KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İYİ BAYRAMLAR
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 438

 11 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : İtinayla adam çizilir?


Merhabalar,

Niyetim New York görüşmelerini bekleyip çıkan sonuca göre birkaç kelam etmekti. Ancak elde olan olmayan nedenlerle erken baskı yapmak zorundayım. Şu saate kadar da görüşmeler devam ediyor. Yarın birşeyler duyup yorumlar ve birkaç satır karalarız herhalde. Ama bu arada sayın başbakanımın Kore fethinin ardından memleketime dönerken hatırladığı Kasımpaşa'lığını anmadan geçemeyeceğim. Denktaş'ı kasdederek 'Eline yol haritasını verdik, uymazsa sonuçlarına katlanır, olan KKTC'ye olur.' dedi yahu. Hayatını bu davaya adamış bir adamı tehdit etmesini hem yadırgadım hem ayıpladım. Hele bunu dünyanın gözü kulağı önünde alenen yapınca anlamı bir başka oluyor. 'Bakın benden yapmamı istediğiniz herşeyi yaptım, eğer hala bir sonuç alamazsak, bana tarih yerine üçün birinci gününü verir ele güne rezil rüsvan ederseniz, külahları değişiriz. Çizerim alimallah..' mı demek istiyor dersiniz? Aman birşey demeyin. Bekleyelim görelim en iyisi!..

Bugün aldığım bir güzel haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Kahve Molası hayırlı işlere de vesile olmaya devam ediyor. Önce Suat ve Ahu'yu evlendirdik. Evlenir evlenmez ikisi de toz oldular ya neyse. Şimdi de sevgili cici yazarımız Filiz Kaya ile sadık KM okuyucu ve yorumcusu benim 30 yıllık arkadaşım sevgili Güven'i başgöz ettik. Size sıradan bir haber gibi geldiyse orda durun biraz. Güven Avustralya'da yaşıyor, Filiz İstanbul'da. Yani küreselleşmeye tam anlamıyla ayak uydurmuş bir gazetenin okurlarısınız değerini bilin. Filiz ve Güven'e ömür boyu mutluluklar diliyor sevgilerimizi yolluyoruz.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Nevzat Tarhan

 AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan

   BEYİN VE BAĞIMLILIK

Son yıllarda sinir bilimdeki gelişmeler bize yeni ufuklar açmaya başladı. Nörofelsefe, nöroteoloji konuları alt çalışım birimleri olarak bilim çevrelerinde heyecan uyandırmaya devam ediyor. Aynı şekilde beyin ve davranış arasında ki ilişki bağımlılık alanında da yeni bilgileri sunmaya devam ediyor. Yapılan araştırmalarda içki, sigara bağımlılığı dışında kumar, alışveriş, spor, siber seks ve teknolojinin de beyinde bağımlılık oluşturduğuna dair ipuçları bulundu. Bilimsel çalışmalar bu tür davranışların beyindeki ortak haz ve zevk alanlarının dopamin kimyasalının salgısı ile doğrudan ilişkisini doğrular niteliktedir.

DOPAMAİN nedir?
Dopamin merkezi sinir sisteminin hormon düzenlemesinde önemli rol oynayan bir kimyasaldır. Cinsiyet ve büyüme hormonlarına etkisi bilinmektedir. Depresyonda olan kişinin beyninde serotoninle birlikte dopamin salgılaması da azalmaktadır. Haz duygusu ile ilgili olan dopamin, mutluluk duygusu ile ilgili olan kimyasal kimyasal serotenin arasında yatay bir ilişki vardır. Uykusuz kalan kişiler de beyin, savunma olarak dapomin salgılamasını arttırır. ( Presinoptik reseptör duyarlılığı azalır, negatif geribildirim kalkar ve dopamin salgılanır) Bunun için uykusuzluk depresyonu azaltırken mani türü akıl hastalıklarını tetikleyebiliyor. Madde bağımlılığında da zevk duygusu ile ilgili bu kimyasalın önemli rolü vardır.

Madde kullanımında kesilme durumunda ortaya çıkan titreme gibi belirtiler Parkinsonlu hastalarda görülen bozulmalara benzer. Parkinson dopamin sistemi nöron (sinir hücresi) hasarı ile ilgilidir.Yapılan çalışmalar kronik alkol alınımında beyinde dopaminerjik sistemin faaliyetinin yavaşladığını göstermektedir. Başlangıç alkol kullanımında dopamin salınımı artarken uzun kullanımda azalması alkolün histo toksit (zehir) etkisini göstermektedir.

Alkol ve Opiyat sistem (Beyin Morfinleri):
Neşelilik, motor canlanma, ateşin düşmesi, ağrının azalması gibi işlevlerle ilgili beyin hormonu endorfindir. Kan plazmasında endorfindir. Kan plazmasında endorfin seviyeli ile alkol bağımlılığı arasındaki ilişki bu maddenin ölçümü ile alkol bağımlılığı tanısı koymanın mümkün olacağı tezini doğrulamaktadır. Alkolün uyarıcı etkisinde bu sistemin rolü olduğu görülmektedir.

Bilindiği gibi sporda ve beden egzersizleri esnasında da bu hormon salgılanır. Bunun için spor esnasında kişi ağrı duymaz ve zevk alır. Ağrılar egzersiz bittikten sonra vücut soğurken başlar.

Dopamin ve haz alma:
Normal şartlar da beyin sabit seviyede dopamin üretir. Dopamin alıcılarının (reseptör) sadece bir bölümü devreye girer. Madde kullananlarda beyinde dopamin üretimi büyük ölçüde artıyor ve alıcıların tümü devreye giriyor.

NewYork'taki Brook Hava Ulusal Laboratuarında beyin mekaniği, görüntüleme yöntemleri ile belirlenmeye çalışılıyor.Haz alma sürecinde temel güç olarak dopamin kimyasalı üzerinde duruluyor. Acı ve hazla ilgili bilginin bir hücreden diğerine sıçramak için bu kimyasal gerekli.

İşte bağımlılar da bu kimyasalın beyinde üretimi ileri derecede artıyor. Kişi maddeyi aldığında kendisini çok zinde hissediyor ve beyin burada yanılıyor. Bu yanılmaya karşı kendisini korumaya alarak alıcı sayısını azaltıyor. Böylece kullanıcının ruh durumu ilacı almadan önceki ruh durumuna göre daha kötü oluyor. Böylece bağımlılığa neden olan geribildirim başlıyor. Dopamin alıcıları sürekli devreden çıktığı için maddeyi alanla aynı etkiyi yakalamak için dozu arttırıyorlar. (Tolerans gelişimi) Böylece bağımlılığın ilk adımı atılmış oluyor.

Madde kullanan kişiler bırakın daha çok mutlu olmayı artık kendilerini sadece normal hissetmek için uyuşturucu almak zorunda kalıyorlar.

Tedavideki Rol:
2002 yılında populer Scienc ve New Scientist dergilerinde çıkan Nora Volkow ve arkadaşlarının 17 kokain kullanan denek üzerinde yaptığı çalışma yer aldı. Bu araştırmanın sonucu beyinde dopamin alıcı sayısı arttıkça kişinin haz alma duygusunun arttığı şeklindeydi. PET yöntemi ile çekim esnasında hastaların zevk duygusunu öğrenen araştırmacı bu ilginç sonucu bulmuştur. Bu bilgi tedavide biz hekimlere yol göstermektedir. Böylece beyindeki dopamin reseptörlerini azaltan ilaçlar (vigabatrin gibi) teorik olarak kokaine duyulan arzuyu azaltacaktır. Hatta içki içme, uyuşturucu kullanma arzusunu arttıran buzun viski bardağındaki sesi gibi sesler dopamin miktarını arttırıyordu.

Bu çalışmalar bağımlılık tedavisinde beyin biyokimyasallarının yapısını değiştiren ilaçların can alıcı rolünü doğruluyordu.

Hatta bazı bireylerde doğuştan dopamin alıcıların eksik olması bağımlılığa eğilim gösteriyordu. Japonların kolay sarhoş olmalarının beyinsel eğilimleri ile ilgili olduğu tezini doğruluyordu. Yahut kronik stres nedeniyle, olumsuz yaşantılar nedeniyle beyinlerdeki dopamin alıcılarını kaybedenlerin bağımlılığa eğilimli olduklarını gösteriyordu. Sadece alışkanlıkla değil uzun süreçli depresyonlar da beyinde dopamin reseptörlerinin azalması ve içkiye eğilim arasındaki sebep-sonuç ilişkisi ilginçtir.

Alkole alışmanın kimyası:
Tekrarlayan dozlarda alkol kullanımı sonrası motor inkoordinasyon (sarhoş dengesizliği ve konuşması, yürüyememesi) sakinlik, neşe ve bulanlı gibi etkilerde duyarlılık azalır.( Tolerans ) Kişi daha fazla alkol alarak aynı etkiyi elde etmeye mecbur kalır.

Hatta bazı müsekkin haplar kullananlar da çapraz tolerans gelişerek çok alkol almış gibi etki ortaya çıkar.

Kişi neşeliyken veya üzüntülüyken aldığı alkolün etkisi aynı değildir. Bu beyin iç kimyasallarının o anki durumu ile ilgilidir. Kişi tekrarlayan miktarlar da madde kullanırsa gittikçe dozu arttırır. Beyin hücreleri maddeyi sürekli istemeye başlar.

Hem insanlarda hem de deney hayvanlarında kronik alkol tüketimi bağımlılık geliştirir. Deney hayvanlarında da kriz (kesilme) belirtilerine rastlanır. Hayvan irkilir, korkar, kuyruğu titrer, aynı hareketleri tekrarlar.

Madde alınımı kesildikten sonra alınan maddenin tipine göre değişmek üzere 24/72 saat içinde yoksunluk belirtileri başlar ilaç arayışı davranışı yoğunlaşır.

Alkolün beyin fonksiyonunun artıcı sıkıntı giderici, keyif verici etkisini elde etmek için şiddetli bir arzu uyanır. Kişinin her şeyini riske ederek bu davranışa yönelmesi artık onun elinde olmayan bir şeydir. Bu ilaç arama davranışı bazı ilaçlarla giderilmektedir.

Metadon tedavisi:
Günümüzde eroin bağımlılığına karşı kullanılan bir yöntemdir. Ciddi akademik tartışma konusudur.Hekim kontrolünde ve sabit günlük dozda tutulursa kesilmeyi ve krizi kontrol edebiliyor. Fakat hastalar genellikle ek eroin alarak tedaviyi bozuyorlar. Bu maddeye de bağımlılık gelişiyor. Eroinin bağlandığı beyin alıcılarına bağlanır, ancak etkisi yavaştır, bunun için krizi önleyecektir. Sentetik bir eroin olan metadon hiçbir şey yapamayan hekimler için bir seçenek olarak tedavide kullanılmaktadır.

Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   MEKAN

Kapıyı açıp içeriye girdi.. Günün yorgunluğu kocaman bir kaya olmuştu omuzlarında.. Aklında Tartalos’lu Sysphoes, derin bir iç çekti.. Yaklaşık iki aydır iş çıkışı buraya takılıyordu..

İç çekişini Valeron hemen işitti.. “Hayrola Blue, neyin var?” dedi ona.. “Keyifsizim” diye kestirip attı.. Val. her zamanki hassasiyet perdesini sahnelemek ile meşguldü tabii.. Yaratmaya çalıştığı sıcak ve davetkar yakınlığın sahte olduğunu herkes kadar kendisi de iyi biliyordu.. Öğretmenlere özgü didaktik tavrı, sürekli öğüt verme merakı, uzun uzun çektiği söylevler can sıkıcıydı.. Bu ilgisiz ve müteşekkir olmayan tavır sonrası Valeron suskunluğa gömülmedi elbet.. Kapıdan içeriye giren sarışın afete, adı gibi hep gülümseyen Gülümse’ye ilerledi sevinç içinde.. Gülümse’nin Valeron ile kurulacak yakın bir ilişkiye can attığı çok aşikardı.

Blue etrafa bakındı kayıtsızca.. Oldukça kalabalıktı, gözüne ilk ilişen koltuğa gömüldü.. Daha içeriye girer girmez sıkılmıştı.. Çay içersem belki rahatlarım diye düşündü.. Bir çığlık gibi geldi düşüncesine cevap.. “BLUEEEE!!! Hoşgeldiinnn.. Mutfaaaaaak”..

Bu kadının sesi kendisini lamın üzerine alkol ile fikse edilip boyama öncesi kurumaya bırakılan minik bir kan damlası gibi hissettiriyordu işte..

Melisa mekanın ortaklarından biriydi.. Çok konuşurdu.. Hep şen şakraktı.. Nikotinden kalınlaşmış sesi ile hep şarkı mırıldanır, mırıldanmadığı zaman ise konuşuyor olurdu.. Korkunç bir ayakkabı merakı vardı.. Rüküştü aslında. En ilginç tarafı işe ayakkabıları 35, 36, 37 numara olabiliyordu.. Kendisi yurtdışından aldığı ayakkabılarda kalıp farkı olduğunu uzun uzun anlatıp dikkatleri ayakkabılarına çekmeye çalışır, hatta canı sıkıldığında bir koşu kaybolup ayakkabı değiştirip dönerdi.. İlgiyi çok sever, spotlar üzerinde olmadan yaşayamazdı.. Bugün, allah bilir, nefes almadan sıralayacağı ne çok olay yaşamıştı.. Blue nadiren mutfağa peşinden giderdi.. Bugün onlardan biri değildi.. “Geliyorum..” dedi.. Hiç hareket etmedi.. Emin olduğu tek şey birazdan Melisa’nın çay bardakları ile yanına çöküp hararet içinde ona en son aşkını anlatmaya başlayacağıydı.. Ya da bir gün önce aşkı olan bir erkeğin bugün gerçek yüzünü keşfettiğini.. Ya da tanıştırmak istediği “kaliteeee” diye tanımlayacağı başka bir erkeği.. Hatta peş peşe hepsini..

Etrafa kayıtsızca göz atarken köşede derin bir sohbete dalmış çifti gördü.. Korhan’ı severdi.. Düşündüğünü açıkça belli eden, yalana dolana başvurmayan, delikanlılık kriterlerine göre “harbi” biriydi. Göz göze geldiler.. Korhan usulca göz kırptı ona, himayesine aldığı yeni bir hatun vardı belli.. Korhan’a aydınlık bir gülümseme gönderdi.. Düşünecek ya da merak edecek hali yoktu.. Oldum olası insanların özellerinden sakınır, ama herkes bir şekilde ona “İkigözüm abla” muamelesi yapar, anlatır da anlatırlardı..

Çantasına davrandı. Sigara paketi boştu.. Ayağa kalkıp bakındı. Dışarıya çıkıp almaya üşeniyordu.. Kimden alsam diye düşündü.. Ve evet.. Maviadam’ı gördü.. Klasik masasında elinde Pablo Neruda’nın bir şiir kitabı, omuzlarını yukarı kaldırmış, sanki kitaba gömülmüştü.. Maviadam da garip biriydi.. Sürekli felsefe yapar, bütün bir günü elinde faydalı gördüğü bir esere gömülmüş geçirebilirdi.. Melisa başta olmak üzere kadınlara karşı çok tavırlıydı.. Yine de ısrarla tatil bile dinlemez buraya takılırdı.. Birkaç gözdesi dışında kimseleri beğenmez, muhabbet etmez, ağzını açsa da bu sadece tersleyip aşağılamak için olurdu.. Gözdelerinden biri olma ayrıcalığının bedelini, onun konuşmaya karar verdiği nadir günlerde saatlerce onu dinleyerek ödemek zorundaydınız.. Blue, Maviadam’ın yanına yaklaşıp “Heyyy..” dedi.. “Paketten bir tane alabilir miyim?” Cevap onay tavrı ile öne doğru sallanan bir baş hareketi oldu..

Sigarasını yakmak için çakmağa uzandı. Arkasında giderek yükselen uğultu hayra alamet değildi.. Emin’in sesini seçti uğultudan.. Emin yine boyundan büyük tartışmalara girmişti.. Statü atlama kaygısı ile oldukça lafazan kişiliği birleşince, Emin neredeyse bütün gün ağırlığı altında ezildiği saçma sapan laflar ederdi.. Avam’dı kısaca.. Bugün karşısına Ender’i almıştı.. Sesleri giderek yükseldi.. Herkes artık onların sebebi sudan ucuz (yüksek ihtimal ortak ilgi duyulan bir kadın), içeriği anlaşılmaz, birazdan küfüre varacağı garanti edilebilir tartışmasını dinliyordu.. Beklendiği gibi ilk okkalı küfür Ender’den geldi.. Blue’nun gözünde Ender buraya çok nadir uğrayan ve her geldiğinde de muhakkak sorun yaşayan başka tarzda bir sosyopat idi.. Dnm hışımla yerinden kalktı.. İkisini de çelimsiz vücuduna rağmen enselerinden yakaladığı gibi kapıya sürükledi.. Dışarıya savururken beylik lafını yineledi.. Kapıyı yüzlerine çarptı, şöminenin yanında duran ve kendinden başka kimsenin oturmaya cesaret edemeyeceği koltuğa gidip hırs ile oturdu.. Kriz son buldu..

Ekip yavaş yavaş toparlanıyordu.. Melisa elinde çay bardakları ile mutfaktan çıktı.. Kapıdan içeriye Melisa’ya yaptığı binbir yalakalık ile ünlenen Yaramazkedicik girmişti.. Polo da yanında.. Melisa ona gereksiz ve bence abes kaçan sıcak bir öpücük vermek için alelacele çay bardaklarını elinden bırakıp koştu..” Keduuuuuu... aşkımmmm.. Hoş geldin!”

Kediyi oldum olası sevmeyen Blue, bu abartılı sahneyi görmemek için gözlerini çay bardağına çevirip şekerini eritmeye koyuldu..

Melisa yalakalarına çay koyma heyecanı ile koşarak yanından geçerken hızlı bir mola verdi.. Blue’nun kulağına eğilip “Birazdan Sky da gelecek.. ben davet ettim.. Çok karizma, inanılmaz kalite bir tip.. Basketbolcu.. Ayy.. Ayakkabıları öyle güzel ki.. İtalyan tipi var adamda. Sakın erken kaçayım deme!.. A. Bak bir de ne diycem sana.. İçerde Zeki var, bana geçen yıldan beri feci asılır, bak dikkat et.. Öğrenci daha. Nadir gelir ama eski müdavimdir.. İnanılmaz dedikoducudur.. Sakın ona özel birşeyini anlatma” buyurdu.. Blue içinden sen bana dair telefon numaram dışında özel ne biliyorsun ki diye geçirdi.. Melisa hızla girdiği mutfaktan aynı hızda ama bu sefer elinde çay bardaklarının şıkırtısı ile çıkıp Kedi ve Polo’ya yöneldi.. Bu kadını nasıl ıslah etmeli diye düşündü Blue.. Başına bir ağrı saplandı.. Hava alamıyor gibi hissetti kendini.. Başı çok nadir ağrırdı.. Yerinden kalkıp kapıya yöneldi.. Kapıya tam varmışken biraz önce kulağına fısıldadığı sözcüklerin tam aksine Melisa’nın seslendiğini işitti.. “Blueeee.. nereye kız.. bak burada Zeki var.. Gel tanıştırayım..” Tam Melisa’ya yakışır bir tarz..

Zeki yüzünde ukala bir gülümseme ve bıçkın delikanlı halleri paçalarından akarak yaklaştı.. Blue zoraki bir nezaket ile selamlaştı. Mat etmek için konuşmaya başlayan tiplerdendi Zeki.. Kelime seçimleri ve kurduğu cümleler ile ortalama zeka kapasitesinin üstünde olduğunu belli ediyordu.. Blue onun zorlama bir bıçkınlık tablosu yarattığı ya da adı gibi yaşayan zeki insanlara özgü tatminsizlik sendromundan şikayetçi olduğu düşüncelerinin arasında kaldı.. Kısacık bir zaman diliminde Melisa’nın eski evliliği, kişiliği ve tanımadığı pek çok yönüne dair yeni fikirlere sahip olmuştu bile.. Kendisine yönelen didikleyici sorulardan ustalık ile kaçmayı başardı. Kafasındaki sayfada üçüncü ihtimal olan “Yukarıdakilerin hepsi” şıkkını kocaman bir daire içine aldı. Sonunda kendisinden telefon numarası isteneceği yönde gelişen bu zoraki havalı konuşmayı elinden geldiğince çabuk sonlandırdı..

Tekrar kapıya yöneldi.. Odanın duvarları üstüne geliyordu artık.. Kapı eşiğinden, pencerelerden, mevcut bütün izolasyon eksiği olan deliklerinden yapmacıklık akıtan bu mekan onu tarifsiz sıkıntılara boğuyordu işte. Kapıyı açıp eşikte durdu..

Yüzüne çarpan temiz havayı derin bir solukta içine çekti.. Nefesini tuttu..
Yavaş yavaş bırakırken içeride sahnelenen ikiyüzlülükten, istikrarsızlıklardan, yalanlardan arındığını hissetti..
Yüzüne geniş bir gülümseme oturdu..
Aralık kapıdan son bir kez daha bu insanlara baktı..
Avucundaki mause ile çarpı işaretinin üstüne gitti.. “Emin misin??” sorusuna evet cevabını yapıştırıp, kapıyı usulca kapattı..
Ağaçlara, gökyüzüne, sokak köpeklerine selam ederek ilerleyip yolun sonunda kayboldu..

Seda Demirel

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   Tüm yabancılar için, bir yabancıdan...

Susuz kalmış, yorgun bedeni titriyordu. Üzerindeki giysiler seçilemeyecek kadar hırpalanmıştı. Çok uzun bir yolculuk yaptığı belliydi. Tozla karışık, ter kokuyordu. Göğüs kafesinden yükselen hırıltılarla derin derin soluk alıyordu. Yorgun, şaşkın, tedirgin gözlerle çevresine bakıyordu.

Koşarak su getirdim. İçmesine yardım ettim. Bir iki soru sordum. Yabancı, başını iki yana sallıyor, anlayamadığını belirten işaretler yapmaya çalışıyordu.

-Dilimizi bilmiyorsun, öyle mi?

Evet, yabancı dilimizi bilmiyordu. Bulunduğum kasabaya yabancılar çok az uğrar oysa. Dilimizi bilmeyen ise, hemen hemen hiç... Üzerinde onu ve geçmişini anlatacak hiç biz iz yoktu.

Bir ağacın altında uzun süre dinlenmesini bekledim. Yabancı da kendi dilinden bir şeyler mırıldandı. Bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ses tonu, vurguları; dinginlik ve huzuru çağrıştırıyordu, ancak anlamadım.

Bu yorgun bedeni evime alıp, dinlendirmek istesem de, cesaretim yoktu. Kimdi bu yabancı? İyi biri? Kötü? Tehlikeli? Bir hırsız? Nasıl anlayacaktım? Ona nasıl güvenecektim? Hangi kapılar, nereye kadar açılabilirdi ve bu yabancının içeriye ne kadar girmesine izin verilebilirdi?

Ağacın altında dinlenen yabancının karşısına gelecek şekilde oturdum. Yabancı gülümsedi. Gözlerine dikkatlice baktım. O esnada garip bir şey oldu. Yabancının gözlerindeki harelerin içinden bir ışık kümesi yayıldı. Işık kümesinin beni derinlere doğru çektiğini fark ettim. Bir yaşama sürükleniyordum. Kendimi başka bir yaşamı izlerken buldum;

Kürsüdeki adam, elindeki metne bakmadan, kalabalığa sesleniyordu. Konuşulanlar bildik bir dilden değildi. Ara ara heyecanla yükselen sesi, salonda belli belirsiz mırıldanmalara neden oluyordu. Anlatılanlardan herkesin heyecan duyduğu belliydi. Dev ekrana yansıyan görüntüleri izliyorlar, kürsüdeki adamın konuşmalarından hiçbir kelimeyi kaçırmayacak dikkatte dinliyorlardı. Konuşma bittiğinde tüm salon coşkuyla alkışladı. Ön sıralardan bir hanım, elinden tuttuğu kız çocuğuyla birlikte ağır adımlarla kürsüdeki adamın yanına çıktı. Kürsüdeki adam kadının yanağına bir öpücük kondurdu. Kızı kucağına aldı ve salona veda edercesine bir şeyler mırıldandı. Çocuk kucağında, kadının elini tutarak salondan ayrıldılar. Salonda kalanların hayranlık ve takdirleri gözlerinden okunuyordu.

İzlediğim onun yaşamından beş on dakikalık bir kesitti. Bu kesitin içinde neler mi vardı? Emek, paylaşım, saygınlık, iyi bir aile... Bir an içerisine sığmış ne çok şey...

Ben de gülümsedim...

Kolundan tutarak kalkmasına yardım ettim. Bahçemdeki ağaç kütüklerinden yaptığım, oturma grubuna onu oturttum. Eve gidip, yemesi için yiyecek bir şeyler aldım. Döndüğümde, bıraktığım gibi, derin düşüncelere dalmış bir şekilde duruyordu. Yiyecekleri masaya yerleştirdim ve yemesini bekledim. Elleri titriyordu. Çatalı birkaç kez masaya düşürdü. Yemesine yardım ettim. Suratı asılmıştı.

Bir an yine göz göze geldik. Yine gözlerinde kaybolduğumu hissettim. Yine onun yaşamını izliyordum.

Ailesiyle birlikte, aynı salondan çıkarken gördüm bu sefer. Koyu renk takım elbiseli adamların arasından büyük, siyah bir arabanın içine bindiler. Araba hareket etti. Kız çocuğu ağlamaya başladı, anne huzursuzlandı, adam çocuğa bir tokat attı. Arabanın önünde oturan başka bir adam zarf içinde büyük miktarda parayı arkaya doğru uzattı.

İzlediğim onun yaşamından yine beş on dakikalık bir kesitti. Bu kesitte neler mi vardı? Karanlık, kir ve gözyaşı...

Bakışlarımdan hissettiklerimi anlamış gibi suratı daha da asıldı.

Tabii ki, gördüğümü zannettiğim hiçbir şey belki de bu yabancıya ait değildi. Önce, bir gülümsemenin ışığıyla, onda olmasını dilediğim saygın yaşam tablosunu ben çizmiştim. Ona güvenmek istemiştim... Evime, bahçeme yaklaştığında ise paylaşacaklarımızın artacak olması ile tedirginliğim artmış, yabancıdan ürkmüştüm.

Oysa sadece zaman tanıtacaktır tüm yabancıları, sadece zaman...

'bu rüzgarın tadı senin hiç tadmadığın
bu yolcular bilmediğin bir yerden geliyor
konuştukları dil ömrünce duymadığın
gözlerini sakla sen burda bir yabancısın'

Atilla İlhan


Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz

Yukarı

Tarkan İkizler

 Bir öyküm var anlatacak!.. : Tarkan İkizler


   ASLAN YEĞENİM

Birlikte kiralık ev bakmaya gittiğimiz Osman abi, beni sokak kahvesinde bulupta yanıma oturduğunda, "geç otur şöyle yeğenim" diyen emlakçının kapısından niye fırladığımı henüz bilmiyordu.

-Ne kalkıp fırladın öyle birden? Ne olduğumuzu şaşırdık.
-Aman Osman abi sinirim bozuldu dayanamadım kaçtım...
-E! Ne yaptı ki adam sana?
-Daha ne yapacak abi. Yeğenim dedi ya yetmez mi?
-Ne var oğlum bunda, adam sana küfretmedi ya.
-Küfretseydi daha iyiydi abi. Belki kızmıştır diye sesimi çıkartmazdım, bu ondan da kötü. Biri bana yeğenim derse, biliyorum ki ortada mutlaka karışık bir iş var ve en sonunda kabak benim başıma patlayacak.
-Allah allah? Ne var bunda bu kadar abartacak, hiç bir şey anlamadım.
-Başıma gelenleri bir anlatsam, sende bana hak verir, benden önce fırlardın dükkândan dışarı.
-Bak şimdi iyiden, iyiye merak ettim.

Yanımızdan geçen çaycıya; "ver oğlum şurdan iki çay daha" dedikten sonra Osman abi bana döndü.

-Anlatsana be oğlum işte çaylarıda tazeledik, Meraktan öldürecek misin beni?
-İyi o zaman, anlatayım da kendin karar ver bakalım Osman abi, kaçmakta haklı mıyım değil miyim?
-Hele sen bir anlatta önce.
-Bir tatil günü, sıcak iyice bastırmış, serin diye aklıma ilk gelen yer deniz kenarı. İndim yokuştan aşşağıya, bindim gelen otobüse. Boğazda beğendiğim bir yere gelince, biraz da kalabalıktan bunalmış olarak indim otobüsten. Öylesine, sahilde yürümeye başladım. Çimenlerde yatanlar mı istersin, o yaz sıcağında ızgara için ateş yakanların atletle mangalları yellemeleri mi? Kolkola gezen genç çiftler, koşuşan çocuklar falan, ne ararsan var yani. Etrafımdakilerin hareketliliği, yavaş yavaş beni de kendime getirmeye başladı. Neşeyle insanları seyredip, geze geze gidiyorum.

Ben böyle dondurmacıya, sucuya baka baka yürürken, kimi yerde grup grup toplanmış balık tutmaya çalışanlar dikkatimi çekti.

Yakından bakmak için, daha da bir denize doğru yaklaşıp, kovaların yanına bırakılmış çaparilere, sağa sola dağılmış misinalara basmamaya dikkat ederek, yürümeye devam ettim... Kovalarda hoplayıp, zıplayan balıklara bakmak için durduğum bir anda, adamın biri, beni çocukluğumdan beri tanıyormuşta on yıl aradan sonra görmüş gibi sevinçle üstüme atladı. Lahmacuncu gibi beyaz kıyafetli, başında kırmızı çizgili, beyaz kepi olan bir adam. Bir yandan ikide bir boynuma sarılıyor, bir yandan da iki yanağımdan öpüp öpüp; "Aslan yeğenim benim, nereye kayboldun beş dakikanın içinde? Şimdi buradaydın" diyor.

-Allah, allah? Kimmiş peki?
-Ne bileyim ben, tanımıyorum ki adamı... Adam bana sarıldığı anda, yanımızda iki zabıta belirdi. Zabıtalardan yaşlı olanı bana soruyor; "Yeğeni misin çaycının esastan?" Çaycı olduğunu o anda yeni öğrendiğim adam benden önce atlıyor "Yeğenim tabii, Ne sandın? Biz yeğenimle her hafta böyle boğaza gelir deniz sefası yaparız. Değil mi benim aslan yeğenim. Yalnız kendisi çayı çok sever, ver bir semaver dolusu demli çayı tek başına içsin."

Ben hiç birşey anlamamış aptalca bir yüz ifadesiyle çaycıya bakarken çaycı da her gözgöze geldiğimizde göz kırpıp duruyor. Bir zabıtalara bakıyorum bir çaycıya, bir zabıtalara bakıyorum bir çaycıya.

Çaycı, benim olayı anlamadığımın farkına varmış olacak ki, ayrıntıya giriyor; "Bu zabıta memuru arkadaşlara o kadar söylüyorum, ben çayı satmıyorum, içmek için yanımızda getirdik diye ama anlayan kim illaki işgaliye harcı istiyorlar. Tabii onlarda araştıracak, soracak..."

Zabıtalar sabırsız, dayanamıyor; "Bal gibi de satıyorsun ulan işte, bir de bize yalan söylüyor, yer miyiz biz böyle numaraları?"

Ben durumu biraz anlar gibi oluyorum, ekmek parası yüzünden mecbur kalmış elin garibanını sıkıştırmışlar köşeye, fare gibi oynuyorlar.

Tutuyor zabıtalardan biri termosun sapını...
-Ver lan şunu, ver dedim bak fena olacak.
Bizimki de yapışmış öbür ucuna direniyor...
-Niye vereyim canım, evimden getirdiğim termosu, çay içmekte mi yasak?
-İçmek yasak değil ammaaa, satmak yasak.
- Yahu siz ne laf anlamaz adamlarsınız, satmıyorumki içiyorum.
Çaycı bir yandan bunları diyor ama, öbür yandan da cebinden çıkarttığı bardağa zabıtanın çekiştirip durduğu termostan zorla çay koymaya çalışıyor.
-Bu kadar çayı kendine mi yaptın, ulan sen bizi salak yerine mi koyuyorsun?
-Yeğenimle içiyoruz diyorum ya...
Artık ben bu sinir harbine dayanamayarak araya giriyorum.
-Dayım doğru söylüyor, ben sigara almaya gidince aranızda bir yanlış anlaşılma olmuş herhalde...
Bu sefer şaşırma sırası zabıtalarda. İkisi de benim konuşabildiğime inanamamış gibi bana bakıyorlar, çaycı atlıyor "aslan yeğenim!". Adamlar çabuk toparlanıyor.
-Demek yeğenisin ha? Demek zevk olsun diye her gün boğaza gelip, bir kova çayı beraber içiyorsunz ha? Ulan yoksa sen mafya mısın bunu koruyorsun? Biz çok gördük böyle gömlek kravat, esnafın akrabası gibi görünüp de haraç toplayanını.
-Bakın yanılıyorsunuz, ben bu adamın yeğeniyim, birlikte çay yapıp içmeye geldik...
-Peki bu beyaz elbise, kasket ne?. Yanılıyormuşuz... Dur bakalım sen bir... dur. Kendine yanlış dayı seçmişsin... Yürüyün amirliğe orada anlatırsınız...

Ben bulaştığım belayı anlayıp, geri çark etmeye çalışmak için yolda adamlara ne diller döküyor, neler sayıp, söylüyorum ama adamlar "yürüyün, yürüyün, hiç uzatmayın" diyerek kesip atıyorlar.

Biz itişe kakışa, bize bakan insanların arasında yürürken bir ara yanımıza, zabıtaları daha önceden tanıdığı her halinden belli olan, ondört-onbeş yaşlarında bir çocuk geldi. elindeki simit tablasından simitçi olduğunu anladığım çocuk zabıtalara "abi bu günlük bu kadar, valla daha anca ontane satabildim" diyerek bir miktar para uzattı.

Zabıtalar " Bizi başka birine benzettin herhalde" diyerek çocuğu terslediler.
Kendimi zabıtalardan bir kurtarabilsem simitçi çocuğu da yanıma alıp öyle gideceğim amirliğe. Bunlar bütün sahildeki işportacıları, çaycıları, dondurmacıları haraca kesmişler. Evine götüreceği üç kuruş ekmek parasından başka bir şey düşünmeyen bu garibanlardan kendilerine para veremeyen olursa, böyle tutup getiriyorlar diyeceğim ama, simitçi olanlara bir anlam veremeden, gördüğü tepki üstüne hemen yanımızdan uzaklaştı.

Bari gelen geçene rezil olmayalım diye, ben artık kendimi teslim ettim... Uslu uslu zabıtalarla amirliğe doğru gidiyoruz... Bir yandan da, sıkıntılı sıkıntılı, bu işin sonunda başıma gelebilecekleri düşünüyorum; önce amirlik, sonra karakol, sonra savcılık, sonra yine karakol falan... İş oraya kadar varır mı acaba? İyice canım sıkılıyor, kendi kendime kızıyorum ... Beş dakikalık bir yürüyüşten sonra zabıta amirliğinin kapısına geldik, binaya girdik. Geniş bir salon. Karşıda ve yanlarda bir sürü oda. İçlerinden en büyüğü olduğunu tahmin ettiğim hariç, bütün odaların kapıları ardına kadar açık. Odaların kapısından içeriye baktığında açık camlardan dışarısı görünüyor. Biz içeri girince, büyük odanın önünde niye toplandıklarını bilmediğim memurlar odalara dağılıyor.

Ben tam şimdi ne olacak diye beklerken, birden büyük odanın kapısı açılıyor...

Üzerindeki resmi elbiseden amir olduğunu anladığım adam ve ardındaki birkaç kişi bize doğru geliyorlar... Amir bana sarılıyor... Evet sarılıyor, öpüyor, bir sevgi bir sevgi, görmen lâzım. Bu sefer hem bizi getiren zabıtalar, hem çaycı, hem ben; hep birlikte şaşırıp birbirimize bakıyoruz. Zabıta amiri arkasını dönüp odadan çıkan adamlara beni gösteriyor.

-İşte beyler sizin yanlış bir ihbar sonucu yaptığınız baskında çekmecemde bulup rüşvet dediğiniz, benim de sıkıştığım için yeğenimden aldığım borç olduğunu söylediğim parayı bana getiren yeğenim. Size az önce buradaydı demiştim de inanmamıştınız...
Bana göz kırpıp devam ediyor.
Bir sigara almak bu kadar uzun sürer mi aslan yeğenim?

Tarkan İkizler
tarkan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci: Hakan Şevket Telkes


SİMİTÇİ...

Her yaşam bir öyküdür aslında...
Her yaşamda öyküler saklıdır...
Ve kimilerinin yaşamları
Kendileri bilmeseler de bir gün elbet öykülerde yer alır...
19 yaşındaydı henüz...
Simitçiydi...
Memleketimin unutulmuş bir köşesinde bir işçi ailesinin bilmem kaçıncı çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Ve O dünyaya geldiği ilk anda, birileri O'nun tüm umutlarını çekip alıvermişti.
Bazı öyküler hep aynı başlar yoksulluk varsa içinde. Baba yoksul,baba cahil.
"Tanrı verir ya rızkını. "Erkek ya o,erkek adamın bissürü çocuğu olmalı.
"Anne yoksulluktan ve kimbilir kaçıncı çocuğa hamile olmaktan perişan.
Sırtında hayatın ve karnındaki doğmamış bebeğin ağrısı...
Bilmemkaçıncı çocuktu O. Ağabeyleri vardı. Ablaları da vardı ama Onları zaten hiç kimse insandan saymazdı....
Doğar doymaz babasına haber saldı köylüler. "Gözünaydın oğlun oldu yine."
Baba kasım kasım kasılmakta. İşsiz güçsüz oturduğu kahveden bir koşu eve.
Anne bitkin, halsiz, yorgun... Kaçıncı işkencedir bu çektiği? Her çocuk ayrı bir can alıyor O'ndan. Kanaması mı var nedir? Geçer mi acep? Geçer geçer...
Daha öncekiler geçmedi mi?
Ne olsundur adı? Ahmet mi, Mehmet mi? Ne fark eder? Ahmet olsun hadi. Değil mi ya mübarek Peygamber ismi?
Yoksul çocukların kaderi aynı, öyküleri de...
Yoksulluğa,açlığa rağmen büyüdü Ahmet...
Baba iş peşinde, baba umut peşinde. "Hadi gidiyoz"dedi birgün. "Kalkın Böyükşehir'e gidiyoz."
"Böyükşehir de ne ki?"
"Angara'ya gidiyoz."
"Gidiyoz da ne ederiz orada bey?"
Analar sorar hep, analar düşünür. Sordu Ahmet'in yorgun anası. Baba zaten bıkmış işsizlikten. Bir umut fabrikada iş bulursa,iyi olmaz mı? Bak bilmem kimlerin oğlu çalışıyor işte Kocaşehir'de.
"Gidiyoruz" dedi baba. Hazırlandılar ve kimbilir hangi yılın,hangi ayının bilmem kaçıncı günü Böyükşehir'e yola çıktılar...

Adı Ahmet'ti...
19 yaşındaydı...
Simitçiydi...
Ne anlatılır ki başka O'nun çocukluğu hakkında? Yoksuldu ve çalışmak zorundaydı. Okumadı Ahmet, ya da okuduysa da ilkokulu bile sonlayamadı ve O'na kimse dönüp te "Okumak ister misin?"diye sormadı...

Simitçiydi...
Kendisinin bile unuttuğu bir zamandır simitçiydi....
Kaç bahardır, kaç yazdır, kaç kıştır aynı yerde aynı mekanda durdu bekledi lacivert elbiseli lüks arabalı beyefendilerin kendisinden simit almasını?
Millet Meclisi'nin kapısının tam karşısında senelerce durdu bekledi....
Aklının ermediği, sırrının ermediği bu koca amcalara baktı durdu hep...
Kimisi aldı simitlerini ve bunların çoğu bir gün bile: "Bugün nasılsın?"demedi...
Bir tek ceketi vardı yaz kış giydiği. Yazın ağaç altında dururdu ya sıcak pek etkilemezdi. Ama kış geldi miydi Ankara'nın dondurucu soğuğu iliklerine işlerdi. Yakasını kaldırırdı ceketin ama bu hiçççç fayda etmezdi... Kaç kere elleri uyuşmuş halde gitti eve, kaç kere mosmor oldu ayakparmakları,bilmezdi?
Bir sevdiği olmalıydı. Vardı vardı, mahallenin en güzeliydi,adı: Zeynep'ti.
Sakın ha Ahmet'in karşılıksız bir aşk acısıyla yanıp tutuştuğunu düşünmeyin.
Ahmet mertti, sözünün eriydi ve birine O'nu sevdiğini söylemekten hiç ama hiç çekinmezdi. Daha ilk görüşünde aşık olmuştu Zeyneb'e ve birgün karşısına çıkıp içindeki her şeyi söyleyiverdi. Zeynep te aşıktı Ahmet'e ilk görüşten beri ve Ahmet'in sevgisini itiraf ettiği o günden sonra O'nu tarifsiz bir aşkla sevdi. Öyle severlerdi ki birbirlerini, iki sevgili ne zaman baş başa kalsalar birbirlerine dokunan elleri titrerdi. Evlilik vardı Ahmet'in aklında, askerliğini yapıp gelsindi isteyecekti Zeyneb'i... Ama demiştik ya birileri o daha doğar doğmaz O'nun tüm umutlarını alıvermişti.

Yoksulluk aynen devam düzelen yok, düzeleceği de. Her gün son model arabalar geçiyor Ahmet'in önünden ; bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri. Sorsa Ahmet bir gün, yalvarsa Onlara bir iş bulmaları için kendisine. Söz, yüzünü kara çıkartmazdı Onların. Deli gibi çalışırdı. Yeter ki birileri O'na iş bulsundu...
Ama gururluydu Ahmet. Bu istek içini yakıp kavursa da önünden geçen son model arabaların sahiplerinden bir gün olsun bile hiçbirşey dilemedi....

Yine kış geldi Ahmet, üşüyorsun ellerin buz...
Kaç simit kaldı arabanda? Satabilecek misin onları?...
Bu adamların hepsi çıkmazlar ki lokantalardan kebap salonlarından...
Ne yapsınlar senin simitlerini?
Bugünkü hasılat ne Ahmet? Yeter mi bu, eve, sana, kardeşlerine, annene, babana,hayallerine?
Ya yaşamayı dilediğin o basit hayata?
Uyuyamıyor Ahmet, kabuslar giriyor uykularına.
Hasta olmuş, soğuk dışarısı, kalk sabahın köründe, kahvaltı nedir bilmeden çık yola. Hergün aynı şey Ahmet, her gün aynı şey. Kaç simit satsan da çıkartırsın bugünü? Hesap yap Ahmet. Kaldır ceketinin yakasını, ellerini cebine sok. Bak o arabalardan biri uzattı başını. Simit istiyormuş. "Kaç lira?Yav amma da pahalıymış, baksana simit fiyatı bir ekmek parası. "Gülsün mü ağlasın mı Ahmet?
Uyku yok gecelerdir. Kimseyle konuşmaz oldu Ahmet, yemez içmez oldu.Düşünceler içinde evin bir köşesinde. Buz gibi soğuk içerisi. Odun bitmiş, odun almalı ya da bir yerlerden birkaç çalıçırpı bulmalı.
Kimse sormadı Ahmet'e ne ailesi, ne önünden geçen arabaların içindeki kocaman insan kalabalığı "ne düşünüyorsun,hayallerin ne "diye? Kimse sormadı ya da sorduysa da Ahmet ağzını açıp birkez bile olsun onlarla konuşmadı...
Büyüdü Ahmet'in içinde hepsi, büyüdü, kocaman oldu... Her soruya yenisi eklendi ve Ahmet yorgun bedeniyle, yorgun beyniyle bunların hiçbirine çare bulamadı...
Bir çare buldu da bunu bile kimseye söylemedi....
O gece de kabus görmüş olmalı...
Sabah kalktı Ahmet, soğuktu hava, kapkaraydı heryer. Karanlık gözünü korkuttu Ahmet'in. Çünkü Ahmet çocukluktan beri karanlıktan korkardı...
Yola çıktı, dedik ya her şey aynı. İş aynı, yaşam aynı, yer aynı, soğuk aynı...
Soğuk iyice yok etti umutlarını Ahmet'in. Ellerini hissetmedi ceplerine soksa da . Ceketinin yakalarını kaldırdı. Kar başladı belki o sırada.
Ankara'nın karı içine işledi Ahmet'in ve soğukla ve karla umutları iyice yok olmaya başladı.
Kimse yoktu sokakta. "İn cin top oynuyor"derler ya. İn cin kartopu oynuyordu. Kar bembeyaz yapmaya başlamışken heryeri, Ahmet ağaçların altına sığındı....
Bembeyaz oldu saçları Ahmet'in, ıslandı. Kendini bir ağaca yasladı, büzüştü.
Bir şarkı mırıldandı içini ısıtmak için, belki korkularını bastırmak için...

Kafasını kaldırdı, ağacın dallarında bir şey aradı. Eli cebine gitti ve dün akşam aldığı bir miktar ipi cebinden çıkardı. Taburesine çıktı, ağaca elini uzattı. Sağlam bir dal aradı donmuş elleriyle. Dalı buldu. İpi geçirip daldan sımsıkı düğüm yapıp bağladı. İpin bir ucunu da boynuna geçirebileceği bir biçimde düğüm yaptı.
Boyu uzundu Ahmet'in, ama taburesi alçaktı. Ama yapmalıydı Ahmet, yapacaktı.
Son bir kez kontrol etti her şeyi. İpi, tabureyi...
Arkasını dönüp simitlerine baktı mı, korktu mu, dua etti mi? Kimbilir?...
Ahmet kendini sonsuzluğa bıraktı...

19 yaşındaydı....
Simitçiydi...
O'nu ağaçta sallanır bulduklarında üzerinde ceketi vardı, ayak ucunda ekmek teknesi...
Hava aydınlandı, Ankara uyandı....
Son model arabalarıyla lacivert elbiseli ve kalın mantolu amcalar geçmeye başladı Ahmet'in önünden...
Ve sonra birileri Ahmet'in farkına vardı...
Ertesi gün gazetelerin ikinci sayfalarında Ahmet'in fotoğrafı vardı...
"19 yaşındaki simitçi kendini astı."

Her yaşam bir öyküdür aslında...
Her yaşamda öyküler saklıdır...
Ve kimilerinin yaşamları
Kendileri bilmeseler de bir gün elbet öykülerde yer alır...
Ahmet bilmeden bir kahraman oluverdi öykümüzde...
Kahramanlar ölmezler...
Ahmet de kahraman olduğuna göre...
Ama bir de bu yazıyı yazanın elinde olsaydı bu acı öykünün kahramanı Ahmet, bambaşka ve umut dolu bir öykünün kahramanı olarak şu anda Asker Ocağı'nda olur ve sevdiğine, biricik Zeyneb'ine mektubunda şunları yazardı:

"Zeyneb'im, sensizlik öyle zor ki..."

Öyküyle ilgili kısa bir açıklama:
Bu öyküyü gazetede okuduğum bir haberden etkilenerek, bu olayın üstünden aylar geçtikten sonra yazdım. Birşeyler beni yazmam için dürttü aylarca. İçimde hep bir şeyler acıdı bu haberi okuduğum ilk andan beri ve 19 yaşında ölümü seçen bu genç kardeşimin bir öyküde yer almasını çok istedim çünkü. Haberin ayrıntısını ve intihar eden simitçinin adını hatırlamadığımdan O'na kendim isim vermeyi uygun gördüm ve her öykü yazarının yapacağı gibi bu olayı başka şekilde kurguladım kafamda. Sonradan gazete arşivlerinden intihar eden 19 yaşındaki simitçinin adının Tuncay olduğunu öğrendim. Bundan sonra gerek hikayenin kurgusunu bozmamak, gerek O'nun adını dile getirerek anısına saygısızlık etmemek için hikayede bir değişiklik yapmadım. Tuncay ölümü değil, güzel bir yaşamı hak etmişti... Umarım öyküsünü yazmakla sevdiklerine ve Tuncay'ın anılarına saygısızlık etmemişimdir.


Hakan Şevket Telkes

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Küba'dan İzlenimler - 9

"Hasta La Victoria Siempre"

Santa Clara - Sancti Spiritus - Trinidad - Cienfuegos - Pinar del Rio


Küba'ya gelenlerin çoğu, "gezginler" dışında, Havana - Varadero dışına pek çıkmıyor. Zaman zaman Santa Clara'ya gidenler olsa da, gördüğümüz, onun güneyine pek inilmediği şeklinde. Santa Clara, Havana'dan otobüsle, yaklaşık 3 saat uzaklıkta. Otoban bağlantısı var. Devrim sırasında yapılan Santa Clara Savaşı, devrimin dönüm noktalarından. 1958'de, Batista'nın silahlarını taşıyan trenin, gerillalar tarafından yolu kesilmiş; bütün silahlar ele geçirilmiş. Bu çatışmanın geçtiği yer de, gezilebiliyor. Tren vagonları, savaş figürleri herşey korunmuş.

Ho Ho Ho Sin Mich,
Ernesto'ya bin selam,
2-3 daha fazla Vietnam.

(1974-1980 arasında, ülkemizde, meydanlarda atılan bir slogan.)

Santa Clara'daki en önemli yer, Che'nin anıt mezarıyla müzesinin olduğu, devrim meydanı. Burası da Santiago'daki meydan kadar görkemli. 17 Ekim 1997'den beri, Bolivya'da ölen Ernesto Che Guevara ve 32 silah arkadaşının mezarları burada bulunuyor. Mozole'de fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Mezarın olduğu bölüm, çok sade ve ahşap döşeli; sürekli yanan bir meşale ve mumlar var; Che ve arkadaşlarının ahşap portreleri duvarları süslüyor. Anıtın yanında, Che'nin hayatını anlatan süslemeler ve Küba'dan ayrılmadan önce Fidel'e yazdığı "Veda Mektubu" var. Müzeyi'de gezmek istedik ama, bakım nedeniyle, ne yazık ki, kapalıymış. Üzüldük, ama yapacak birşey yoktu. Bir sonraki Küba gezimizde muhakkak göreceğiz diyerek, buradan ayrıldık. Santa Clara'da kendi adıyla ünlenen bir Tiyatro grubu da var. Beyzbol stadının yanındaki Karaib meyve pazarı çok ünlü.

Santa Clara aynı zamanda, 1962 Füze Krizi'ne neden olan Sovyet füzelerinin yerleştirildiği yer. Yol boyu km'lerce alana yayılmış şeker kamışı tarlaları uzanıyor. Küba'nın, geçmişteki en büyük gelir kaynağı şeker kamışı. Bir de, inek vb. büyük baş hayvanların fazlalığı dikkatimizi çekti, çünkü, yıllar önce yurt dışından gelen zehirli yemler yüzünden, hepsinin telef olduğu söylenmişti. Ama hayvancılığı geliştirme konusunda çok çalıştıklarını gözledik.

Santa Clara'dan Sancti Spiritus'a doğru yola çıktık. Yol boyu tarlaları, palmiye ormanlarını görebiliyorduk. Küba'da yaklaşık 200 çeşitten oluşan 20 Milyon palmiye ağacı olduğu sanılıyor. Bunların en önemlisi 'Royal Palm Tree' ama, 'Pregnant Palm Tree' (Hamile Palmiye) olarak adlandırılan çeşit de, yandaki fotoğrafta gördüğünüz gibi, çok ilginç.

Tütün tarlalarının yanında, kocaman tütün kurutma kulübeleri var. Henüz mevsimi olmadığı için boş alanlardan başka birşey göremedik. Sancti Spiritus için Küba'nın sanayi şehri denebilir ama, aynı zamanda gerçek bir tarihi eser. 27 adet şeker kamışı fabrikası var. Japon finansmanıyla, çimento ve tekstil fabrikaları da kurulmuş.

Otobanda verdiğimiz molardan birinde, yolda çalışan işçiler gördük. Yanlarına gidip, sohbet etmeye çalıştık. Yolun ortasındaki yeşillik alanı düzenliyorlarmış. Şunu öğrendik ki, özellikle otobanların kenarının bu kadar yeşil olma sebebi, orman yangınlarını önlemekmiş. Özellikle, içinde çok su tutan bir çalı türünü, yol boyunca yetiştirerek, olası yangınları önlemeye çalışıyorlarmış. Çabuk tutuşmayan bu çalılardan bizim ülkede niye yok diyerek hayıflandık.

Sancti Spiritus ili, Küba'da 16. yy.'da, Diego Velázquez tarafından ilk kurulan iki kenti barındırıyor, Sacred Spirit ve Trinidad. Şimdilerde belediye binası olarak kullanılan "Iglesia Parroquial Mayor del Espiritu Santo" 1522'de yapılmış. 17. yüzyılda korsanların istilası sonucunda aynı malzemeler kullanılarak yeniden inşa edilmiş. İspanyol Baroque mimarisinin tüm özelliklerini taşıyor. Bütün şehirlerdeki ortak özellik, şehrin merkezinde, çevresi bank ve iskemlelerle çevrili bir park oluşu. Buralarda bir çok insanı dinlenirken, sohbet ederken görebilirsiniz.

Trinidad, Küba tarihinde köleliğin başladığı yer. Uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlalarında, Afrika'dan getirilen siyah köleler, yüzyıllar boyu ürettikleri mahsülü önce İspanyollara, daha sonra da ABD'ne göndermişler. Yol üzerinde bir çiftlik evinde mola verdik. Fotoğrafta görülen yer Iznaga kulesi; 7 katlı olmasına karşın, 45m yüksekliğinde; 19 yy.'ın başlarında inşa edilmiş; buradan tarlalarda çalışanlar gözetlenir ve çanla uyarılırlarmış.


Çiftlik evinde şu anda yaşayanlar, evin bir kısmını hediyelik eşya satılan bir dükkana çevirmişlerdi. Evin çevresinde bulunan diğer evleri de ziyaret ettik. Baraka benzeri evlerin hepsinde elektrik, su vb. temel ihtiyaçlar karşılanmıştı. Evler arasında yol olmamasına rağmen, minik ve basit tabelelarla sokak isimleri belirtilmişti. Trinidad'ın merkezi, açık hava müzesi gibi. Evlerin çoğu yüz veya ikiyüz yıllık olmasına rağmen, rengarenk boyanmış ve bakımlıydılar. Trinidad, UNESCO tarafından 1998 yılında World Heritage ilan edilmiş.

Sokaklarda dolaşırken her zamanki gibi camlarda olanlarla selamlaşıyor ve sohbet ediyorduk, bunlardan birinde, içini gördüğümüz bir ev, bir müzeyi andırıyordu. Kapıyı vurup girdiğimizde, buranın aslında müze değil, Roberto Perez Leal'ın evi olduğunu gördük, çok misafirperverdi. Kendisi para koleksiyoncusuymuş. Küba'nın ortasında Trinidad'da üzerinde Saddam Hüseyin'in resimleri olan Irak parasına kadar, çok güzel bir arşive baktık.

Leal'in koleksiyonundaki Türk paralarının en yenisi, eskiler bilir, kırmızı 20 TL'ydı. Yanımızda ne kadar TL varsa, hepsinden birer örnek verdik. Yüzündeki mutluluğun tarifi mümkün değildi. O da bize, tertemiz iki tane Che hatıra parası verdi. Roberto Amca'yı çok sevdik. Burada çok fazla Varadero turistine de rastladık. 5 yıldızlı otellerden buraya, günlük turlar düzenleniyormuş. Trinidad gezmeye doyulamayacak kadar, tarihi yapıların içinde süren sade, basit, mutlu yaşamıyla güzel bir yer.


Cienfuegos, Karaib denizine bakan, en temiz ve iyi korunmuş şehirlerden birisi. Kübalıların dediği gibi, "un tin", yani "herşeyden biraz"ı barındıran, biraz düzlük, biraz Sierra Maestra dağlarının başlangıcı oluşuyla, denizcilerin ve gezginlerin uğrak yeri. Yenilenmiş durumdaki birçok kolonial evleri ve Trinidad'a yakınlığıyla bol turist çekiyor.


Geniş sokakları, yeni yapılmış binalarıyla daha çok şehir havası hakim burada. Yeni yapılan binalar ne yazık ki, eski mimari korunarak inşa edilmemiş. Bu yüzden eski ve yeni mimarinin birarada görülebileceği bir yer. Küba'nın her yerinde olduğu gibi, çok orjinal arabalara rastlanabiliyor. İşte onlardan birini, bu "özel" Ford'u burada gördük. Mükemmel görünüyordu, gayet bakımlı. Dünyanın bir başka yerinde çok yüksek fiatlara alıcı bulabilecek veya araba müzesinde sergilenebilecek durumdaki bu araç, Küba'da hâlâ kullanılıyor ve günlük hayatın bir parçası.

Pinar del Rio, ülkenin kuzeybatısında yer alan bir şehir. En önemli özelliği, dünyaca ünlü Havana puro'larının yapıldığı dünyanın en güzel tütünün, burada yetiştiriliyor olması. Ayrıca, ülkenin en ünlü puro fabrikası da burada bulunuyor. Fabrikayı gezmek için içeri girmek, ABD'ye vizesiz girmekten daha zor. Üstümüzdeki herşey, özellikle fotoğraf makineleri bıraktırılıyor. Fotoğraf makinesi, kamera kesinlikle yasak. Rehber eşliğinde içeri girdik. Puro yapımı hakkında, birçok detaylı bilgi aldık. Tütün bitkisinin, toprağa yakın alt yapraklarından yapılanıyla, üst yapraklarından yapılan puroların farklı tatlarda olduğu, ayrıca kaliteli bir puro'da 12 çeşit farklı yaprak kullanıldığı anlatıldı. Uzun sıralarda, yanyana oturmuş çalışanlar, elleriyle, sıkıştırılmış olarak gelen farklı kalınlık ve uzunluktaki puroları, tek tek sarıyorlar. Sarma bölümünden, kalite kontrol ve paketleme bölümlerine geçtik. Burada kalitelerine göre purolar markalanıyor. En ünlü ve kaliteli purolar, Cohiba ve Romeo & Juliet. Bir yanda bunlar olurken, öte yanda katı denetime rağmen, el altından, dükkanlarda satılandan çok daha ucuza, puro satmak isteyenler de oluyordu. Kaşla göz arasında, bizimle gezen bazı gözü açık turistler, bu satıcılardan puro aldılar.



Fabrikadan Vinales'e doğru yola koyulduk. Burası küçük, huzurlu ve sakin bir kasaba. Görülmesi gereken en önemli yerlerden biri, UNESCO tarafından World Heritage ilan edilmiş bir vadi. Vadinin çevresi birbiriyle bağlantısız, sanki sonradan yerleştirilmiş gibi duran tepelerle (mojotes) çevrili. Bu tepelerin ortasında da dünyanın en iyi tütünü, tamamen doğal yöntemlerle yetiştiriliyor. Tütünün toplanmasından, puro yapımına kadar herşey, elle yapılıyor. Fotoğraftaki camsız, üçgen evlerde (bohios) toplanan yapraklar, kurumaya bırakılıyor.


Vadinin bir başka bölümündeyse, "İnsanlığın Oluşumu" canlandırması var. Evrim teorisini işleyen canlandırma, Kübalı sanatçıların "devasa" bir kaya üzerine yaptığı muhteşem bir boyama çalışması. Fotoğrafta, sağ alt köşede görünen beyaz nokta benim! Burada, güzel bir dinlenme tesisi de var. Yemekleri çok çok lezzetliydi. Bütün bu şehirleri gezerken, Küba'ya geldiğimizden beri, her gördüğümüz müzik grubundan istediğimiz tek parça vardı; Carlos Puebla'nın "Hasta la Victoria Siempre"si. Bizim Küba maceramızın kısacık özetiydi, buraya getirendi, bu parça. Her dinleyişimizde, onu yorumlayanların gözlerinde dinliyorduk şarkıyı. Galiba 6 defa dinledik.

Artık Havana'ya geri dönüyorduk ve Türkiye'ye dönmemize de birkaç gün kalmıştı. Bu ülkeye, insanına ve yaşamına çok alışmıştık çok...

Arkası Yarın...

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Fotoğraflar: Serpil Yıldız

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.127 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


SANA BEN AŞKI ANLATACAĞIM

Ali Haydar Timisi Sana ben aşkı anlatacağım
Usul usul
Yavaş sesle
Dizlerimde dalacaksın en derin uykulara
Saçlarını okşayacak yanan ellerim
Kollarımda uyanacaksın
Yanardağların ortasında kalacak yüreğin
Benim sevdamla yanacaksın

Sana ben sevmeyi anlatacağım
İlkyaz çiçekleri gibi sabırsız
Yavru ceylanlar gibi umarsız
Gözlerimde doğacak her sabah
               kan kızılı güneşlerin
Ve bana gülümsediğinde can bulacak
Gün ışığı gözlerin…

Sana ben ömrümü adayacağım
Seninle uyanacak içimde kışa mahkum baharlar
Sen gülünce gülecek gökyüzü
Ağladığında can verecek bulutlar
Sana ben sevdayı anlatacağım
Yüreğimde yangınlar
Gözlerimde umutlar…

Ali Haydar Timisi

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Verilmiş sadakası varmış, ne dersiniz?!!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.peacefulearth.com/html/peaceflash.html
Harika bir flash animasyon. İngilizce ve biraz büyükçe olması sizi rahatsız etmesin. Sonunda aldığınız tat herşeye değecek.

http://www.haberazzi.com/default.asp
Haberciliğe farklı bir bakış açısı getiren medya kaynağı, "Haberazzi" ...Bayram tatilinin başlamasıyla birlikte trafik kazaları yine artış gösterdi. Yurdun çeşitli yerlerinde meydana gelen kazalarda pek çok vatandaş hayatını kaybetti. İşte canavarın bayram öncesi mesaisi...

http://www.yargitay.gov.tr/
Kimse istemez mahkemelerle uğraşmayı. Yeni gelişmeler hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Ekteki kısayolda Yargıtay ile ilgili tüm bilgilere ve hatta yasal mevzuatlara ulaşabilirsiniz.

http://www.cemalresitrey.com
...Cemal Reşit Rey sarayla yakın ilişkileri olan, son Osmanlı ailelerinden birinin oğluydu. 25 Ekim 1904'te Kudüs'te doğdu. Babası Ahmet Reşit Bey, o dönemde Kudüs'e mutasarrıf olarak atanmıştı. Cemal Reşit'in müziğe yeteneği o yıllarda ortaya çıktı. Diğer çocuklar sokakta oynarken o bulduğu bir akordiyonu çalmaya ve ondan çıkan sesleri taklit etmeye çalışıyordu....

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040211.asp
ISSN: 1303-8923
11 Şubat 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri