KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 448

 25 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Sol kolum seğiriyor!..


Merhabalar,

Seçim geliyor ya, benim sol kolum seğirmeye başladı gene. Neden sağ değil de sol? Tamamen bir korunma içgüdüsü. Ben sağlakım. O yüzden sağ yumruğum sağlam, solum özürlüdür. Seğiren kol yumruk olup kafama ineceğinden içgüdüsel olarak özürlü taraf seçiliyor. Vurma be adam kendi kendine, deli misin nesin? Deliyim evet. Bilmem kaçıncı seçimdir adam olmalarını beklediğim aslan sosyal demokratların bir türlü bir baltaya sap olamadıklarını görünce, elim yumruk, ayağım tekme olup kendi kendini dövüyor işte. Her seferinde 'Bir daha size oy verenin...' diye sevgi sözcükleri kullansam da huylu huyundan vazgeçemiyor vesselam. Nasıl geçsin yahu arkadaşım. İktidarın takiyye kumkumaları %50, 60'lardan bahsederken benim vicdanım buna nasıl olurda seyirci kalır? Kalamaz tabi. Kadrolaşmanın son noktasını yerel seçimlerle 5 yıllığına daha koymaya hazırlanan akçapakça partimize dur demenin yolunu bulmak lazım. Ama nasıl? Şimdi Allahları var, adamlar arı gibi çalışıyorlar. Organizasyon, gelir toplama, dağıtma, hiyerarşik düzen, teknoloji kullanımı konularında aslan sosyal demokratları ikiye katlayıp dörde bölecek haldeler. Aslanlar seçim bürolarının temizliği ile uğraşırken, adamlar büroları dünyaya açmış, açmakla kalmamış birebir yakın dövüş taktikleri kullanarak seçmenin ciğerini sökmüşler bile. Amip gibi bölünmekten, birbirlerini yemekten, %60 lık oy potansiyelini muhalefetteyken heba etmeyi başaran aslanların bu sefer başarılı olacağını söylemek aşırı iyimserlik olmaz mı?

Gelelim şu açıklanan büyükşehir adaylarına. Ankara'da Gökçek'in yeniden aday olmasını hayretle karşıladım. Ancak helal olsun adama kimbilir yönetimi neyle tehdit etti? Bu adamdan herşey beklenir. Daha düzgün bir adam varken bunu yeniden aday gösteren yönetimin korktuğu birşeyler olmalı. Yakında kokusu çıkar, Çölaşan'ı sıkı takip etmek lazım. İstanbul ilginç bir yer. Dalan'dan itibaren tüm başkanlar seçildiklerinde hayrete düşmüş başkanlar. Beklenmedik anda geliveren başkanlığı sindiremeden öğüten başkanlar hepsi. Bakınız Sözen, bakınız Erdoğan, bakınız Gürtuna, bakınız kimbilir kim? Topbaş kendini garanti olarak görüyor ama hiç belli olmaz, burası İstanbul burdan çıkış tabi ki var. İzmir'e gelince, işte aslanların kalesi. Burada sürpriz olmaz. Priştina gene seçilecektir. Hele başarılı eski başkan Çakmur'un adaylıktan çekilmesi diğer aslanlara örnek teşkil edecek cinsten. Yani İzmir cepte... Ve o cepte korkarım birtek o olacak. Neyse, bana izin verin gidip yatayım, belki rüyamda Topbaş'ı topa tutacak bir yol yöntem bulurum. Kendim için istiyorsam namerdim, yanlış anlaşılmasın. Ben bir sonraki mahalli seçimlerde mahalle muhtarlığından büyükşehire ilerleyen bir sürecin ilk adımlarını atacağım. Şimdi sıra katılacak partiyle, beni muhtar seçecek mahalleyi bulmaya kaldı. Onu da halledersem artık mühür bende, oranıza buranıza basarım alimallah...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Nevzat Tarhan

 AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan

   POLİTİK YALANCILIK

"İşime yarayacağı zaman yalan söyleyebilirim" düşüncesinin açık sözlülük kabul edildiği bir toplumda politika üretenlerin yalanı kullanmalarına sık rastlanılır.

Dürüstlük Doğuştan mıdır?
Gerçekte dürüstlük yaratılıştan değildir. En çok yalan söyleyen varlı çocuktur. Takdir edilmek, ilgi, şefkat için, suçu saklamak için, cezadan kurtulmak için, öç almak için, eleştiriden kaçmak için, olduğu gibi değil büyüklerin istediği gibi görünmek için çocuklar hep yalan söyleme eğilimindedirler. Çünkü yalan çocukların tek korunma silahı gibidir. Eğitim sürecinde çocuk yalandan değil dürüstlükten menfaat elde edileceğini öğrenirse yalan azalır, dürüstlük artar.

Yalan: Bencil bir takım sonuçlar elde etmek için bilerek ve isteyerek karşısındakini aldatmak olarak tanımlanır.

Açık samimi olmak, iki yüzlü olmamak, doğruyu söylemek, başkalarını aldatmamak, başkalarını hakkına saygı duymak gibi özellikler eğitimle kazanılır. Yalancılık her çocuğun geçtiği bir süreçtir.

Çocuk büyüyüp gerçeklik duygusu geliştikçe yalanın teşvik edilmediği bir ortamda büyüyorsa dürüst olacaktır.

Kısa Yoldan Zengin Olmak
Kapitale dayalı sistemlerde güç ve para kutsal değer oldu. İnsanlar kısa yoldan zengin olmak, arzularını karşılamak, canının istediği gibi yaşamaya özendirildi. Güç ve paraya ulaşmak için zor ve zahmetli olan fedakarlık gereken dürüstlük pirim yapmamaya başladı. Yalanın pirim yaptığı ilkeli davranmanın gereksiz, saflık olarak algılandığı toplumlarda yöneticilerinde böyle davranması doğal bir sonuç gibi gözüküyor.

Hayatının her safhasını yalan söylemeden anlatabilecek kişiler yönetime talip olmamaya başlarlarsa o sistem için tehlike işaretleri başladığı söylenebilir. Herkesin dürüst olması gerektiği halde dürüstlüğün artık meziyet olarak algılandığı bir toplumda politikacıların kişilikleri çok önem kazanır.

Baştakini Dürüst Görmek
Doğu toplumlarının bir özelliği vardır. Kendisi yalancıda olsa kendisini yönetenleri dürüst görmek ister. Bu faydalanılması gereken bir özelliktir. Açık ve dürüst politika üreten siyasetçi birden halkın sevgilisi olur. Eğer model olmaya devam ederse bizim gibi lider tipi toplumlarda toplumsal düzelme daha da hızlanacaktır.

Yalan üzerine dönen politika toplumda güven duygusunu zayıflatacaktır. İnsanları birbirine bağlayan en önemli bağ olan güvenin zayıflaması toplumsal barış ve mutluluğun zayıflaması sonucunu doğurur.

Gaye Vasıtayı Meşru Kılar mı?
Politika yaparak menfaat sağlayan insanlar Machıavelli'nin bu tezini çok severler. Birbirlerine Machıavelli'nin Hükümdar kitabını tavsiye ederler, siyaset biliminin kurucusu gibi unvanlarla övgüyle çalışırlar.

"Devletin çıkarı uğrana her şey mubahtır, devlet hayatı ile özel hayatın ahlak ölçüleri birbirinden farklıdır" şeklinde özetlenecek ana fikirde ilginç öngörüler vardır.

1. Nasıl yaşayacaklarını bilmeyen insanları şiddet kullanarak eğitmek gerekir.
2. Hükümdar şahsı için değil halkın iyiliği için zor kullanabilir.
3. Kalabalıklar karakter bakımından kaypaktır, zor kullanarak inandırılmalıdır.
4. Faydalı işler azar azar yapılmalı, halk bunların daha çok farkına varsın.
5. Zalimlik bir hükümdarın tebasını birlik halinde, itaatkar tutabilmek için kullanacağı bir silahtır.
6. Hükümdarın şiddeti fertlere zarar verir, gereksiz yumuşaklığı devlete zarar verir.
7. Kuvvet ve hile yoluyla galip gelmek, saygı ve itaat uyandırmak gerekir. Dürüstlük övgüye değerdir, fakat siyasi iktidarın muhafazası için hile, ikiyüzlülük, yalan yere yemin etmek zorunluluktur.
8. Bir politikacı aldanmaya istekli enayiler bulmakta hiç güçlük çekmez.
9. Bir politikacı sözünde durmamayı açıklayacak makul bir sebep her zaman bulur.
10. Sizin nasıl göründüğünüzü herkes görür, ama nasıl olduğunuzu pek az kişi bilir.
11. Halk bir hükümdardan nefret ederse şatonun kalın duvarları onu kurtaramaz. Kendisini nasıl göstereceğini iyi bilmelidir. Nasıl olduğu değil kendisini nasıl gösterdiği önemlidir.
12. Fırsatlar, talih; kadın gibidir, kendisine mahcup şekilde yaklaşandan çok sert muamele edenden hoşlanır. Yırtıcı, vicdanı zayıf gençlere daha çok itaat eder. Bunun için atılganlık tedbirlilikten daha iyidir.
13. Olması gereken değil olanı ele alıyorum. Nutuklar kitabında olması gerekeni Hükümdar kitabında olanı ele aldım
14. Halka güvenmek kum üzerine bina yapmak gibidir. (Daha sonra bu görünümü değiştirip Monarşiye karşı cumhuriyetçiliği savunmuştur.)

Halka güvenmeyen politikacıların ayakta kalmak için yalan ve ikiyüzlülüğü kullanmaları günümüzün gerçeğidir. İlkel toplumlar itaat kültürü ortamında yönetildiler. Hür toplumlar demokrasi kültüründe yönetiliyorlar.

Demokrasinin bir değer ve kültür olarak benimsendiği toplumlarda halka ve halkın kararına güvenmek gerekiyor. Halkın sevgisi ve güveni olmadan hiçbir yönetici kendini emniyette hissedemez. Yalan politikalar veya baskıcı yöntemlerle anlık çözümler elde edebilir, fakat halkın sevgi ve güveni kazanılmıyorsa uzun vadede sistem çökecektir. Sovyetler Birliği buna canlı bir örnektir. Halkın sevgi ve güvenini kazanmak halk davukluğu değil akıl ve bilimin gereğidir.

Despotizmde korku duygusu uyandırılarak toplum yönetilir. Demokraside sevgi ve güven duygusu uyandırılarak toplum yönetilir.

Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


   ÜÇ PARMAK HAFIZASI...

İçimden geldi, uzun zamandır esmez idi, esti... Bir kargaşa yazısı olmalı...

Tanrı insanı yatırmaya görsün, çok acayip bir durum şu hastalık olayı. Yat yat bitmiyor, ömrümde yatmadığım kadar yattım, " yok öyle ben yatamam deli dana gibiyim, hayatta olmaz " derdim, büyük konuşma derler ya al işte ondan. Aklım şaştı, gördüm günümü...

Ağrılarım sızılarım dinmeye başlayınca pireler mola verdi, kurtlar şahlandı, kıpır kıpır bir hasta oluverdim evin içinde. Neredeyse bağlayarak yatıracaklardı, tehdit bile ettiler, " bak yeniden hastanelik olur, oralarda yatar evimde evim diye zırlasın" dediler, korktum, korkakta olsa kıpırdamayı, kurtlarımla selamlaşmayı ihmal etmedim ama...

Neyse işte, tıpkı 24 yıl önce olduğu gibi yeniden yürümeyi başardığım ilk günün ilk saati, pirelere veda edip, kurtlar ile selamlaşıp, hal hatır sormanın hemen ardından ev içinde tom ve jerry gibi ama onlardan farklı, kendi kendini kovalayan ebru ve ebru olarak cirit atmaya başladım. Onu mu yapayım, bunu mu diye diye attım kendimi odadan odaya, kilometrelerce ev seyahati yaptım, tabela bile astım; il : Ebruştan Nüfus: 2 ( 3 - 5 - 7 şu sıra pek bir kalabalık oluyor. ) Ciddiyim yaaa, inanmayan gelsin baksın evime, aynen tabela böyle.

Ev içi kurtlu ebru ve onu yatağa çakmaya çalışan pireler, karşı taraf ve kalabalık yandaşlarının her çeşit baskısına, ha hu tarzı eyvallah edip, az boyun eğip, kendimi oyalamayı başardım 1 aydır. Ben kovaladım, ben kaçtım. Her çeşit yeniden geliştirilmiş oyalanma yöntemleri ve onun ürünlerinden faydalanıp, cılkını çıkarıp kısa zamanda pes ettim haliyle. Hiç biri paklamaz oldu beni. Pireler ve kurtlardan sonra, afakanlar bastı bu defa...

Onu yapsam olmuyor, bunu yapsam olmuyor... Aşağısı sakal, yukarısı bıyık, daralıyorum, sokaklara atmalıyım kendimi, gezmeli tozmalı, hoplamalı, zıplamalı, yeter gayrı. Olur mu hiç, bırakmadılar, koca bir Çin Seddi belirdi kapı önünde, " bari markete gideyim " dediysem de yediremedim, yemediler. Anladım ki benim benden başka dostum yokmuş, az sitem, çok kızgınlık, serzeniş ve otur aşağı ebru oldum, mutsuz, ağlamaklı.

Kabullenişle birlikte insana bir sükunet çöker ya hani, ( bu söylediğimden çok emin değilim, ben gibi çok konuşanlar için geçerli olabilir sadece ) sus pus oldum, mutsuzum ya, dilim yok...

İşte tam olarak halim böyleyken, ne zamandır okunmak üzere sırada bekleyen kitaplar geldi aklıma. Bundan iyi fırsat olmaz mantığı ile attım kendimi canım çalışma odama, dikildim kütüphanenin önünde. Okunmayanlar rafında gözlerim. Seçemiyorum, seçemiyorum çünkü, hangisine el atsam okurken anlamayacakmışım gibi geliyor. Ben hastayım ya hani, bu kitaplarda hasta ve anlaşılmaz sanki. O olmaz, bu olmaz... Ya ne ? Delirmeme ramak kaldı, nasıl geçecek peki bu zaman ?

Böyle geçmeyeceğine ve eğer böyle geçerse de bu tedavinin ardından bir de aklımı onarmak için düşeceğim hastanelere diyerek korktum. Korkarım tabii, eminim ki onun tedavisi daha zordur. Bu durumda okunmamışları okuyamıyorsam, bende okuduğum ve bir daha okunabilir diyerekten belirlediğim raftaki kitaplara diktim gözümü bu defa. Öyle ya, ikinci defa okuyor olmak, sanki anlamamaya engelmiş gibi, tıpkı sınıfta kalmak gibi bir şey olmalı. Kütüphanem diye söylemiyorum, çok çok iddia ediyorum, henüz kendiminki gibi bir kütüphaneyi, sadece Gülten Dayıoğlu'nda gördüm. Çok geniş, yıllar öncesine dek uzanan... Her yıl yeni bir boy raf ekletiyoruz ve şu an bulunduğu aşama kocaman bir odanın 5 te 3 ü ederinde. Hava olsun diye anlatmıyorum sadece benim için acayip önemli o kadar yani.

Dağıttık gene konuyu, aslında konu da bu değil ya... Sadece giriş yapmaya çalışıyordum, abartmışım...

Üç beş yıl önce bir kitapçıdan, orada çalışan birinin baskısıyla almış olduğum bir kitap takıldı gözüme. Okumuştum. Ama okuduğumu unutmuşum. Tamam işte budur dedim, aldım elime kitabı. L. Ron Hubbard' ın İnsan Aklının Sınırları " Dianetics " isimli kitapta karar kıldım, yattım artık nefret ettiğim o salak kanepeden bozma hasta yatağıma... Okudum yeniden baştan sona. Kitaba dair, unuttuklarımı hatırladım bir bir. Ne var bunda bana da olur derseniz, demeyin.

Kitabı önermiyorum, konu bu değil, sadece okuduklarımın beni sürüklediği şeyleri garipsedim aslında. Ve sonrada garipsediğim şeyi sevdim.

Zekamın işleyişi, hafızamın çeşitliliği etkiledi beni. Hafızam benim... Kokuları, gördüklerini, konuştuklarını ve işittiklerini biriktiren hafızam. Yok bu durumu kitap sayesinde keşfetmedim elbette, sadece düşündürttü ve sürükledi beni bir o yana, bir bu yana...

Adına geçmiş denen o yığıntının aslında kocaman olduğunu fark ettim ve içindeki beni gördüm, hiç görmediğim, hiç düşünmediğim ama nasıl oluyorsa çok iyi bildiğim beni...
( Hubburd ne yaptın bana ? )

Ne iyi etmişim de ben olmuşum... Kayıplarım bu uğurda ne değersizmiş oysa. Kayıp bile değilmiş, beni köşeye sıkıştırıp kalıp yapmaya çalışmaktan başka. Hani şu küçükken parklarda kum oynamak üzere kova takımlarımız vardır ya, istiridye, kalp, yıldız bilmem ne... Kumu koyarsın kalıbın içine ters çevirir şekil yaparsın. Aslında şekil değildir yaptığın, sadece tüm kalıplar gibi yıldız, kalp, bilmem nedir işte... Muazzam güzel şekiller çıkar, acayip te düzgün olur. Bir de kovan ve kalıplarının olmadığını varsay, muazzam şekillerin olamaz belki ama, kendi yarattığın ve tamamen kendine ait bir şekil verirsin elinle. Eğri büğrü olur belki, garip bir şekil yada diğer güzel kalıplardan çıkan şekiller kadar çekici ve albenili olmaz. Çocuksun ya ağlarsın, herkesin kalp, yıldız ve benzerlerinden oluşmuş kum kalıpları vardır, senin ki saçma sapan bir şeydir. ( Vay be çocukların da amma sorunu varmış !)

Büyüyünce sahip olmadığın kalıplardan çıkmamış biri olduğunu fark edince, ya korkar, diğer düzgün adam akıllı kalıplardan olmak isteyip hayat boyu mutsuz olur ve çok zaman da sebebini anlamazsın. Bu da kimin umurunda, sen değil misin kendini bir kalıba sokmak için sıkıştıran... Tekbaşınalıktan korktuğun için bunu yapan. Bu da benim umurumda değil, sen için üzgünüm dersem kötü bir yalan olur sadece.

Bir de kalıpsız bir yetişkin olmaktan korkmayıp, hadi kardeş hadi ikile bir zahmet, ben, senden bana ne derken, sen ne diye kafa yorarsın bana, başka işin yok mu senin ? Hadi güzelim başka kapıya, kendin gibiye... İşte bunun sonucu azlık hatta bazen tek başınalık olur ki, bununla baş edebilmek oldukça zor gibi gelebilir... Ama bu da yine benim hiç umurumda değil. Ne fark eder ki ? Ya çok sevilir yada nefret edilirsin ki genelde nefret duyanlar çok olur... Çünkü sen hiçbir eğri doğru ile ilgilenmeyip kendi doğruna ve hayatına bakmışsındır. Yani şu güzel istiridye, yıldız yada kalp kalıbından çıkmadın. Onlarsa düzgün kalıpların insanları, sen böyle eğri büğrü bir şeysin işte...

Hubburd hafıza çeşitlerimi anlatıyor kitabında ben bunları düşünürken, bir yandan okuyorum, zor oluyor ama, yapıyorum bir şekilde. Hafızam çeşit çeşit arkadaş, anlatıyor işte bir bir... Koku hafızan diyor... Koklayan hafızam yani.

Aklıma kazılı kalmış tüm kokuları düşündüm; ablamın ilk bebeğinin dünyaya gelişinden birkaç saat sonra kucağıma alıp, onunla tanışmaya çalıştığım sıra burnumdan içeri girip, kalbime devrilen o kokuyu anımsadım. Evet klasik bir bebek kokusuydu belki ama, ondan sonra bu kokuyu bir daha hiç duymadım, ama hiç unutmadım. Yeniden duysam hemen hatırlarım hiç tereddütsüz, o kadar eşsizdi ki...

Dostum ve eskiden ev arkadaşım olan ve dünyada tanıdığım en mükemmel kadının losyonun kokusu. Bu losyonun kokusunu kimde duysam, aklıma gelen hep aynı sahneler var, gözümün önünden film kıvamında geçen... Aynı evi paylaştığımız o yılların bir günüde kapıdan içeri giriyor ve " sana portakal aldım hem de 3 kilo" diyor. Almıştı... Kokmuştu atmosfer buram buram gene, kapı önünde, bir adım içeride...

Bu kokuyu her duyuşumda günde 10 defa da olsa, o hep elinde portakal filesiyle kapıdan içeri giriyor... Ve hep o andaki yüzüyle, üstünde ki kazağıyla tamı tamına o andaki gibi; portakal filesi, gülümseyen yüzü, kırmızı kazağı kapı önünde, yenice içerde... Buram buram losyon kokusu...


Ne garip, koku nasıl tutulur akılda... Tutulduğu yetmezmiş gibi nasıl mühürlenir ?

Kokladım yeniden yetmedi, Hubburd' ı kesmedi... Görsel hafızan varmış dedi, sanane diyemedim...

Ben küçük bir şeyken, galiba 7 - 8 yıllıkken, şehirler arası bir araba yolculuğu yapıyordum ailemle. Hani şu küçük küçük köylerin önünden geçersiniz ya, tam öyle bir yerde durmuştuk; annem ayran içecek. Öylesine küçük ama yeşil bir köydü ki, yeniden o yoldan geçsem işte burası diye bir defada gösterebilirim.

Acayip bir bayır vardı yemyeşil. Annem ayran içerken, ben kendimi bırakıvermiştim tabiat ananın kucağına. Kollarım iki yana açık, ağzım koşarken içime dolan havayı yutmak üzere top gibi, güneşe vermişim yüzümü, gözlerim kısık deli gibi koşuyorum, beni çağıran o şeye...

Gitmem gerek mutlaka...
Bütün hayallerim cebimde, çocukluğum avuçlarımda, gitmem gerek...

Nereye gidersin, annem yakaladı ensemden. Hızımı zor kesip durdum, ardıma dönüp baktım ki annem ağlıyor hüngür hüngür... Ne oldu şimdi de ağlıyorsun anne, ha ne oldu yani ? Koşmak ve yetişmek istedim ne var bunda ? Sen hiç gitmek istemedin mi hayatında ?

- Ne oldu anneciğim ?
- Sen neden böyle bir çocuksun hiç anlamıyorum.
- Ağlama anne, bir daha yapmam.

Bırak anne koşayım işte...

Her gece yanlış saydığım iki eksik üç fazla çıkan yıldızlarla, bayır aşağı güneşe koşayım, garip bir ağaç dalında takılı kalmış çocukluğuma... Hepsi benim işte, seviyorum tüm bunları senin de dediğin gibi, küçükken neyse hala o serzenişinin tam isabetli atışıyım işte. Bunu duymak kaç para eder bilmiyorum. Bu halde senin dünyaya getirdiğin çocuk bensem, hala anlaşılamayacak ne var bunda ?..


Görüyorum tüm bunları, görüp yeniden yaşıyorum ve daha pek çok şeyi yeniden ve aynen. Biriktiriyorum hepsini bir bir, öyle güzelmiş ki kıyıp atabileceğim pek bir şey yokmuş aslında. Atmam gerekenlerin atılması gerekliliğinden de pek emin değilim.

Hubbard düşmüyor yakamdan, ben de kapattığım anda son bulacak kitabı inatla okuyorum yeniden. İşiten hafızam... İşittiklerimi bıraksaydı olmaz mıydı ?

Duyduklarım için, müthiş bir özgürlük kullanmışım çok belli. İşime geleni duymuş, işime gelmeyeni hiç duymamışım. Özgürlük kısmı işin burasında, ama, aslında koca bir yalan... Hepsini duymuşum hem de olduğu gibi. Duymazdan gelmeyi seçtiklerim tam aksine en iyi duyduğum ve hiç unutmadıklarımmış meğer. E bu da kendime söylediğim yeni bir yalanmış... Sadece özgürlük kılıfına büründürüp, duymazdan gelme özgürlüğü diye etiketlemişim. Aman da ne iyi etmişim. Bu kadarla mı kalmış, yok canım...

Bir dolu ses var aklımda birer ikişer kelimelik, uzaklardan ulaşan, duymayı sevdiğim ve sevmediğim olarak iki gruba ayırmışım. Gerisi şarkı türkü ve kapı gıcırtısı... Bir de zorla ezberletilen 23 nisan şiiri. Ezberletme işkencesini yapan öğretmeninim iç gıcıklayıcı sesi. Şiir sanki ölmek gibi... Ezberlemekse, ölüp te yeniden dirilmek gibi... Öldüm ve dirildim...
Bu, son zorla bir şey yapışımdı zaten.

Hubbard' ın çenesi benden düşük çıktı, bir de konuşularak hafızalanan şeyler var ki onu anlatmayayım en iyisi, çok konuşmuş, çok konuşulanları dinlemiş ve acayip biriktirmişim. Okuma hafızamda o durumda. Ne gerek var ki bu kadarına demeden edemiyorum. Of yani of, az sussan hani...

Tüm bunlar tamam gibi geldi ama, Hubburd'ın unuttuğu bir şey var bence. Bence falan değil hatta, kesin olarak unuttuğu bir hafıza çeşidi; dokunma hafızası. Gülmeeee. Var öyle bir şey eminim, daha öte, kesin var biliyorum...

Ben buna kendimce bir isim bile verebilirim hatta; üç parmak hafızası...

Onunla uyandığım ilk sabahtı... Aslında ben ondan önce uyandım. Yüzümü gömdüğüm yastıktan kaldırıp, görebilmek için ona doğru çevirdim yüzümü. Hani güneşe koşarken baktığım gibi... Karla kaplı bir İstanbul ve gün yeni doğmuş. üzerine bir de güneş var sapsarı... Hissiyat olarak zaten müthiş bir şey bu tek başına. Ha birde böyle bir günde benim bir artı durumum daha var, ayrıca...

Tüm bunların içinde yüzümü çevirdim ona doğru... Evet güzel uyuyordu, fazla savruk değil. Uyurken yüzü gülümseyen adamlar vardır ya işte ondan. Kolunu bana doğru atmış, eli omzumda. Yan gözlerle eline bakıyorum, küçük el...

Üç parmak ucu değiyor omzum; baş parmağı, işaret parmağı ve orta parmak. Bir, iki, üç yapar gibi tıpkı. Yüzük parmağı eciş, küçük parmağı bücüş olmuş, omzumla alakası yok.

Sadece üç parmak ucu değiyor ... Gözlerimi kapatıyorum, düşünüyorum. Sabah sabah düşünecek bir şey bulamadığımdan olduğunu hiç sanmıyorum... Parmaklarının dokunuşunu ve omzumu düşünüyorum sadece...

O üç parmak ucunun dokunduğu üç halka gibi yerin sıcaklığını hissediyorum. Ben hissettikçe, parmakları kalbime dokunmaya çalışıyor sanki... Bırakmak istiyorum geçsinler, ama bir yandan da bilemiyorum. Geçsinler istiyorum. Kalbimdeki dokunuşu duymak istiyorum. Omzum gibi sıcak olacak mı bilmek istiyorum.

Bırakıyorum geçsin, dokunsun...
Bırakıyorum, ulaşıyor.
Kalbime dokunuyor, sıcak oluyor.

Bırakıyorum artık iyice ne hali varsa görsün bakalım... Yerleşiyor üç halka kalbimin içine, üç parmak izi en derinlere mühür gibi değil, mühürden öte...

Şimdi yerini bile biliyorum, istediğim an yeniden hissediyorum.

Üç parmak dokundu,
Önce omzuma,
Sonra aklıma,
Sonra kalbime.

Orada kaldı ve hep orada kalacak biliyorum.

Şeytan elimi mi, yoksa melek elimi bilinmezdi... Bilinseydi de, tüm bunları yaratan ben miydim, nereden bilinirdi ?

Bilip te, bilmemenin şerefine...


Unutmuşsun Hubburd üç parmak hafızasını...

Hubburd' cığım sanki daha fazla ruh gerek, belki daha fazla kendi içine bakmak gerek. Başkasıymış kadar adil, fazla da hırpalamadan, yeri gelince tokatlayacak kadar bakmak gerek... Kalıba girmek zorunluluğunda olmadan, daha fazla kendin gibi...

Sen bunları bir düşün, bir ara seni yeniden okuyacağım...

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Yaşamın Telvesi : Rita Ender


YOLDA KALMIŞ KELİMELER

Kelimeler bir amaçtır araçtan öte biz insanoğlu için. Onlara ulaşmak olmuştur hedefimiz, onları kullanmaktan öte. Ulaşmak için çıktığımız yolda ise tüketmişizdir kelimeleri her birimiz farklı noktalarda...

Nerede, ne zaman, nasıl tükettiğimizi bilmeden kelimelersiz kalmışızdır. Söyleyecek tek bir söz bile bulamayız. Aradıklarımızsa daha önce söylenenlerdir zaten. Onlar hatırlanır hemencik. Çünkü beyin vazifesini yapmış; kaydetmiştir hafızasına.

Hafızadaki kelimeleri kullanmanın ise belirli formulleri verilmiştir . Bizden öncekiler bir sıraya dizip, kalıplar oluşturmuşlardır çoktan. Örneğin sevgiyi ifade etmek için "Seni seviyorum." a muhtaç kalmışızdır. Sevildiğimizi bilmek, sevgimizi göstermek için hemen getiririz bu iki kelimeyi bir araya hatta arka arkaya. Ve böylece anadilimizle duyumsarız sevginin varlığını.

Oysa bazı anlarda insanın ihtiyacı olan duymak değil; görmek,hissetmektir yalnızca. Karşısındakinin gözündeki ışıltıda, yaptığı bir yemekte bulmaktır sevgiyi. Ama işte şartlanmıştır insan bir kere. Çünkü milyonlarca filmde, binlerce kitapta,yüzlerce şarkıda bu sözlerle dile getirilmştir aynı duygu. Sevginin ifade şekli değil, temsilcisi olmuştur adeta. Bu nedenle birbirine bağlanmış iki kelime araç değil amaç oluvermiştir.

Cümlenin yapısıyla birazcık oynandı mı sorun çıkar. "Seni sevmiyor değilim." dendi mi kafalar karışır. Tedirginlik yaratılır. Sevginin yanına olumsuzluk eki konulmuş olur. Yetmezmiş gibi üstüne bir de olumsuzluk bildiren kelime!.. Toplam olumlu sonuç doğsa da tatmin etmez. Çünkü aykırılık vardır. Anadilde de olsa aykırıdır. Ve aykırı olanın da sevilebileceği kolay kolay kabul edilemez!

Peki herkesin kullanmasıyla eskimez mi aynı cümle? Yozlaşmaz mı? Öznellikten uzak yapay gelmez mi? Gelmez. Çünkü yalındır; özdür. Bir nesne ve bir yüklemden oluşur. Öznesi gizlidir. İkinci kelimenin içine saklanmıştır. Önemli olan da özneyi keşfetmek; keşfedilmesine izin vermektir. Keşfedildikçe ortaya çıkan tek gerçekse; öznelerin hep özel oluşudur!

Aramak lazım kelimeleri. Bulmaktan öte saklamak için. Beyinlerde değil yüreklerde. Kaldırın yollardaki kelimeleri. Ve görün kelimelerin altından kaç ceset çıkabileceğini...

Doğru zamanda,doğru yerde,doğru şekilde kullanmak üzere kelimeleri... Tüketmekten öte yaşatmak üzere kelimeleri...

Rita Ender
rita@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Cem Timur


HÜZÜN İMPARATORLUĞU

Bu saklı kentin daracık sokaklarında, sokak lambalarının ışıldattığı yolun beyaz çizgilerinde yürüyorum. Mevsim kış bahara yakın ama.Gökyüzüne bir bakış atıyorum, hayatı tek başına göğüsleyecekmişcesine cesur bir bakış. Mevsim dışı bir dünyanın kıyısındayım sanki. Ayaklarım denize taşıyor beni. Şarabın gazabından korkmuyorum. Denizi izliyorum, Yunan adalarının ışıkları yüzüme vuruyor. Elimdeki sigara ne için içildiğinden habersiz.

Yanıma 12-16 yaşları arasında dört çocuk geliyor. Yavuz, Orhan, Kemal ve Yakup. Üzerlerindeki giysiler çok yıpranmış. Yüreklerindeki, hayallerindeki,hayatlarındaki yıpranmışlık daha yüzeyde görünüyor.


Sokak çocuklarıydılar, kendi deyimleriyle "sokakların serserileri". Ne fark eder ki ben de evrensel serseriydim.

Yakup bana bakıyordu.Göz göze geldiğimizde, ışıkları sönmüş gözbebeklerinde sevgiye ne kadar aç olduğunu görüyordum. Hangimiz aç değildik ki sevgiye...
Bu dünyada milyonlarca hatta milyarlarca insan sevdiği tarafından okşanmaya, gözbebeklerinde kaybolmaya aç değil miydi? Şehirler karşılıksız aşklardan yanmıyor muydu?

'Abi şarabından bir yudum verir misin' dedi Yakup. Daha çocuktu, 'bunu içmek için henüz çok ufaksın' dedim. Cebinden tiner ve bally çıkardı. Gözlerimden süzülen yaşlarım görünmesin diye çabalıyordum. Ama göz yaşlarım, evrendeki insanların sevgisizliğine akıyor ve asla gizlenemiyordu.

Kendimi toparlamaya çalışıyordum. Hayatla sınanamayan bu içe dönük acı hangimizi ayakta tutabilirdi. Söz Yakup'taydı. Bana 12 yıllık hayatını bir asra sığdıracak kadar anlatıyordu. Annesini tanımamış, babası herhangi biriydi. Defalarca sokaklardan alınmış ıslahevine konulmuştu. Düzenli bir hayata başlayacağını ummuş, ama ıslahevinde her yemek sonrası dayak yemekten hayalleri yıkılmıştı. Islahevi sanki doktorlar tarafından önerilen tok karnına alınan üç öğün dayaktı.

Adeta ruhumun ozon tabakası delindi. Ruhumdan çıkan ışınlar şiddet ve baskıcı topluma kanserolojen etki yapabilirdi.
Yakup'un gözlerine bakamıyordum. Utanç duydum insan olduğumdan. Gözlerimi denize kaçırdım, derin hayallerinde kaybolup gittiğim o essiz ve engin mavi kanıyordu her yanından. İçime akan o mavi kan beni düşündürdü sessizce.

Şanslıydılar dedim. Evet şanslıydılar, pop starda Bayhan'ın ülke ekonomisine getirilerinden haberdar değildiler. Ne de biz evleniyoruz evinden Tülin'in kaprislerinin emisyon hacmi ve efektif alış - persfektif satışından gelir elde etmedikleri için şanslıydılar. Kötü sesli mankenlerin kaset satışlarından elde ettikleri gelir dağılımından yararlanmadıkları için... Şanslıydılar bu mazlum sokaklarda kendi imparatorluklarını kurdukları için. Kendi kendilerini yönettikleri için...

Bu imparatorluğun genişleyeceğini, büyüceğini hep birlikte utançla izleyeceğiz. Sesleri boşlukta sevgisizlikle yankılanan imparatorluk... Şansızlığın temiz yüzünü yaşadıkları için şanslıydılar...

Mevsim kış bahara yakın ama. Kötü hava koşullarına teslim olduk. Soğuklarda ölen insanları izlemekten içim üşüyor. Soğuk günlerimizde sobaya odun-kömür atarken sıcaklığın verdiği pişkin yaygınlıkla kahve-çay yudumlarken bir odunda Yavuz-Orhan-Kemal ve Yakup için de atabilseydik...

Ey hayat,
Aramızdaki tüm her şeyden
Kendine matem elbisesi diktir.
Ruhumun algılamadığı bir kanal gibisin,
Göz yaşlarım çarpıyor limandaki kayalara
Belki senin için basit bir gece
Ama benım için gecelerin en kahredicisi...
Ey hayat,
Dalgaların rüzgarında
Kemanla çalınan kötü bir ezgi gibisin.
Ey hayat,
Doludizgin akarken sen
Sevgisizlikle yanan bu çocukları unutmuş gibisin...

Cem Timur

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   YAPAY ZEKA - PAMUK ŞEKER (ara bölüm-1)

-Ne zaman ekmiştin fideleri?
-Mart sonu gibiydi. Önce tohumlarını ekip, gübreledim, üzerlerine naylon örttüm. Fide haline gelince de, şu çizilere taşıdım.
-Mis gibi kokuyorlar.
-Diliyorsan elma gibi ısırabilirsin. Hadi ısır.

Çok aydınlık bir sabahtı yine. Kahvaltılarını yapmadan önce, bahçeye inmişler, domates ve salatalık toplamışlardı. Kahvaltılarını edip, hazırlandılar ve ağaçlıkların arasından geçerek göle ulaştılar. Dede - torun birlikte yapmayı en çok sevdikleri şey; balık tutmaktı. Dedesinin kocaman ellerini omuzlarında hissetmeyi seviyordu. Arada saçlarını okşayan bu elin sahibine hayrandı.

Göl yine huzurlu ve dingindi. Oltalarını göle atıp, yakalayacakları balıkları beklemeye başladılar.

-Sen hangi kelimeyi gönderdin?
-Pamuk-şeker, annem sakıncası olmadığını söyledi. Sen?
-Ben 'himaye' dedim.
-Himaye ne demek?
-Korumak, gözetmek demek. Esirgemek... Benim seni korumam gibi.
-Sonucu merak ediyorum.
-Ben de...

-Annemden sinyal aldım.
-Ne diyor?
-Dikkat edin, diyor.

-Yine bana Pinokyo'yu anlatır mısın?
-Yakaladın galiba, yavaş yavaş çek. Dur, öyle değil... Geppetto Babayla, Pinokyoyu mu?
-Evet.
-Onu defalarca dinledin. Ona benzer bir film oynamış yıllar önce. Onu anlatayım bu sefer.
-Nedir adı?
-Yapay Zeka 'Artificial Intelligence'
-Hemen baktım bilgilerine;
Gösterim Tarihi: 5 Ekim 2001
Yönetmen: Steven Spielberg
Senaryo: Brian Aldiss, Ian Watson, Steven Spielberg
Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski
Müzik: John Williams
Oyuncular: Frances O'Connor, Jude Law, Haley Joel Osment, Sam Robards, Jake Thomas, Brendan Gleeson, William Hurt
Türü: Bilim Kurgu
Süresi: 145 dk.
Yapım: 2001, ABD
-Oradan mı izleyeceksin, ben mi anlatayım?
-Lütfen sen anlat, tamam özür dilerim.

-Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal, pireler berber iken, insanlar metropolitan kentlerde yaşarmış. Karmaşık, kalabalık ve çok büyük kentlerde. Bu kentlere sığamadıkça; binalarını kat kat yükseltmişler, 5 kat, 10 kat, sonra 15, sonra daha da fazla. Günlük hayatlarında her gün değişik yüzlerce yüz görmeye başlamışlar. Sonradan anımsayamadıkları yüzlerce yüz... Aralarındaki iletişim kopmaya başlamış. Çok katlı binalar içinde, ait oldukları topraktan uzak, yalnızlaşmaya başlamışlar. Gergin, yılgın, tahammülsüz bir topluluk olup çıkmışlar. Aileler dağılmış. Mutlu olmak için anti-depresan ilaçlar kullanıp, yalnızlıklarını önce bilgisayarlarla, daha sonra her türlü sanal öğeyle doldurmaya çalışmışlar. Yalnızlık çığlık çığlıyaymış.

İşte böyle bir dönemin dahi çocuğu Spielberg, geleceklerine dair filmler çekmiş. Bunlardan biridir 'Yapay Zeka' (AI).

Henry ve karısı, uzun süre bitkisel hayatta olup, hastanede yatan oğullarının boşluğunu doldurmak için David isminde bir humanoid (insan-robot) satın alırlar. David türünün ilk örneğidir. Mekanik yapısından dolayı ona Mecha, denilmektedir. David'e ileri düzeyde 'duygu' yüklenmiştir. Mecha'ların en duygulusudur.

Bu duygusal yapısından dolayı sahibi Anne onu kendi çocuğu gibi hissetmeye başlar. O da onu annesi gibi. David ile anne arasında geçen bir konuşma şöyledir;
-Annecim... Annecim, sen ölecek misin?
-Evet, David.
-Daha kaç yıl yaşayacaksın?
-Belki 50...
-50 mi? O zaman ben yalnız kalacağım... Seni seviyorum anne, umarım hiç ölmezsin, seni seviyorum...

David'in saltanatı kısa sürer. Beklenmedik bir şekilde evin oğlu iyileşir ve eve geri döner. İki çocuk arasında kıskançlıklar başlar. Aile tarafından kardeş gibi muamele görürler. Ancak David yapay bir zakaya sahip Mecha olmak yerine, erkek kardeşi gibi insan olmayı dilemeye başlamıştır. Masal Pinokyo'daki gibi Mavi Perinin bir gün gelip, onu insan yapmasını ister.

Baba Henry ise David'den ürkmeye başlamıştır. 'Sevmek için yaratıldıysa, nefret etmesi de çok doğal olmalı, sınırları zorlarsa tehlikeli olabilir' demektedir. Uzaklaştırılmasını ister. Ancak anne, ona çok bağlanmıştır.

David'in bilmeden erkek kardeşine zarar vermesi üzerine, evden uzaklaştırılmasına karar verilir. David için macera başlamıştır. O, Mavi Perinin varlığına inanır ve bulmak üzere yola çıkar. Mavi Periye ulaşmak için her yolu dener.

Dünyada gelişen yapaylığa baş kaldıran bir takım insanlar, arena benzeri bir yerde robot ve humanoidleri izleyiciler önünde yok etmektedirler. David de onların eline düşer.

'İşte bu, insanoğluna ve Tanrının bütün çocuklarına yapılmış hakarettir!... Tanrının çocuklarının kalplerini çalmak, çocuklarımızı değiştirmek için yapılmışlardır! İlk bakışta koca bir yalanın gözler önüne serildiğini görmüyor musunuz? Duygularımızın kandırılmasına izin vermeyelim. Cezalandırdığımız tek şey yapaylık!!!...' diye haykıranların elinde parçalanmak üzereyken, seyirciler bu duygu dolu çocuğa acırlar ve kurtulmasını sağlarlar. Duygu dolu insanlar, yapay da olsa duyguları olan bu çocuğa arka çıkmışlardır.

Ona yardım edenler arasında Jigolo Joe isimli bir humanoid de bulunmaktadır. Birlikte 'hayallerimizin peşine düşmeliyiz' diyerek Mavi Periyi aramaya koyulurlar. Mavi Perinin dünyanın sonunda, aslanların ağladığı yerde, denizdeki kayıp şehir Manhattan'da olduğunu öğrenirler. Güçlüklerle buraya ulaşırlar.

Mavi Peri Manhattan'da değildir. David bilmeden, gerçek evine geri dönmüştür. Yaratıldığı, yapıldığı yere... Humanoid fabrikasında kendisinin tıpa tıp benzeri yüzlerce humanoidle karşılaşır. Oysa o, kendini eşsiz sanmaktadır. Yıkılmıştır... Kendini yok etmek üzere 'Annecim' diyerek kendini denize atar. O sırada birden, denizin dibinde batık bir Pinokyo kentine rastlar. Şaşırmıştır... Mavi Periyle karşılaşır.

'Mavi Peri, lütfen, lütfen beni gerçek çocuğa dönüştür. Mavi Peri lütfen, lütfen beni gerçek yap' diyerek yalvarır. Ancak Mavi Peri sanki taş kesilmiştir. Ona yanıt vermez. David gözlerini Mavi Periden ayırmaz. Öylece kalakalırlar. Yıllar, yıllar geçer, ne David, ne de Mavi Peri kıpırdamaz, her ikisi de donmuştur. Tam 2000 yıl geçmiş, deniz buzlarla kaplanmış, David de buzların arasında kalmıştır. Bir tür fosil gibi...

David'i o sırada dünyada yaşayan yaratıklar bulurlar. İnsanlığın nesli tükenmiştir. Ve insanoğlunu tek tanıyan humanoid olarak David'in yapay beyninden bilgileri alırlar. Sanırım ona acırlar.

David birden kendini evinde bulur. Annesine seslenir. 'Annecim, Annecim nerdesin?, Ben geldim Annecim, nerdesin?'... Yüzyıllar geçmiş, yaşam değişmiştir. Annesi yoktur. David'in beyninden akan goruntuler uc boyut kazanıp odanın ortasına düşer... David'in donuk gözlerinden soğuk yanaklarına yaşlar akmaktadır. Sıcacık, sımsıcacık yaşlar...
-Bitti mi?
-Evet. Hadi tut elimden, gidelim artık. Kaç balık oldu?
-Sadece yedi tane... Sazan nasıl yakalanır Dede?

.....

Yazarın notu: Gereği üzere yazılmıştır.

Leyla Ayyıldız

Yukarı

 Misafir Kahveci : Asya A.


CAN'IN GÖNLÜ - Nam-ı değer cenap

Yamanlar; İzmir'in bir yeri.
... kalabalık bir ailenin en küçüğü, ama en büyüğü. Başlar kendini bildi bileli çalışmaya. Okur-çalışır hem ailesine hem kendine. Aza kanaat eder çoğu bulacağını niyet etmeksizin. Delikanlılığın, en delisinden, yaşından umulmadık bilge-sinden, akıtır damarlarından attırır yüreğini ağırbaşlı.

İnci'si, severek içerdi o küçük ocakta hazırladığı çok şekerli kahvesini; yudum yudum atardı melankolisini Ve oh (!) nidasıyla toplanarak gücünü ayaklanırdı işinin başına. Can, İnci tanesini midyesinden bulup çıkardı, yüreklendirip canına can kattı. İnci, kızanası olmanın gururuyla Can'ı canına katıp oğul edindi kendine. Artık kızı erkek kardeş, sahibi-y-(di).

İnci tuttu Can'ı elinden, getirdi kendi ekmek teknesine. Can çay-kahve ocakcılığından yükseldi lokal oçaklığına, garsonluğuna, ve hatta ahçılığına.
İnci'sinden her gün bir şey öğrendi; karşılığını öğrendiğini göstererek ödedi. Can, borçlu kalmayı sevmezdi, asla istemezdi kendisine verilmesini, hak ettiğinden fazlasını A, bi de söylenen her sözü anlamadan dinlemezdi, minnet duyduğu meleğincisi olsa bile, yerine getirmezdi.
- Niye, niye, niye...
İkna olana kadar inatla sorardı. Sabırla yanıtlanırdı, onun bu inadını anlayan sevenleri tarafından. İlkeliydi de, henüz onaltısında olmasına rağmen abla, kardeş bilmezse konuşmaz, lafını esirgerdi kadınlardan. Toyluğundan ve kadın korkusundan.

Can işte, hepimiz içinde az da olsa olan. Hatırlayalım dı, dileğim. Yoktu başka bir nedenim, yoksa bitmek bilmezdi onu anlatmam, hayallerimizin gücüne inanarak ayrılıyorum bir kez daha oyunun TAM ortasından...

Can-ı Gönülden

Çırak Asya

Yukarı

 Hariçten Gazel Okuyan Kahveci: Sait Elibol


İki yüz elli yılda ne değişti?/Alıntılar

Jean Jacques Rousseau'nun yaklaşık iki yüz elli yıl önce kaleme aldığı Toplum Sözleşmesi (Du Contrat Social) adlı dört kitaptan oluşan eserinin özetini okuyorum şu sıralar. Okudukça anlıyorum ki, 1762 yılından bugüne, teknolojideki gelişmelerden, iletişim kolaylığından ve çevresel kirliliğin artmasından başka pek bir şey değişmemiş. Dünya yerinde duruyor, üzerindeki insanlar değişiyor. Onlar da asıl ait oldukları yere mi dönüyorlar, yoksa toprağın altında çürüyüp bitkilere besin kaynağı mı olyorlar, kimse bilmiyor. İnançlardan öte kesin bir veri de yok zaten. Olsa ne farkeder ki, zira beni ölümden ziyade yaşam ilgilendiriyor.

Aslında en çok gereksinme duyduğumuz hoşgörü adına ve biraz da sevgi ve ahlak adına birşeyler söylemek istiyorum. Rousseau'nun dediği gibi sevgili, güvenli ve verici ana karnı arayışı, zorbalığın olmadığı, kimsenin hakkının yenmediği, karşılıklı anlayışa dayalı bir toplum düzeni arayışı. Hepsi bundan ibaret. Sizlere daha fazla güzel sözler söylemek, mutluluğun suç sayılmaması gerektiğini ağdalı ve uzun cümleler kurarak anlatmak isterdim ama bugün Toplum Sözleşmesinden alıntılar yapmayı yeğledim. Yorumları da size kalsın.

-Birinci kitap:
...Hiç bir zorbalık meşru değildir., çünkü güç hiç bir hak yaratmaz...
...Çünkü hakkın güçten doğduğunu kabul ettiğimiz anda, nedenle birlikte sonuç da değişir: Bir önceki gücü alteden bir başka güç, onun hakkına da sahip olur. Başkaldırı cezasız kalabildiği anda meşrulaşabilir de; Ve güçlü her zaman haklıysa, yapılacak şey de güçlü olmanın bir yolunu bulmaktır. Gel gelelim güç ortadan kalktığında yok olan bir hak nasıl bir haktır?..
...Krallar, halklarının geçimini sağlamak şöyle dursun, kendi geçimlerini de halktançıkarırlar ve Rabelais'in de dediği gibi, bir kral az şeyle de yetinmez...
...Bir kalabalığı boyunduruk altına almakla bir toplumu yönetmek arasında büyük bir ayrım her zaman olacak...

-İkinci kitap:
...Anlatıldığına göre, Japon hokkabazlar izleyicilerin gözleri önünde bir çocuğu parçalara ayırıyor sonra parçaları birbiri ardından havaya fırlatıyor, en sonra da bütün ve canlı olarak yere indiriyorlarmış. Bizim siyasacıların yaptığı hokkabazlığın da bundan pek aşağı kalır yanı yok; Toplumsal bedeni, panayır yerlerine yaraşır bir gözbağcılıkla parçaladıktan sonra bu parçaları, bilinmez nasıl, biraraya getiriyorlar...
...Çünkü insanlara komuta eden yasalara, yasalara komuta eden de insanlara komuta etmemeli; Yoksa , yasaları tutkularına araç yapar ve kendi yaptığı yasalarla çoğu zaman haksızlıklarını sürdürür; Birtakım kişisel görüşlerin kendi yapıtının kutsallığına gölge düşürmesine hiçbir zaman engel olamaz...
...Ey özgür uluslar, şu özdeyişi hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın: Olmayan özgürlüğü elde edebilirsiniz, ama yitirdiğinizi asla...
...Yüksek yönetim merkezinin biraraya getirdiği, birbirini tanımayan insanlardan oluşan bu kalabalıkta yetenekler gömülü, erdemler gizli, kötülükler cezasız kalır. İşten göz açamayan yönetici, hiçbir şeyi göremez olur; Devlet yönetimi, küçük memurlara kalır. Merkezden uzaktaki birçok görevlinin yan çizmek ya da atlatmak istediği genel yetkeyi ayakta tutmak için alınması gereken önlemler ise, tüm kamu hizmetlerini soğurur; Geriye, halkın mutluluğuna harcanacak hiçbir şey kalmaz; Bir şeyler kalacak olursa onu da gerektiğinde savunmasına harcayacaktır. Çatısına göre fazla büyüyen bir gövde, kendi ağırlığı altında işte böyle ezilip yok olur...
...Eşitliğe gelince, bu sözcükten, güç ve varsıllık düzeylerinin herkes için kesinkes aynı olacağı anlamı değil ; Güç konusunda, bunun her çeşit zorbalığın üzerinde olması ve her zaman yasalar ve toplum gereği kullanılması; Varsıllık konusunda ise, yurttaşlardan hiçbirinin bir başka yurttaşı satın alabilecek denli varsıl, hiçbirinin kendini satmak zorunda kalacak denli yoksul olmaması gerektiği anlamı çıkartılmalı...

Üçüncü kitap:
... Dünyadaki tüm yönetimlerde devlet, hiçbir şey üretmeden yalnızca tüketir. Peki, bu tüketilen nesne ona nereden gelir? Üyelerinin emeğinden. Kamunun gereksinimini, özel kişilerin gereksinim fazlası üretimi karşılar. Bundan da ''yurttaşlar devleti, ancak, insanların emeği kendi gereksindiklerinden fazlasını sağladığı sürece ayakta kalabilir'' sonucu çıkar...
...Unutmayın ki, kentleri surları, köy evlerinin yıkıntılarından oluşur. Başkentte ne zaman bir sarayın yükseldiğini görsem tüm memleketi yıkıntıların doldurduğunu görür gibi olurum...
... Yurttaşları, kendi görebilecekleri işleri parayla satın almaya yönelten, tecimin ve zanaatın güçleşmesidir, aşırı kazanç hırsıdır, gevşeklik ve rahata düşkünlüktür. Kazancı çoğaltmak için bunun bir bölümünden vazgeçilir diyelim; Ama paranızı verdiniz mi, çok geçmeden köle durumuna düşersiniz. Şu finans sözcüğü var ya, kölelere özgü bir sözcüktür o; sitede bilinmeyen bir sözcük... gerçekten özgür bir devlette yurttaşlar her işini kendi elleriyle yaparlar, parayla değil. Ödevlerinden kurtulmak için para verirler. Ben beylik düşüncelerden çok uzağımdır; Angaryaların, özgürlüğe vergilerden daha az aykırı düştüğüne inanırım.
Devlet ne denli iyi kurulmuşsa, yurttaşların kafasında, kamu işleri, özel işlere göre o denli öncelik taşır. Hatta özel işler çok daha azalır, çünkü ortak mutluluğun toplamı, her bireyin mutluluğuna daha büyük bir pay sağladığından özel çabalarla arayacağı fazla bir mutluluk kalmaz...
...Halkın vekilleri onun temsilcisi değillerdir, olamazlar da; Olsa olsa onun geçici özel işlerini yürütmekle görevli olabilirler ve sonul hiçbir karar alamazlar.Doğrudan doğruya halkın onaylamadığı hiçbir yasa geçerli değildir; Yasa bile değildir. İngiliz halkı kendini özgür sayıyorsa da çok yanılıyor; O, ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür; Bu üyeler bir kez seçildi mi artık bir köledir, bir hiçtir o. Kısa özgürlük anlarında bu özgürlüğü iyi kullanamadığı için de onu yitirmeyi hakediyor...
...Hükümeti kuran bağıt, kesinlikle bir sözleşme değil, bir yasadır ve yürütme gücünü ellerinde tutanlar da halkın efendileri değil görevlileridir; Halk, istediği zaman onları işbaşına getirip istediği zaman işten uzaklaştırır; Onlar için sözleşme yapmak değil,boyun eğmek söz konusudur ve devletin onlara dayattığı görevleri üstlenmekle yalnızca yurttaşlık ödevlerini yerine getirmiş olurlar, koşullar üzerinde tartışmaya girmek gibi bir hakları yoktur...

-Dördüncü kitap:
...Ama toplumsal bağ gevşemey ve devlet güçsüzleşmeye, kişisel çıkarlar kendini daha çok duyumsatmaya ve küçük topluluklar büyük topluluğu etkileri altına almaya başladığı zaman genel çıkar etkisini yitirir, genel yarara karşı çıkanlarolur; Artık oybirliği diye birşey kalmaz; Genel istenç, herkesin istenci olmaktan çıkar; Çelişkiler, tartışmalar baş gösterir; En iyi görüşler bile kavgasız, gürültüsüz kabul edilemez olur.
Ve sonunda yıkılmaya yüz tutan devlet, aldatıcı, boş bir görüntü olarak varlığını sürdürür olduğunda, yüreklerde toplum sevgisi kalmadığında, en aşağılık çıkarlara utanmadan kamu yararı gibi kutsal bir ad yakıştırıldığında genel istencin sesi soluğu çıkmaz olur; Gizli emellerin güdümündeki insanlar, sanki devlet hiç var olmamış gibi, artık birer yurttaş olarak görüş belirtmezler ve yalnızca özel çıkar gözeten bir takım insanlar haksız kararları yasa diye yuttururlar.
Bundan, genel istencin yok olduğu ya da yozlaştığı sonucu mu çıkar? Hayır, genel istenç hiçbir zaman değişmez, bozulmaz ve arılığını yitirmez; Fakat kendisine üstün gelen başka istençlere bağımlıdır artık...

Yorumları da size kalsın dedik demesine, ama kapanışta birkaç yorum yapmadan da bitiremiyeceğim yazımı. Ne yeni birşeyler söylemek, ne de akıl vermek arzusu bendeki. Ürkmüş, korkmuş insan yığınları olduk, ya da Roussaeu'nun deyimiyle sevgisiz yüreklerle yaşamaya zorlandık, alıştırıldık, sonunda da kanıksadık başımıza gelenleri. Oysa böyle mi olmalıydı, şüphesiz ki hayır.

Ne der George Sand ''Şeytanlı Göl''de?
...Oysa, doğa sonsuza dek gençtir, güzeldir ve eliaçıktır. Özgürce gelişmelerine olanak tanınan bütün yaratıklar ve bitkiler, üzerine şiirini ve büyüsünü saçar. Mutluluğun gizi ondadır ve bu gizi ondan kimse çalamamıştır. En mutlu insan, işini bilen, elleriyle çalışan, gönencini ve özgürlüğünü, bilinçli zekasını kullanmakta bulan, duyguyla ve mantıkla yaşamak ve kendi yapıtını anlamak, Tanrının yapıtını sevmek olanağını bulan insan olabilir...

Ne duruyorsunuz o zaman, ayağa kalkın ve harekete geçin.

Sait Elibol
elibol@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.203 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


SONRA

Yorgun düşler kaldı geriye,
Yorgun anılar kaldı bize.
Fırtınadan sonra,
Kırık tekne kaldı.
Kıyıya vuran kalıntılardan sal yaptık,
Yüzdürdük koylarda.
Güneşi devirdi sıra dağlar,
Bulutlar dağıldı ansızın,
Yağmurdan sonra toprağın serinliği kaldı.
Toprağı dölledi yağmur,
Çiçekler fışkırdı, güller kızardı,
Bunlardan geriye bomboş bir bakış kaldı.
Bir avuntu, boş bir çırpınış,
Kalanları götürdü silik dehlizlere.
Gülleri sorgulayan bahçıvan sularını kesti,
Önlerine set yaptı, güneşi görmesinler diye.
Koca bahçede bir bahçıvan kaldı,
Onu da rüzgar uçurdu,
Yapraklarla birlikte...

Hüseyin Cüneyt Sandıkçı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Bunlardan korkulur ama!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


Berrin CerrahoğluANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...

Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.

28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.

Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.



Berrin Cerrahoğlu,

'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA'
sergisini onurlandırmanızı diler.

Açılış Kokteyli: 28 Şubat 2004, 18:30
Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004
Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi
Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4
Galatasaray / İstanbul

Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com


Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.tiyatroevi.com/index.php
...Her insanın içinde bir sanatçının saklı yattığı, tüm hayvanlardan en çok insanın sanata yatkın olduğu ne denli doğruysa, insandaki bu sanatsal yatkınlığın zamanla geliştirilebileceği ya da körlenip gideceği de o denli doğrudur. Bertolt Brecht... Tiyatroyu severim, seveni de severim.

http://www.kampf.nl/marijn.org/online.php
Logonuzu yapabilmeniz için uygun bir taslak istiyorsanız, sizin için güzel bir çalışma örneği sunuyorum. Kutucuğa logonuzda görülmesini istediğinizyazıyı yazıyorsunuz. Ünlem işareti olan butona tıklıyorsunuz. Ve işte logonuz tam karşınızda... Güle güle kullanın.

http://www.jimmy-k.com/amanita/www/playgrounds/rocketman.htm
Nike dünyamızdan uzak bir noktada, adı belli olmayan bir gezegende gizli bir laboratuvar kurmuş. Basketbol ayakkabılarını test için kurduğu bu yerde bilim adamlarına yardım etmeniz gerekiyor. Bakalım kaybettikleri şifreyi bulmaları için yardım edebilecekmisiniz.

http://www.citesciences.fr/english/ala_cite/expo/explora/image/mona.html
Hani şu dünyaca ünlü tablo "Mona Lisa", ressamının bile önüne geçmiş ünü ile tam karşınızda. Gülüyor mu yoksa ağlıyor mu diye senelerce tartışılan yüz ifadesiyle oynayabileceğiniz güzel bir çalışma. İster güldürün, ister kızdırın.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040225.asp
ISSN: 1303-8923
25 Şubat 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri