkadirozcan.com.tr/page.php?ID=113
Kış geldi, kar yağdı, yollar kapandı ve bizler; yani araç kullananlar biraz inşallah, biraz da maşallah ile yollara koyulduk. Karlı, buzlu yollarda kaymadan ve direksiyon hakimiyetini kaybetmeden gideceğimiz yere bir an önce ulaşabilmenin gayretlerini yaşadık. Bu web sayfasında "lastik nedir?" sorusunun yanıtlarını bulacaksınız. Bağlantılı sayfalarda ise merak edebileceğiniz diğer detaylı açıklamalar mevcut. Yolunuz açık olsun.

http://www.turkstudent.net/art/1396
Bazı seminerler vardır ki katılsam ne iyi olur dersiniz. İşte sizlere kadınların ve erkeklerin, ( ayrı ayrı tabiki ), katılmaları gereken seminerler listesi. Hayatı fazla ciddiye olmayın sakın, sonra kendini bi şey zannediyor.

http://www.anadolusarkilari.com/songs.asp?songID=1289
Türk insan'ının hemen hemen tamamında hatırası olan halk türkülerinden derleme bir web sayfası tavsiye ediyorum sizlere. Özellikle türkülerin sözlerini toparlamak isteyenler için güzel bir arşiv.

http://www.teknogeyik.com/weblog/blogger.html
...Geçen gün televizyondan geyiklerin neslinin tükendiğini duydum... Bu bizim için büyük tehlike. Eğer geyikler yok olursa biz ne muhabbeti yapacağız..? Aslında bu sorunun bana göre en güzel cevabı "sivri muhabbeti" olmalı...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Mail Box Dispatcher v1.12 [612k] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=106834
Benzeri birçok program önermiştim. Hala ihtiyacı olanlar için bir tane daha. E-maillerinizi daha sunucudayken kontrol edip, belli kriterlere göre eleyip, silebildiğiniz, sadece istediklerinizi mail programınızla alabileceğiniz bir program. Küçük olması bir avantaj. Kontrol ederken hiçbir mesajınızı silmediği için önemli mesajlarınızın kaybolması gibi bir sorunla karşılaşmazsınız. Herkese tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040114.asp
ISSN: 1303-8923
14 Ocak 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri