KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İYİ BAYRAMLAR
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 434

 30 Ocak 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : İyi bayramlar!..


Merhabalar,

Boğaz köprüsünde metozori bakım yapıldı. Bakım akşam iş çıkış saatinde habersizce ansızın başladı, ertesi sabah sona erdi. Dostlar alışverişte görsün, müşteriler trafikte sıkışıp kudursun, ölen ölsün kalan sağlar sağolsun. Yok valla o trafikte değildim. Ben canımı sokakta bulmadım arkadaş. Mülki amirin 'Yok bişey canım, kopan 1 halat, daha 200 küsur var geride, 30 senede bir biri kopsa, sizi bizi gömer bu köprü alimallah korkmayın.' deyişlerine hiç kulak asmadan, halat koptuğundan beri Boğaziçi Köprüsü'nden geçmiyorum. Hiç paranoyak değilim. Ben malımı biliyorum o kadar. Hele 10 yılda bir yapılması gereken bakımı atladıklarını öğrendikten sonra üzerinden kuş olup uçasım bile gelmiyor. Biz garip müşteriler çok şey mi istiyoruz acaba? Altı üstü biraz ciddiyet, ilgi ve tatmin edici bilgi. Kaçak güreşip önlem aldığınızı söyleyerek beni rahatlatamazsınız. Önlem dedim de aklıma geldi. İşle ev arasında tam 4 çift turuncu heyhulanın yanından geçiyorum. Hani şu deprem sonrası icat ettikleri acil destek konteynerleri. Biri dolu (öyle diyorlar) diğeri boş 2 koca kutu. Alelacele yapılıp getirip bırakılmışlar bir daha da yakınından geçen olmamış besbelli. Bir çift ayrılmaya karar vermiş. Biri sola yatmış diğeri sağa. Toprak biraz daha yumuşarsa sola yatan takla atıp yola düşecek. Bir başkası ilan tahtası olmuş üzerinde 'Seviyorum seni Nuri Alço' yazıyor. İçindekiler ne durumda merak içindeyim. Arena'ya mail attım, yemekçilerle savaş sona erdiğinde turuncu konteyner operasyonu yapmalarını istedim. Merak ya...

Bayramla kucaklaşmaya 1 gün kaldı. Meleşmeler arttıkça daha çok anlıyorum bunu. Artık eskisi gibi değil, öyle her evin bahçesinde 8-10 kurban yok ama olsun. Yolum dün Sanayi Mahallesine düştü. Arabayı bıraktığım otoparka bağlanmış 3 tane kuzucuk melül melül ortalığı süzüyordu. Başlarına geleceklerden habersiz yalanıyorlardı. Kıçlarındaki renkler onlar için ne ifade ediyor bilemem ama bana hatırlattıklarından mutlu olmuyorum.

Sevgili dostlar tahmin edebileceğiniz üzere önümüzdeki hafta yayınlanmayacağız. Tekrar söylemekte yarar var, bunun tembellikle bir ilgisi yok, tamamen teknik bir sorun. İşyerlerinin kapalı olması nedeniyle dolan posta kutuları ve geri dönen KM'lerle uğraşmak bayağı zor oluyor. O nedenle böyle tatillerde KM de ara veriyor. Yalnız üzüldüğüm birşey var Küba yazı dizimiz de 1 hafta ara verecek. Biraz plansız oldu kusura bakmayın. Hepinize mutlu ve huzurlu bir bayram diliyorum. Sevdiklerinizle birarada, neşeli, kandan dehşetten uzak bir bayram. 9 Şubat Pazartesi günü tekrar buluşmak üzere hoşçakalın. İyi bayramlar!..

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Taraf tutmak

Ocak ayının 24'ü ile 31'i arası on yıldır "Adalet ve Demokrasi Haftası" adıyla farklı etkinliklerle değerlendiriliyor. Haftanın başı ve sonu evlerinin önünde öldürülen iki insanın ölüm tarihleri. 24 Ocak 1993'de Gazeteci Uğur Mumcu aracının bombalanmasıyla, 31 Ocak 1990'da ise Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucu Başkanı Hukukçu Muammer Aksoy kurşunlanarak öldürülmüşlerdi.

Ne acıdır ki, bir yılın hemen her haftasına düşecek şekilde yaşamına son verilmiş aydınlarımız, insanlarımız var. Aralık ayında Necip Hablemitoğlu'nu anma töreninde, Ankara Üniversitesi Öğrenci Kulubünden öğrencilerin hazırladığı olağanüstü düzeyli ve içerikli sunuda yitirilmiş onlarca ülke değerinin, yurtsever insanın kısa portleri'de yer almıştı.

Uğur Mumcu'nun ağzından aktarılan şu sözler, düşünceleri nedeniyle öldürülen bu insanların ortak özellikleri olabilir mi?

"Ben" demişti Uğur Mumcu. "Atatürkçüyüm. Cumhuriyetçiyim. Laikim. Anti-emperyalistim. Tam Bağımsız Türkiye'den yanayım. Özgürlükçüyüm. İnsan Hakları Savunucusuyum. Terörün karşısındayım. Yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım."

Terör gibi bir kaç sözcüğü çıkarırsak, kimilerine göre tam bir 'anti değişim bildirgesi'.

'Tutuculuk'!

Bakmayın siz "Onlar da değişirlerdi" şeklindeki abuk sabuk sözlere. Bilenler biliyor, bizse yeni anlıyoruz. Onlar Türkiye'de 'değişmeye' direndikleri için, 'değişmenin' önünü tıkayabilecekleri için öldürüldüler. Öyle bir 'değişim'ki bu yüksek sesle karşı çıkan susturuluyor.

Artık bu 'değişim' ne demekse ve kimlere hizmet ediyorsa?

Ya bizler?

Eğer 'değişim'den yana taraf tuttuysak ne ala. Ne canımız sıkılır, ne cebimiz boş kalır. Üstelikte havasını da basarız. "Değiştik ve şimdi 'değişim'den yanayız." diye geriniriz.

Yok, 'değişim'in karşısındaysak. O zaman hem tukaka ediliriz hem de başımıza gelmeyen kalmaz..

"Peki her görüşü ciddiye alırım, incelerim, illa bir düşüncenin arkasında olmayı doğru bulmam." dersek. Yani 'tarafsız' kalsak. Düşünerek ya da düşünmeden susup otursak.

Ünlü Macar Yönetmen Szabo'nun önceki yıl sinemalarda ve izleyen dönemde televizyonda da gösterilen son filmi "Taraf Tutmak"ı (Taking Sides) izyenler anımsayacaklardır.

Film, 2. Dünya Savaşı sonrası müttefiklerin, dönemin ünlü Berlin Senfoni Orkestrası Şefi Wilhelm Furtwangler'in Nazilerle ilişkisini sorgulaması üzerine kurgulanmış çok önemli bir siyasi sinema örneğiydi bizce.

Sorgulayanın kimliğini bir yana bırakacak olursak, ki ünlü oyuncu Harvey Keitel çok başarılıydı bu rolde, Hitler ve Göbels'in dostu olduğu savlanan yönetmenin birçok yahudinin yaşamını kurtarmaya çalışmış olmasına karşın partiye üye olmadığı halde yine de dönemin Alman kültürünün en önde gelen simgesi olarak algılandığını öğrenmeye başlarız film kareleri aktıkça.

Furtwangler israrla dönemin kirli işleriyle ilişkisi olmadığını, katliamlardansa kesinlikle haberi bulunmadığını savlayadursun, Hitler'in yaşgününde çalması, kendi kariyeri uğruna yoneticilerle buluşması, arkadaşlarının kimliklerini gerektiğinde kullanması gibi bazı satırbaşı tavırlarıyla o döneme uyum sağladığı, ondan faydalandığı çok belirgindir. "Ben sanatçıyım, beni hangi amaçlarla değerlendirdiklerini dikkate alamam." gibisinden savunmalarına, "Sen insan değil misin, tuvalete gitmiyor musun, gülmüyor musun, düşünmüyor musun?"şeklinde yanıtlar alması da kaçınılmazdır ünlü şefin.

Yönetmen Szabo filmin sonunda, izleyenleri sağlam bir hesaplaşma ile baş başa bırakır: Olup, bitene tarafsız(mış) gibi kalmak dürüstlük değildir. 'Tarafsızlık', bir anlamda kayıtsızlık ve yapılanları onaylama anlamı taşımaz mı? Sesini yükseltmemekte, son aşamada yapanlar'dan ve yapılanlardan yana "taraf olmak", "taraf tutmak" değil midir?

Uğur Mumcu'nun satırlarıyla bitirelim.

"Biz kendilerini tarafsız olarak tanıtanları tanımakta güçlük çekeriz. Tarafsız aydın olmaz. Tarafsız aydın olmak, kamuoyunu dolandırmaktır."

Cumhur

Yukarı

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Kurbanlık Koç     (İkinci Baskı)

Herkese iyi bayramlar...

Şu bayramlar tam otuz senede bir aynı tarihlere geliyor farkında mısınız? Bundan yine tam otuz küsur sene önce kurban bayramı sömestre tatiline denk gelmişti, tıpkı bu yıl gibi. Her tatil olduğu gibi o tatilimizi de anneannemin yanında geçirmek için Fethiye'ye gitmiştik. Anneannemin Karagözler'deki evine vardığımızda bahçede bizi bir sürpriz bekliyordu. Bir koç. Deliler gibi sevindik. Daha önce kedimiz, köpeğimiz, tavuğumuz, cibimiz olmuştu ama ilk kez koç besleyecektik. İlk işimiz ona bir isim bulmak oldu. Kuzunun olmadığı yerde keçinin Abdurrahman Çelebi muamelesi gördüğü memlekette koç olmak öyle hafife alınır bir şey değildi. Şöyle padişah soyundan, ağırlığı olan bir isim olmalıydı. Bizim oraların en okkalı ağa ismini koyduk ona. 'Osman'.

Yan bahçelerden 'beeee', diye keçi zortlatmaları duyulurken, bizim bahçeden 'Be!!!' diye kısa ve kararlı bir ses çıkardı. Koç bu koç, hemi de Osman Koç boru değil!!. Mahallenin ağası gibiydi, adına yakışır şekilde, tos tos önüne geleni püskürten harbi delikanlıydı Osman.

Tam birbirimize alışmış, tepesine binmemize bile ses çıkarmaz hale gelmişti ki, bayram arifesi denen gün geldi, mahallede bir haraket başladı. Keçilerin birer birer sesleri sedaları kesilir oldu. Anneannem evdeki en büyük tencereleri, tepsileri hazır etmişti. 'Ne oluyor anneanne?' dedik.. 'Kurban kesilecek' dedi. Abimin kaçtığını hatırlıyorum, gece olana kadar eve dönmemecesine. Ben ise donup kalmıştım. Yalvardım anneanneme ne olur kesmeyin diye. Sonra uzun uzun anlattı bana neden, niçin böyle olduğunu. Ne anladım bilmiyorum anlattıklarından. Tek anladığım şey Osman'nın nefesinin kesildiği an çıkan sesti, ölmüştü. Bundan iki üç sene önce teyzem bir resim getirdi sandığından. Meğer sandıkta saklamış yıllardır bu resmi. Belli ki onun da içi cız etmiş, bunca yıl kimselere göstermeye içi elvermemiş. 'Bakın bunu hatırlayacak mısınız?' dedi. İki kardeş resme öylece bakakaldık yine çocuk olduk, okullu olduk, zeytin dalı topladık, gebere yaprağı ayıkladık, su koyduk yoğurt kabına...

Yazımın bundan sonrasında yaşadığım hayal kırıklığından bahsetmiştim aslında.. Abime 'Kurban bayramı ile ilgili bir yazı yazdım, sence ne yazdım? Diye sordum az önce. Hiç tereddütsüz 'Osman'ı' dedi. Yerinden kalktı daha dün koymuşcasına kendinden emin kütüphane raflarından birine yöneldi bir kitap içinden çıkardığı küçük resmi bana uzattı. 'Bunu da yanına ekle'. Dedi. Çekildiği anı dün gibi hatırlıyorum. Fethiye dağlarının eteklerinde bol bol adaçayı, kekik yedirmeye götürmüştük Osman'ı...

Yine bakakaldım resme ve yazımın sonunu değiştirdim... Bu resme bakınca çocukluk yıllarıma dair tüm özlemlerimi özetleyen tek bir şey yazmak geldi içimden...

De gidi Osman de!...

Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Şükriye ve Şükrü

İsmi cismi pek duyulmamıştı lokantamızın, kıyıda köşede salaş bir yer olsun istedik. Evimize yakın olsun, ulaşım derdiyle uğraşmayalım diye. Öyle de oldu, herhangi bir levha bile bulamadık pencereye asılacak. Pencereye diyorum çünkü tek görünür yanı orasıydı lokantamızın. Kapı zaten ters tarafta kalıyordu, levha bile asılsa kim görecekti ki ? Cafcaflı birşeyler için ise harcayacak hiç paramız yoktu. Karınca, kararınca birşeyler olsun istemiştik. Mısır Çarşısı bile işimizi görürdü gerekli malzemeler için. Önemli olan oraya gidebilecek bir zamana sahip olmaktı sadece. Sanırım 3-5 sene önceydi ve yine böyle karlı ve soğuk bir kış günü öncesinde, hep düşündüğümüz projemizi hayata geçirebildik.

Hiç bir zaman isimlerini söylemediler bize, hatta sohbet bile etmedik onlarla desek yalan olmaz sanırım. Sadece gelirler, yemeklerini yer ve giderlerdi. Dikkatle bakabilecek zaman dahi bulamazdık çoğunlukla. Ama nadiren gördüğümüzde de mutlu olurduk. Birbirlerinin gözlerinin içine baka baka yerlerdi yemeklerini. Sadece kendi aralarında konuşurlar, kimse umurlarında olmazdı. İlk günden itibaren bizleri de alıştırmışlardı, sipariş vermezler, o gün menüde ne getirmişsek onu yerlerdi. Aslında yemek konusunda pek coşkulu ya da iştahlı oldukları söylenemezdi. Ama sofralarında da hiç artık bıraktıklarını görmemiştik bunca zamandır. Demek listedeki yemekler hoşlarına gidiyordu. İsimlerini bile öğrenemez iken, yemekler hakkındaki düşüncelerini öğrenmek çok saçma olurdu zaten. Ya da ne kadar zamandır birlikte olduklarını..? Birbirleriyle nasıl tanıştıklarını..? Çocukları olup olmadığını..?

Hep iki kişi olarak gelirlerdi bildiğimiz kadarıyla. Zaten çok az rastlaşırdık kendileriyle. Bazen tek geldiklerini de gördüğümüz olmuştu ama korkumuzdan soramıyorduk ki; "Bugün neden yalnızsınız ?" diye. Karı koca mı, sevgili mi, yoksa mevsim aşıkları mı olup olmadıklarını dahi bilmiyorduk. Tek başlarına gördüğümüzde bile cesaret edip soramazdık. Ya kavga etmişlerse ? Ya terk edilmişlerse ? Tekrar bir arada görebildiğimizde mutlu oluyorduk, bize ne barışıp barışmadıklarından...

Bugün gelemediler işte, sabahtan beri gözlerimiz yollarda ama gelen giden yok. Hava şartları onları da etkiledi sanırım. Oysa sabah güneş kendini göstermişti karların arasından. Şimdi yine yok oldu, telefon ettik Avrupa yakasında havalar nasıl diye, daha iyi ama hala bazı yörelerde elektrik yokmuş. Her sene böyle birkaç günü var bu İstanbul'un ve nedense sürekli hazırlıksız yakalanıyoruz. Oysa meteoroloji yetkilileri son yıllarda açıkladıkları 3-5 günlük hava tahminlerinde hiç mi hiç yanılmıyorlardı. Üstelik bu sene yerel seçimlere de birşey kalmamıştı şunun şurasında. Seçim öncesi tam da kendilerini gösterebilecekleri zamandı oysa. Ama yine karneleri baştan aşağı zayıf notlarla dolu geldi bu sömestr tatilinde de. Tek olumlu karneyi bu kez tongaya düşmeyen İl Milli Eğitim Müdürü almıştı. Geçen sene inat ettiği gibi etmemiş ve bu kez bilime inanarak karneleri bir gün önce vermek üzere hazır olun demişti okullara.

Neyse, konumuza geri döneyim. Baktık ki; isimlerini bile bilmiyoruz bu sevgili dostlarımızın, neden Şükriye ile Şükrü olmasın dedik ? Lokantanın adı da Şükür olsun, hepsi bir örnek olur böylece. Az önce baktım, Şükür Lokantası yine hizmetini sürdürmüş, Şükriye ve Şükrü çiftini ağırlamışlar bile, görememiştim ama pek sevinmiştim. Demek çifte kumrular yaşıyorlar, ne güzel dedim, ölmemişler bu soğuklarda sevgili pencere önü güvercinlerimiz...


Kavanozu kontrol ettim, yiyecek stoğumuz bu kışı çıkartır rahatça.. Uçmasalar gördüğümüzde ve bir kez resimlerini çekebilseydim sizler için dedim ama bir türlü olmadı. Unutmadan yazayım bari dedim, hazır A.Altan Usta'nın çağrısını da panoda görünce. Mısır Çarşısı, bir kavanoz ve içine güvercin yemi, kuytu bir pencere önü, mermerin üstü, tabağa bile gerek yok.


Şükür Lokantası'ndan afiyetler olsun Şükriye ve Şükrü'ye...! Bahşişe bile gerek yok, konan yemleri bitirin yeter dostlar; görüşemesek, söyleşemesek de olur...

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Funda Güven


KURBAN BAYRAMI VE SOKAK HAYVANLARI

Kurban bayramı geliyor. Bu ilk cümleyi yazarken bile içim bir garip oluyor, ne de olsa bayramın adı "kurban" ve elbette şeker bayramı diye bildiğimiz, herkesin bol bol tatlı yediği Ramazan Bayramı'ndan biraz farklı!

Hayvanları çok sevdiğim ve öldürülmelerine dayanamadığım için pek bayram yaşadığımı söyleyemem.

Aslında bu yazımda amacım sokak hayvanlarına değinmekti ama kurban bayramı yaklaştığı için biraz bundan da bahsetmek istedim.

Elbette kurban bayramı Müslümanlar için önemli. Kurban kesimi uygun şartlarda ve amacına uygun olarak yapıldığında bir sorun yok. Yani belediyenin belirlediği yerlerde, hayvanların mümkün olduğunca az acı çekeceği şekillerde yapılan kesimler elbette her yıl umduğumuz ama bulamadığımız bir durum. Çünkü eminim ki bu sene de yol kenarlarında, apartman aralarında hayvanların gözleri bile bağlanmadan, kör bıçaklarla birçok hayvan katledilecek.

Birkaç gün önce küçük bir topluluk hayvanların ne kötü şartlara maruz bırakıldığını tartışıyoruz, acaba kurban bayramı bu sene ortalıklar kan gövdeyi götürmeden, akşam haberlerinde vahşet sahneleri gösterilmeden kutlanabilecek mi diye konuşuyoruz. Ne konuştuğumuzu tam olarak anlamayan bir arkadaş aynen şu cümleyi kurdu "e hayvanlar bizim için yaratıldı, biz onlardan faydalanalım diye"

Biz de aksi bir şeyden bahsetmiyorduk zaten, biz sadece onlara kötü koşullarda bakıldığını, kesimlerinin uygun ortamlarda yapılmadığını tartışıyorduk ama yine de hayvanların sadece etini yediğinde onlardan faydalanabildiğini zanneden bu "pek zeki" arkadaşımıza hayvanları kesmeden de onlardan faydalanabileceğini anlattık. Üzerindeki kazağın, giydiği çorabın hayvanın tüylerinden elde edildiğini, yediği peynirin, yoğurdun, yumurtanın, balın hayvanlardan elde edildiğini, aynı şekilde içtiği sütün, ayranın vs. hayvanlardan elde edildiğini ve bunları yiyip içmek için hayvanın canına kastetmek gerekmediğini söyledik. Hala büyükbaş hayvanlarla tarlalarını süren köylüler var. Bir hayvandan faydalanmak demek o hayvanın etini yemek değildi, bunu anlatmaya çalıştık, artık ne kadar anladıysa!

Yazdıklarım yanlış anlaşılmasın, her ne kadar hayvanların öldürülmesi daha doğrusu öldürülmelerinde kullanılan yöntemler benim çok doğru bulduğum bir şey olmasa da söylemek istediğim hayvanların yenilmesinin yanlış olduğu değil. Sadece bir hayvandan faydalanmanın onun etini yiyerek olmayacağını söylemeye çalışıyorum. Ayrıca kurban bayramlarında hayvanların neden Avrupa'daki gibi uyuşturularak öldürülmediklerini hala anlamış değilmiş, o hayvanın mutlaka o korkunç acıyı çekmesi mi gerekiyor ?

Elbette kurban bayramı kutlanacak, benim tek dileğim kurban kesiminin bu ve bundan sonraki senelerde aklımızda bir vahşet sahnesi bırakmaması. Özellikle de Avrupa Birliği'ne girmek isteyen bir ülke halkının sanırım bu konuda daha da hassas davranması gerekiyor.

"Her yılbaşı Avrupa ülkelerinde bir sürü hindi kesiliyor ama" diyenlere de şunu söylemek istiyorum, o hindilerle ilgili duyduğumuz tek haber ne kadar hindi satıldığına İlişkin! Ama biz her kurban bayramı akşam televizyon karşısına geçtiğimizde yol kenarlarında kesilen, sahibinden kaçarken kafasına taşlar atılarak zapt edilmeye çalışılan ineklerle ilgili haberler dinliyoruz. Halbuki kurbanlıklara mümkün olduğunca acı çektirmemek ve usulüne göre kesim yapmak her şeyden önce bir insanlık vazifesi.

Gelelim sokak hayvanlarına,

Herkes vejetaryen olmaya nasıl karar verdiğimi soruyor. Yıllar önce, sanıyorum 1997 yılıydı, bir akşam haberleri izlerken İskenderun'da sokak hayvanlarının imhasına ilişkin bir haber izliyordum. Hayvanlar toplanıyor daha doğrusu önce öldürülüyor sonra toplanıyordu. Nasıl öldürüldüklerini hatırlamıyorum, aklımda kalan sadece bir köpeğin nasıl öldürüldüğüydü!

Köpeklerin gözlerini bilirsiniz, bir hüzün vardır bir çoğunun gözlerinde. Yine öyle hüzün bakışlı dünya sevimlisi bir köpek bir çöp makinesine atılıyor, işin en acıklı yanı pres makinesi çalışıyor… Yıllar sonra bile pres makinesinin arasında kalan ve o korkunç makinenin ararsında canlı canlı ezilerek ölüme bırakılan o köpeğin gözlerindeki bakış aklımdan hiç çıkmadı. Ve o an, köpek ya da koyun, ne olursa olsun hiçbir hayvanın bunu hak etmediğini düşündüm. Nasıl bir insan bunu yapabilirdi ki? Ama o insan da içimizden biriydi.

O programı izleyen yakın bir arkadaşım ve ben ertesi günden itibaren et yemeyi bıraktık, yani biz daha sağlıklı beslenmek için et yemeyi bırakanlardan değiliz. Sonra o arkadaşım İngiltere'ye gitti, benden daha şanslıydı, çünkü gittiği yerlerde vejetaryen restoran sayısı çoktu hatta vejetaryen marketler vardı.

Ve şimdi her gün birçok yerde hayvanlar zehirlenerek öldürülüyor. Neden? Çünkü sokak hayvanları insanları korkutuyor, ısırırlar, havlarlar, tırmalarlar vs. ve insanların bulduğu çözüm bu : Zehirlemek!

Oysa sokak hayvanlarını koruma dernekleri bangır bangır bağırıyor "Hayvanları zehirlemeyin, kısırlaştırın, bize haber verin biz kısırlaştıralım, zaten sokaktaki hayvanların ömürleri kısa, çoğu arabaların altında kalıyor. Bu gibi derneklere haber verin hayvanlar toplatılsın"

İki gün önce çalıştığım şirketin önünde yavru bir köpek bir kamyonun altında kaldı, kamyon şoförü bastı gitti, umurunda değildi, köpeğin annesi ise şimdi gelen geçen bütün kamyonlara havlıyor. Her gün gördüğümüz o sevimli yavrusu bir kamyonun tekerlekleri altında paramparça olmuştu çünkü.

Sokak hayvanlarının çoğunun kaderi bu zaten, çoğu arabaların altında kalıyor, bir kısmı zehirlenerek öldürülüyor, bir kısmı da şans eseri paçayı kurtarıyor.

Bir ton çözüm var aslında ama insanımız kolay yolu seçiyor, derneklerle uğraşmaktansa zehirle gitsin!

Sokakta yaşayan köpeğin evinizi koruyan köpekten, sokakta yaşayan kedinin sıcak evinizde oradan oraya zıplayan kedinizden bir farkı yok. Hayvanları zehirlemekten daha akıllıca çözümler var.

Bir de şu avlanma meraklıları var. Dün akşam televizyonda bir muhabir avcılara ne yaptıklarını soruyor, avcılardan birinin verdiği cevap şu :

"Spor yapıyoruz"

Evet, adamın biri almıyor eline tüfeği, havada karada uçan kaçan ne varsa bam bam bam ! Spor yapıyor, bir ördeği öldürüp zafer çığlıkları atıyor, gözleri parlıyor kanlar içinde kalan ördeği eline alınca...ve buna spor diyor!

Elbette birçok duyarlı insan gibi üzülüyor ve elimden geleni yapmaya çalışıyorum hayvanlar için. Umuyorum ki bu yazı bir parça olsun bu konuyu düşünmenize yardımcı olur.

Herkese vahşet sahnelerinden uzak, mutlu ve sağlıklı bir bayram diliyorum.

Funda Güven

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Küba'dan İzlenimler - 5

"Hasta La Victoria Siempre"

Uçağın tekerlekleri pistle buluştuğunda, saat 18:05'i gösteriyordu; 9 saat, 40 dakika süren yolculuğun uykuda geçen saatleri de boşa gitmemiş, Küba'nın mücadelelerle dolu tarihi rüyalarıma girmişti. Havalimanında dikkatimi çeken ilk şey, uçaktan anabinaya geçerken, tavanın, bütün ülkelerin bayraklarıyla süslenmiş oluşuydu; sanki, Birleşmiş Milletler binasına girer gibiydik. Pasaport kontrolünden önce, kendimi bir tuvalete attım. Pisuarlar ve lavabo Amerikan malıydı; belki de devrim öncesinden kalmaydı. Vize kontrolünden sonra, bagajlarımızı aldık ve çıkış kapısından geçtik. Gözlerimiz bizi karşılayacak arkadaşımızı ararken, çevreyi inceliyorduk bir yandan da.

- Heyyy Ma fren, ver r u fro ?, Italano, Alaman, Espanol ?
- ???
- Wanna Taxi ?
- ???

Bu aksanı bekliyorduk, hemen yanımıza gelip Casa Particular pazarlamaya çalışanlar, taksi teklif edenler oldu. "No" demeniz yeterli, ısrarcı değiller.

Arkadaşımızı gördük, üniversiteden hocasıyla gelmişti. Maria Luna, sarışın, uzun boylu, beyaz tenliydi, açık renkli, desenli bir hint elbisesi giymişti. Sımsıcak bir insandı, bize sımsıkı sarıldı, öpüştük. Hiç yapmacık değildi! Bir arkadaşlarının arabasıyla gelmişlerdi. Malecon'da önceden anlaştığımız bir Casa'da kalmayı planlamıştık fakat, Maria bir arkadaşının Vedado'daki evini, özellikle görmemizi rica etti. Arabaya doluştuk ve yavaşça kararmaya başlayan havada, Havana'nın banliyölerinden geçerek, şehir merkezine gitmeye başladık. Radyoda cıvıl cıvıl bir Salsa ritmi çalıyordu. Yollarda, alışık olduğumuz reklam kirliliği yoktu, duvarlarda sadece devrimle ilgili grafiti, resim ya da fotoğraf içeren büyük panolar vardı.


Vedado'daki Casa'mıza vardık, Maria Luna, 77 yaşındaki ev sahibemiz Hilda'ya bizden bahsetti ve en önemlisi evinde kalmamız için bize referans verdi. Kalacağımız odayı gezdik. Rahat görünen yatak, Rus malı eski bir buzdolabı, gürültülü ama iyi soğutan Amerikan malı AC, İspanyol malı TV, temiz bir banyo ve elektrikli ısıtıcıyla çalışan duş. Daha ne olsun! Odamıza yerleşirken, kapı çaldı, Hilda kahve ikram etmek için bizi çağırıyordu.

Geniş mutfaktaki, küçük masanın çevresine yerleştik. Hilda çok güzel İngilizce konuşuyordu. Sohbet sırasında, kendisinin biyolog, kocasının nörolog, oğlunun ürolog olduğunu öğrendik! Sağlığımız garanti altındaydı. Kahveleri, ev işleriyle görevli hanım getirdi. Küba'da kahveler, aksini söylemediğiniz sürece bol şekerli geliyor.

Hilda, çok titiz bir ev sahibiydi; evin anahtarlarını verirken, dış kapıyı kilitlemeyi ihmal etmememiz gerektiği, uyuşturucu kullanmanın ciddi suç olduğu gibi, bazı uyarılarda bulundu. Odamıza çekildik, bir yandan çantaları boşaltırken, hemen televizyonu açtım. Havana'da 3 kanal var, bunların en çok izleneni Cubavision (www.cubavision.cubaweb.cu).

Kendimizi sokağa attığımızda hava kararıyordu. Casa'mız Havana'nın her yerinden görülebilen, Havana Libre (eski Hilton) otelinin çok yakınında olduğundan, kaybolmamız çok zordu. Yol yorgunuyduk ama, deniz tarafına, Malecon'u görmek için kısa bir yürüyüş yapmak istedik. Malecon, İzmir'deki Kordon'a benzeyen, bir tarafında evler ve geniş bir cadde, diğer tarafında deniz olan bir bölgenin adı; ama, benzerliği sadece bu kadar! İspanyol sömürgesinden kalan yüzyıllık evlerde, aileler yaşıyor. Bura ve "Old Havana", UNESCO tarafından "Dünya Mirası" ilan edilmiş (whc.unesco.org/heritage.htm), yeni yapılaşma yok, mevcutlar da onarılıyor.


Yol boyunca yanımıza gelip, ucuz puro, küçük külahlarda kavrulmamış yer fıstığı ya da uzun çubuk şeklinde karamel satmaya, ev ya da paladar (lokanta) göstermeye çalışanlar oldu. Sahile vardığımızda duvarın üzerinde oturanlar, sohbet edenler, denizi seyredenler, Rom içenler, herkes özgürce akşamı yaşıyor, evlerden laf atıyorlardı. Bir süre dolaştık, ara sokaklardan eve yürürken, ilk alışverişimizi de yaptık; 1,5 Lt su = 1,85 USD.

Anne Kurabiyeleri ve kahveden oluşan kahvaltımız sırasında, günlük planımızı yaptık. İlk hedef, Havana şehir haritasının ve Santiago De Cuba tren biletlerinin alınmasıydı. Havana, tamamen yürüyerek gezilmesi gereken bir şehir; biz de günde 12-15 km. yürüyorduk. Havana Libre'den haritamızı aldık; tren istasyonu hayli uzakta olmasına rağmen, şehrin içinden geçen bir rota çizerek, yola düştük. Turist olduğumuz, en azından Küba'lı olmadığımız, herhalde çok anlaşılıyordu ki, üç-dört siyah Küba'lının yanından geçerken "Hey Turko!" diye laf atılınca, çok şaşırdık. Ama neden Turko? Bunu bir türlü çözemedik; kafamıza takılı, üstelik desenli kırmızı bandanalar dışında, bize göre, Türk olmamızı çağrıştıran birşey yoktu üzerimizde.

Vedado, devrimden önce, bürokratların, zenginlerin oturduğu seçkin bir semtmiş; geniş avlulu evler genellikle villa tarzında; girişlerde çok güzel süslemeler, sütunlar, çok gösterişli bahçeler var. Ama 1959'dan sonra kaldırımlar dahi maalesef bakım görmemiş. Bir bahçenin önünden geçerken, biraz serinlemek için bahçeyi sulayan adamdan, elimizi yüzümüzü yıkamak için izin istedik. Sohbet her zamanki gibi, 'Where r u fro ?' ile başladı. Turko olduğumuzu duyunca, ikinci sorusu, 'Ankara'dan mı, İstanbul'dan mı geldiğimizdi?' Konuştukça, ortalama bir Küba vatandaşının, Küba gibi Türkiye'den hayli uzak bir yerde, nasıl böyle bilgili olduğu anlaşıldı; Türkiye belgeseli Küba tv'lerinde de gösterilmişti.

Tv kanallarında bir çok eğitim programı var; bizdeki tek kanallı dönemi hayal edin! Televolelerin, Acunların vs.'lerin olmadığı, Reha Muhtar'ın Atina'dan bildirdiği zamanlar; herkes akşamları Kaptan Cousteau izlerdi, daha "çöküntü" başlamamıştı. İşte Küba, o süreci yaşıyor hâlâ.

Karnımız acıktı ve ilk paladar denemesini yaptık. Elimizdeki listeden, yakındaki birtanesini bulduk; Paladar Amigos. Tavuk, tatlı patates, salata ve biradan oluşan ilk yemeğimizi yedik. Paladarın sahibi hesabı getirirken bile, bize Casa ayarlamaya ve satmaya uğraşıyordu.

Küba'da, bol miktarda domuz, tavuk ve balık bulabilirsiniz. Kırmızı et az ve pahalı. Koyun etini de kokusundan dolayı yemiyorlar. Yıllar önce adada hayvancılığı yaygınlaştırmak için çalışmalar yapılmış, ancak, Hollanda'dan gelen zehirli yemler yüzünden, bütün hayvanlar telef olmuş. Hayvan yetiştiriciline yeniden başlamışlar.

Malecon'a indik. Sahil boyunca, evlerin önünden, Catedral Meydanı'na doğru yürümeye başladık. Çok geniş bir caddeydi. Gelip geçen arabalar arasında, 1950'lerden kalma rengârenk eski Amerikan, Audi, BMW ve Mercedes'e kadar, her türden araba vardı. Eski Amerikan'lar kiralanmıyor. Onlar dışındaki her türlü arabayı, kiralamak mümkün. Ara sokaklarda, evlerin önüne çekilmiş arabaların başında bir sürü insanı, kaputa eğilmiş, tamirle uğraşırken görebilirsiniz. Yıllar önce İstanbul'da, bu arabalar dolmuş olarak kullanılırdı ve şehre bir renk katarlardı, sonra o ruhsuz standart Ford'lar geldi.


Küba'da binalarda genellikle, cam yok, tahta ya da alüminyum panjurlar var. İşyerlerinde reklam tabelaları da yok; bir binanın önünden geçerken onun bir atelye mi, bakkal mı, ev mi olduğunu anlamak için, kaçamak bir bakış fırlatmak gerekiyor. Bu bakışlardan birinde keşfettik Doble Fuego seramik imalathanesini. Özel sergi alanında, Jose Marti'nin 150. yılı şerefine, resim ya da fotoğraflarının modernize edilmiş halleri, oldukça büyük seramik tabaklara işlenmiş olarak sergileniyordu. İmalathaneyi gezdik. Seramik sanatçısı olan Raciel Feria Isidoro'nun yapıtlarının Kolombiya, İtalya ve Florida'da sergilendiğini öğrendik.

Uzun bir yürüyüşten sonra, istasyona geldik. Sistemi anlamak için bir süre insanları izledik; tren saatleri, hatlar vb bilgiler bir panoda yazılı. Bekleme yerleri kalabalık, ama bir yerlere gitmeye çalışan insanların, hiç de aceleci halleri yok. Gişeye gittim; görevli İngilizce bilmiyordu, ben de İspanyolca! Bir iki denemeden sonra, anlaşmanın mümkün olmayacağını anladık; karşılıklı olarak "no entiendo" (anlamıyorum) demekten başka birşey yapmıyorduk. Taktik değiştirdim. Tren'e binmeye çalışan iki Hollanda'lıdan çok değerli bir bilgi aldım; Santiago'ya giden trenin biletleri, bu istasyondan satılmıyormuş! Başka bir istasyona gitmek zorunda kaldık. Oradaki memur da İngilizce bilmiyordu ama, sonunda, bir kağıda gideceğimiz yeri, tarihi vb yazarak anlaştık. Bilet fiyatı olan 100 USD'yi verdiğimizdeyse, bir süre inceledi; elinde tuttuğu miktar, onun 5 aylık maaşına karşılık geliyordu. Biz de aldığımız biletleri bir süre inceledik. Santiago de Cuba yolculuğu da ayarlanmıştı.

Dönüşte Coco Taxiyle Hotel National'e geldik. Coco Taxi, üç tekerlekli mobiletlerin, üzeri kapatılarak yapılmış, iki kişilik bir araç türü; hem fiyatları, hem de açık havada yolculuk yapmak için, çok uygun. Hotel National (www.hotelnacionalcuba.com) 1930'da yapılmış. Havana'nın en eski oteli. İnşa edildiği tepe 19. yy'da Santa Clara top bataryası olarak kullanılıyormuş -bu toplardan birisi hâlâ bahçede duruyor. Domuzlar Körfezi çıkartması sırasında da Havana savunması için bahçesine, yerleri hala korunan, uçaksavarlar yerleştirilmiş. Belli mi olur? Yine lazım olur belki! Mimarisinde art-deco, neoklasik ve neokoloniyel tasarımlar kullanılmış. Johny Weissmuller, Marlon Brando gibi ünlüleri de ağırlamış. Bahçedeki çimenlere oturarak uzun uzun Havana'yı, Meksika Körfezini seyrettik.





Casa'mıza dönerken, YARA sinemasının önündeki döviz bürosunda Dolar bozdurduk; 1 USD = 26 Peso. Paraların üzerinde Fidel'in resmi yok; Jose Marti, Antonio Maceo, Maximo Gomez, Che gibi, Küba tarihindeki önemli kişiliklerin resimleri var. Aslında, Fidel'in ne heykeli ne de resimleri var ortalıkta; bütün okullarda Jose Marti'nin büstleri var. Fidel kendini bu anlamda çok güzel koruyor: hiç simgeleştirmemiş.





Arkası 9 Şubat'ta...

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Fotoğraflar: Serpil Yıldız

Yukarı

KIRKYAMA

 KIRKYAMA HİKAYELERİ : KMKYHT

   SOKAĞIN SİLUETİ VURUR SATIRLARA :
  Leyla Ayyıldız

Sokağın kokusundan sürünmüş rüzgarın eşliğinde, denizi izleyerek evime doğru yürüdüm. Nedense ayaklarım beni Tenekeci Mustafa'nın dükkanına doğru itti. Ondan kalan izlere bakmak istedim. Aysel'i alıp Amerikalara götüren Rıdvan'ın ufak kardeşi işletiyordu artık dükkanı. O dükkan bana geçmişi, gençliğimizi anımsatır hep...

Mustafa'nın oğlu o sırada çalışıyordu. Ona abisi Rıdvan'ı ve karısı Aysel'i sordum. Amerika'dan aldığı haberleri...

Sorumu bile duymayarak, heyecanla 'Selçuk Amca' dedi, 'bak geçen gün ne buldum. Babamın defteri... Hani tüm mahallenin şeceresini tutardı ya, o defter'.

Ellerim titredi, tüm mahallenin yaşadıkları elimdeydi. Çok heyecanlandım. Kravatımı biraz gevşetip, bir iskemleye oturdum. Sayfaları çevirdim. Mahallenin muhtarı Cem bile bu kadar itinayla tutamazdı bu defteri. İnci gibi yazılarla doldurmuştu her satırını.

'Oğlum' dedim, 'Buna ayak üstü bakılmaz, kim bilir ne anılar gizli bu defterde. Birkaç günlüğüne bende kalsın bu, yengenle eski günleri bir yad edelim.'. Sağ olsun kırmadı beni.

Elimde defter, kalbim kuş gibi çırparak, evin yolunu yeniden tuttum. Kapıyı çaldığımda ne şanslı olduğumu düşündüm. Suna gibi bir eş açacaktı kapıyı. Suna... Sevgili karım...

İçeriye girip, yanağına her günkünden daha çok öpücük kondurdum. 'Elleşme Bey' dedi, gülümseyerek. 'Bilsen Suna, bilsen elimde ne var. Bu akşam yemekten sonra tüm fotoğraf albümlerini açıp, bu deftere bakacağız. Ah Suna, ah, bu defterde ne sırlar saklı kim bilir. Kimler geldi, kimler geçti bu sokaklardan, hangi gölgeler vurdu kaldırımlara...'

Tüm albümleri açtık, sararmış resimlere, siyah beyaz olanlara, geçmişe dair her kareye göz gezdirdik. Ve o muhteşem an geldi. Defteri aralayıp, satır satır okuduk;


Adı Kimlerden   Mesleği Ölüm Tarihi
Selçuk   Kimi zaman Meraklı Sedat tarafından Cemal olarak hitap edilse de gerçek adı; Selçuktur. Maliye mezunu  
Suna Selçuk'un karısı Zafer'in de aşık olduğu kız olmasına rağmen, Zafer'in ölümüyle Selçuk ile evlendi Selçukla evlenince okumaktan vaz geçti.
Aysel Rıdvan'ın karısı Mahallenin aşüftesi Mesleklerin en eskisi.  
Zafer Selçuk, Sami, Aysel, Zafer, Muzaffer sınıf arkadaşları Suna'ya aşıkken, Sami tarafından öldürüldü. Ölü 15.03.2001
Kusto Sami Selçuk, Sami, Aysel, Zafer, Muzaffer sınıf arkadaşları Palavracı biri. Zafer'i öldürdü. Aysel ve Aysel'in annesi Nuriye Hanımla ilişkiye girdiğini iddia ediyor. Hapiste (Mikrop Ahmet’in iddiasına göre, bulsa Aysel’in kızını da becerecek.)
Muzaffer Selçuk, Sami, Aysel, Zafer, Muzaffer sınıf arkadaşları Mükemmel Muzo Mesleği her neyse, o işi mükemmel yapıp yapmadığını merak edenlere  meraklı lakabının verilmesine sebep olmuştur.
Lastik Osman Şükran'ın kocası Düğünlerde kaykılarak oynar. Pazarcı  
Terzi Hasan Selçuk'un babası   Terzi 22.08.2003
Zeki Usta     Fırıncı 24.09.2002
Şükrü Usta     Lokantacı 14.01.2002
Fikri Şükrü Ustanın oğlu Şükrü Ustanın ölümüyle lokantayı işletiyor. Lokantacı  
Tapucu Muharrem Sinan'ın babası   Tapu Kadastrocu  
Sinan Tapucu Muharrem'in oğlu İşlerinde dikiş tutturamamış biri. Mimar  
Müşerref Hanım Muzaffer'in teyze kızı Diğer adı Jale, Sami'nin sevgilisi. Aysel'in günlüğü ve Selçuk’ a yazdığı mektup onda
Tenekeci Mustafa (yani ben) Selçuk'un babasının asker arkadaşıyım. Bakmayın tenekeci olduğuma, böyle güzel kayıtlar tutarım. Tenekeci Bu kutuyu ben ölünce  bir başkası dolduracak.
Rıdvan Tenekeci Mustafa'nın Aysel ile evli oğlu Avukat Tamer tarafından kumarhanelerden para çalıyor iddiasında bulunulsa da ABD'de okuyan bir Doktor. Doktor  
Selim Zafer'in kardeşi Aysel'e aşık.    
Memduh Bey Aysel'in babası. Zengin bir partici.    
Taner Aysel'in erkek kardeşi.      
Nuriye Hanım Aysel'in annesi Mikrop Ahmet tarafından onun da aşüfte olduğu söyleniyor.
Şükran Lastik Osman'ın karısı Pazarda Lastiğe veresiye yapıp, sonunda evlendi.
Kuyumcu Kamil Aysel'e giden yolun geçtiği adres. Kuyumcu 24.12.2002
Cabbar   Lastik Osman'ın yakın arkadaşı.  
Bekir Öğretmen Aysellerin öğretmeni.     17.07.1998
Minik Zafer Selçuk'un büyük oğlu. Ölüp, Suna’yı Selçuk’a bırakan Zafer’in anısına bu isim verildi.
Şule Hemşire   Esmer bomba.    
Ali Enişte Selçuk'un eniştesi.      
Arı Seyfo Kahvecigillerden Mahallenin kurucusu. Mahalleyi çocuğu gibi sever, üstü açılmış bebelerden bile haberdardır. Üstlerini örter. Yazar  
Meraklı Sedat Kahvecigillerden Mükemmel Muzafferi hep merak eder. Yazar  
Çıtırcı Tuba Kahvecigillerden Devli halüsinasyonlar görür. Zeki Usta’nın en çıtır ekmeklerini o yer. Yazar  
Bonus Cüneyt Kahvecigillerden Karanlık güçlerle ilişkisi olduğu düşünülür. Her türlü işkence yöntemini bildiği iddia edilir. Yazar  
İkiz Tarkan Kahvecigillerden Köpek eğitimi konusunda uzmandır. Yazar  
Mikrop Ahmet Kahvecigillerden Zaten aşüfte olan Aysel ve annesi Nuriye onun yüzünden mahallenin diline daha da düşmüştür. Yazar  
Arap Beyhan Kahvecigillerden Selçuk’un rüyalarına hep Aysel’i itelese de, Selçuk Suna’sından vaz geçmez. Yazar  
Avukat Tamer Kahvecigillerden En güzel ‘Suna’ şiirleri onun elinden çıkmıştır. Yazar  
Böcük Zeynep Kahvecigillerden Aysel’i anlar ve korur. Aysel’in psikolojisini mahalleye izah etmeye çalışır. Yazar  
1071 Hüseyin Kahvecigillerden Selçuk’un sınıf arkadaşı, okul numarası 1071 1998 yılı depreminde bilincini yitirdiğinden kendini Dicle nehri kıyısında zanneder. Yazar  
Erişteci Enişte Kahvecigillerden Mahalledeki tüm baldızlarının desteği ile yaşlılar evinin temelini elcağızıyla atmıştır. Yazar  
Mahallenin Mıhtarı Cem Mahalleden Ondan iyi kayıt tutsam da bu haneyi doldurmak sıkar. Muhtar  
Kitap Kurdu İde Mahallenin sevgili çalışkanı Okur, okur, okur. Hikaye Kurdu  

Suna da, ben de gülmekten yerlere yattık. Kimler gelip, kimler geçmişti. Bizim Tenekeci Mustafa da ne Tenekeciymiş ama, kaçırmadığı tek bir an kalmamış. Ulan Tenekeci, hiç işin gücün yok muydu?, Hiç mi yorulmadın bunları sıralarken. Rahmetlinin ruhu şad olsun. Ne güldük, ne güldük.

'Vay be Tenekeci, vay be Tenekeci, sen çok alemmişsin' diye ben hala gülerken Suna'nın durgunlaştığını fark ettim. 'Sahiden rüyalarında gördün mü Aysel'i, Selçuk? ' diye mırıldandı.

'Aysel'in günlüğü... Aysel'in günlüğü... Müşerref Hanım... Aysel'in günlüğü...'

Leyla Ayyıldız

Devamı varrr...

KIRKYAMA Hikayelerinin tamamını aşağıdaki adreste bulabilirsiniz:

http://www.kmarsiv.com/xfiles/ozel/kirkyama.asp

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak kadife sesi ve melankolik şarkılarıyla kendine bir hayran kitlesi oluşturan Dido'dan "Life For Rent"i, ardından Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından Doğu Almanya"da yaşayan bir aleyi mercek altına alan "Elveda Lenin!"i ve son olarak Avrupa tarihi uzmanlarından John Stoye"un kaleminden çıkmış olan "Viyana Kuşatması"nı paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

DIDO / LIFE FOR RENT :

İlk albümü "No Angel"ın dünya çapında büyük ilgi görmesinin ardından Dido, çıkarttığı ikinci albümü "Life For Rent" ile hayranlarının karşısına çıkıyor.

İngiliz sanatçının ilk albümü 1999 yılında yayınlanmış ve ilk olarak çok büyük sükse yaratmamıştı. Ancak o yıllarda büyük bir çıkış yakalayan Eminem, "Thank you" adlı şarkısına "Stan" şarkısını nakarat olarak koyunca işler değişmeye başladı. İnsanlar bu şarkıdaki güzel sesli kadının kim olduğunu merak etti ve onun Dido olduğunu öğrendi. İşte bu tarihten itibaren bu albümde büyük bir satış ivmesi kaydetti; Dido birden adı en çok konuşulan kadın sanatçılar arasında yer almaya başladı. Sanatçı işte bu rüzgarı hazır arkasına almışken ikinci albümünü de yapıyor ve ilk albümünü aratmayacak kadar kaliteli bir çalışma ortaya koyuyor. Bu sayede müzik dünyasında tek albümle şöhrete ulaşan ancak sonradan kaybolan sanatçılar arasında yer almaktan kurtuluyor. Dido'nun yeni albümü piyasaya verilişinin 5. gününde 255 bin kopya satarak Oasis'in 1997'de yayınladığı albümü "Be here now"un (üç günde 696 bin) ardından İngiltere'de en hızlı satan albüm oldu.

Albümün öne çıkan parçaları, şimdiden kimsenin dilinden düşürmediği "White Flag" ile "Do You Have A Little Time", "See The Sun" ve "Sand In My Shoes". Pekçok müzik tarzını içinde sentezleyen havasıyla Dido'nun son albümü mutlaka dinlenmesi gereken bir albüm.

ELVEDA LENİN! / GOOD BYE LENIN! :

Yakın dünya tarihine en büyük damga vuran olaylardan biridir Berlin Duvarı'nın yıkılması. Sosyalizmin büyük yara alışı ve kapitalizmin zaferi ile sonuçlanan bu dönem bütün dünyada büyük yankı bulmuş ve tarihin akışını değiştirmiş sayılı olaylar arasına girmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası yalnızca ideoloji farklılığı nedeniyle ikiye ayrılmış olan Almanya'nın tekrar birleşmesine ve doğudaki sosyalist rejimin çökmesine neden olan, sonuç olarak sosyalizmin tekrar ayağa kalkamayacak kadar yaralanmasına neden olan bu olayı ele alan "Elveda Lenin" Doğu Almanya'da yaşayan insanlara ayna tutmaya çalışan bir film.

1989 yılında Doğu Almanya'da yaşayan Alex'in annesi, kendini sisteme adamış olan komünistlerden, sosyalist hareketin önde gelenlerinden biri olan bir kadındır ve yaşadığı bir olay sonucu kalp krizi geçirir. Kadın, sekiz ay boyunca komada kaldıktan sonra hayata geri döner. Komada kaldığı süre boyunca dünyü çokdeğişmiş, Berlin Duvarı yıkılmıştır. Ancak koma zavallı kadının kalbini zayıf düşmüştür ve yaşayabileceği herhangi bir şok onun ölümüne neden olabilecektir. Yani Alex annesinden duvarın yıkıldığını, uğrunda savaştığı sosyalizmin de duvarla birlikte yerle bir olduğunu ve kapitalizmin büyük bir zafer kazandığını saklamaya çalışacaktır. Genç adam, herşeyin eskisi gibi olduğuna inandırmak için bütün çevresini uyarladığı 'oyunun' parçası haline getirerek, Lenin'in zafer kazandığına dair bir gerçeklik oluşturmaya başlar.

Saklamaları gereken daha pekçok şeyleri vardır. Her Doğu Almanyalı'nın yaptığı gibi eski mobilyalarını, giysilerini atmış yenileriyle değiştirmişlerdir amua şimdi herşeyi eskisi gibi yapmak zorundadırlar. Alex'in kardeşi Ariane ise bu arada okulu bırakmış ve kapitalizmin sağlam kalelerinden biri olan, dünyaca ünlü fastfood devi Burger King'e girmiştir. Üstelik, Batı Alman bir sevgilisi de vardır. Yani annelerinin yaşamını ortaya koyduğu idealin yıkılışına çocuklar çok çabuk ayak uydurmuşlardır.

Müzikleri Amélie'nin unutulmaz soundtrack'ini de yapan Yann Tiersen'in elinden çıkan "Elveda Lenin" Wolfgang Becker imzalı. Şimdiden 2003 Berlin Film Festivali, Avrupa Film Festivali, Lola Film Ödülleri gibi pek çok festivalde ödül kazanan film, Oscar Ödülleri için en iddialı "En İyi Yabancı Film" olarak gösteriliyor. Yakın siyasi tarihe ayna tutan, aile ilişkilerine ve arkadaşlığa yoğunluk veren bir film olan "Elveda Lenin" kaçırılmaması gereken bir film.

VİYANA KUŞATMASI / JOHN STOYE :

Üç kıtaya hakim olan Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli savaşlarından birini konu alıyor kitabımız. 1683"teki Viyana Kuşatması"nı. Bu olay hem Osmanlı hem de Avrupa tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bunun nedeni bu savaşın imparatorluğun kaderini tamamıyla etkilemesidir. Çünkü bu savaştan sonra Osmanlı duraklama dönemine girecek, yavaş yavaş Avrupa'daki topraklarını kaybedecektir.

Avrupa tarihi uzmanlarından John Stoye, kaleme aldığı eserinde Veziriazam Kara Mustafa Paşa, Viyana garnizonu komutanı Kont Starhemberg, İmparator Leopold ve Lehistan'ın son büyük kralı Sobieski olarak belirlemiş ve bu önemli olayı çeşitli yönleriyle ele almış. Ancak yazar ana karakterlerle sınırlı kalmamış, bunun yanında olaylardan fazlasıyla etkilenmiş olan sıradan insanlara da yöneltmiş kalemini. Bu yönüyle de sıradan tarih romanları arasında farklılaşan bir eser ortaya koymuş Stoye.

Tarihi olayları yaşayanlarının gözünden izlemeyi sevenlerin ve buönemli olay hakkında daha eniş bir perspektif kazanmayı isteyen herkein okuması gereken bir eser "Viyana Kuşatması".

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.101 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


...

Hayat böyle tatlı,
Yaşam öyle farklı ve hoşki..
Ne düşündüğüm kimi ilgilendirir...
Düşüncelerimin tek sahibi benim...

Ufuktaki karanlık benim aydınlığım..
Başkalarının acısı benim duygusallığım..
Ne düşündüğüm kimi ilgilendirir..
Fikirlerimin tek sahibi benim..

Belki sevinçler benim hüzünlerim,
Belki tepedeki sıcak güneş benim umutlarım..
Ben bunlarla varolanım..
Ne düşündüğüm kimi ilgilendirirki..
Ruhumun düşünsel özgürlüğünün tek sahibi benim...

Osman Taplamacı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Acelesi vardı herhalde!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.askoxford.com/pressroom/archive/cod/smspress/?view=uk
...WERV U BIN? PPL R starting to use SMS abbreviations all the time, OTOH not everyone understands what BCNU means. 2 SIT W/ SOM1 by MOB or email, SMS abbreviations R GR8. IOW, JIC SOM1 sends U a MSG like this, U need a COD 2 decipher it. HTH :-)... Ne olduğunu anlayamadıysanız lütfen link'e tıklayın.

http://aceylan.8m.com/rejim.htm
Azimli iseniz fazla kilolarınızdan kurtulmanız mümkün. Karbonhidrat rejimi olarak tanımlanan ve kendiniz için bir beslenme alışkanlığı kazanmanıza yardımcı olacak sistem detaylarını bulabileceğiniz açıklamalar bu sayfalarda.

http://www.japonca.cjb.net/
Son bir kaç gündür Japonyadan gelen misafirimle daha sempatik bir iletişim kurmak amacıyla Japonca kelimeler araştırma ihtiyacı duydum. Bu konuda az ama yeterli miktarda kelime dağarcığıyla bana faydalı olan web sayfasını sizlere de tavsiye ediyorum.

http://www.akman.de/canakkale/index.htm
Çanakkale ve çevresini merak edenler için kaynakça...Mitolojiye göre Deniz Tanricasi Thetis cok alimli ve cok güzel bir Tanricadir. Kronos'un oglu, Gök Tanricasi Hera'nin kardesi ve kocasi, Tanrilarin Babasi ve Krali Zeus ile Deniz Tanrisi Poseidon bile Thetis ile evlenmeyi cok istemektedirler. Masal bu ya kahinler Thetis´in doguracagi erkek cocugun babasindan daha güclü ve akilli olacagini söylemislerdir...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040130.asp
ISSN: 1303-8923
30 Ocak 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri