KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 430

 26 Ocak 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Vicdani kriterlerimiz!..


İyi haftalar,

Perşembe akşamı, kimileriyle karşılaştırıldığında boğaz gezintisi denilebilecek bir zorunlu esaretin akabinde pekçok insan gibi paldır küldür birşeyler karalayıp, yerel yönetimlerin, devlet kurumlarının kulağını çınlatabilirdim. Ama gece 2 sularında yatağa girdiğimde sinirden eser kalmamıştı. 7,5 saat bir arabanın içinde, etrafında senin gibi kader kurbanı yüzlerce araç, bitti bitecek benzini idareli kullanmak için gerekmedikçe çalıştırılmayan motor dolayısıyla donayazan ayak ve bacaklara yapılan masajlar, kamyon tekerine hoşoşvari giderilen hacetler, hepsi unutulmuştu. Ta ki ertesi sabah işin vehametini öğrenene kadar. Sıkışıklık 2.köprünün gişeleri civarındaki 500 metrelik alanın çok ötesindeydi. Dünyanın megakentlerinden biri sayılan İstanbul'um yağan kara esir olmuş, Devletin en yüksek temsilcisi faturayı evlerine dönmeye çalışan insanlara çıkarıp tümünü kader kurbanı ilan etmişti. Bir koyun milletin iflah olmaz neferi olarak bunların hepsini sineye çekmeye hazırdım ama şehrin göbeğinde evine dönmek için okuldan ayrılan 8 yaşındaki bir bebenin donarak ölmesine sessiz kalmak hangi vicdana sığardı? Allahaşkına bir tanrıkulu çıkıp bana bunu açıklasın, nasıl olur da o havada bir bebe okuldan tekbaşına salınır, okulun kapısını kapatmak, çocukları varsa servislerine, ki o bebenin bir servisi vardı ve 2 kardeşi sağsalim evlerine ulaşmıştı, yoksa anababalarına teslim etmek çok mu zordu?

Şu son birkaç günde başımıza gelenleri, yaşadıklarımızı birkez daha düşünün lütfen. Sizce sorun para mı? Yani yeterli ödenekler ve altyapılar olaydı tüm bunlardan kurtulabilir miydik? Tabirimi mazur görün, nah kurtulurduk. Çünkü sorun biziz, doğu ile batı arasına sıkışmış, doğunun vurdumduymazlığı ile kaderciliğini batının medeniyet tanımları ile tasvir etmeye çalışan zavallılarız. Kendi yaşamını umursamayan bir gürühun içinden çıkan yöneticilerin, vatandaşların yaşam hakkını savunacaklarını, bunun için çalışacaklarını düşünmek olur mu? AB'ye uymak adına kriter mriter hamdolsun hepsinin altından girip üstünden çıkmayı beceriyoruz, peki vicdani kriterlerimizi ne halt yiyeceğiz? Kendine emanet edilen bebeleri korumaktan aciz okul yöneticilerini, 2 milyon araç trafiğe çıkmasaydı bunlar başımıza gelmezdi diyen il başını, 10 gündür bas bas bağıran meteorolojiyi duymazdan gelip tekbir önlem almayan yerel yönetim başını n'apacağız? Koca depremin üzerinden neredeyse 4 sene geçti. Lafa gelince mangalda kül kalmadı, aldık dedikleri önlemlerin 5 kuruşluk değeri yok ama haydi var diyelim, 24 saat yağan kara teslim olan İstanbul'um bir koca depremde alınan hangi önlemle ayakta kalmayı başaracak sorarım. Onlara değil tabi kendime sorarım. Cevabını da şıppadanak veririm. 'Hımmm, Allahtan ümit kesilmez, inşallah 7 yerine 6 büyüklüğünde, merkez üssü Marmara denizinin ortasında, yerin 7 kat dibinde olur da biz de 3-5 bin kişilik telefatla kurtuluruz. Aminnn...' Dedik ya biz de bir koyun milletin iflah olmaz neferiyiz. Can çıkar huy çıkmaz!...

...........

Perşembe günü yazdığım sigara konulu kısa serzenişime gösterdiğiniz gerçekten yoğun ilgiye çok teşekkür ederim. Hepsine tek tek cevap vermeyi istiyorum ama önce buradan toptan bir teşekkür edeyim istedim. Sanırım artık atlattım ve bu mereti bir daha kullanmayacağım. Perşembe gecesi yaşadığım esareti paylaştığım geçici arkadaşlarım sigara istediklerinde 'Kullanmıyorum' diyebildim ve o süre zarfında birtek kere bile aklıma gelmedi inanın. Yiyecek olarak karaborsadan 2 milyon verilerek alınmış 1 adet safi saman kağıt helvayı saymaz isek tekbir lokma da yemedim ayrıca. Yoksa ben büyüyor muyum yahu? Gözümün yağını yiyeyim benim vallahi...

Bugün çok hoş ve ilginç bir yazı dizisine başlıyoruz. Sevgili Serpil Yıldız ve Cüneyt Göksu'nun Eylül ayında birlikte gerçekleştirdikleri 'KÜBA' gezisinin izlenimlerini Cüneyt'in klavyesinden, Serpil'in fotoğraflarıyla 2 hafta boyunca okuyacağız. Kulaklarınızın pasını az da olsa silmek isterseniz, ilgili linkten müessesemizin ikramı olarak özgün Küba müziklerini tıklayarak dinleyebilirsiniz. Hepinize yağışsız, buzsuz bir hafta dilerim. Kalın sağlıcakla...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Şeref Oğuz

 DuyuYorum : Şeref Oğuz


   Yuvarlanıp gidenlere dair...

Hayattan ne bekliyorsunuz? Bu sorunun türlü cevapları olabilir.

Açık, net, ölçülebilir, ulaşılabilir ve belli bir zaman dilimi için planladığınız amaçlarınızdan bahsedebilirsiniz.

"Bu koşullarda ne bekleyebirim ki? Yaşadığım için şükrediyorum" da diyebilirsiniz...
Gerçekleştiremediğiniz pek çok amacınızdan söz edebilirsiniz. Hayallerinizi sıralayabilirsiniz...
Nereden hayal oluyorlarmış? Uygun koşullarınız olsa bal gibi hepsini gerçekleştirebilirsiniz. Daha fazla zamanı, biraz sermaye olsa... Çocuğunuz okula başlasa, eşiniz sıkıntılı dönemini atlatsa... Ah bir elinizden tutanınız olsa...

Ama nedense bunlar bir türlü gerçekleşmiyor, hayalleriniz hep uygun koşulların bir araya gelme anınıza kadar sürekli erteleniyor.

Bir bakıma, kırkında ölüyor, sekseninde gömülüyorsunuz.

Bir arkadaşım sürekli Fransızca öğrenmek isteğinden bahsederdi. "Kursa git" dediğimizde "hiç zamanının olmadığından" yakınırdı. 800-900 kelime bilen birisi karşısındaki kişiyle gayet rahat anlaşabilir. Arkadaşım hergün 5 kelime öğrenmek yerine 900 kelimeyi öğreneceği günü bekleyerek hayalini sürekli erteledi. İş için Fransa'ya yerleşeceği güne kadar... Zamanı mı artmıştı? Hayır, tam tersine hayatındaki değişiklikler nedeniyle stres ve yoğunluğu daha da artmıştı.

Başka bir bayan arkadaşım da sürekli iki beden küçülten mucizevi diyetine başlayacağı günü erteliyordu. Bahanesi çok tanıdık, iş stresi ve yoğunluğu... Hayatının aşkına rastladığı an, iş stresi ve yoğunluğu engel olmaktan çıkmış ve diyetine başlamıştı.

Yıllardır sigarayı bırakıp spor yapacağını söyleyen bir arkadaşım da isteklerini ancak hastalandıktan sonra faaliyete dökmüştü.

Tavşanlar ipin ucuna asılı havucun peşinden koşturup dururlar. Amacı, karnını doyurmak. Hamster da tekerleğin içinde döner durur...

Amaçlarımız... Koşulların değişmesini bekleyip, faaliyeti ertelediğimiz gerçekleşmeyen hayallerimiz... Nietzsche, "ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır" demiş. İşi yapmak zor, konuşmak kolaydır.

Zaten hayat, birileri geleceğe dair plan yaparken, olup biten değil midir?

Şeref Oğuz

Yukarı

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


RÜYALAR ÜSTÜME SİNMİŞ

Son zamanlarda garip, tuhaf, anlaşılmaz rüyalar görüyorum. Zaman, mekan, olaylar çok abuk sabuk ve benimle çok alakasız. Rüyaları hayra yada şerre yormak gibi bir derdim de yoktur. Yine de onlardan etkilenip gün boyu parça parça görüntüler, sesler, yüzler, yarım kalmış hevesler hatta korkularla birlikte gezmekten kurtulamıyorum. Rüyalarım bir ara neredeyse ak sakallı dedelerin uğrak yeri oldu. Çocukken dinlediğim masallardaki dedeler rüyalarımıza konuk olup bizi büyük bir dertten kurtarır. Yada küp küp altın dolu bir gömünün yerini gösterirlerdi. Misafirlerin bana hiç böyle bir yardımı dokunmadı. Kapımı sonuna kadar açtım. Ekmek, su, yemek verdim. Altlarına döşek serdim. Ağızlarını bile açmadan çekip gittiler.

Son rüyamda, düz ve toprak damlı evlerin sıra sıra aşağıya doğru dizildiği bir yamaçtayım. Üzerimde tiril tiril yazlık, beyaz bir giysi var. Her taraf bembeyaz kar... Kara, zemheriye inat yemyeşil bir dut ağacının altındayım. Uzandığım dalı aşağıya çekip dut yiyorum. Ellerim tatlı meyvelerin şurubundan yapış yapış... Ağaca bakıyorum. Daha yukarıdaki dallara gözüm takılıyor. Dutlar hem daha iri hem de yavaş yavaş pembeye dönmüş. Dayanamayıp ağaca çıkıyorum. Giysilerim kirleniyor ama aldırmıyorum. Dert değil, kirlenirse kirlensin diye düşünüyorum. Kış ortasında dut bulmuşum, bırakır mıyım?

Çalar saat uykumu kesip atarken ben hala dut yiyordum. Sıcacık yataktan buz gibi odaya çıkmak istemiyorum. Oysa tıraş olup işe gitmem gerek. Telefon etsem “hastayım”, desem yutarlar mı? Nasılsa, kaç gündür televizyonlar, gazeteler girip salgınından söz ediyor. İş yerime telefon etmek için yataktan çıkınca vaz geçiyorum. Aceleyle traş olup, apar topar giyinip kendimi sokağa atıyorum. Hükümetin konağının karşısındaki lokantada çorba içerken hala rüyanın etkisinde olduğumun ayırtına varıyorum.

Pazartesiler ne ekşi suratlıdır herkes bilir. Dosyalar, yazılar, evraklar yetmezmiş gibi bu abuk sabuk rüya da gün boyu aklıma gelip gidiyor. Öğleden sonra birazda Pazartesinin asık suratı değişsin, biraz dairedeki kasvetli hava dağılsın diye rüyamı odacı Hasibe Hanım’a anlatmaya karar veriyorum. Kendisi kahve falı bakmaya, burçlara, rüyaları yorumlamaya meraklıdır. “Çayları dağıtınca yanıma gel. Bana çok lazımsın.”diyorum. Dairedeki arkadaşlar, ses tonumdan makaralık bir durum olduğunu hemen seziyorlar. Daireden hiç kimse bir şey sormuyor. Hep birlikte Hasibe Hanım’ın gelmesini beklemeye başlıyoruz.

Beş dakika geçti geçmedi, Hasibe Hanım da geldi. Yüzüme kederli bir hava verip “Bana bir ablalık yapacaksın. Konuştuklarımız bu odadan dışarı çıkmayacak. Son günlerde rüyalarla başım dertte. Aman gözünü seveyim,” dedim. Hasibe Hanım kendisinden yardım istediğim için keyiflendi. Nasıl rüyalar bunlar? Anlat hele Hamdullah Bey,” dedi. Halden anlar bir abla, dert ortağı, hatta sırdaş oluverdi. Suratındaki o ifadeyi görünce “Roma’yı de ben yaktım.” diyesim geldi.

Oturduğum masanın köşesine işaret ederek sandalye çekip oturmasını istedim. Olduğundan biraz daha fazla allayıp pullayıp rüyamı anlattım. “Dut yerken üzerindeki elbiselerin rengi neydi?” diye sordu. Beyazdı, yazlık beyaz giysilerdi, ayağımda da keten ayakkabılar vardı” dedim. Sonra da, “Rüyanda senden başka kimse yok mu? Tek başına mısın? “ diye sordu. “Evet, yalnızdım” dedim. Dinlediklerini toparlamak ister gibi, aklında harmanlamak ister gibi biraz bekledi. Sonra, sanki her şey birden bire aydınlanmış, ayan beyan olmuşçasına tane tane anlatmaya başladı.

“ Sıkıntılarından sıyrılıp ferahlığa çıkacaksın. Senin yüreğin de, geleceğin de karlar gibi apak. Dut bolluk demektir, bereket demektir. Elin bollaşacak, paradan yana hiç sıkıntın olmayacak. Çok sevdiğin biri sana biraz gücenmiş. Onun gönlünü almalısın. Ağzının tadı uzun sürsün istiyorsan bir fakirin de karnını doyurman gerek. Aç biri senden medet umuyor. Rüyanda gördüğün yeşil dut ağacı hayra da şerre de çekilebilir. Karşına ufak tefe aksilikler de çıkabilir. Tam tersine herkes dardayken senin işlerin yolunda olacak gibi de yorumlanabilir. Elini attığın her iş yüzünü güldürsün. Bir niyet tut, bir fakirin karnını doyur. Hiç tasalanma, rüyalarını hayra yor, ” deyip sözünü bitirdi. Alkışı hak etmiş şarkıcılar gibi gözlerimize baktı. Alkış falan yapmadık ama onu sözlerimizle onurlandırdık.

“Hay ağzına sağlık Hasibe Hanım. Şimdi herkese benden çay ver. Keyfimiz tamam olsun.” dedim. Hasibe Hanım kalkıp çay ocağına giderken bizim dairedekiler temelli koptu. “Sen iyisi mi bir piyango bileti al, hadi hadi iyisin, şeytanın bacağını kırmışsın işte, yürü be arkadaşım kim tutar seni, bizi de unutma ha, rüya değil Türk filmi mübarek” gibi şamata laflar havada savruldu.

Hasibe Hanım kahve falıma da baksa zaten aynı lafları söylerdi. Yüreğin kabarmış, bütün sıkıntım silinmiş süpürülmüş, toplu eşya yada ev alıyorum, birileri ağız ağza verip konuşuyor, üzerimde kem gözler var, bir yerden toplu para gelecek, benim için hayır duasını eksik etmeyen biri var, üç vakte kadar dileğim gerçekleşecek...” Her seferinde lafı döndürüp dolaştırıp getirir mutlaka güzel bir sona bağlar.

Benim bu işi burada bırakmaya hiç niyetim yok. Asık yüzlü, çirkin pazartesi için daha muhteşem bir final hazırlamayı düşündüm. Hasibe Hanım’ı yeniden çağırdım.”Sen rüyamı yorumladın, beni kendine borcu bıraktın. Ben kimseye borçlu kalamam. Şimdi de ben sana kahve falı bakacağım. Ödeşmiş olacağız.” dedim. Kadın eğlencenin kokusunu sezdi. Önce ne oluyoruz gibilerinden şaşkınlıkla yüzüne baktı. Gülmeye başladı, “Tamam, istediğin bu olsun. Çorbadan dönenin kaşığı kırılsın.” dedi. Odadan gülerek çıkıp gitti. Elindeki tepside iki fincan kahveyle geri döndü. Hasibe Hanım’la ben kahvelerimizi içerken dairedeki bütün arkadaşlar da biz izliyor. Ama ne izleme, sanki matah bir şey yapıyoruz. Hiç kimse önündeki dosyalara, evraklara göz ucuyla bile bakmıyor. Sanki bir an boşta bulunursalar çok önemli bir görüntüyü kaçıracaklar.Kahvelerimiz bitince Hasibe Hanım fincanını kapattı. “ Soğuyunca gelirim, müdürün odasından boşları almam gerek “ dedi ve gitti.

Gelince fincanı kontrol etti. “Soğumuş artık bak, hadi anlat bakalım.” deyip kapalı fincanı tabağıyla bana uzattı. Hiç acele etmeden fincanı açtım, evirip çevirip dikkatlice bütün kenarlarına baktım. Kahve telvesinden tahminler kurgulamak için küçük bir hazırlık yaptım. “Neyse halin çıksın falin deyip” anlatmaya başladım.

“Eskiden, çocukluktan genç kızlığa geçerken yakışıklı bir oğlan sevmişsin. Dal gibi uzun boylu, ay parçası gibi birini. O da seni çok sevmiş. Araya girenler olmuş, laf taşıyanlar, kıskananlar size engel olmuşlar. Üstelik onu bırakan da sen olmuşsun. O çoktan evlenip çoluk çocuğa kavuşmuş. Kaç çocuğu olduğunu göremiyorum. Orası iyi görünmüyor, bulanık... Sonra çok iyi kısmetlerin çıkmış ama hiç birini istemişsin. Akrabalarından biri seni hiç rahat bırakmıyor. Ne yapsan dır dır dır konuşuyor. Her şeyine bir kulp takıyor. Ne zaman onlara gitsen “sen niye evlenmiyorsun, senin bir kusurun mu var? “ gibi laflarla tadını kaçırıyor.

Bir adağın var ama daha kesmemişsin. O kanı akıtırsan daha da rahatlayacaksın. Güzel bir haber alacaksın. Ağzında mektup olan bir kuş var. Elinden epeyce bir para çıkacak. Biraz sıkıntı çekeceksin. Ama çektiğin sıkıntının mükafatını alacaksın. Birisine zamanında çok büyük bir iyilik yapmışsın. Her kimse sayende büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş. Seninle her karşılaştığında hala öpmek için ellerine sarılıyor, boynuna sarılıyor. Üç vakte kadar biriyle karşılaşacaksın. Yolun kıyısında uzun uzun ağaçlar görünüyor. Elinde sigarası var. Orta boylu, renkli gözlü biri. Seni çok etkileyecek.”

Fincana bakmayı bitiriyorum. Tabaktaki birikmiş kahve telvesini fincanın içine süzdürüp yeniden başlıyorum. “ Kalbin tertemiz, pırıl pırıl... Ne dilersen, kısmetinde çıkıyor. Çok uzak değil ama yakında bir yolculuk var. Yolculuktan ellerin, kolların dolu geleceksin. Ne iyi etmişim de gitmişim diyeceksin. Göl mü ,ırmak mı, deniz mi bilmem ama kocaman bir sudan geçeceksin. Son günlerde üzerinde bir ağırlık var. Ufak tefek şeyler canını sıkıyor. Ama biraz sabırlı ol. Hepsi geçecek. Benden bu kadar. ” diyorum.

Hasibe hanım yüzüme bakıp “ Sen beni geçmişsin. Aklım durdu valla.” diyor. Dairedekiler gülecek diye bekliyorum. Herkes can kulağı ile dinliyor. Sadece “vay, vay, vay anasını”, demekle yetiniyorlar. Aslında kahve telvesi söylediklerimin hiç birini göstermedi. Ben daha önce duyduğum cümlelerden bir buket yaptım. O buketi de Hasibe Hanım’a borcumu ödemek için verdim.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


IL POSTINA

Buz kesmiş bir sabah, elimde "koliniz var" belgesi postaneye doğru yürüyorum. Sabah güneşinin buzları kırmaya çalışan gülümsemelerine bir film karesi karışıyor. Bir Akdeniz adasının beyaz dalgaları vuruyor yoldan geçen arabaların camlarına. Bulutlar, gülümseyen bisikletli bir adamın yüzünü çiziyor. Ve ben yaklaşık altı-yedi yıl geriye gidiyorum.

Michael Radford'un 1995 yapımı filmi "Il Postina" yı düşünmeye başlıyorum...
Postanenin kapısındayım ve açılmasına dakikalar var. Bir az evvel gazete bayiinden aldığım günlük gazete ve haftalık dergiye göz atma fırsatım oluyor, ama ben o filmi hatırlamayı tercih ediyorum.
Filmdeki adıyla Mario'nun o keskin Akdenizli çehresinin saçtığı ışıltı ile bir mektup zarfına sığabilecek hayalleri ve haberleri düşünmeye başlıyorum. Ünlü şaire mektup taşıyan genç adamın aşkını ve şiir tutkusunu hatırlıyorum. Elimdeki kağıda uzun uzun bakıp, benim gibi sırada bekleyenlerin bakışlarında eski heyecanları arıyorum.

Her sabah saat 10'dan sonra evimizin girişindeki posta kutusunun anahtarını sola doğru çevirirken söylediklerim gibi "Bugün beni sevindirecek birşeyler bulayım postada" ifadesi yüzümde, elimde internetten sipariş ettiğim kitapların geldiğine dair belge, postanenin açılan kapısından diğerleri ile beraber içeriye giriyorum.

İçerisi buralardaki tüm küçük kasabaların payına düşen kasvetli postane binalarının karanlığında. Sabah mahmuru memurların hala uyuklayan suratlarına sıcak bir gülümseme ile merhaba gönderebilirseniz karşılığını alıyorsunuz. Otomatik pul makinesi, fotokopi makinesi, burada satılan ürünlerin sergilendiği tanıtım dolabı ve son dakika karalamalarınızı yapacağınız küçük bir masa tüm postanelerin dekoru loş bir aydınlıkta. İçeri sokulmayan güneşin değil ama yanan kaloriferlerin cehenneme çevirdiği daracık mekanda en az on kişi sıraya geçiyoruz...

Bak postacı geliyor, selam veriyor...
Şimdi bekleme vakti. Herkesin telaşı kendi elinde. Aynı zamanda banka gibi çalışan postane şubelerinden atılan kaç mektup sahibine ulaşacak bugün? Birimizin elinde para makbuzu, bir diğeri çek defterini alıyor, sonra birisi sağlık sigorta şirketine faturalarını gönderiyor iadeli taahhütlü olarak, biri dergi aboneleği için bir form doldurmuş ona pul alıyor ve ben elimde "koliniz var" belgesi gönderilmemiş mektuplarımın peşindeyim...

Küçük şehirlerin tanıdık postacılarının telaşlı yürüyüşlerini anımsıyorum çapraz astıkları çantaları ile. Sonra bizim mahalleden geçen motosikletli postacının çocuklar arasındaki popülaritesini...
Sıra bana geldiğinde filmdeki ünlü şairin O'nun gibi şiirler yazmak isteyen Mario'ya söylediklerini duyuyorum sanki, kelimeler kendimce sıralanmış. Şair olmadığı için söylediklerini ertelediğini düşünen Mario'nun "Postacılığı sürdürmen daha ilginç. Hiç değilse yol yürür ve şişmanlamazsın" diye şairden aldığı esprili cevabı gerçek hayatta bir yerlere yerleştirmeye çalışıyorum. Boş bulduğum postacı çantalarına alıcılarını sevindirecek mektuplar atmak gibi...
Bayramlarda ve yılbaşlarında fazla mesai yapan postacılar kaçımıza sevinç ve üzüntüleri aynı anda taşımadı ki?
Bir nikah salonuna tam nikah kıyılacağı anda gelen kutlama telgrafları, hayatımızın sınavlarının sonuç kağıtları, yeni doğan bir bebeğin resmi, başsağlığı mektupları, iş evrakları...şimdi ise daha çok faturalar, ne çok hayata bağlı zarfları çantasında taşıdı kendi umutları ile beraber. Gişeden paketimi alıp otobüs durağına doğru yürürken kayıp postacıların gölgeleri ile selamlaştım. Duraktaki banka oturup, paketimi yanıma koydum ve sabah aldığım dergiyi karıştırmaya başladım. Sanki günün başlangıcını bana hatırlatırcasına dört sayfalık yazıda özellikle küçük şehirlerde kaybolmaya başlayan resmi hizmetlerden bahsediliyordu. Kimse kullanmadığı için kaldırılan tren hatları ve artık gelen gideni olmadığı için bir bir kapanan postaneler. Ve bir emekli postacının sözleri, yaşlı adamın resminin altında dikkatimi çekti.

"Dünya o kadar çok değişti ki artık bizim mesleğe ihtiyaç kalmadığını düşünüyorlar. Oysa eskiden öyle miydi? Uzak, yakın demeden gittiğim tüm evlerde beklendiğimi bilirdim"

Otobüste elimdeki paketi sıkı sıkı tutuyorum. Eve geldiğimde girişteki posta kutularının yanından geçerken, yarın sabah bizim postacının tam geleceği saatte orada olabilmeyi planlıyorum.

Bugünlük posta kutumuz boş, ama biliyorum bir yerlerde mutlaka gönderilmemiş mektuplar vardır adıma. Evdeki çalışma masamın üzerine en sevdiğim dolmakalemimi ve beyaz kağıtları çıkarıyorum. Bir fincan sıcak çayın dumanı tütüyor ve camdan dışarıdaki tepelere bakarken küçük bir kız çocuğunun şarkısına eşlik ediyorum.

Bak postacı geliyor, selam veriyor
Herkes ona bakıyor, merak ediyor...


SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


YAZMAK YA DA YAZMAMAK: İŞTE BÜTÜN MESELE BU

Hiç durmadan yaşam denen bulmacayı aklınıza sığdırmaya çalışıp, her defasında duvara tosluyorsunuz biliyorum. Ben de çok tosladım, inkar edemem. Ama şunu teslim etmeliyim ki, artık daha az tosluyorum. En azından toslamaya ramak kala el frenini çekip, kendime 'bi yavaş ol, bi sakin ol' diyebiliyorum. Yazmak, bu konudaki en büyük yardımcım. Hava yastığım.. Kaskom..

Bazıları soruyor: "Ne oluyor yazınca sanki? Başın göğe mi eriyor? Yazmasan olmaz mı?"

OLMAZ kardeşim!

Yazar dediğin densiz olacak bir kere.. Neden yazdığını bilmediği gibi, zaman zaman çıkıp bunu açıkça itiraf edecek kadar da pervasız olacak.

Yazıyorum işte. Sana ne? Size ne? Ne?

Şimdi açın gözlerinizi. Burada çok değerli bir kamu hizmeti vermek üzereyim. Yazma maceram nasıl başladı, onu anlatacağım.

* * *

Her ebleh ilkokul çocuğu gibi, okuma-yazmayı söker sökmez günlük tutarak başladım yazı yazmaya. Maksat, anılarımı yazıp nostalji kurumuna katkıda bulunmak ya da deşarj olmak felan değil ha! Sadece, yeni aldığım süslü püslü kalemlerin elime nasıl da yakıştığını izlemek ve bünyeye henüz eklenmiş olan yazma yetisinin hevesini gidermek.

Hayatımın hiç bir döneminde "sevgili günlük" diye başlayan cümleler kurmadım ama, ben de her saf 'günlükçü' gibi: "Bugün birine aşık oldum, ay çok yakışıklııııııı.. Mehmet bugün bana şeker verdi, yuppiii.. Ayşe'ye küstüm, ühüüü.. Hayat Bilgisi dersinden 5 aldım, heyooo.. Fatma silgimi çaldı, püüü.." gibi cümleleri epeyce bir zaman bırakamadım.

Arada bir kafiyeli bir-iki cümle yazınca ya da aşık olduğum çocuğun ismine akrostişler uydurunca, kendimi Nobel ödülünde haksızlığa uğramış bir şair olarak gördüğüm de vakidir hani.

Neyse efendim, yaş ilerleyip de Türkçe ve edebiyat dersleriyle daha bir haşır neşir olduktan sonra, yazmak denen eylemin 'anlaşılmaz ve alengirik olduğu zaman kıymetli addedildiği' sanrısına kapıldım.

Edebiyat dediğin, failatün failatün failün idi:

Girmiş kemer-i vahdete almış ele tespih
Her birinin vird-i zebani çil ü pençah
Dedim ne sayarsınız, ne alırsınız, ne satarsınız
Kasle dilinizde ne Nebi var, ne hod Allah
Dedi birisi şehrimizin hakim-i vakti
Hayır etmek için halka gelir mescide her gah
(*)

Budur baba edebiyat !
(Nazım'ı gelse tanımam yani. Ki o vakitler henüz tanışmamıştık Nazım ustayla hakikaten.)

Hadi diyelim aruzu beceremedin.. O zaman mümkün olduğunca devrik, uzun ve anlaşılmaz cümleler kuracaksın ki, iyice tescillensin yazma yeteneğin! Okuyan bir daha okusun.. bir daha okusun.. bir daha okusun.. Sen beğendiği için tekrar tekrar okuduğunu san. Saf!

Bir de şu var: Roman, öykü ya da deneme yazmak hem ciddi bir birikim gerektirir hem de uzun iştir ya; yemez yani. Oysa şiir öyle mi ya? İki kafiye, iki metafor al sana şiir. Çocuk oyuncağı. Peeh! Ne büyük gaflet.

Neyse ki mevzuuya çabuk uyanıp, benden asla şair olmayacağını anladığımda, henüz şiirlerimi kimselere okutmamıştım. Rezaletin son perdesini çekemeden şiir gösterisine son verdim. Fakat bu defa da, düz yazı ile şiiri zinaya teşvik edip, ortaya ne idüğü belirsiz veletler çıkmasına yataklık ettim. Bunların adına da 'Sayıklamalar' dedim.

Alın size örnek de vereyim:

cinayet

o sıra.....


uyku gibidir yaşam; rüyalar görürsün, kabuslara terlersin.. bilirsin rüyadır, kabustur; görmeye devam edersin.

elbet uyanırsın.....

mahmurluğun geçene kadar gitmez serden etkisi.. düş de olsa, kabus da.. gitmez yüzünü yıkayıncaya kadar sersemliği..

sonra uyuyamazsın.....

her uykusuzluk bi düş kırığı hikayesidir.. geceler bilir bunu bir tek; bi de içindeki velet.. senin rüyan, kabusudur onların.. onlardan yana olmak düşer payına.. çeker gidersin rüyandan valizini bile almadan..

birden sirenler öter.....

bütün kıyıların bombalanmaktadır.. sığınaklar kitlenmiştir yirmibeş kere.. haklı çıkmaktan usanmışsındır.. haklarını teslim eder, haksız kalırsın..

susarsın....

yeniden, bi daha, en baştan susarsın... konuştukça haklısındır; sustukça haksız.. haklı olmak kanatır.. kendini bağışlamak her zaman daha kolaydır.. susarsın.. haksızsındır.. suçlar eline ayağına dolanır.. sus'arsın.. susar'sın sustukça.. dilin dimağın kurur..

gidersin....

uçuruma itersin kendini.. sevdanın adı kördüğüm olur.. cevaplar sorulara bir beden küçük gelir.. ikmale kalırsın.. ikmal deposu vedalarla doludur.. itaat edersin.. gidersin her yerden..

geberirsin....

gene açar kuşlar.. gene öter çiçekler.. gene solar böcekler.. denklem yanılır.. ama baştan yazılır: kuşlar uçar, çiçekler açar, böcekler öter.. sensiz de döner devran, her nasılsa.. lanet olasıca..

o sıra.....
elbet uyanırsın.....
sonra uyuyamazsın.....
birden sirenler öter.....
susarsın.....
gidersin.....
geberirsin.....

anan bile ağlamaz !

Ne demeye çalıştığımı anlayan beri gelsin.

Yahu kısaca "Off canım çok sıkılıyor, sıkıntıdan geberiyorum, her şey ters gidiyor" yazsana. Yok! İlla ki edebiyat parçalamak lazım.

Gene de şunu itiraf etmeliyim ki 'Sayıklamalar', yazma maceramın antrenman sahası oldu. O sahalarda eğittim kelimelerimi, cümlelerimi ve imlamı... Nankörlük delikanlı yazarı bozar!

Ben böyle hisli, buhranlı ve afilli cümlelerle sayıklaya dururken, bir dostum dürterek ve dahi kafamdan aşağıya kova kova buzlu sular dökerek, beni bu edebi düşten uyandırdı. Ve dedi ki:

-Ulan tanıdığım kadarıyla sen gayet matrak bir hatunsun, üstelik gündelik yaşantında da net ve yalın bir kişiliksin. Nedir Allasen, bu deli saçması yazıların mantığı? Haftaya sanal alemde bir dergi kotaracağız ve sen bana mizah yazısı yazacaksın.

- Ama.. ama... ama ben ne güzel edebiyat parçalıyordum. Hem edebiyat dediğin parçalanmalı di mi? Tamam, normalde maymunun biriyim, pozitif ve eğlenceliyim ama.. ama.. ve fekat.. lakin.. hatta amma ve lakin.. gek gük.. nasıl yani ya?

Kekelemeye başladığım anda jeton düştü: "Lan Tuba, hakkatten de sen matrak bi hatunsun. Bırak buhranlı buhranlı sayıklayacam, hisli yazılar yazacam diye kasılmayı da işimize bakalım" deyivermişim kendi kendime.

Sonrasını biliyorsunuz zaten.

Ne? Bilmiyor musunuz? Üç vakte kadar öğrenirsiniz o zaman..!

(*) Bağdatlı Ruhi

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 TEYZUŞ : Ferda Önler


Bir Masal Cenneti : TÜRKBÜKÜ - 2

Ertesi gün ( 25 Aralık ), öğlen üzeri, Serper ve beni Türkbükü'ne götürecek olan minibüs-dolmuşların birinde yerlerimizi almıştık bile... Oraya vardığımızda, Fortissimo'nun önünde indik dolmuştan. Safiye ve Ray bizi bekliyorlardı. İlk işimiz, çantalarımızı Safiye'nin evine taşımak ve yerleşmek oldu. Daha sonra da Ray, Serper ve ben, birlikte çevreyi keşif turuna çıktık; daha doğrusu köyün sırtını dayamış olduğu tepelere tırmanışa... Uzun bir yürüyüşten sonra nihayet en tepedeki "Yel Değirmenleri"ne vardık... Manzara buradan daha bir şahane görünüyordu... Türkbükü'nün tümüne hakim tepeden köyü kuşbakışı seyretmenin tadına doyamamıştık doğrusu... Bir hayli ayrılamadık bu yerden. Sadece manzara değildi bizleri büyüleyen; doğa da muhteşemdi orada. Tepenin her karışına yayılmış dağ lâleleri, yabani sıklemenler ve daha nice rengarenk kır çiçekleri, sanki "kışa inat!" fışkırmışlardı topraktan... Artık yabani tavşanların barınağı olmuş boş yel değirmenleri, kimbilir ne zamandan beri terkedilmiş ve özellikle de iç kısımları harap olmuş vaziyette duruyorlardı orada... Ama, insanın hayal gücünü harekete geçirmeyi hâlâ çok ustaca başarabiliyorlardı... En azından benim masal dünyamı !.. Tarihi bir şatonun, yan yana dizilmiş, yıkık dökük kuleleri gibiydiler sanki... Az sonra o kulelerden birinin kapısı ardına kadar açılacak ve zırhlarını kuşanmış bir şövalye, atı üzerinde tüm heybetiyle karşımda beliriverecek gibi gelmişti bana...

Sonra birden aklıma, Cevat Şakir ve onaltı ciltlik "Halikarnas Balıkçısı" adlı yazı dizisi gelmişti! Okuduğum yıllarda bana büyük keyif veren tarihi bilgileri, mitolojileri, anıları içeren kitaplar dizisiydi... Ansızın, Cevat Şakir'in yerinde olmak istediğimi hissetmiştim bu defa da !.. Acaba, dedim: "Devlete ihanet etsem, beni de buraya sürgüne gönderirler mi?.. Her ne kadar artık o eski İstiklâl Mahkemeleri olmasa da, bizim DGM'ler ne güne duruyor ?". Buraları gördükten sonra, koşa koşa gelirdim sürgüne... Önceleri ne demek istediğimi pek kavrayamamıştı Ray ! Sonra meseleyi izah edip de; yazar hakkında biraz bilgi verince, Ray'in kahkahası, yel değirmenlerinin kırık dökük kollarında patlayıp yankılanmıştı âdeta... Serper zaten çoktaaan iki büklüm olmuştu gülmekten dolayı... Nereden de aklıma gelir böylesi uçuk ve sivri fikirler, bilmem ki !! Ne denli zor ve yorucu bir yürüyüş olsa da; değirmenlere vardıktan sonra karşılaşılan o doyumsuz manzarayı seyretmek, mis kokulu, tertemiz havayı içine çekerek, tüm güzellikleri yakalamış olduğunu hissetmek; insanı fazlasıyla mutlu kılmaya yetiyordu. Yorgunluk yerini sınırsız bir huzura bırakıyor, yaşamın ne büyük bir ödül olduğunun farkına varıyor ve bir kez daha doğaya aşık oluyordu insan orada...

Ya o tepenin arka sırtında kalan koyların güzelliği ? İki dar körfez uzanıyordu... Sanki kara parçasının ortasına bir düğüm atılmışçasına birbirine yaklaşmış... Sanki bir fiyonk yapılmış da, denize uzanan kara parçası o düğümden, fiyonktan sonra tekrar serbest kalıp, bir dantel gibi denize doğru yayılmış... Söylediklerine göre "Kadıkalesi Koyu" imiş bir tanesi... diğeri de "Gündoğan" ( eski adı - Falerya )... Hangi yöne bakacağımı, gökle birleşen o mavi-lacivert denizi ne yandan seyredeceğimi şaşırmıştım... Kısacası, kelimeler yetersiz kalıyordu görüntüyü ve duyguları dile getirmekte... Tepelerden iniş çok daha kolay olmuştu, şüphesiz... Safiye ve eşi Fatih, o akşam Ray için sürpriz bir "Christmas Eve" yemeği ve partisi planlamışlardı. Bizler yürüyüşten döndüğümüzde hemen hemen tüm hazırlıklar tamamlanmak üzereydi. Eve çıkıp kendimize biraz çeki düzen verdikten sonra tekrar Fortissimo'ya döndük. O akşam ki yemeğe Safiye ve Fatih, birkaç aile dostlarını daha davet etmişlerdi. Süslü çam ağacının yanındaki masa başında toplandığımızda on kişi olmuştuk... Sonradan partiye katılanlarla grup daha da kalabalıklaşmıştı...

"Muhteşem" sıfatını çok kullanmaya başladım; ama, gerçekten herşey muhteşem görünüyordu bana burada... Çevremdeki insanlar, yemek, eğlence, ortam, müzik... Hepsi... Ve rakı !.. Bugüne dek rakı içmekten böylesine zevk aldığımı anımsamıyordum hiç...O gece, uzun yıllar tadı damağımızda kalan, müthiş eğlenceli bir gece olmuştu... Öyle ki, sonradan bu yılbaşı toplantılarımız, "geleneksel" hale dönüştürülerek; dört yıl boyunca koşa koşa gidilen partiler haline gelmişti... Senelik izin dönemimin dışında, her yılbaşı tatilinde soluğu Türkbükü'nde alır olmuştum... Taa ki, o uğursuz 1992'ye girdiğimiz yıla dek... Ve o tepeye, "Yel Değirmenlerine" ... Son kez ! 1993 yılında, bir Ağustos sabahının çok erken saatlerinde, henüz güneş dahi doğmamışken! ve bu defa, tam karşıdaki ( köyün hemen girişinde, Sevgili Fatih'in mezarının bulunduğu ) tepeden bakıp; bir daha asla dönmemecesine ayrıldım Türkbükü'nden... Ardımda, maalesef sadece dört-beş yılla sınırlı kalan güzel anılarımı paylaştığım ve çok büyük bir hayranlık, saygı, sevgi duyduğum dostumu "ebedî" konutunda bırakarak... Fatih'i sonsuzluğa uğurladıktan sonra, kendime de Türkbükü'nün kapılarını bir daha açılmamak üzere kapattım !!! Ama bu kararı, neden Fatih'in ölümünden bir buçuk yıl sonra aldığımı da anlatmam gerekir sanıyorum...

Sevgili dostumu, 6 Ocak 1992'de ani bir kalp krizi sonucu yitirmiştik... Üstelik de artık gelenekselleşmiş yılbaşı partilerimizden birinin hemen ardından ! Aniden gelen bu ölüm, benim gibi daha nice dostlarını da şok etmişti kuşkusuz ! Ama, benim içime çöken acının yoğunluğu diğerlerininkinden farklıydı sanki... Çünkü, "taşıdığı anlamlar" başkaydı... Sevgili Fatih, benim için âdeta bir deniz feneri gibiydi... Onun ışığıyla yönümü buluyordum... Onun "Yaşam Felsefesi", kılavuz kaptanımdı bir bakıma... "Deniz Fenerim" çakmıyordu artık ve ben kayalara bindirdiğim hissine kapılmıştım birden !.. Ya da akıntılara kapıldığım !.. Ne zaman bunalsam, daralsam; soluğu Safiye ile ikisinin yanında, onların mekânında alırdım... Türkbükü'nün doğasından mıydı yoksa Fatih'in çevresine yaydığı pozitif enerjiden mi kaynaklanıyordu; bilemem fakat, o mekândaki atmosfer bir mıknatıs gibi çekerdi beni... Ve orada bambaşka bir Ferda olurdum ! Kabuk değiştirirdim sanki... Hayata bakış gözlüğümün numarası değişmiş gibi olurdu... netleşirdi, güzelleşirdi herşey...Ancak, Fatih'in ölümüyle o mekânın da, Safiye'nin de yavaş yavaş değişmeye başladığını görmek; beni Fatih'in ölümünden daha çok sarsmaya başlamıştı... Çünkü, kendimi şuna inandırmıştım:

Safiye, Fortissimo'yu tıpkı Fatih'li günlerdeymişçesine, onun anısına sadık kalarak, hiçbir şeyi değiştirmeksizin veya sadece gerekli oldukça bazı yenilikler yaparak muhafaza edecek; böylece Fatih'in varlığı orada her an hissedilebilecek... yaşayacak ve yaşatılacaktı...

Fakat, maalesef hiç de sandığım gibi olmadı ! Her şey büyük bir hızla değişmeye, daha doğrusu değiştirilmeye başladı... Değişimin ilki Safiye'de yaşandı; sanki çok çabuk unutmaya, silmeye başlamıştı Fatih'i ! Ne bir resmi, ne bir özel eşyası kalmıştı... Fatih'i hatırlatacak objeler, tek tek yok oluyordu ortalıktan... Hatta Fatih'in, çirkinliğinden dolayı o çevrede çok meşhur olan kedisi Zagor dahi ortalarda görünmez olmuştu !.. Köydeki söylentilere bakılırsa, oradan uzaklaştırılmıştı !!! Safiye ise, Zagor'un kendiliğinden orayı terk ettiğini iddia ediyordu... Zavallı Zagor'u birkaç kez Fatih'in mezarı çevresinde dolaşırken görenlerin olduğu da söylentiler arasındaydı...

Sonra sıra Fortissimo'nun yeniden dizayn edilmesine geldi... Dekorasyonundan, tabak-çanağına, çalışan emektarlarından, mönüsüne değin... Fatih'in zamanında sürekli çalınan klasik müzikten dahi vazgeçilir gibi olmuştu son gittiğimde... Ve Fatih'in o çok sevdiği, kendinden başka kimselerin dokunmasına dahi izin vermediği, gözü gibi sakındığı, ünlü beyaz piyanosu... O bile, en kuytu köşeye itilip, yeri değiştirilmişti... Artık piyanosu da baş köşede değildi ! Oysa, Fatih'in vazgeçilmez listesinin en başında gelirdi... Ve çalmasını bilen de bilmeyen de açıp; tuşları üzerinde gezinebiliyordu kıymetli piyanosunun... Kısacası, Fortissimo'da hiçbir şey eskisi gibi değildi ve öyle de olmayacaktı !.. Sevgili Fatih, işte şimdi gerçekten ölüyordu !.. Parça parça... Usul usul... Ama, değişim hayli çabuk ilerliyordu... Fatih'in ölümünün ardından ilk kez dokuz ay sonra, 1992 Eylül'ü sonunda gitmiştim Türkbükü'ne; o da mezarını ziyaret amacı ile... Benim için en zor ziyaretlerden biri olmuş; ilk değişimleri de o zaman gözlemlemiştim... Günün birinde, Türkbükü'ne gidişin beni böylesine kederlendirebileceği hiç aklıma gelmemişti doğrusu !

Mezarını ikinci ziyaretim ise, 1993 yılında bir Ağustos sabahının çok erken saatlerinde ( henüz güneşin dahi doğmadığı bir vakitte ) olmuş ve bu seferki beni ilkinden daha çok üzmüştü... Aradan geçen saatleri, ancak tepemdeki güneş beni yakmaya başladığında fark edebilmiştim !.. Fatih'in ölümünün üzerinden neredeyse yirmi ay geçmiş olmasına karşın, kabrinin bu denli ihmal edilmiş olmasını ve hâlâ yapılmadığını !!! görmek, beni kahretmişti... Kışın üzerine düşen yağmurlar, toprak yığınını dağıtmış; yaz boyu ortalığı kavuran güneşse, toprağı kavurup çatlatmıştı ! Bir damla su veren, bir-iki kır çiçeği diken, uğrayan dahi olmamıştı anlaşılan !!! Sanki sıradan biri gibi, hatta gariban-kimsesiz biri gibi unutulup gitmişti Fatih, Türkbükü kabristanlığında... İçler acısıydı mezarının hali... Başucuna devrilip düşmüş, adının yazılı olduğu tahta parçası da olmasa; kaybolup gidecek; yattığı yer dahi belli olmayacaktı !!! Safiye'ye karşı içimde kabaran kızgınlığımı o an içime bastırmış, daha sonra soluğu onun yanında aldığımda serbest bırakmıştım !.. Bu, Fortissimo'yu son kez ziyaretim ve aynı zamanda Safiye'yi de son görüşüm olmuştu...

Hayal kırıklığımı, kırgınlığımı dile getirmekte zorlanmadım hiç! Beni asıl zorlayan, Safiye'deki değişimi kabullenebilememekti !.. Yıllardır tanıdığımı sandığım, kendisine imrenerek benzemeye çalıştığım kişi, artık "o kişi" değildi... Ben, nasıl bu denli yanılabilmiştim ?! Sonuçta, ne o benim "aşırı bulduğu !" duygusallığımı anlayabilmiş; ne de ben onun; "Ölenle ölünmez ! Hayat kaldığı yerden devam eder" mantığını kavrayabilmiştim. Hayat felsefelerimizin farklılığı, son noktayı koymuştu arkadaşlığımıza ve bundan böyle görüşmemizin de bir anlamı kalmamıştı bence, onun için de, kuşkusuz !

Benim için bundan böyle; Fatih, Beyaz Piyano, Zagor, Fortissimo, Yel Değirmenleri, .. kısacası, tüm bunları içinde barındıran Türkbükü anılarda, geçmişte; bir başka deyişle; benim "masal âlemi"mde yaşamaya devam edeceklerdi... Başka türlüsünü içim kaldırmıyordu çünkü... İşte, masallarımın ülkesi Türkbükü'nden kopuşumun hikâyesi budur... O günden bu yana... On yıl geçti aradan... Hiç gitmedim Türkbükü'ne... Yılların, Türkbükü'nü nasıl değiştirdiğini gözlerimle görmedim; ama hep izledim neler olup bittiğini... Orayı sonradan istilâ edenlerin, elbirliği etmişçesine güzelim Türkbükü'nü nasıl katlettiklerini ! Gerek medyada yeralan görüntülerden, gerekse gidip gelen arkadaşlarımdan gördüm, duydum... Her gördüğüm resim, her aldığım haber karşısında içim yandı; canım acıdı sanki... İstanbul'u talan edip, tüketenlerin; sonunda bu güzeller güzeli beldeyi de keşfedip tüketmeleri, kaçınılmazdı ! Sinyalleri daha on yıl öncesinden gelmeye başlamıştı zaten... Piranhalar gibi saldırıya geçmeleri fazla zaman almadı ! Akbabalar gibi üşüştüler !.. Talanı duyan koştu geldi !.. Kimileri, tepelere malikânelerini kondurdu! Kimileri, sahil boyuna "beach clup"larını !.. Sonunda, "İstanbul'un Jet-Seti" Türkiye'deki küçük "St. Tropéss"ine kavuşmuş oldu ! Hayırlı olsun !.. Türlü rezaletlerin diz boyu olduğu eğlencelerinde boğulsunlar ! Gönüllerince yaşasınlar ! Kimsenin gözü yok ! Ama, bu uğurda yok ettikleri ve bir daha asla geri dönmeyecek doğal güzellikler, ne olacak ?

Nereye varacak bu yayılmacılığın, talanların, istilâların sonu? Daha kaç "Masal Diyarı"nı feda edeceğiz; bu gözü dönmüş bir avuç derebeyi ve avenesinin, bitip tükenmek bilmeyen bencilce arayış ve tutkularına ?.. Hadi, diyelim ki; kendileri hiç nasibini almamış o güzel masallardan ve masal diyarlarından !.. Peki, bunlar çocuklarına da mı çok görüyor, esirgiyor bu güzellikleri ? Hâlâ mı farkında değilsiniz ? Bunlar, bizlerin sadece "masal ülkelerini" yok etmiş olabilirler; fakat, uyanın artık ! Sıra çocuklarınızın yaşam alanlarına, doğasına geldi. Çocuklarınızın katline de mi seyirci kalacaksınız yoksa ? Tüm çocukların düşlerinin, masal diyarlarının canlı kalmasını istiyorsanız; Haydi... Birer "Don Kişot" veya ( en azından onun peşinden korkusuzca gidebilen ) "Sanço Panza"lar olmaya ne dersiniz ?..

Savaş açalım mı yel değirmenlerine ?..

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Küba'dan İzlenimler - 1

"Hasta La Victoria Siempre"

Che Guevara

Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir, hiç tüfek patlamıyorsa
Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmaya
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

Bizim de halkımız vardır Che Guevara
Unutulmuş uzak tarlalar yalazında
Sazıyla, türküsüyle kardeşliğe vurgun
Bütün ulusların halkları gibi
Ve yalnız büyük fırtınalarda kımıldayan
Bizim de halkımız vardır Che Guevara.

Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevara
Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş kapılardan
Bizim de güzel insanlarımız vardır Che Guevara.

Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevara
Yokluklardan biyol kopup gelmiş
Üç zeytin, az ekmek üniversitelerde
Düzen çarpar önce, alkol vurur
Başkaldırırlar akılları suya erende.

Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam'ı
Kongo hepimizin Kongo'su
Bir kez öz su yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılara karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

Metin Demirtaş (Ankara, Ekim 1996)


Neden Küba?




"Basit yaşayacaksın,
mesela susayınca su içecek kadar basit."

Yalçın Eygir.

Küba'da yaşam yukarıdaki dizelerin anlattığı gibi, yalın ve basit.



Küba, herkese farklı şeyler çağrıştırıyor: Sosyalist'ler için hâlâ, kendi türünün "yaşayan" tek örneği; tatil meraklıları için, Havana ve Varadero'nun mükemmel plajları, dünyanın en güzel puroları, ron ve salsa cenneti; doğa tutkunları için, eşsiz tropik ormanlar, sualtı güzellikleri, vs. vs…

Küba, sosyalizme inanan, onu, yönetim ve yaşam biçimi olarak görenler için ideal bir yer. Kimilerine göre o, 1990'larda yıkılmış "komünist" sistemi hâlâ savunup yaşatarak, "küresel" dünyada yalıtık bir hayat süren, "hayalperest", "demode", yokluklar içinde bir ülke, kimilerine göre de, emperyalistlere karşı "devrim"i başarmış, herşeye rağmen onu 2000'lere taşımayı becermiş, direnmiş, başı dik bir ülke. Katı Amerikan ambargosu başta olmak üzere, dünyanın çoğu kapitalist, güçlü ülkelerinin çeşitli politik ve sosyo-ekonomik yıkıcı çıkar oyunlarına karşın, ödün vermeden sistemini korumaya çalışıyor. En sağda düşünen bazı insanların bile, övmekten çekindiği ama "içten içe" imrenerek baktığı, anlamaya çalıştığı bir ülke Küba. Öyle ki, ülkemizi temsilen Küba'ya giden bir Sağlık Bakanı, ziyaretinden sonra, hayranlığını dile getirmekten çekinmeksizin,

"- Adamlar bu işi çözmüş."

diyebiliyor. Yıllardır Türkiye'de yapılmaya çalışılan ama, bir türlü başarılamayan işlerin, o kıt kaynaklarla yapıldığını gördükçe, içleri gidiyor.

Türkiye, "kapitalizm"i, yanı sıra da "liberal ekonomi"yi yıllar önce kabul etmiş, zaman zaman iktidara ortak olan ya da "teğet" geçen,"solumsu" yönetimlerle de, bu "kabullenmişliği" desteklemişti. Böylece, "sosyalizm"e inanan insanların sosyalizmi yaşamaları "pratik" olarak imkansız hale geldi. Sonuçta, ne "kapitalizm"i, ne de "sosyal demokrasi"yi hakkıyyla uygulayabilen, 1923 Cumhuriyeti'nin devrimci ilkelerinden uzaklaşmaya yüz tutmuş, uygulanan sistemi dahi belli olmayan, günümüzün "Amerikan usülü faşizm"ine çok yaklaşan bir ülkeye dönüştü.

Kapitalist rejimlerde insanlar mutlu mu? Serbest piyasa ekonomisi bize ne kattı, ne getirdi? Cep telefonunu dilediğimizce kullanmaktan ne denli mutluyuz? Eskiden insanlar daha mı mutluydu, yüzümüz daha mı çok gülüyordu, yoksa bugün mü daha çok gülebiliyoruz? Önemli olan bireyin mutluluğu mu, yoksa kendini çağdaş millet olarak gören diğer milletlerin girdabına kapılıp, topyekun mutsuz olmak mı?

Bilinmeyeni "objektif" olarak öğrenmenin yolu, "herşeyi okumaktan" geçer; ama yaşayarak öğrenilenler, daha "kalıcıdır".

Bu gerçekten yola çıkarak, Fidel henüz yaşıyorken, sosyalizmin son kalesini turist olarak değil, objektif olarak, onlar gibi yaşayarak tanımak ve algılamak için, ülkemizde hiç bir iktidarın sağlayamadığı, hep "sözde öncelikleri" olan ama, hep o koltuğa oturduklarında k..larının altında kalan değerleri yaşamak için, Küba'yı "tanımak" için, bu geziyi planladık ve yola düştük.

Hayaller, Planlar, Araştırmalar…

Deniz aşırı, keşif amaçlı bir gezi olacaktı. Gitmeye karar verdiğimiz tarihle uçacağımız tarih arasında, yaklaşık 4 ay vardı. Uygun uçak biletinin bulunması, vize işlemlerinin tamamlanması, kalınacak yerlerin belirlenmesi, yanımızda götürülecekler, sponsorluk araştırmaları, Küba'da görülmesi gereken yerler, vb. bir sürü araştırılacak ve yapılacak iş vardı. Bunları sıraya koyduk ve işe koyulduk.

Öncelikle uçak bileti ve vizeden başladık çalışmaya. Google iyi bir kaynaktı. Avrupa'dan kalkan "charter"ları ve büyük havayollarını araştırdık.

Küba vizesinin, neredeyse imkansız denecek kadar zor alındığını duymuştum. Koca bir yalanmış! Bunu söyleyenler gitsinler de, Alman Büyükelçiliği'nin önünde biraz vakit geçirsinler; kendi ülkemizde, kendi insanımıza yapılan eziyeti yaşasınlar; ondan sonra konuşsunlar.

Avrupa'da birçok ülkeye, Suudi Arabistan'a ve ABD'ye gittim. Hepsinin vize işlemleri farklıdır, ama ortak olan nedir biliyor musunuz, bir camın arkasından, "ilgili kişi"yle, "gayri insani" bir şekilde anlaşmaya çalışırsınız. Yani, el sıkışmazsınız, hoşgeldin denmez size, konuk olmak şöyle dursun, adeta bir kağıt parçası gibi davranılır. Telefon ettiğinizde birilerine ulaşmanız, ya da en basit sorulara bile cevap almanız neredeyse imkansızdır. "Sen bizden değilsin, o yüzden bekleyeceksin!" bakışı fırlatılır, vs. vs.

Ankara'daki Küba Büyükelçiliği'nin telefonunu bulup aradığımızda da, aynı beklenti ve tedirginlik vardı bende, ne yalan söyleyeyim. Ama karşımıza, makine yerine kibar bir hanım çıkarak, sorularımızı sabırla cevapladı. Böylece, ilk randevuya tedirginliğimizi atarak gittik. Bizi kapıda karşılayan, aynı hanımla tokalaştık; içeri davet edildik. Sade döşenmiş odada, çalışma masasının önündeki iskemlelere oturduk. Normal insanların konuştuğu gibi, sohbet etmeye ve hazırladığımız soruları sormaya başladık. Gül hanım bize konuk gibi davranıyordu! Masasının arkasında, Küba devrimini resmeden çok güzel bir tablo vardı. Sadece 2 fotoğraf, vize parası, pasaportları ve birkaç basit sorudan oluşan vize formunu teslim edip, ertesi gün vizeleri almak üzere konsolosluktan ayrıldık. Çıktığımızda gözlerimiz parlıyordu, inanılmaz bir hafiflik duyumsuyorduk; Gül Hanımın, o nezaket ve saygı dolu davranışları ve yardımseverliğiyle, ayaklarımız yerden kesilmişti: Evet, gidiyorduk!

Arkası yarın...

Cüneyt Göksu

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu (Mutlu Yıllar Cüneyt Göksu)

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.101 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


...

Hayallerindedir insanın şaşaalı en mutlu anı,
Baştançıkarıcı olur entarinin bedene yakışanı..
Beyinlerde saklı düşüncelere salan biryığın anı..
Yaşam olmuş bir tekerleği kırık kağnı...

Görsellik moda olmuş, dürüstlük ise sadece bir tanı...
Maneviyat tükenmiş, artık maddecilik zamanı..
Acıtıyoruz dilimizle saf'ane kendini anlatan her insanı..
Kucakla sıkı sarıl çamura düşene yılan sansada seni...
İyi zamanında tanımasada seni, sen O'nu tanı.....

Osman Taplamacı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Bir sonraki denemede kesin geçer!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.suhaderbent.com
Dünya çapında bir vahşi doğa fotğrafçımız Süha Derbent'in resmi sitesi. Fotoğraflardan etkilenmemek elde değil doğrusu.

http://www.onurair.com.tr/tr.asp
Bu web kısayolunu reklam olsun diye değil, örnek olsun diye veriyorum. Yurt içi ulaşımlarında biraz maliyetli bile olsa bize zaman kazandıran hava yolu taşımacılığından faydalanabilmek en doğal hakkımız. Umarım diğer havayollarıda yurtiçi seferlerine başlar ve fiyatlar daha makul seviyelere kadar düşer.

http://www.geocities.com/TimesSquare/Realm/1086/turkish/oykuler/oykuler.htm
..."Bir insanin yasaminin en onemli kismi, iyilik ve sevgi adina yaptigi kucuk, isimsiz ve animsanmayan eylemlerdir." Ergelik donemindeydim ve babamla sirk bileti kuyrugunda bekliyorduk. Sonunda bilet gisesiyle aramizda tek bir aile kalmisti. Bu aile beni cok etkiledi. Hepsi de 12 yasin altinda tam sekiz cocuklari vardi...

http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/021107/elestiri.html
...Romancıların birbirlerine gereksinmeleri ne kadarsa, eleştirmene gereksinmeleri de o kadardır. Ne eksik, ne fazla. Eleştirmenin onlara gereksinimi de daha çok değildir. Bir Fransız şairi, “Kaçın bu adamdan, ısırır, eleştirmendir,” dermiş. Siz de böyle düşünmeyi sürdürebilirsiniz...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Fantomax v0.77 [205k] W98/NT/ME/2000 FREE
http://www.fantomizer.com/FDOWNL/fantomax.zip
Mp3 leri çalarken üzerinde oynayıp yeni sesler elde etmeye olanak sağlayan bir program. Real-time DSP efektleri kullanan programla aynı zamanda internet üzerinden radyo dinlemeniz ve bunları efekt olarak mikslemenizde mümkün. Hoşunuza gideceğini umuyorum.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040126.asp
ISSN: 1303-8923
26 Ocak 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri