KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 424

 15 Ocak 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Platonik aşk!..


Merhabalar,

Ekranla aramda platonik bir aşk oluştu bu gece. O ruhsuz ve sessiz haliyle 5 dakikada bir gözlerini kırparak bana bakıyor, ben yarı kapalı gözlerle ona dalıp dalıp gidiyorum. Aşk var ama tık yok. Yürek parmaklara hükmedemeyince onlar da gidip klavyeye tıklayamıyor. Nasıl? Tembelliğimi güzel anlatabildim mi?? Bu güzel sözlerin yüzü suyu hürmetine siz de bugünlük beni affedersiniz artık. Merak edenler için söyliyeyim; sigarasız günler başarıyla sürüyor. Arada, bir elim sigara aransa da diğeri şaplağı indirip engel oluyor, böylece geçinip gidiyoruz. Bir daha ömrü billah içmeyeceğim diye bir iddiam yok ama şimdilik içmeye de niyetim yok.

Bugün bir minik kutlamamız var. Sevgili Leyla birkaç yıl önce bugün doğmuş. İyi ki doğmuş, ben kendi adıma onu KM ailesi arasında görmekten çok mutluyum. Kendisine nice mutlu yıllar diliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   KIRMIZI DANS

Yine gece olmuş. Kaç gün oldu?

Masa hala bıraktığın gibi. Vazodaki güller küskün. Ölümün susuzluğunda tenleri. Ölümün kırmızısında ağıtları. Yarım kalan kadehinde içemediğin son şarabın duruyor. Söyleyemediğin son cümleler kadehinde. Çatalın hala tabağına dayalı...

Kül tablaları ağzına kadar dolup taşmış. Koltukta yanık izleri. Son yaktığım sigara da kendi, kendini, için, için içiyor. Geniz yakıcı bir duman sarmış ortalığı. Ağzımda pas tadı. Ağzımda yokluğunun acısı.

Carlos Gardel söylüyor hala, şeytanın enstrümanı bandoneon ezgileri eşliğinde; 'Mi Noche Triste', 'Üzgün Gecem'... Hani şu terk edilen ve kendini içkiye veren sevgilinin üzüntüsünü anlatan tango şarkısı... 'Mi Noche Triste'...

Yerde cam kırıkları.

Duvarda patlayan kadehten dökülen şarap, duvar kağıdı üzerinde kırmızı lekelerden bir tablo oluşturmuş, bir yangın ateş yanıyor ortasında. Alev alev... Kırmızı tül elbisen var üzerinde, gelincik renginde, gelincik kumaşından. Dans ediyoruz. Bir elimle belinden kavramışım, diğer elimde narin parmakların.

Tango...

Öyle bir dans ki yaptığımız, zaman durmuş, soluk tutulmuş, ne öncesi varmış, ne sonrası. Sonsuzluğun dansına eriyip karışmış notalar. Notalara tutunmuş bedenlerimiz, alevlere karışmış hiçliğimiz. Biz bile yokuz orada. Kayboluşumuz aşkın koynunda. Kayboluşumuz aşkın avuçlarında. Dansımız aşkın ateşinden adımlarla.

'......Orto......Orto....Cross.....'

Ah, nasıl bir dans bu? Nasıl bir dans...

Kırmızı elbisenin kolları kelebek kanatları gibi açılmış. Uçuşun kelebek çırpınışından. Kelebek hafifliğin kollarımda, kelebek dansın nefesinin buğusunda.

Ah, nasıl bir dans...

Yerde cam kırıkları, masada kadehin, ağzımda pas tadın. Yoksun...

Bir gelinciği koparıp, dokunmak; kırmızıdan, ölümün siyahına, ölümün yok oluşuna giden renkleri. El vurgunu derler buna. Özgürlüğe dokunan elden gelen ölümdür bu.

Duvardaki renkler gittikçe soluyor. Gelincik kumaşından elbisen, yokluğun siyahında artık.

Söylemiştin. 'Uçamazsam ölürüm' demiştin.

Tutabilmek incitmeden bir kelebeği mümkün mü? El vurgunu derler adına ölümün sebebi.

Gidişinin sebebi; el vurgunu. Yokluğunun...

Gözlerim kan çanağı...

'Sevgili Berrin Cerrahoğlu'na böylesi bir KIRMIZI DANS için teşekkürlerimle...'

Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz

Yukarı

Kamuran Bulgurcuoğlu

 Arabesk : Kamuran Bulgurcuoğlu


   BİR SIRÇA YÜREKTE İKİ SEVDA ve AŞK ÜZERİNE

Kadın'a dedim ki : "Nasıl yaparsın, bir adamdan ilişkini koparmadan diğeriyle nasıl birlikte olabilirsin ? Bununla nasıl yaşayacaksın, bunu onlara ve çevrendekilere nasıl anlatacaksın, nasıl savunacaksın ?"

Kadın yaşadı, ben tanıklık ettim :

"Suçluluk duymalıyım değil mi ? Oysa ki böyle hissedemeyecek kadar zor durumdayım, boğuluyorum. Bu ne menem bir sınavdır böyle ?

Herşey kendiliğinden nasıl gelişti, bu hale dönüştü ? Bir yüreğe iki sevgi nasıl sığdı ? Bir yanılsama mıydi bütün bunlar ? Bu adamlar birbirlerinin zıddı oldukları halde, ikisini de aynı şekilde nasıl sevebildim. Yüreğimde aynı anda, iki ayrı sevgiyi birden nasıl büyütebildim ? Anlamadım..
Anlayamıyorum.. Ama öyle işte..!

Tabii ki kabullenemiyorlar durumu. Ben de aynı durumda olsam, aynını talep eder miydim acaba ? Bazı kadınlar erkeklerinin aynı anda iki kadınla olmasını kabullenebiliyorlar, fakat kadınını başka biriyle paylaşan erkeği, sadece Afrika'da çekilmiş bir belgeselde izlemiştim. Benimkisi aldatmak değil, biliyorum bunu, onlar da biliyor. Adlandıramıyorum bu üçlemi; adının ne önemi var zaten, önemli olan yaşanan gerçekler.

Benden tercih yapmamı bekliyorlar, sanırım eninde sonunda bir tercih yapmak zorunda kalacağım. Ama hangi gözümden vazgeçebilir, hangi elimi kesebilir, hangi kanadımı kırabilirim ki ?... Hangisinden geçsem, diğer yanım aynı acıyı duyacak.

Hangisinin yıldızlı bakışını unutmaya cesaret edebilir, hangisinin boynunda kabaran şah damarını öpmeye veda edebilirim ? Hangisinin, yüreğimdeki sıcacık yerini buzul çağına kapatabilir, hangisinin, dumanı üstünde bir somun ekmek kokusundaki sohbetinden yüzümü çevirebilirim. Ne yapacağım ben, kararımı kim için vereceğim ? Verdiğim kararı kime, nasıl açıklayacağım ? Ve ben bunlarla nasıl başedip, yaşamımı hangi renkte sürdüreceğim ? Kesin olarak bildiğim tek şey, kanatlarımın her ikisini birden kesecek cesaretimin olmadığı !"

Çok sancılandı kadın, çok. Karar verme sürecinde uzak durmak istedi her iki adamdan da. Kendisiyle olmak istedi. Biraz zaman istedi, sularım durulsun, önümü göremiyorum dedi.

Fakat onlar kararın bir an önce verilmesi için ve herbiri de kararın kendi lehlerine olması için, kadını ve kendilerini insafsızca zorladılar. Her iki adam da, aşklarını her zamankinden daha anlamlı anlara, her zamankinden daha çok çoğalan bir sevgiye ve koyu bir derinliğe sürüklemeye kararlıydılar. Biri mavi göklerin yüksek sonsuzluğuna, diğeri mavi denizlerin derin enginliğine çekiyordu kadını. Kadın inceldi, gerildi, direndi parçalanmamak için, kendi dinginliğinde kalabilmek için. Onların, elenen olmamak için verdikleri bencil ve acımasız çırpınışlarla dolu savaşlarında, yaşamdan aslında kendi kendilerini elemelerinden çok korkmuştum.

Sonunda kadın kararını açıkladı :

Seçilen adam, kadının uzun süre kendisine, elenen adamın adıyla seslenmesine ses çıkarmadı; biliyordu, yaşanmışlıkların derin izlerini yumuşacık sular aşındırabilirdi ancak. Sabredecekti. Zaferini ancak sabrıyla ödüllendirebilirdi.

Elenen adamın ruhu hastalandı, biliyordu, onun yağmurlarıyla ıslandığında bire bin veren tarlası, şimdi kurak yıllarda nasıl tüketecekti kendini, çöle dönüşecekti. Böyle bir savaşta yenik düşmeyi kim hazmedebilirdi.

Kadının söküp attığı kanadının yarası çok uzun zaman kanadı; biliyordu, diğer kanadı da kopsa aynı şeyleri yaşayacaktı, onmayacak bir acıydı yaşadığı. Tek tesellisi, bundan sonra herşeyin ancak daha katlanılabilir olabileceğiydi, kangren bitmişti sonunda.

Her bir yara zamanla kapandı... Geriye her yağmurda için için sızlayan derin yatak izleri kaldı, kanaya-kuruya iyileşen yaralarun.

Kadın ve seçilen adam evlendiler, elenen adam da usulen bir başkasıyla evlendi. Melek bakışlı, aydınlık gülüşlü, pırıl pırıl meyveler verdi her bir evlilik. Aradan 10 yıl geçti... Kadın ve seçilen adam için hayat kolay değil, elenen adam ve eşi için de öyle.

10 yıl önce anladıkları, AŞK için savaşmak ve kazanmak, sadece Zeus'un mahareti olmadığıymış. 10 yıl sonra anladıklarıysa, AŞK'ına sahip olmaktan daha zor olan şeyin, AŞK'ına sahip çıkmak ve onu yaşatmak için verilen savaş olduğuymuş.

Şimdi biliyorlar ki, asıl yengi, AŞK'ı taze tutabilmek için verilen savaşın ardında saklı ve ancak TAZE TUTULACAK AŞK, gözü karartmaya değecek birşey. Ben tanık oldum, onlar sanık.

İşte böyle...

Kamuran Bulgurcuoğlu
Cidde - Suudi Arabistan

Yukarı

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   RAPUNZEL... -2-

- Prensine kavuşamamaktan mı korkuyorsun?
- Prensine kavuşur Rapunzel, ama çok uzun sürer, çok acı çekerler. Prensime kavuşamamaktan korkmuyorum.
- Ya neden korkuyorsun?
- Senin gözlerinin kör olmasından.
- Ne demek bu şimdi?
- Bu yol tehlikeli bir yol Ömer. Birbirimize rol yapmayalım. Hoşlanıyorum senden. Senin de benden hoşlandığını biliyorum, ama yanlış yaparız. Kimse saygı duymaz birlikteliğimize. Sen evlisin. Rapunzel ben olsam da kulede olan sensin. Gücüm yetmez saçlarımı yukarı fırlatıp kurtarmaya seni.
- Özdemir Erdoğan'ın bir şarkısı var bilirmisin? ''Mantık, irade, kuvvet sevince pek işlemiyor, canım senle olmak istiyor...........'' Ben seni tanıdığımdan, seninle konuşmanın tadını aldığımdan beri mantıklı düşünemiyorum Güner. Mantıklı düşünemiyorum. Sadece seninle olmak istiyorum. Yarını, gelecek ayı, belki gelecek seneyi düşünürsem mutsuz olacağımı bildiğim için siliyorum kafamdan geleceğe ait ihtimalleri. Ama bugün çok mutluyum. Ne olur konuşmayalım. Mutlu değil misin yanımda olmaktan?
- Tabii ki mutluyum. Ama yanlış yapıyoruz. Bundan iki yıl önce eniştemin hayatına bir kız girmişti. Aynı ofiste çalışan bir kız. Ablamın hayatı karardı, çocukların dengesi bozuldu. Hepimiz olan bitenden kızı sorumlu tuttuk. Kızın adını bildiğimiz halde, hepimiz ondan sadece o..... diye bahsettik. Sadece kızdı suçlu bulduğumuz. Piyasada erkek mi kalmadı da evli bir erkeğe musallat oldu dedik. Çok büyük konuşmuşum. Şimdiki aklım olsa, enişteme, sadece gerçekten sevip sevmediğini sorardım.
- Ne yaptı peki enişten?
- Evine döndü. Ama bir daha da doğru düzgün gülmedi yüzü.
- Kaybetmek istemiyorum seni.
Uzanıp, bardağı kavrayan elini tuttu Ömer'in. ''Ne Olacağız'' ı konuşmadılar. Yemeğin kalan zamanında, bankaya geldiği ilk günden başlayarak yaşananların perde arkasını anlattılar birbirlerine. Yemek bitip restorandan ayrıldıklarında, ikisi de, duygularının açığa çıkmasından dolayı duymaları gereken rahatlığı, taşıdıkları sırrın ağırlığı altında hissedemiyorlardı.

Gümüşlük'den Milas'a gelene kadar elini bırakmadı Güner'in. Sağ eli ile hem Güner'in elini hem de vites kolunu tuttu yol boyunca. Evine geldiğinde yanaklarından öperek uğurladı Rapunzelini.
- Çok teşekkür ederim, çok güzel bir gece yaşattın bana. Yarın konuşuruz.
- Asıl ben teşekkür ederim. İyi Geceler.
Arabasına binen Ömer'in kalbi deli gibi çarpıyordu, heyecan mı, mutluluk mu, korku mu bilinmez ama normal bir şey yaşamadığını o an hissedebiliyordu.

Eve geldiğinde, herkes uyumuştu. Yatak odasına geçip, önce Sibel'i, sonra çocukları kontrol edip salona geldi. . Kanepeye uzanıp, gözlerini kapatıp kaseti başa sarıp seyretmeye başladı, defalarca, defalarca başa sarıp sarıp seyretti o geceyi. Birden Rapunzel'inin tuttuğu eli geldi aklına, hemen burnuna götürdü elini, evet hala kokusu elindeydi. Kokladı, kokladı, kokladı.......Uyandığında sabah olmuştu ve hala eli burnundaydı.

O gün ve takip eden günler Ömer'in ve Güner'in hayatı eski hayatları değildi artık. İkisi de adı yasak olan sevgilerine, kendileri için yasak olmayan bir yer bulup oraya hapsetmişlerdi. Kendilerine yakıştıramadıkları ama karşı da koyamadıkları bir ilişki yaşıyorlardı. Konuşmalar sıklaşmış, görüşmeler Güner'in evine taşınmıştı. Gündüzleri telefonla başlayan muhabbetleri, pek çok akşam Güner'in evinde noktalanıyordu. Ömer'in eve gidiş saatleri artık oldukça ileri çekilmiş, eve geldiği zaman da düşünceli hali çocukların bile dikkatini çekecek seviyeye gelmişti. Rapunzel'inin yanında kalamamasından çocukları ve Sibel'i sorumlu tutarcasına hem kendine hem de ev ahalisine eziyet ediyor ama Sibel'e açılmayı da göze alamıyordu. Havanın oldukça yağmurlu olduğu bir gün, Sibel gece dolunayın çıkışını beraber seyretmek istediğini söyledi Ömer'e. İş çıkışı evde buluşmak üzere sözleştiler. Güner'in asıl amacı uzun zamandır her ikisinin de konuşması gereken, fakat cesaret edilip açılamamış olan şeylerin konuşulması gereği idi. Milas'ın çıkışına yakın, üç katlı apartman dairesinin girişindeki evinde buluştular. Ömer gelmeden camın önüne gerekli hazırlığı yapmış olan Güner, giriş katta olmasına rağmen, dolunayı gece boyunca seyredebileceği konumda bir ev tuttuğu için şanslı sayardı kendini. O gece Dolunayın çıkışını camın önünde birlikte seyrettiler. Konuşmadan, sadece sarılıp dolunayı seyrettiler. Bu kez konuya ilk giren Ömer oldu.
- Huzursuzsun.
- Huzursuzum. Hazmedemiyorum bu yaşadıklarımı. Duyup kınadığım bir senaryonun içinde yer almaktan huzursuzum. Haddim değil evini, eşini, çocuklarını bırak benimle ol demek ama........... Kaçarak yaşamak istemiyorum hayatım boyunca. Daha ne kadar gizli bir senaryonun içinde yer alacağız.

Bugün babam aradı Ankara'dan. Oldukça iyi bir torpil bulmuş, tayin işim hallolmak üzereymiş...... Gideceğim anlamında söylemiyorum bunu, kal dersen kalırım. Ama ne olacağımı, ne olacağımızı bilmek istiyorum.

Hiç bir şey söylemedi Ömer. Aklına gelen cevaplardan hiçbirini söylemedi. Sadece sustu. Belki hayatında ilk kez acele etmeden bir karar vermesi bu kadar önemli idi onun için. Çok geç olmadan eve gitmek istedi sadece. Eve gidip, düşünmek ve karar vermek.

Eve geldiğinde, Sibel henüz uyumamıştı. ''Neredeydin''i sormayı bırakalı çok olmuştu. Sadece ''İyi Geceler'' dedi ve yattı. Yalnız kalmak istiyordu, kanepeye çöküp düşünmeye başladı. Gözü karşı duvardaki antika aynaya takıldı. İki sene önce Bodrum'a gittiği bir gün alıp, yol boyunca Sibel'in görünce değişecek ifadesini düşünerek getirmişti eve. Düşüncesi boşa çıkmamış Antika Ayna Sibel'in evde en sevdiği eşya oluvermişti. Ya yerdeki halılar, ne zor seçmişlerdi bunları. Sibel'in dayısının dükkanından almışlardı üç sene önce. Eve ilk getirdikleri kocaman iki Milas Halısını bir ay kullanıp, daha sonra beğenmeyip geri götürmüşlerdi. Özenle seçilen deri koltuklar, çocuklar istedi diye alınan dev ekran televizyon..... Neye baksa, bir anısı vardı bu evde. Ya çocuklar. Doğdukları günden beri kurtarıcı prensleri, her türlü problemlerini çözeceğinden emin oldukları babalarıydı onların. Hele küçük kız, hayatında ona hiç bir kadının bakmadığı kadar aşk dolu bakan tek dişiydi. Başı ağrıyordu düşünmekten. Bir tarafta hayatı boyu yaşamadığı ve belki yaşayamayacağı bir sevgi, diğer tarafta her tuğlasını elleriyle koyduğu, harcını yıllarıyla yoğurduğu evi. çocukları, ailesi, yuvası...... Giderse pişmanlıklarının, kalırsa keşkelerinin rahat bırakmayacağını biliyordu.. Tek endişesi buydu. Ya pişman olursa. Diyelim Ankara'ya taşındı, ne iş yapacaktı orada? Her şeye yeniden başlayabilecek miydi? Çocuklarını özleyip, istediği zaman göremeyecekti. Gitmeyip Milas'ta kalsalar, her şey daha da zor olacaktı. Her yer, herkes tanıdık olan bu kasabada, rahat etmeleri mümkün değildi. Hiç kimseye saygı duyduramayacaklardı ilişkilerine. Kimse sevmişler birbirlerini yolları açık olsun demeyecekti. Güner'e de Ömer'e de takılacak isimler hazırdı zaten.

Ertesi gün hiç uyumadan bankaya gitti Ömer, arabadan Güner'i arayıp konuşmaları gerektiğini söyledi. Şimdi imkansız dese de dinlemedi O'nu.
- Mutlaka şimdi görmeliyim. Dedi.
Arabaya gelen Güner, Ömer'in sesinden endişelenmişti. Apar topar bindi arabaya.
- Sadece on dakikam var.
- On dakika yeter bana. Bu tayinin senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Kal diyemem. Burada kalırsan bir süre sonra mutsuz olacağını biliyorum. Git. Ama bekle beni, işlerimi yoluna koyup geleceğim yanına.

Bu konuşmanın üzerinden on iki gün geçmişti ki Güner'in tayini çıktı. İkisi için de hayatlarının belki en zor gecesiydi bu. Ömer ilk kez o gece eve hiç gitmedi, sabaha kadar yanında kaldı Rapunzel'inin. Sabaha kadar uzun sarı saçlarını sevdi, öptü, kokladı. İçinden bir parçası kopuyordu sanki, ama teselli ediyordu hem kendini hem Güner'i. Uzun sürmeyeceğini, bir-iki aya kalmaz yanına geleceğini söylüyor, gelecekle ilgili plan bile yapıyorlardı. Sabaha kadar uyumadılar.

Lojman olduğu için sadece kişisel eşyalarını toplamış olan Güner, iki, üç büyük valizle tamamen toplanmıştı. Sabah, uçağı yedide olduğu için, erkenden çıktılar evden. Havaalanına kadar hiç konuşmadan geldiler. Adı Milas Havaalanı olsa da Güllük sınırları içinde olan havaalanı on-on beş dakika mesafedeydi Milas'a. Ama bugün çok kısa gelmişti ikisine de.

Beklediklerinin aksine ayrılmaları çok kolay oldu. İkisi de bunu, uzun sürecek bir beraberlik öncesi yaşanan son ayrılık olarak görüyor, ya da görmek istiyordu. Uçağa yapılan son anonsla birlikte sarılıp, yanaklarına birer öpücük kondurup ayrıldılar.......... Önce uçağa binen kadar, ardından uçak havalanana kadar bekledi Ömer. Kımıldamadan bekledi. Uçak gözden kaybolana kadar bekledi. Beklemeden ziyade kımıldayamıyordu yerinden. Hayat durmuştu sanki, arabaya binmesinin, işe dönmesinin, müzik dinlemesinin daha doğrusu hayatta kalmasının amacı uçup gitmişti az önce.

Karar vermişti. Bu işi mutlaka bitirmesi gerekiyordu. Mutlaka gitmeliydi Rapunzelinin yanına. Benim gücüm yetmez seni kulenden kurtarmaya demişti, ama yanılmıştı. Rapunzel'in saçlarına tutunup çıkacaktı kuleden. İşe uğramadan eve gitti. Sibel'e yine bir Bayi Yemeği yalanını uydurmuş olsa da merak ettiğinden emindi. Eve geldiğinde Sibel çocukları servise indirmeye hazırlanıyordu. Sandığının aksine hiç de merak etmiş gibi görünmüyordu. Hoş Geldin bile dedi. Çocuklar babalarını gördüklerine sevinmişti.. İkisini de öpüp uğurladı Ömer. Sadece sıcak bir banyoya ihtiyacı vardı, banyoya girip sıcak suyun altında dakikalarca durdu hiç kıpırdamadan.

Banyodan çıkıp, yatak odasına geçtiğinde Sibel odada oturmuş bekliyordu kocasını.
- Neyin var Ömer. Akşam abin aradı. Bayi toplantısından haberi yok. Nerede olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, kendine çeki düzen ver artık. Ne yaptığını , ne yaşadığını bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Ama bize zarar verme. Yapmak istediğin neyse, bize zarar verme. Çocuklarıma ve bana yalan söyleme.

Bir şeyleri hissetmemesi mümkün olmadığını düşünmüştü Ömer daha önce, kafasındaki acabaları demek doğruymuş. Hissetmiş Sibel. Hissetmiş ve beklemiş. Ne diyeceğini bilemedi Ömer. Oysa tam zamanıydı. Evet başkasını seviyorum ve yanına gidiyorum demenin tam zamanıydı. Diyemedi.
- Sandığın gibi bir şey yok. Diyebildi sadece.
- Verilebilecek en klasik cevabı vermen, sadece, sandığım gibi bir şey olduğunu gösteriyor Ömer. Ne yapmak istediğine bir an evvel karar versen iyi olur.

Şu an istediği tek şey uyumaktı. Sibel'e cevap vermedi. Uzun uzun baktı ve dönüp arkasını yatağa girdi. Uyandığında çocuklar neredeyse okuldan dönmek üzereydi. Kalkmak istemiyordu, en azından çocuklar eve gelene kadar. Sibel ile yalnız kalmak korkutmuştu bugün. Birden aklına Rapunzel'i geldi, ne yapıyordu şimdi acaba. Ankara'ya çoktan inmiş olmalıydı. Evden telefon etmesi mümkün olmadığı için mutlaka bir bahane bulup dışarı çıkmam lazım diye düşündü. Çocuklar geldiğinde hala yatakta yatan babalarını görüp ikisi de yatağa girip yanına sokuldu babasının. Çocuklarını göğsüne bastırıp başını tavana diken Ömer'in içinde garip bir huzur belirdi o an. 8 aydır sürekli bir yalanla birlikte yaşamış olmasının verdiği stres, yerini tarifsiz bir rahatlamaya bırakmıştı. Huzur bu... muydu acaba..... Akşam üzeri evden çıkıp, Güner'i aradı. Ailesine ve doğup büyüdüğü şehre kavuşmasının verdiği mutluluk, sesinden anlaşılıyordu Güner'in. Oldukça dostane bir konuşma yapıp kapattılar telefonu.

Güner'in gidişini takip eden günler, Ömer, yapması gereken ödevini sürekli erteleyen öğrenci suçluluğu ile yaşıyordu. Ne yapacağına hala karar verememiş olmasına kendi bile inanamıyor, her konuşmalarında Güner'den cevabını veremeyeceği bir soru gelmesinden korkuyordu.

Aradan bir ay geçmesine rağmen, Ömer hala evde beklenen konuşmayı yapamamış, Sibel de kendinden beklenmeyecek bir olgunluk ile bir daha bu konuyu hiç açmamıştı. İçinden bir ses ''Gidemeyeceksin'' derken, Ömer bu sesi duymak istemiyor ama herhangi bir harekette de bulunamıyordu. Bu gelgitler ile beş ay geçti. Artık telefonlar seyrelmiş, konuşmalar tamamen havadan, sudan muhabbete dönmüştü. Hatta bazı günler ufak tartışmalar bile yaşanır olmuştu. Ama Güner bir gün bile, ''Ne zaman geliyorsun'' dememişti Ömer'e. Gelmesini istemediği için mi, böyle büyük bir olayın sorumluluğunu almak istemediği için mi bilinmez. Ama Ömer, artık gidemeyeceğini hissedebiliyordu.

Ve gitmedi Ömer, gidemedi Rapunzelinin yanına. Artık kararı kesindi. Bırakamadı kurulu düzenini. Keşkelerini, pişman olabilme ihtimaline tercih etti. Gidip pişman olmaktansa, kalıp ''keşke gitseydim'' diyebilme ihtimalini tercih etti. Zaman zaman ''keşke'', zaman zaman ''iyi ki'' dese de... . Keşkeleri hep daha fazla oldu.

Her rakı içişinde keşkelerini meze yaptı rakısına, silemedi her rakı sofrasında Gümüşlükte içtiği rakıyı hayalinden. Duyduğu her Zeki Müren şarkısında keşkeleri çınladı kulaklarında. Dolunaya bakamaz oldu, keşkelerinin gözünü almasından. Nerede sarı saçlı bir kız görse, keşkeleri saça takılan mavi bir toka olup çıktı karşısına. Sibel'in yüzü gülmediği günler, içkisini yalnız yudumladığı günler, arayacak bir dost bulamadığı günler keşkeleri çığ olup büyüyerek, keşke... keşke pişman olma pahasına gitseydim dedirtti Ömer'e. Çocuklarının babasız, evinin kocasız kalmamasını için ertelediği mutluluğu evinde bulamadı. Gün gelip yerdeki halıyı, gün gelip duvardaki aynayı sorumlu tuttu mutsuzluğundan. Şimdiki aklım olsalar, keşkeler süsledi kalan hayatını. Pişmanlıkları yapıştı eteklerine. Gözü hiç bir güzelliği görmez oldu. Rapunzel'inin korkusu çıkmıştı.

- Prensine kavuşamamaktan mı korkuyorsun?
- Hayır, senin gözlerinin kör olmasından korkuyorum.

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 TEYZUŞ : Ferda Önler


SUYUN ÖTE YAKASINDAN OLMAK - 2

Suyun öte yakasına, Rumeli'ye ( yani Yunanistan topraklarına ! ), ablamla birlikte gittik. Yolculukta kara yolunu özellikle tercih ettik ki; giderken o toprakları karış karış daha iyi görebilelim. İpsala Gümrük Kapısı'ndan çıkar çıkmaz, Meriç'i aşan köprüyü geçtiğimizde hissettiklerimin, ne tarifi mümkündür ne de o duyguların benzerinin bir daha yaşanması. Son nefesime dek unutamayacağım bir garip, bir buruk haz olarak kalacak bende. Yol boyunca hislerime hakim duygularda : Biraz, "Bir Sipahi torunu olarak, Rumeli topraklarına yeniden basabilmenin" gururu vardı... Biraz, "bir vasiyeti yerine getirmişliğin" huzuru vardı... Biraz, "uzun soluklu bir hayali gerçekleştirmiş olabilmenin" sevinci vardı... Galiba en güçlü ve önemlisi, "Rumeli topraklarında olmanın dayanılmaz hafifliği..." idi !

Karış karış gezdik adeta Yunanistan'ı. Atina Büyükelçiliğimiz'de ateşe göreviyle bulunan bir yakınımızın daveti üzerine gerçekleşmişti bu seyahat. Dolayısıyla; Selanik'te de Konsolosluğu'muzun misafiri olduk. Yani bir bakıma "resmî konuk" gibiydik. Böylece, Batı Trakya'yı ( eski Rumeli ) ve Batı Trakyalı Türkleri görüp tanıma şansım oldu. Ama, orada görüp duyduklarım, birebir şahit olduklarım ve karşılaştığım olaylardan sonra, burada bizlere hiçbir şeyin doğru dürüst yansıtılmadığını; neler olup bittiğinden, oralarda yaşanılan dramların boyutundan ne denli habersiz olduğumuzu da gördüm ! Bunlar; medyadan görüp duyduklarımızdan çok daha acı, yakıcı, düşündürücü, yaralayıcı, kızdırıcı şeylerdi... Hatta isyana kadar sürükleyen ! "AB Üyesi" olmuş bir ülkede, olmaması gereken şeyler!.. AB'nin müdahale etmediği, görmezden geldiği şeyler !.. Özellikle; İskeçe ve Gümülcine'de yaşayan Türkler'in içinde bulundukları durumu görme fırsatını bulabilen hemen herkes, benden farklı düşünemezdi zaten ! Neredeyse tüm yaşam hakkı ve alanları kısıtlanmış insanlarımız. "Yok farzedilen" ve bulundukları yerleri terk etmeye adeta zorlanan, sindirilmiş, ürkek, canlarından bezdirilmiş Batı Trakya Türkleri. AB üyesi bir ülkenin kendisinden kurtulmaya çalıştığı "azınlık" yani !..

İşte; "Son Rumeliler"in, yani "Suyun öte yakasında" kalmış olanların durumları, böylesi içler acısıydı. Elimizde resmî kayıt ve belgelerimiz ( eski nüfus, tapu vs. Gibi ) olduğu halde sokulmadığımız köyler oldu. ( Özellikle; "Bizimkiler'in" köyü olan Jelin'e !.. ) Ailemizden oralarda kalmış yakınlarımızla da görüştürülmedik ! Oranın resmi makamlarına ( yerel ) başvurduk; bari bizim bulunduğumuz yere ( Kesriye'ye ) onlar gelsin, görüşebilelim dedik; ama onları da engelleyip, bırakmadılar. Gerekçe ise; artık öyle bir köyün olmadığı, dolayısıyla isimlerini verdiğimiz yakınlarımızın da başka başka yerleşim birimlerine dağılmış olmalarından ötürü kendilerine ulaşılamadığı idi. Yani kocaman bir YALAN sözün kısası... Evet, belki artık "Jelin" adını taşıyan bir köy yoktu; ama, adı değişmiş de olsa halen "orada" yaşamlarını sürdüren yakın-uzak kuzenlerimizle nadiren de olsa haberleşenlerimiz vardı ! Bunları görüp yaşadıktan sonra kalkıp kimse bana sormamalı artık neden AB'ye güvenmiyorsun diye ?

İşte, komşumuz Yunanistan'ın diğer yüzü ! İşte, madalyonun arka yüzündeki AB ! Hani, sözde "İnsan Haklarının Bekçisi", demokrasilerin sonuna kadar yaşandığı "sanılan" ülkelerin oluşturduğu "Birlik" ve "o birliğin üyesi bir ülke", işte ! ...Ve bu ülkenin sınırları içinde, diğer vatandaşlardan neredeyse izole edilerek, tüm hakları gasp edilmiş bir şekilde yaşamaya çalışan bir avuç Arnavut ve Türkler'den oluşan bir azınlık ! Onlara layık görülen yaşam biçimi, azınlıklara bakış açıları ve sağladıkları koşullar... Yok! Hiç de öyle sanıldığı, söylendiği ya da "bazı köşe yazarlarımızca" yazıldığı gibi değildi benim gördüklerim. Ondandır zaten AB'ye olan karşıtlığım, kızgınlığım, yaklaşımlarına şüpheyle bakışım. Bunlar, benim 1987'de Yunanistan topraklarında gördüklerimden sonraki izlenimlerimdi.

Peki ya, AB'nin takındığı tutum açısından, 1992-95 yılları arasında Saray-Bosna'da, Kosova'da, daha sonraları Makedonya'da yaşananlar nasıl izah edilebilir ? Nasıl izin verebildiler, seyirci kalabildiler ? Hem de Avrupa'nın tam göbeğinde yaşanan onca insanlık dışı muameleye ve insan katline !.. Nasıl ?

Benim orada bulunduğum 1987'den bu yana geçen onbeş-onaltı yıllık sürede, AB'ye üye Yunanistan'ın, Türk azınlığa tanımış olduğu haklarda ne gibi bir artış oldu, sorunlardan hangilerine çözüm getirildi sanıyorsunuz ? Üstelik, onlar aynı zamanda "AB vatandaşı statüsü kazanmış" bir "Azınlık Toplumu" artık..! Hallerinde ne denli iyileştirmeler yapıldı dersiniz, acaba ? HİÇ denecek kadar AZ ! Hâlâ horlanıyorlar, aşağılanıyorlar, istenmiyorlar; ikinci, hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görüyorlar ! Sanki o topraklarda Türk olarak doğmak bir suçmuş gibi... Sanki "Suyun bu yakasında kalmak" bir günahmış gibi... Bu seyahat sırasında, bazı mecburiyetlerden ( Mübadele, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve 1964 Sürgünü ! gibi ) dolayı çok yıllar önce Atina'ya yerleşmiş; fakat doğma büyüme İstanbul'lu olan Rum'larla da tanışma fırsatı bulmuştuk. Tıpkı bizimkiler gibi, doğup büyüdükleri kentten ayrılmak zorunda kalan Rum aileler de, Türk komşularıyla vedalaşıp, bavullarını toplamış; eşyalarını vagonlara yükleyip, Atinaya'ya göç etmişlerdi. Onlardaki "İstanbul hasreti"nin, bizimkilerin "Selânik hasreti"nden aşağı kalır tarafı olmadığını da görmüştüm. Tek fark, İstanbul Rumlar'ının diledikleri zaman gelip, rahatlıkla hasret giderme şanslarının daha fazla olmasındaydı. Çünkü, onların geri döndüklerinde vatandaşlıktan çıkarılmak gibi bir korkuları yoktu. Üstelik, vize işlemleri de daha kolaydı.

Oysa bizim Batı Trakya'ya hapsedilmiş Azınlık Türklerimiz'den biri, yakınlarını görmek üzere Türkiye'ye gitmeye kalkışsa, dönüşünde ya vatandaşlık haklarını kaybetmekle tehdit ediliyor ya da akla hayale gelmedik yasal işlemlere tâbi tutuluyorlardı; gümrük kapılarında gördükleri her türlü kötü ve insanlık dışı muamele de cabası ! Ayrıca; Rumlar İstanbul'dan Atina'ya göçleri sırasında, sahip oldukları tüm mal varlıklarını nakite çevirebilmiş veya kalmayı tercih eden yakınlarına devir hakkını kullanabilmişlerdi. Yani, maddi olarak "sıfır kayıpla" kapatmışlardı göç faslını. Ama, sıra "vatan hasreti"ne gelince; işte o zaman gözlerden dökülen yaşlarda veya dillendirilebilen duygu selinde, "Bizim Rumeliler"den hiçbir farkları yoktu "İstanbullu Rumlar"ın da... Atina sokaklarında, çarşılarında, kafe ya da lokantalarda sıkça karşılaştığımız İstanbul Rumlar'ının hemen hepsi, Türkçe konuşan birine denk geldiklerinde, hemen yaklaşıp; selamlaşmayı da "Türkçe" yaparak, koyu bir sohbete girmeye neredeyse can atıyorlardı. Aynı şeyi defalarca biz de yaşadık; hasrettiler sanki Türkçe konuşmaya. Öylesine büyük bir hasret ve özlemle anlatıyorlardı ki İstanbul'u bize, onları dinlerken yıllar öncesine gidip, anneannemin Jelin'i, Kesriye'yi, Selanik'i, yani Rumeli'sini anlatışı canlanıyordu gözlerimin önünde. Galiba bütün muhacirlerin ortak paydaları : "doğup büyüdükleri topraklardı..."
Aradan geçen zamana rağmen, birçoğu hâlâ aynı şeyi söylüyorlardı :

"Türkiye'yi Yunanlı olarak terk ettik ve Yunanistan'da Türk olarak karşılandık. Aslında evimiz olmayan anavatanımızda kafamız karışık bir şekilde kaldık"

Öyle enteresandı ki İstanbul'da azınlık diye nitelenen Rumlar, Yunanistan'a gittiklerinde bu kez de Türk oldukları için dışlanmışlardı... Ve bir kez daha gördüm ki : "Suyun öte yakasına... karşı tarafa... Meriç'in o kıyısına geçmeyi" onlar da hiç istememiş, sevmemiş, benimsememiş ! Tıpkı benim aile büyüklerim ve çoğu "Rumeliler" gibi. Ama, KİMSELERE anlatamamışlar ki... Bu ne yaman bir çelişkidir ki, insanları böylesine mutsuz kılmış ! Kimlerdir buna sebep ? Kimlerdir bu çelişkilere son verecek olanlar ? Biz halklar mı; yoksa devlet politikaları, ya da siyasi erk mi ? Halklar üzerinde söz sahibi olduklarını iddia eden BİRİLERİNİN, geçmişte yaşanan onca acı tecrübelere bakıp, bir parça olsun ders çıkarmaları gerekmez mi ?

Bugün KIBRIS üzerinde oynanan oyunların, dönen siyasi entrikaların, geçmiştekilerden farkı ne ? Bu kez de bir "Ada Halkı" topraklarından, köklerinden koparılmak istenmiyor mu ? Rum ya da Türk, ne değişir ki; göç her iki taraf için de söz konusu. Ancak, "Azınlık" konumuna getirilmek istenen kesim maalesef yine "Türk Halkı" olacak. Maddi-manevi tüm kayıplar yine Türkler'e fatura edilecek ! Önümüze konulan havuç ise; "AB Üyeliği" ..!

80 yıl öncesinde Rumeli topraklarından vazgeçmenin, "Türk Ulusu'nun Egemenliği"ni kazanmak ve "Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulması uğruna olması; haklı, kabul edilebilir, geçerli bir neden olarak görülebilmiş ve bu uğurda bir milyonu aşkın insan yerinden, yurdundan edilmiştir. Ancak; bugün çoğu üyelerinin içlerine bizi almaya pek de hevesli olmadıklarını açıkça beyan ettiği bir topluluğa girmek aşkına, KIBRIS üzerindeki haklarımızı ve halkımızı feda etmemizin hiçbir mantıklı gerekçesi olamaz ! Bu olsa olsa, geçmişte yapılan hatalardan dolayı "kaptırılan elimizden" sonra şimdi de benzer hatalarımızdan ötürü neredeyse "kolumuzdan olacak" olmamızdır ki; böyle gidersek 20-25 yıla kalmaz "baş ve gövdemizden de" oluruz...

Ben diyorum ki; "Bir gün gelip de bir avuç toprağa sıkıştırılmış bir "Azınlık halk" konumuna düşürülmeden; sahip olduklarımıza ve birbirimize sıkıca sarılarak, haklarımızdan boş hayaller uğruna vazgeçmeyelim..."

Ne demokrasiyi, ne insan haklarını, ne de çağdaş yaşam koşullarını bize AB üyeliği vermez ! Bütün bunları bizler, potansiyelimizi doğru kullanarak, kimsenin güdümünde olmaksızın kendi kendimize sağlayabilir, başarabiliriz. Hem de hiçbir ödün vermeksizin !.. Nasıl mı ?

Doğru politikalar üretmeyi ve üretenleri seçmesini, bir de zihniyetimizi değiştirmeyi becerdiğimiz gün, zaten AB'ye gereksinim olmayacak ki ! O halde ?.. Bu politikalara saplanıp kalmak demek; daha kimbilir kaç nesil ve kuşağı yeni yeni göç dalgalarına sürüklemek, gönüllerde ve beyinlerde yaptığı tahribatı yıllar sonra daha da belirginleşen travmalara maruz bırakmak demektir; ki bu da, o nesil ve kuşakların kaybı ile eş anlama gelmektedir !

Galiba hep gözardı edilen ve hiç unutulmaması gereken bir şey var: Nasıl ki bitkiler, sadece kök salabildikleri topraklarda yeşerip, en güzel çiçeklerini, meyvelerini verebiliyorlarsa, insanlar da tıpkı onlar gibi doğdukları ya da yaşamaktan hoşnut oldukları topraklarda gelişip, köklenebilirler. En azından özgür olmadırlar yaşamlarını sürdürecekleri yeri belirlemede. Onların adına başkaları ya da birileri değil; karar verici olan kendi özgür iradeleri olmalıdır !

Aksi halde, çobanları tarafından oradan oraya güdülen sürüden ne farkımız kalır ki ?..

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


KAYMAKLI EKMEK KADAYIFI

Sağ elimi olanca gücümle ağzıma bastırıyorum.. İki parmağımı da gözlerime doğru..
Dengede durmam çok zor..
Yer ayağımın altından kayıyor sanki.. "Rüzgarlı bir hava olması neyi farkettirir ki" diye düşünmemeliydim.. Farklı işte..
Gözlerimi kapatıp, sağ bacağımla boşluğa büyük bir adım atıyorum.
Suya düşüyorum.. Bedenimin her yanından kaçan binlerce baloncuğun hışırtısını duyuyorum..
Bu hışırtılar ve kabarcıklar arasından tekrar yüzeye fırlamam birdenbire oluyor..
Yüzeye çıkar çıkmaz büyük bir tokat yiyorum.. Ahh.. Rüzgarlı hava elbet bir fark yaratır..
Dalgaların arasında bir mantar kadar hafif olsam da, onlarla dans etmek için oldukça ağırım..
Evet, çok hafifliyorum suya girdiğimde..
Etraf çok bulanık..
Ahh..
Dün gece diş macunu sürmeyi unuttum.. Artık çok geç..
Aklıma en sevdiğim tatlıyı getiriyorum.. Dalgaların tuzlu ve dudaklarımı yakan öpücüğüne rağmen, ekmek kadayıfı ( en yanmışından, üstünde kaymak..) aklıma düşmeyi başarıyor. Hayali bir çatal ile hayali bir lokma alıyorum ağzıma.. İşte kuruyan dudaklarımı ıslatacak, yolculuğumu berrak kılacak salgım hazır.. Yutkunmuyorum..
Hayat çok güzel..
Aşağıya doğru iniyorum.. Çok yavaş.. Thinkerbell'e benzettiğim binlerce baloncuk yukarıya doğru bana kılavuz sanki.. Onlara "Siz kalın burada" diye buyuruyorum..
Çevremi seyrediyorum.. 2m.. 5m.. 8m.. 12m..
Renkler giderek değişiyor etrafımda.. Yanılsamalar dünyasındayım.. Yanılma payım ise hep sabit.. Ne güzel, istikrarlı bir aldatmacanın içine doğru; renk renk, desen desen, dinlediğim en huzur verici senfoni ile dümdüz ilerliyorum..
Günışığına baktınız mı hiç dipten? Işık çizgilerini takip ediyorum..
Bir karagöz karşılıyor beni ilk olarak.. Gözlerine bakmaya çalışıyorum.. Etrafıma bakınıp sürünün geri kalanını arıyorum.. Şimdilik yoklar..
Karagöz'e; diğer parmaklarımı avucumun içine toplayıp başparmağım ile de aşağıyı göstererek, "aşağı, daha aşağı" inmesi için mesaj vermeye çalışıyorum.. Nasılsa bulursun onları aşağıda demek istiyorum.. Pür telaş uzaklaşıyor benden..
18m. de bir rifin eteğindeyim.. Suyun ortasında bir süre asılı kalıyorum.. Ahh.. Evet.. Gerçekten çok hareketli bir mevkii imiş..
Rifin binbir kıvrımı, dokusu, örtüsü arasında içeriye doğru açılan bir kanyon girişi görüyorum.. İçeriye süzülüyorum.. Artık ışık çok az.. Çok yüksek duvarları olan bu kanyonun içinde ilerlerken, aklıma kuruttuğum güller geliyor.. Mor ve pembenin her tonu inanılmaz bir uyum içinde, duvarların dokusu kadife gibi..
Kanyonun sonuna doğru ışık daha da azalıyor ve duvarlar karanlığa gömülüyor..
İşte karşımda bir ışık oyunu daha, bu sefer bir tünel ağzı, ama daha aydınlık..
Tünele giriyorum usulca.. Gittikçe derinleştiğimi hissediyorum.. 25m. lerdeyim.. Işığa süzülüyorum, pervaneleri oldum olası sevmesem de onlara hak veriyorum bu seferlik..
Işığa doğru ilerliyorum.. İlerledikçe ışık daha da güçleniyor.. Işık gittikçe renkleniyor.. Gördüğüm renk nefesimi kesiyor..
Toz pembe derler ya, işte o kadar toz mavi oluyor..
Tünelin sonunda yüreğim ağzımda.. O maviyi kelimeler nasıl anlatır ki.. Mavi bir el olup okşuyor beni.. Gözlerim kamaşıyor.. Her yer masmavi; tabanda toz mavi bir pudra var, duvarlar yumuşacık mavi satene boyalı sanki.. Geniş, kocaman bir salondayım.. Hayır burası bir salon değil.. Yatak odasındayım.. Duvarlara dokunuyorum.. İçim titriyor duvarlar parmaklarımın arasında un ufak olacak, dağılacak diye.. Dokunduğum yerlere ıslak parmak izlerimi bırakacağım korkusu sarıyor içimi..
Başımı kaldırıyorum.. İşte yine güneş, tam tepemde dalga dalga iniyor aşağıya doğru mavilikten.. Öylesine davetkar ki yükselmeye başlıyorum.. Çok yavaş.. 15m.. 10m.. 5m. de daralan duvarların arasındayım.. Başıma güneş konmuş gibi; yatak odasından mahmur mahmur, mavi ipek geceliği ile süzülerek çıkan bir prenses gibi, başımda güneşten tacımla yükseliyorum..
Vara vara bir kuyuya varıyorum oysa.. Tacımı başımdan alıp kuyudan dışarıya fırlatıyorum.. Canım sıkılıyor bunun bir kuyu oluşuna.. Mavinin buz kestiği Kar Kraliçesinin Sarayına varmalıydım oysa.. Hayal gücüme kendim de şaşırıp tekrar inmeye başlıyorum, yatak odama doğru, tünellerden usulca çıkıyorum.. Kanyonu terkediyorum.
Tekrar 18m. de rifin eteğindeyim..
Rifi dolaşmaya karar veriyorum.. Etraf oldukça hareketli.. İşte karagöz sürüsü şuracıkta..
Minik bir ahtopot görüyorum rifin eteğinin hemen altında, ilk kez bu kadar miniğini görmüş olmanın sevinciyle onu rahatsız etmeye karar veriyorum.. Ahh.. Şu ahtapotlar, nasıl da iyi saklandıklarını sanırlar.. Bu daha çok genç ama gizlenmek için elinden geleni yapmış.. Büyük bir çaba ile fırlatıyor kendini..Küçüğüm kaçabildiğince kaçıyor..
Ama nereye? Elimle önünü kesiyorum.. Küçük kollarını bir çırpıda toplayıp öbür tarafa yöneliyor.. Ona da engel oluyorum.. Şaşkınlıktan gelip biraz önce deli gibi kaçtiği diğer elime tutunuyor.. O kadar ufak ki vantuzlarını birer birer düğme çözercesine diğer elimle açabiliyorum.. Kısacık kolları ile parmaklarıma sarılıyor..
Okyanusun Kılıcı Nautilus'u yenik düşüren akrabalarından habersiz.
Derisi yumuşacık ve öylesine kaygan ki.. Hızla çarpan kalbinin ritmini parmak uçlarımda duyduğum hissine kapılıyorum.. Üzülüyorum onun için.. Elimden kurtarıyorum onu..
Başımı kaldırır kaldırmaz çizgi çizgi ışıldayan sırtlarıyla uzun uzun salınan kalabalığı gördüğümde mıhlanmış gibi kalıyorum.. Bu bir baracuda sürüsü olabilir mi? Zaman zaman köpekbalıklarından dahi büyük tehlike oluşturabilen kocaman bir sürü görmeyi o kadar uzun zamandır hayal ediyordum ki.. Azot mu, hayalgücüm mü bilemiyorum.. Geçip gitmeleri çok az zaman alıyor..
İri bir akya düşüyor nasibime.. Kafam hala barakudalar ile dolu olduğu için takip edemiyorum onu.. Sürü halinde gezmek için yaşlanmış olacak bu akya da pek yüz vermiyor bana.. Aşağı doğru inerken görüyorum onu..
Zamanım azalıyor.. Rifin gerisine pek vakit harcayamayacağım için hayıflanıyorum.
Geriye dönüyorum..
İşte tam o sırada bana bakan iri gözleriyle onu görüyorum..
Ufak çapta bir şok yaşıyorum..
Korkum yok.. Çok zararsız olduğunun, hele biraz önce gördüğümü sandığım barakudalar ile kıyaslarsam melek olduğunun bilincindeyim.. Ama çok büyük işte.. Gözleri benim gözlerim kadar.. Sırtındaki benekleri, kocaman kalın dudakları ile dümdüz bana bakıyor işte.. Çarpan kalbimi duymamazlıktan gelip ilerliyorum.. Aklım onda kalıyor..
Tekrar geri döndüğüm an peşimden geldiğini, beni takip ettiğini görüyorum.. Gözleri baştan aşağı beni süzüyor.. Düpedüz beni inceliyor.. İçimden bir kahkaha atmak geliyor..
O bana bakıyor; kollarıma, bacaklarıma, hatta gözlerimin içine..
Ben ona bakıyorum; sırtına, kuyruğuna, solungaçlarına ve elbet gözlerinin içine..
Kocaman bir lahos ile göz flörtündeyim 22m civarında..
İlk sıkılan yine de o oluyor.. Eğlenceli bulmuyor beni.. Kuyruğunu çeviriyor yüzüme düpedüz.. Bozuluyorum biraz..
Deniz hıyarı dolu her yer, onları çok inceledim vaktiyle, bende intikamımı onlardan alıyor ve ilgi göstermiyorum onlara..
Çıkmam gerekli artık.. Dün gezdiğim batık 42m.de olmasaydı, ya da Kar Kraliçesinin Sarayını göreceğim umudu ile o kuyuda inatlaşmasaydım daha çok kalabilirdim elbet..
Aklıma yine ekmek kadayıfı geliyor.. Kaymaklı..
Yukarıya, ışığa doğru yükselmeye başlıyorum yine mahmur mahmur.. Thinkerbell'ler benden daha hızlı yükselmeli.. 5m de durup aşağıya son kez bakıyorum.. Oyalanıyorum.. Güneş artık çok yakın.. Suyun çalkantısını izliyorum aşağıdan.. mavi, kırmızı, turkuaz, yeşil, sarı, oynaşan kristalleşen kabarcıkları..
Hayat çok güzel..

Seda Demirel

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak Kanada'dan çıkan ancak Fransa'ya mal olan güçlü bir sesin Garou'nun son albümü "Reviens"i, ardından Tarantino'nun beklenen filmi "Kill Bill Volume 1"i ve son olarak Bizans İmparatorluğu'ndaki bir imparatoriçenin fırtınalı hayatının kaleme alındığı "İmparatoriçe"yi paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

REVIENS / GAROU :

Kanada'nın francophonları arasından çıkıp Fransa'ya giden ve Victor Hugo'nun ünlü romanından sahneye uyarlanan "Notre Dame de Paris"de "Quasimodo" (Kambur rolüyle) olarak tanıdığımız Garou, "Seul"ün ardından son albümü ile hayranlarıyla buluşuyor.

Işıl ışıl parlayan gözleri ve etkileyici ses tonuyla kısa sürede kendine bir hayran kitlesi oluşturan yakışıklı sanatçı, ilk olarak Notre Dame De Paris'in soundtrackinde Esmeralda'ya yazılmış olan ve ülkemizde de büyük beğeni kazanan "Belle" şarkısını Daniel Lavoie (Frollo) ve Patrick Fiori (Phoebus) ile seslendirdi.

Pop müziğe kendisi gibi bir Kanadalı francophon olan Celine Dion'un prodüktör eşi Rene Angelil aracılığıyla başlayan Garou, ardından Dion ile "Sous Le Vent"i ve yine bir Kanadalı olan Bryan Adams ile de bir parçayı seslendirdi. Bu iki parçayı içinde barındıran "Seul" albümünü Kasım 2000'de çıkarttı. Albümünün ilk single'ını "Sous Le Vent" olarak belirleyen Garou'nun albümü hiç beklemediği büyük bir ilgiyle karşılandı ve ünü uluslararası arenada yayılmaya başladı.

1972 Quebec doğumlu sanatçının bu son albümü ise oldukça eklektik. Son derece içten, dinamik ve enerjik olan "Reviens"de, 16 şarkı bulunuyor. Daha önce de Garou ile çalışmış olan Luc Plamondon, Jacques Veneruso, Didier Barbelivien, Romano Musumarra, Erick Benzi, Aldo Nova gibi isimlerle birlikte oluşturduğu albümü, piyasaya çıktığı günden beri dünyanın pekçok yerinde en çok satanlar listesinde hala yerini korumakta. Fransız müziğinin günümüzdeki güçlü seslerinden biri olan Garou'nun son albümü mutlaka dinlenmesi gereken, titiz bir çalışmanın ürünü.

KILL BILL VOLUME 1 :

Hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar (hatta oluk oluk) kan görebileceğiniz, şiddet düzeyi had safhada olan bir film izlemek istiyorsanız Tarantino'nun dördüncü ve son filmi "Kill Bill Vol. 1" tam size göre. Amerikan sinema tarihinin en şiddet dolu filmlerinden biri olarak öne çıkan film, yapıtın uzunluğundan dolayı iki bölüm şeklinde beyazperdeye yansıyor. Toplam süresi üç saat olan filmi iki bölüm halinde sinemaseverlerle buluşturmak isteyen Tarantino, bu sayede filminin hiçbir karesini ziyan etmiyor.

Bir zamanlar kadınlardan oluşan bir suikast timinin başkanı olan "Bride" (Uma Thurman), nikah gününde başını kocası Bill'in çektiği kendi ekibi tarafından korkunç bir saldırıya uğrar. Kilisedeki herkesin öldürüldüğü saldırıda hamile olan gelin komaya girer. Bebeğini düşüren "Bride" ölmez ve beş yıl sonra mucizevi bir şekilde komadan çıkmayı başarır. Artık genç kadının tek bir amacı vardır. Ona bu saldırıyı düzenleyen başta Bill'in bütün adamlarını ve en son olarak Bill'i öldürmek. "Bride" artık bir intikam meleği olarak işe koyulur.

1992 yılında "Sundance Film Festivali"nin açılış filmi olan "Reservoir Dogs" (Rezervuar Köpekleri) ile ilk çıkışını gerçekleştiren ve sinema çevrelerinin ilgisini çekmeyi başaran Tarantino, Elmore Leonard'ın "The Switch" adlı kitabından esinlenerek senaryosu yazılan ikinci filmi "Pulp Fiction" (Ucuz Roman) ile yedi dalda Oscar'a aday gösterildi ancak En İyi Özgün Senaryo Ödülü'yle yetindiyse de Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi kazandı. Ardından üçüncü filmi 1997 "Jackie Brown"dan sonra ise uzun bir sessizliğe bürünn yönetmen kaldığı yerden ancak altı yıl sonra devam ediyor.

Yönetmenliği, yapımcılığı ve senaristliği Tarantino tarafından yapılan "Kill Bill", en fazla yapay kan kullanılan film ünvanını almayı başardı ve eleştirmenlerce Oscar'a aday olması kesin gözüyle bakılıyor.

Tarantino oyuncularına da son derce sadık bir yönetmen. Son filminde de yer verdiği Uma Thurman ile "Pulp Fiction"da, Samuel L. Jackson ile de hem "Pulp Fiction" da hem de "Jackie Brown"da birlikte çalışmıştı. Ayrıca yönetmenin bir başka huyu da önceleri büyük şöhrete sahip olan ancak yıldızı sönmüş ünlüleri tekrar sinema sektörüne kazandırmak. Bunun ilk örneğini "Pulp Fiction"da John Travolta ile gördüğümüz yönetmen, son olarak bir zamanların ünlü televizyon dizisi 'Kung Fu'nun 'çekirge'si olan David Caradine'e filminde yer veriyor.

"Kill Bill", çekildiği mekanlar açısından da bir görselliğe sahip. Çekim yapılan yerler arasında ABD'de Los Angeles ve Texas, Japonya'da Tokyo, Çin'de Pekin ve Hong Kong ve Meksika göze çarpıyor.

Özellikle Asya sinemasına karşı duyduğu ilgisiyle tanınan Quentin Tarantino, Lucy Liu'nun canlandırdığı kadın Yakuza'nın geçmişini anlatırken animasyon (Japon animasyonu manga) kullanıyor ve bu da filme bambaşka bir tat katıyor.

Diyalogların diğer Tarantino yapımlarına kıyasla az kullanıldığı (bu nedenle daha az mesaj verme kaygısı yaşayan) ancak şiddetin çok çok daha fazla göze çarptığı "Kill Bill" farklı bir sinema dili yaratmış olan Tarantino'nun izlenmesi gereken bir filmi.

İMPARATORİÇE / TESSA KORBER :

Dünyanın gördüğü en güçlü imparatorluğun, Roma'nın ikiye bölünmesinin ardından doğuda kalan kısmında, Batılılar'ın deyimiyle Bizans'ta geçen bir kitap "İmparatoriçe".

Döneminin en kuvvetli imparatorluğu olarak öne çıkan ve Roma'nın devamı olduğunu öne süren Doğu Roma'da bir imparatoriçe tahta çıkar. Ancak bu kadının öncekilerden büyük bir farkı vardır. Yunan heykellerindeki kadar pürüzsüz ve saf bir güzelliği olmasıyla birlikte İmparatoriçe Teodora soylu bir kökenden gelmemektedir. Ancak genç kadın bu açığını da keskin zekasıyla kapatmaktadır. Bir kadının sahip olabileceği bütün ihtiraslar onda da vardır. Bütün hedeflediklerine kısa sürede ulaşır ve dönemin çok ötesinde yasalar çıkartır. Bütün zorluklara büyük bir cesaret ve dirençle göğüs gerer. Ancak tek bir şeye yenik düşer. Elbette ki aşka. Yaşadığı aşk onu hiç tahmin etmediği bir şekilde etkileyecek ve hayatını altüst edecektir.

Dönemin Doğu Roması'nı, mahallerinden insanlarına, ülkenin kalbi durumundaki hipodromdan Büyük Saray'ına kadar heryeri büyük bir titizlikle anlatan roman sadece bir kadının tutku dolu yaşamına değil yüzyıllar öncesine de ayna tutmaya çalışıyor. "İmparatoriçe", tarihe ve dolu dolu yaşanan hayatlara merak duyanların büyük bir keyifle okuyacağı bir kitap.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.052 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


...

İçimde hüzün var yine
Doluyum yine doluyum
Nedendir bilmiyorum
Belkide biliyorum
Ama itiraf edemiyorum
Dışarıda düşen her damla
Benden düşüyor sanki
Geri almak istiyorum başaramıyorum
Toparlayamıyorum
Sanki yağmur değil de
Benden kayıp giden
Duygularım, umutlarım
Beklentilerim, sevgilerim
Aşkım ve ben ve sen
Topla desem
Topla kendini toparla artık
Kendine gel,
Ne düşen damlalar senin derdin
Ne de geri gelmeler yada gelmemeler
Senin sorunun kendinle hesaplaşamaman
Kendinle anlaşamaman
Sonuçlandıramaman
Başaramaman
Yeter artık desem
Yeter silkin şöyle
Aç gözlerini bu dünyada gibi
Gitme artık geçmişe
Dön geleceğe, geleceğine
Sarıl hayata sevgiyle
Doldur kalbini tüm güzelliklerle
Sana ne dışarıda olup bitenden
Sen kendi içine bak
Önce kendi içini sev,düşün
Düşünki bugünün yarınıda var
Yaşadığın ve yaşamak istediğin sürece

Menekşe Arpacı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Sizi gidi sevimliler sizi!....

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://odturobotgunleri.org.tr/index.php
...Çocukken kendi oyuncağımızı kendimiz yapmaya alışıktık. Telden araba, uçurtma, sapan, külah, topaç vs. Tornetin de bu oyuncaklar arasında ozel bir yeri vardır. Torneti bilmeyenler onu farklı isimlerle tanıyabilirler: bilyalı araba, bilyalı teker, vs. Tornetin asıl eğlencesi yokuş aşağı yüksek hızla gitmektir. Tornet kabaca iki kısımdan oluşur: Tekerler genellikle üç tane olup sanayide rulman adıyla anılan çelik tekerlerdir.Bir de tahta kısmı vardır, o da üstüne oturulan gövdeyi oluşturur...

http://www.otomax.com/production/public/NewsInfo/yb/sr/karbuz_dembuk.cfm
...Soğuk günlerde yol üzerinde görülen ıslak kesimlerin buzlanmış olduğu varsayılmalı ve kuru yüzeydeyken derhal yavaşlamalıdır. Buzda; direksiyon, gaz, fren ve debriyajın bırakılması gibi tüm hareketler çok yumuşak yapılmalıdır. Buzlanmayı önce farkedebilmek için silecek suyuna deterjan koymayın ve sık sık su fıskiyesini çalıştırarak kontrol edin. Su camda donar veya fıskiye çalışmazsa yolda buzlanma beklenmelidir...

http://www.reklamevi.net/kelman/tum_sair_siirleri/baris_manco.htm
Barış Manço'dan Baykoca destanı. ...Turnalardan haberimi aldığın gün sevdiceğim, Gülme sakın gülme ha gülme, Alnıma bir kara yazı yazılmışki yok ilacı, Sevdiceğim gülme ha gülme, Yağmur ince ığıl ığıl ağlar, Her damlası yüreğimi dağlar, Seni bana çok görenler neyler, Karlı dağlar uzun uzun yollar, Hepsi pişman susmuş ağlar, Seni bana çok görenler neyler, Sılada kalan dertli yaşar, Sevişenler dağlar aşar, Sevdiceğim gülme ha gülme, Dağların üstünden doğdu bir yıldız...

http://www.elaziz.net/index2.htm
Elazığ......................

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


SpyBot-S&D 1.2 [3598k] 98/ME/2000/XP
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105384
İnternette dolaşırken ziyaret ettiğiniz bazı sitelerin, bilgisayarınıza yüklediği casus reklam sayaç ve bilgi kurabiyelerini tespit edip temizleyen bir program. N'olur demeyin, bunlar bilgisayarınızın performansını yarıya yarıya azaltabilirler. Ayrıca, izlediğiniz yolu da silebildiğinden iyi bir çöpçü program da denilebilir. Çok gezenlere tavsiye edilir. Tabi internette... Bizzat tarafımdan test edilip onaylanmıştır:-))

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040115.asp
ISSN: 1303-8923
15 Ocak 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri