KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 458

 10 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Deli Dumrul aklı!..


Merhabalar,

İyi ki dün gece uyuya kaldık. Maşallah ne tembelliğimiz, ne şişmanlığımız, ne çürüklüğümüz kaldı. Hey Allahım duyanda hiçbiri asla uzun oturmazmış sanacak. Biraz içimiz geçmiş işte hepsi bu kadar. Ahınız tuttu herhalde, bugün uzun oturmaya fırsat bulamadım zira halen ofisteyim. Bu sayıyı sizlere ofis ekipmanlarımla hazırlamaya çalışıyorum. İşte gördüğünüz gibi zenginlik başa bela. Matbaa bir değil ki, bir sürü. İnsan hangisinde basacağını şaşırıyor. Tıpkı ulu insan, yüce büyüğüm, işbilir işadamı, matbaamın anası, babası, dayısı herşeyi, sanal kuzenim Bill Gates gibi. Bastığı paralar yetmemiş olacak ki, SPAM'i önlemenin yolunun eposta başına 1 cent almaktan geçeceğini buyurmuş. Maaşallah paşam, Allah dimağına zeval vermesin. Deli Dumrul'un köprüyü tutması gibi gelenden geçenden para alalım yolumuzu bulalım diyor zahir.

Yalnız ortada bir garabet durum var. Hani Bill Gates internet cahili bir hint fakiri olsa mesele yok. Adam bu işin kurucularından ama böyle bir fikir yürütebilmiş. Bunun altında bir çapanoğlu ararım ben arkadaş. Kardeşim kim kime nasıl nerede para ödeyecek? Virüslerin yolladığı epostalar ücrete tabi olacak mı? Yoksa onlar akbil indiriminden mi yararlanacak? Toptan ödeme yapılırsa indirim olacak mı? Kahve Molası bu işten nasıl etkilenecek? Günde dörtbin kişiden, günde 40 ayda 800 yeşil doları ben mi ödeyeceğim? Yok ben ödemeyeceksem kahveciler mi ödeyecekler? Sonra beni mi yoksa Bill'i mi dövecekler? 5 epostaya 1 eposta bedava, peşinatsız 18 ay taksitle, KM Fincanı alana fincan başına 3 eposta hediye, gibi promosyonlar uygulanacak mı? Uygulanmayacaksa fincanlar elde mi kalacak? Outlook Express'ten cepteki cüzdana bir USB bağlantı yapmadan program çalışmayacak mı? Tüm bu saçma sapan sorulara cevap almadan bu fikri ciddiye almamı bekleme benden kuzenim Bill.

Okuyor musunuz bilmem, ama KIRKYAMA sona yaklaştı. Önümüzdeki hafta bitecek. Okumayanlar, bittikten sonra okurlar artık. Bir sonraki KIRKYAMA grubunda yer almak isteyenler şimdiden başvuruda bulunabilirler. Böyle böyle biz sonunda koca bir roman yazacağız sanırım. Şimdilik bu kadar. Hepinize güzel birgün diliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Nevzat Tarhan

 AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan

   BİLİNÇLİ EBEVEYN OLMAK

Her şeye sahip olduğu halde mutsuz olan çocuklarda ne gibi eğitim hataları yapılıyor? Çocuğun asıl ihtiyacı nedir? Çocuğunuz için her şey daha iyi olsun derken doyumsuz bir çocuk mu yetiştiriyoruz?

Bütün bu soruların cevaplarında formül sevgi ve disiplinin birlikte ve dengeli verilebilme uygulamasıdır. Anne-Baba merkezli aile derken çocuk merkezli aile olmak çocuğu evin küçük hükümdarı da olması mümkün. Amacımız mutlu çocuk yetiştirmek değil onu hayata hazırlamaktır. Onun iyiliği ve mutluluğu için arzularını erteleyebilmeyi ve ev hayatını kurallı ortam yapmayı başarmalıyız. Ama çocuğumuza kızarken bile severek kızmalıyız. Onun kişiliğine saygı gösterelim, büyük insan gibi dinleyelim, ama büyük insan davranışı beklemeyelim.

Bilinçli ilişkinin genel kurallarına ilave olarak şunlar söylenebilir.

1- Önce çocuğunu tanı : Çocuğun psikososyal gelişiminde her yılın farklı özellikleri vardır. Her evreyi bilmek çocuğunuzun ruhsal ve fiziksel güvenliği , ihtiyaçları ve sınırlarına göre davranmayı sağlar. Çocuğunuza taşıyamayacağı psikolojik yük yüklememiş ve onu yaralamamış olursunuz.

2- Demokrat olmak: Otoriter değil, demokrat ebeveyn olmanın önemini kavramak.

3-Çocuğun birey olmasına fırsat vermek : Çocuk bizim çocuğumuz ama bize ait değildir. Onu ayrı bir insan olarak düşünmeliyiz. Çocuğun anne- babadan sağlıklı ayrışması gerekir.

4- Esnek olun : Her çocuğun yapısı ayrıdır. “Ben babamın yaptığını yapıyorum ve bana zararı olmadığını biliyorum” sık duyduğumuz sözlerdir. Dar görüş ve dar düşünceler her çocuk için geçerli değildir. Hatta beş kardeş varsa hepsinin anladığı dil farklıdır.

5- Etkin dinlemenin önemini bilin : Çocuk konuşmasını bitirinceye kadar dinlenmeli, sözü kesilmemeli, göz teması, kurarak konuşulmalı. Baş sallamak, onay işaretleri, sorular sormak gerekir.

6- Aile içi oturumlar yapın : Beraber zaman geçirmek çok yararlıdır. Karşılıklı birbirlerinin sevinç ve üzüntülerinden haberdar olunur, hayat paylaşılır. Amaç mutlu çocuk yetiştirmek değil, çocuğu hayat hazırlamaktır. Beraber zaman geçirmek bunun için önemlidir. Zamanın süresinden çok nitelikli olması faydalıdır.

7- Ödüller ve Cezalar : Evin kurallı ortamı olması gerekir. Bir futbol maçında bile kurallara uymayanlar kart görür. Aile sosyal bir anlaşma demektir. Akıllı, uslu, çalışkan olduğunda çaba ve davranışı ödüllendirilmeli. Kişiliğini övemek doğru değildir, çabaları övülmelidir. Çocuğun davranışlarının sorumluluğunu üstlenebilmesi ve sosyal beceriler kazanabilmesi sınırları bilmesine bağlıdır. Sınırları aşarsa hataya orantılı bir bedel ödemelidir.

8- Olaylar üzerinde konuşun : Birlikte yaşanan üzüntülü ve sevinçli olaylar üzerinde sohbet etmek çocukta aidiyet ve bağlılık duyguları uyandırır. Çocuk böylece ailenin yaşam biçimi ve değer ölçülerini benimser . Yoksa konferans, vaaz tarzı yaklaşımların hiç faydası olmaz. Monolog değil diyalog gerekir. İki tarafta konuyu bilmelidir.

9- Arkadaşlarını tanımak : 3 yaşından itibaren arkadaş çocuk için önemli olmaya başlar. Hayatı oyun içinde ve arkadaşlar arasında öğrenir. Arkadaşları kötülenmemeli, mümkün olduğunca eve çağrılıp, olaylar üzerinde konuşmaya çalışılmalıdır. Arkadaşını küçük düşürücü yaklaşımlar çocuğunuzu gizli saklı iş yapmaya iter.

10- Sorumluluk verin : Bağımsızlık kazanacağı ev işleri, alışverişler, küçük başarıların tadını ona tattırın. “Onun yapacağı işten ne olur” demeyin. Bırakın yetenekleri gelişsin.

11- Yuva sıcaklığını hissettirin : Beklemediği bir anda çocuğa gülümsemek onda güven ve bağlılık duygusu uyandırır. Korktuğu, heyecanlandığı anda elini tutmak hafızasında olumlu izler bırakır. Bedensel dokunmalar çocuğa güven verir. Sevginin egemen olduğu ev modelinde anne babanın otoritesi azalmaz tam tersi çocuğun büyüklere saygısı daha da artar. Anne ve babanın sevgisini kaybetmemek için iyi şeyler yapmaya çalışır. Kişiliğine değer verilen, sığınacak yuvası olan çocuk hayatta daha başarılı olur.

12- Davranış diline dikkat : Özellikle ergenlikten önce çocuklar sorunlarını sözdili ile anlatamazlar. Sinirlilik, aşırı hareketlilik, altını ıslatma, kavgacılık, yalancılık, iştahsızlık, uykusuzluk, kıskançlık, korkaklık, okul başarısızlığı, kekemelik, bedensel yakınmalar birer işaret olabilir. Gizli depresyonun söz dili ile anlatılamaması tedavi gerektirir.

13- Örnek olunduğunu unutmamak : Çocuğun “annem- babam gibi olmak istiyorum” diyebilmesini sağlayabiliyor muyuz? Özdeşim modeli olarak ne kadar doğru davranıyoruz? Çocuk sözlere değil davranışlara bakarak yaşadıklarını öğrenir.

14- Çözüme odaklaşmak: Sorunla karşılaşınca telaşlanmak yerine çözüm odaklı düşünmeyi başarmalı, emretmek yerine fikir vermek gerekir. Büyüğün hayat tecrübesi çocuk için bir hazinedir.

Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   Küçük Bir Aşk Hikayesi

Okurken en çok etkilendiğim yazılar, bizzat yaşayan tarafından kaleme alınmış, okuyucu beğenmezse kaygısı güdülmeden, sadece hissettiklerini yazıya dökmek amaçlı yazılmış yazılardır. Bu sınıfın bence en güzel örneklerinden biri, Victor Hugo'nun ''Nişanlıya Mektuplar'' adlı kitabı. Kitap, Hugo'nun sevgilisi Adele Foucher'a yazdığı mektuplardan oluşuyor. Sevgilisinden saklamamasını, hatta yakılmasını istediği halde, daha sonra eşi olan Adele Foucher tarafından saklanan mektuplar, Victor Hugo'nun gençlik yıllarının da belgesi niteliğinde. Aradaki pek çok engele rağmen, iki sevgili yıllarca birbirlerine olan duygularını, sevgilerini, sezgilerini, öfkelerini, coşkularını ve yılgınlıklarını mektuplar ile taşırlar.

Birlikteliklerine giden yol mektuplarla döşenir. Her biri insanı kıskandıracak derecede büyük bir aşkın anlatımı. Gerçek bir öykü oluşu, imkansız gibi görünen aşklarına sahip çıkışlarının, dünyanın en büyük yazarlarından birinin yüreğinden kalemine dökülüşü sebebiyle okunmaya değer bir kitap.

Kitabın son cümlesi, Victor Hugo'nun ağzından aşkın tanımı. ''Aşka hiçbir şey yetmez. Mutlusunuzdur; cenneti istersiniz; cennete sahipsinizdir; Tanrı'yı istersiniz.''

Herkes için tarifi farklı bir ürün aşk. Kimine göre mutluluk, kimine göre üzüntü kaynağı, kimine göre ilk görüşte, kimine göre tanıdıkça, kimi tutkulu, kimi temkinli. Bence aşk, iki kişilik bir kağıt oyunu. Kartlar karşılıklı olarak atıldığı müddetçe oyun devam ediyor. Bir tek kuralı var bu oyunun, yere atılan kağıtların toplamı ''On'' olmak zorunda ama iki tarafın da elinde olmayan tek kağıt ''Beş''. Tek, fakat acımasız bir kural, dört atarsan altı, altı atarsan dört ile karşılık buluyor kağıdın.

Çok sevdiğim bir dostumun son günlerde yaşadıkları, kendi aşk tarifime olan inancımı daha da güçlendirdi. Bundan bir kaç ay önce dostumun attığı oldukça yüksek bir kağıt ile başladı onların oyunu. Uzun zamandır uzaktan uzağa tanıyıp hayran olduğu birine, her şeyi göze alıp başlattı oyunu. Karşı tarafın elinde kağıt bile olduğundan şüphe duyarken, oyununa karşılık bulmak dostumun aklını başından almıştı. İşte bugünler, Hugo'nun sadece ''Mutlusunuzdur'' tanımına uyan günlerdi. Sadece bir kağıt atılmış olması bile, dostum için mutluluğun ta kendisi idi. Artık dostum için mutlu olmak demek, sadece onunla telefonda konuşmak ya da gelen iki satır mektup ile hayallere dalmak demekti. Her zaman dostumun kağıt atması beklense de artık karşı taraftan da büyük sayılar geliyordu. Gelen sayıların büyüklüğü dostumun aklını başından almakla kalmayıp yavaş yavaş cenneti istemesine de sebep olmaya başlamıştı. Gördükçe daha fazla görmek, konuştukça daha fazla konuşmak istiyor ikisinin aynı karede yer aldığı hayallerin sayısı artıyordu. Hugo haklı idi, cennete belki sahip olmak üzere idi ama daha sonrasının imkansızlığı o an için düşünülmüyordu.

Günlerden bir gün, üstü kapalı anlatımlardan sıkılan dostum, duygularını bütün açıklığı ile ortaya döktü. Sevgisinin önlenemez yükselişini anlattı, birlikte olma hayallerini, kısa sürede de olsa, belleğinde kapladığı yerin büyüklüğünü, ileriye dönük hayallerini sıraladı. Onu düşününce yüzüne gelip yerleşen gülümsemeden, konuşurken daldığı farklı alemden bahsetti. İşte, ne olmadı ise, o günden sonra olmadı. Karşı taraf attığı bütün kağıtları yerden toplayıp oyunu bıraktı.

Dostumun göz ardı ettiği, unuttuğu tek şey, bunun bir kağıt oyunu oluşu idi. Kozlardan, blöflerden, yerden kağıt çekmekten, hileden ve kağıt gizlemekten bihaber dostum açık vermişti. Kartlarını öyle açık oynamıştı ki, karşı taraf, elindeki kağıtların büyüklüğü karşısında korkup oyunu bıraktı. Oyun bu kadar şeffaf olmayı kaldıramadı!

Bazen doğru cümleler kurmak, acımasızlıkla nitelendirilse de söylenmesi gerektiği zamanlarda söylenmemesi bence acımasızlığın en büyüğü. Dostum artık ne telefonlarına, ne mesajlarına cevap alıyor. Durumu bence çok açık, karşı taraf için sadece bir heyecandı. Her şeyde olduğu gibi, ilk günlerin verdiği bir heyecan. Ama sadece bu kadar. Sevmek mesai gerektiren bir görev ise, iki taraf da göstermeli. Bu tip olaylarda yaşamanın akıl vermek kadar kolay olmadığını bilsem de, doğrusu bu.

Binlerce, sonuçlanmamış, karşılıksız aşk hikayesinden biri size anlatmaya çalıştığım. Belki dostuma söyleyemediklerimi biriyle paylaşmak istedim. Karşılıksız da olsa, ben, bu duyguyu yaşamayı seviyorum diyenlere, diyecek hiç bir sözüm yok. Dostum gibi umudunu yitirmeden bekleyenler için ise; Azmin zaferi, Hugo'nun kitabını öneriyorum.

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


    HANIMELİ...

- Ağaç olmak zor bir şey olmalı...
- Ağaç olmak mı ?
- Evet ne var ?
- Zordur herhalde... Bilmiyorum, hiç ağaç olmadım ki ...
- Ya olduysan, olmadığını nasıl bilebilirsin ki ?
- Ebruuuuuuu

Neeeee !.. Tuhaf olan ne ? Ne fark var, doktor olmak zor olmalı desem, sorun olmaz, ama ben bunu merak etmedim ki... Ağaç olmak zor bir şey gibi geldi sordum ne var bunda ? Yani neden Ebruuuuuuu ?

- Her mevsimde birer gün yani toplam dört gün boyunca ağaç, bir gün boyunca ev köpeği yada kedisi ve yine bir gün boyunca sokak köpeği yada kedisi olmak ve tamı tamına sıradan bir gün de erkek olmak istiyorum....
- Kedi, köpek, ağaç ve bir erkek... Bir bağlantı olsa neyse diyeceğim de o da yok...
- Üfff, sen en iyisi beni dinleme, hiçbir şey anlamıyorsun.
- Seçeneğim var mı peki, dinlemesem anlatmayacak mısın yani ?
- Söz veremem, belki bir süreliğine evet.
- İyi, tamam anlat Ebru anlat...
- Yok artık anlatmam, bu kadar duyarsızlığa dayanıp anlatamam.

Tamam, yine haklı kabul edeyim. Öyle ya, futbol, borsa, iş güç, çoluk çocuk değil ki anlattıklarım. Hem ben bunları merak etmiyorum ya... Sıkılıyorum ayrıca... Çok sıkıcı...

- Ne aldın sen Ebru...
- Börülceeee.
- Ne yapacaksın börülceyi ?
- Börülce yapacağım.
- Börülce zaten börülce, yemeğini yapabilirsin bu muydu düşündüğün.
- Özürler dilerim bol bol, sayın T.D.K üyesi, sana ne börülceden aldım işteeee...
- Saçma, yani sırf dağın başında buraya özgü bir şey diye börülce almış olman saçma. Ayrıca, börülce yemeği yapmayı da bilmiyorsun sen.
- Beni bağırttırma, aldım, yemeğini de yapacağım, hem de yiyeceğim.

Ne yapabilirim, Abant ' tan alabileceğim tek şey olarak börülce bulabildim. Tamam, yapmayı bilmiyor olabilirim, ama öğrenemeyeceğim anlamına gelmez. Hem canım çekti...

- Güzel kek yapmışım, maşallah bana, süperim beee.
- Sen şimdi iki kek yapmayı öğrendin diye, pastane falan açmaya kalkarsın.
- Yok pastane demek doğru olmaz. Ben Hanımeli diye bir yer açacağım.
- Hanımeli mi ?
- Adı Hanımeli olacak, yemek yapan ve sadece masrafını çıkartabilecek , ev havasında bir yer açacağım. Yemek, kek, börek, çörek falan yapıp, sunulacak bir yer.
- Sen yapacaksın bunları öyle mi ?
- Evet ben, daha uygun biri varsa ona yaptıralım.
- Var annem.
- Ortak oluruz o zaman...
- Sen iyice şaşırdın, aklın bir yerde sen bir yerde, hayallerin her yerde...
- Üf sıkıldım, ben çıkıyorum...
- Nereyeee ?
- Var olmanın özgürlüğünü kullanarak, hayallerimin başkaları tarafından itilip kakılmadığı bir yere... Olasılık bir çocuk parkına. Ve sakın ola arkamdan gelmeee.

Yok yok tüm dünya üstüme üstüme geliyor... Ben en iyi ablam anlar... En azından dinler ve anlamaya çalışır ve her zaman doğruyu söyler. Sırayla soracağım tek tek.

- Alo abla,
- Canım nasılsın ?
- İyiyim. Bak şimdi dinle...
- Evet...
- Ben şimdi süper kek yapıyorum ya,
- Eeee
- Ya kesme dinle... Ben şimdi süper kek yapıyorum ya, dedim ki kendime Ebru sen bu konuda kendini iyice geliştir hanımeli diye bir yer aç.
- Hanımeli mi ?
- Ya dinlesene kızım iki dakika... Evet Hanımeli yani adı Hanımeli. Küçük, ev havasında kek, börek, çörek yapan ve sunan bir yer. Masrafını çıkarsa yeter.
- İyi de senin işin var zaten, üstelik çok zamanını alan bir işin var. Yıllarca uğraştın bu iş için, hedeflerine ulaştın ve Hanımeli diye bir dükkan açacaksın sadece iki kek tarifin var diye.
- Hayır kekler çoğalacak, börekler, çörekler falan filan eklenecek.
- Canım, güzelim, bitanecik kardeşim üzülerek söylüyorum olmaz.
- Olur.
- Olmaz. Senin yapabileceğin bir şey değil bu... Sen yine uzaya çıkmışsın. Az in aşağı ve artık rutin hale gelen şu uzaya çıkma durumlarından uzaklaş.
- Abla dedik, en iyi o bilir dedik, söylediklerine bak... Sen fikrimi desteklersin diye aradım, uzay muzay konuşuyorsun yaaaa. Ne ilgisi var ?
- Yok tabii olabilir... Ama senle olur mu onu bilmiyorum ? Çok yanar dönersin Ebru ne diyeyim ben sana. Her an yeni bir şey çıkartıyorsun. Açarsın Hanımeli dükkanını, üç gün sonra ben vazgeçtim bu bana göre değil dersin olmaz.
- Ablaaaa...
- Tamam canım, ben önümüzdeki hafta İstanbul' dayım konuşuruz detaylı.
- Tamam, olumlu düşünerek gel lütfen. Bunu istiyorum. Bir şey daha... Ağaç olmak zor bir şey olmalı değil mi ?
- Ağaç olmak... Zordur mutlaka, hiç ağaç olmadım ki, bilmiyorum.
- Hiç ağaç olmadığını nereden biliyorsun ?
- Peki, ağaç olmak zordur mutlaka...
- Görüşürüz...

Şimdi ben üç beş kek yapabiliyorum diye böyle bir yer açamaz mıyım ? Ne yani sadece kek yemek için gelen olmaz mı, hem de ucuz halli ve çok güzel kek yemek adına... Sadece kekle kalmayacak ki, daha bir dolu tarif geliştireceğim. Tüketici yenilik ister ve ben bunu yapacağım. O kadar zor değil... Düşün bir kere, düşün, düşün...

Müşteri geliyor,kapıdan içeri giriyor ve minik dükkanda ona oturacak yeri gösteriyorum.

- Hoş geldiniz... Buyrun şöyle oturun çok rahattır...
- Teşekkürler, sahiden çok rahatmış. Çok şirin bir yer burası, üçüncü defa geliyorum. Geçen defa çok leziz bir kek yemiştim, elmalı, ondan var mı...
- Olmaz mı ? Yeni keklerimiz, çöreklerimiz, böreklerimiz, falanımız filanımızda var. Size tadımlık hepsinden ikram edeyim. Hem fikrinizi almış olurum.
- A yok çok yemeyeyim, malum kilo alıyoruz kolaylıkla...
- Yok yok merak etmeyin, birer parçacık minik getireceğim.
- Peki o zaman.

Elimde bir servis tabağı, içinde minik parçalar halinde yeni tariflerimle uzanıyorum masaya.

- Buyrun.
- Çok mükemmel görünüyorlar eminim çok lezzetlidirler.
- Umarım beğenirsiniz.
- Hımmm nefisler... Elinize sağlık, çok çok güzeller.
- Teşekkür ederim ve afiyet olsun.
Müşteri memnun, ağzının suları akarak yedi. Tıka basa doymuş, mutlu... Artık gitme zamanı...

- Teşekkür ederim, çok güzellerdi. Ben bir bütün kestaneli kek alabilir miyim, akşama misafirlerim var, onlara ikram ederim.
- A tabi memnuniyetle... Hemen paket yapayım... İşte buyrun.
- Çok teşekkürler. Çok beğenecekler biliyorum.
- Umarım beğenirler, misafirlerinize benden de selam söyleyin.
- Tabii söylerim. Borcum ne kadar. Bu defalık benden olsun lütfen.
- Aaa hiç olur mu...
- Neden olmasın, afiyetle yiyin.
- Teşekkür ederim, hayırlı işler...

Ne güzel işte, kekler bütün bütün satılıyor. Daha ne olsun. Diğer tariflerde geçer not aldı. Ohhh pek güzel işte. Tamam, parasını almalıyım tabii ki, sonuçta ticaret yapıyorum, esnafım yani... Aman ne olacak bir defa da benden yemiş olsun, ölmem ya.

Aşkım, ablam ve annemden oluşmuş yüce aile kurulu karşımda, ben hayalimi canlandırmalı olarak anlatıyorum; masaya oturup, müşteri oluyorum, onun repliklerini söylüyorum, ayağa kalkıp, Hanımeli dükkanının sahibi Ebru oluyor ve onun repliklerini söylüyorum. Etkili olmalı, inancımı doğru sunmalıyım diye, neredeyse mini bir tiyatro bile yaptım.

- Eee ne diyorsunuz ?
- Olllmazzz.

Danışıklı bunlar, üçü bir ağızdan haykırıyor, sanki imdat diyorlar... Belli ki kurulu etkileme konusunda başarısız olmuşum. Önemli değil...

- Tamam, tamam... Vazgeçtim...

Böyle diyorum ama, fikrimin geçerliliği sürüyor, sadece onları kandırıyorum. Ben çoktan kiralık dükkan ilanlarına bakmaya başladım bile... Açayım bir şu Hanımeli' ni hepiniz gelin, bendensiniz.

Dükkan işi çözülmek üzerede esas konu, yani aklımın takılı kaldığı mesele çözülmedi; Ağaç olmak zor olmalı değil mi ? Biri bana cevap versin lütfen. Kesinlikle şaka değil ve gayet ciddiyim, zordur değil mi ? Zorsa en çok hangi sebeplerden ötürü zordur ? Ve bir ağaç yaşadığı hayatın zorluğu karşısında, neler hissediyordur ? Yani acı çekiyor, üzülüyor, hüzünleniyor ve dahası ağacın gördüğü bizler, onun için ne demek oluyoruz ? Lütfen cevap verin.

Dediğim gibi, çok ciddiyim ve ağaç olmanın ne demek olduğunu kesinlikle anlamak istiyorum....

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 fa sol LA : Lale Ay


   ÇEK ELLERİNİ YAKAMDAN İSTANBUL!

Çek ellerini yakamdan İstanbul. Çek ellerini üzerimden!...
Bakma gözlerime mavi mavi!

Üşüdüm...

Duymasın sokakların üşüdüğümü,
yatağımda yatan adamdan başkasının gözlerine vurgun olduğumu.
Başka gözlerde kaybolduğumu.
Çek İstanbul, çek ellerini üzerimden!...

Ne Hisarın görebilecek duygularımı, ne Anadolu Kavağın,
ne de akıp giden Boğazın göz yaşlarımı.
Çek elini İstanbul! Çek diyorum sana!...

Simidimin yarısını paylaştığım martılar söylemeyecek kimselere,
vapurların düdüğü asla haykırmayacak,
duyurmayacak Sultanahmet'in müezzini aşkımı.
Çekeceksin ellerini yakamdan, çekeceksin,
çekeceksin ellerini İstanbul!...

Aşkın poyrazı gezinmeyecek tenimde.
Rüzgarın eteklerimi savurmayacak,
yeşil gözlerinin öpüşlerinde kaybolmayacağım.
Ve saçlarıma takmayacağım Emirgan'ın gülünü.

Dokunma bana İstanbul!
Kimseler bilmeyecek, kimseler işitmeyecek aşkımı...



Güneşin yakmayacak omuz başımı.
Yeni Camiinden havalanmış bir güvercin gölgesi olup,
düşmeyeceksin üzerime.

Altın Boynuz'unun üstünde bir bulut kadar doluyum İstanbul.
Başka bir adamın koynunda sırtımı dönüp ağlayacağım.
Gözlerimi kaçıracağım kahvaltıyı hazırlarken,
başka bir aşkın değdiği fark edilmesin diye...

Yerebatan'ından küflü bir nefes çekip, öksüreceğim.
Ellerim titreyecek, sigaram yere düşecek.
En karanlığından zindanlara atılacak yeni doğacak tüm aşklar.

Söz vereceksin, bir daha hiç böyle bir bahar doğmayacak...
Böyle doğmayacak güneş üstüne.
Söz vereceksin İstanbul, bir daha göz kırpmayacaksın Piyerloti'den...

Ağlamayacağım İstanbul, ağlamayacağım...
Ayaz çalacak, titreyecek bedenler.
Bir sela işitecek tüm eş dost.
Bu aşkı birlikte Karacaahmet' e götüreceğiz.
Ne sen anlatacaksın İstanbul, ne de ben!...
Bilsen kaç haykırılmamış aşk yatıyor orada.
Bilsen kaç çiçek filizlendi, hiç sulanmamış toprağında...

LA

Yukarı

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


Ankara'yı özledim

Ben mevsimleri Ankara'da sevdim.
Aydınlık ve geniş kaldırımlı caddeleri, Cuma konserleri, operası, akasyaları ve at kestaneleriyle anımsadığım üniversite yıllarımın sevgili kentinde.
Kızılay'dan bakanlıklara, güzelim kaldırımlarında kim bilir kaç taş aşındırmışımdır yürümekten. Kaç sevgilim oldu, kaç kez terk edildim acaba ?

Her anımsamak istediğimde,
kimi zaman ürkek ve çekingen bir evet ya da sert bir hayır sonrasının başı önünde üzgün ya da gözü bulutlarda, sevgi sarhoşu kemal gelir gözümün önüne .
Ama mutlu, ama umut dolu bir Kemal...

At kestanelerinin yeşili sararmaya başladığında rüzgarlar eserdi, keyif veren ama ürpertici bir soluk gibi, yaşlı, sararmış ve artık düzleşmeye yüz tutmuş tepelerinden Ankara'ya.

Sanki,
En güzel sonbaharlarım orada kaldı.
Her yağmur ertesinde papazın Bağı aklıma gelir,
Havadaki baskın çürümüş yaprak ve toprak kokuları, soyunmuş kavak ağaçlarının beyaz dallarında bağrışan saksağanlar ve kulaklarımı yalayan serin rüzgarların sesinde birbiri ardına sıcak çaylar, bozkırları, isli binaları, kömür kokusu ve üşüyen ağaçları yorgan gibi örten göz alabildiğine beyazlığıyla kış ve ardından iğdeleri, kekikleri, yaban bademlerinin pembesiyle ilkbahar...

Ben Ankara'yı çok özledim.

Kemal Türkmen

Yukarı

Burcu Serin

 Kahvecigillerden : Burcu Serin


   YİTİRDİĞİMİZ GELECEĞİMİZ

Dünyanın en savunmasız, korunaksız, muhtaç varlıkları… Mahsum su gibi berrak, güneş kadar aydınlık bembeyaz…

Herkesin, her şeyin üst üste geldiği bir dünyada samimi, insancıl bir şeyler görmek istediğimizde bizi teselli eden; çocuklar…

Çocuklarımız…

Cami avlusuna bırakılan, apartman boşluğundan onursuzca atılan, orada burada itilip kakılan çocuklar… Okuma hakları ellerinden alınmış, boyacı, simitçi, hamal çocuklar… Minicik bedenleri, emekçi elleri, üç kuruşluk hayatları…

Daha doğar doğmaz ne kadar önemli olduklarını hissettirdiğimiz, yuvalarda kendi yaşam mücadelelerinde vakitsizce yalnız bıraktığımız çocuklarımız. Başlamadan bitirdiğimiz yaşamlarıyla ara sokaklarda ellerinde kokulu bez parçalarıyla karşılaştığımız… Yalancılığı, hırsızlığı ve onursuzca yaşamayı öğrettiğimiz çocuklarımız…

Bilmiyorum kaçımız farkındayız terk edilen şeyin geleceğimiz olduğunun. Yuvalarda, arka sokaklarda, avlularda bırakıp umursuzca arkamızı döndüğümüz aslında bizim geleceğimiz değil miydi? Nasıl bir duyarlılıktı bu, nasıl bir toplumsal tembellik ve rahatlık.

Bir kere birer birer o çocukların hayatlarından sorumlu değil miyiz? Sonra yeni nesillere bıraktığımız gelecekten… Şimdi sakın bana benim çocuğum iyi okullarda okuyor, her türlü isteği karşılanıyor rahatlığıyla bakmayın! Unutmayalım ki; "Çamurun içinde pırlanta parlamaz."

Ve lütfen bireysel olarak kendimizi sorgulayalım; bu çocuklar için ne yapabiliriz?
Zira bireysel bilincimizi uyandıramazsak toplumsal tepkilerimizi asla veremeyiz.

Burcu Serin

Yukarı

 Misafir Kahveci : Dilek Erdem


Öyle bir rüzgar esti ki...

I.

Öyle bir rüzgar esti ki...

Saçlarım birbirine karıştı..Gözlerimden yaşlar akmaya, üzerime aldığım şalımın açıkta kalan ucu serseri bir flama gibi dalgalanmaya başladı. Ama ben, rüzgara arkamı dönmek istemedim, aksine ona karşı durdum...Aynen hayata karşı durduğum gibi..Gözlerimi yavaş yavaş kapattım, başımı hafifçe arkaya doğru yatırdım, kollarımı iki yanıma kocaman açtım. Derin derin nefes alıyordum şimdi, içime çekebildiğim hava ölçüsünde yeniden yapılanıyordum sanki.. Sanki her nefes aldığımda içime dolan o buz gibi, aynı zamanda yakıcı, temiz hava tüm vücuduma yayılıp, baştan aşağıya beni yeniden yaratıyor; kırılmış hislerimi, ağrıyan kemiklerimi, gerilmiş sinirlerimi, tenimin üzerindeki yaraları onarıyor; sanki tüm organlarımı, beni ben yapan fiziksel ve ruhsal anlamda ne varsa herşeyi yeni baştan meydana getiriyordu.

O şekilde nekadar süre kaldım bilmiyorum. Gözlerimi yavaş yavaş açtığımda karşımda küçük bir kız çocuğu kafasını hafif yana eğimiş bir halde bana bakıyordu:
- "Sen iyi misin" diye sordu.
- "Kötü mü görünüyorum?" Sonra fark ettim ki kollarım iki yana açık, başım hafif yana kaymış...İsa'nın çarmıha geriliş görüntüsünü andırıyor gibi olmalıydım. Ayrıca üzerimdeki, kendimi sarıp sarmaladığım beyaz ve uçları püsküllü geniş şalım da cabası..Kollarımı iki yana açtığım için bayrak gibi dalgalanıyor olmalıydı. Belki de super hero gibi görünüyordum.
- "Ne bileyim, sanki uçacakmış gibi duruyorsun. Bunu yapmayı düşünmüyorsun değil mi? Burası biraz yüksekde..."
- ..............
- "Yüksek diyorum, teras katındayız şu an."
Bir an gerçekten de nerede olduğumu anlamak için etrafıma bakınmaya başladım, ayrıca kollarımı da indirmiştim artık. Sahiden de korkulukların kenarında olduğumu gördüm. Ama nasıl? Yani nasıl gelmiştim buraya, ne zamandır böyleydim? Sonra dönüp arkama baktım. Yaklaşık yirmi otuz kişilik bir grup camın arkasından birbrilerine beni işaret ederek, anlamsız ve dahi korku dolu gözlerle bana bakıyorlardı. Tekrar ufaklığa döndüm:
- "Sen nasıl geldin buraya?"
- ..................
- "Burası çok soğuk ve senin üzerindekiler de çok ince. Gel şöyle şuna sarayım seni, hasta olacaksın." Şalımı omuzlarımdan alıp, ufaklığın başından aşağıya sarıp sarmaladım; sonra da onu kucağıma aldım. Yavaş adımlarla terastaki camdan bizi izleyen kalabalığa doğru yürümeye başladım. Kalabalık gözleriyle bizi takip ederken, aralarından birisi cam kapıyı açtı. İçeri adım attım, arkamdan kapıyı kapattılar. İçerisi sıcaktı, çok sıcak hem de..Bir anda "cehennem bu olmalı" diye geçirdim içimden.
- "İyi misiniz?" dedi içlerinden biri.
- "Renginiz bembeyaz, korkuttunuz bizi" dedi öteki.
- "Hava almak istiyorum dedin, bir anda fırlayıp çıktın şekerim" dedi kızıl saçlı, kokoş hatunlardan biri. Ortamdaki kadınların hemen hemen hepsi kızıl saçlıydı. Bir an için kendi saç rengimi düşünmeye başladım. Uzun olduklarını biliyordum, ama rengini bir an için hatırlayamadım. Kucağımda ufaklığı tutuyordum sıkı sıkı. Sol koluma daha fazla destek vererek ufaklığı sardım, sağ elimi saçlarıma götürdüm ve renklerine baktım: Simsiyahtı..Mavi-siyah tabir edilenden. O kadar parlak ve yumuşaktı ki, bir an için etkilendiğimi itiraf etmeliyim.
- "Sevgilim, neyin var senin? Nedir bu halin allah aşkına" dedi bir diğer kızıl saçlı kokoş. "Sana söylemiştim bir süre daha dinlenmeliydin evde..Daha iyice iyileşmeden evden çıkmana izin vermek büyük bir hataydı. Sinirlerin hala gergin senin. Ya da ne bileyim, aldığın ilaçlardan dolayı uyuşmuş bir haldesin ve ne yaptığını bilmiyorsun daha...Hadi gel, eve götüreyim seni, anlaşılan biraz daha dinlenmeye ihtiyacın var senin."
Koluma girmeye yeltendi. Bir an bakıştık:
- "Ya çocuk?" dedim.
- "Hangi çocuk?" dedi ikinci kızıl. Anlamsız bakıyordu yüzüme.
- "Kucağımdaki" dedim. Bir taraftan da başımla kucağımda sıkı sıkıya tuttuğum ufak kız çocuğunu işaret ediyordum.
- "Duygu..Kucağında bir şey yok ki canım..Kollarını göğsünde kavuşturmuşsun sadece, üşüdüğün için herhalde".
- ...........
Anlamsız gözlerle kucağıma baktım..Ufaklık bana göz kırptı. Sonra da eliyle şalımı çekiştirerek başını iyice kapattı. Böylece açıkta kalan bir tutam saçı dışında hiçbir yeri görünmüyordu.
- "Ben saklandım, beni göremezler.." dedi.
Gülümsedim..Çocuk işte!

...

İkinci kızıl ile asansörlere yöneldik; bu sırada o, biraz arkada kalarak geride bıraktıklarımızla konuşmaya devam ediyordu:
- "Canlarım bizi bağışlayın. Duygu'cum hala ilaçların etkisinde galiba. İyi gelir demiştim evden çıkmak, ama düşündüğümün aksi oldu. Biraz daha dinlenmeye ihtiyacı var sanırım. Haftaya Cuma görüşürüz. Yine burada toplanırız değil mi".
- " Tamam Aysun'cum. Şekerim, dikkat et kardeşine. Pek iyi görünmedi bana".
Aysun. Demek ki ikinci kızılın adı buydu..Üstüne üstlük de ablam oluyordu kendileri. İyi de ben niye tüm bu konuşulanlardan, olanlardan ve bu insanlardan bihaberdim. Ayrıca, ilaçlar ve iyileşmekten söz etti Aysun..Ne demekti tüm bunlar? Bir de kucağımdaki çocuk meselesi vardı..Benden başka kimsenin görmediği çocuk..

II.

Arabada yol boyu, kucağımdaki çocuğa sıkı sıkı sarılarak, ama tek bir kelime dahi etmeden, Aysun'un konuşmalarını dinledim. Tanrım... Nasıl bu kadar seri ve yüksek sesle konuşabiliyordu? Bense beynimde yankılanan iç sesimi bie susturmak istiyor, ağzımı dahi açmak istemiyordum. Kazadan bahsetti Aysun. Böyle büyük bir felaket sonrası beni dışarı çıkarmakla ahmaklık etmiş, psikolojik olarak hazır değilmişim, bunu nasıl görememiş, ama 2 aydır her gün odamda kapalı perdeler arkasında sakinleştirici ilaçlarla yaşamama dayanamamış, belki insan içine çıkarsam biraz daha çabuk toparlanacağımı düşünmüş, vs... Öyle büyük bir kaza sonrası, aslında bu mutluluk verici bir olaymış. Kazayı birkeç ezik ve omurgamda birkeç kırıkla atlatmama rağmen, onu en çok üzen şey hiç birşeyi ve hiç kimseyi hatırlamıyor olmammış...

Bu sebeple sanırım odadakilerin bana bakışlarına bir anlam veremedim hiç. Aysun'u da tanıyamadım.. Büyük bir kaza..Kırık ve ezikler..Hafıza kaybı.. Adım: Duygu. Kucağımda, sanki bir parçammışcasına sıkı sıkı tuttuğum, ama kimselere görünmeyen bir çocuk.. Yanımda, çenesi düşük bir kızıl. Arkamda ise bıraktğım, nereye konumlandıracağımı bile bilemediğim bir oda dolusu insan...
- "Nasıl oldu bu kaza?" diye sordum usulca.
- "Gerçekten çok şanslıydın sevgilim. Arabanla giderken birden bire yola fırlayan bir köpeğe çarptın."
- ........................
- "Olay yerine gittiğimizde arabanın önü tanınmayacak haldeydi...O kadar korktuk ki"
- "Peki nasıl hayatta kalabildim ben?"
- "Diyorum ki, hep yaptığın iyiliklerin, sabrının, alçak gönüllülüğünün, yardımseverliliğinin karşılığı bunlar. Tanrı korumuş seni. Emniyet kemerini hep takardın, yine takılıydı. Başını vurmuşsun cama..Sıkışmıştın da..Bayağı uğraştılar seni çıkarabilmek için..Ama diyorum ya mucize, vücudundaki her kemik sapasağlam yerindeydi, ama zihnin uçup gitti..."
Sonunda arabanın motorunu kapattı. Büyük bir siteye dahil olduğu belli blokların önünde durmuştuk. Aysun indi arabadan. Sonra benim olduğum tarafa geldi ve kapımı açtı.
- "Hadi şekerim, gel.."
O an kucağımdaki ufaklık gözlerini araladı yavaş yavaş..Arabaya bindiğimiz an gözlerini kapatmıştı.
- "Neredeyiz" diye sordu ince bir tonda.
- "Eve gelmişiz" dedim.
- "Hatırladın ayol..Aferin Duygu, bak konuşmamız işe mi yaradı acaba?"
- "Deniz buralarda mıdır" diye sordu ufaklık. "Onu özledim. 2 aydır uzağız birbirimizden, artık kavuşmanın vakti geldi."
- "Deniz de kim?" dedim.
- "Ne diyorsun Duygu..İn aşağı hadi.."
Aysun anlamsız gözlerle bana bakıyor, bir taraftan da kolumdan tutup beni dışarı çekmeye çalışıyordu. Bense, ufaklığı düşürmeden ve kollarımı Aysun'a teslim etmeden nasıl dikkatlice inerim onun hesabını yapıyordum. Bu güzeldi, hesap yapmaya başlamıştım..Sanırım bu konuşma gerçekten de işe yaramıştı.

III.

Asansörün kapısı açıldı ve direkt olarak güzel, ihtişamlı bir salonun önünde buldum kendimi..İçersi çok hoş, aydınlık, bembeyaz mobilyalarla döşeliydi. Karşı pencere, tamamen tüm duvarı kaplıyordu. Sağda bir Amerikan bar uzanıyordu. İçersisnde envaye çeşit, renk renk şişelerde bir sürü içki bulunuyordu..Tavandan da aşağıya bardakların sarktığı bir düzenek vardı. Yavaş yavaş yürümeye başladım, iki basamak merdiven inerek salonun geniş bölümüne doğru uzandım. Ufaklık, kendini kollarımdan kurtulmak istercesine gerindi. Sonra onu aşağıya bıraktım. Tüm bunlar olurken ablam, içeriye, başka bir odaya-muhtemelen yatak odasına- geçmiş; telefonda yüksek sesle, sevgilisi yada kocası olduğunu tahmin ettiğim biriyle konuşmaya başlamıştı.

Ufaklık, odanın içinde gezinerek camın kenarına geldi..Dışarıya, hafif hafif yanmaya başlayan ışıkların olduğu karşı kıyıya bakmaya başladı.
- "Deniz" dedi.
- "Evet, ne güzel değil mi? Boğaza nazır bir evde yaşıyormuşum meğer.. Denizi de görüyor."
- "Deniz" diye yineledi ufaklık. "Nasıl yanına geldiğimi sormuştun ya.. Ben, Deniz'in çocuğuyum" dedi birden kısık bir sesle.
O anda beynimde bir şimşek çaktı. Öyle ağrılı ve öyle aydınlıktı ki..Bir an sarsıldım ve bir yere tutunma ihtiyacı hissettim. Sonra, ani bir hareketle sol taraftaki geniş çalışma masasının üzerinde duran notlara bakmak için o tarafa doğru yürüdüm. Tüm bunları nasıl bir bilinçle yaptığımı bilmiyorum. Masanın üzerinde bir sürü müsvedde kağıt; üzeri yazılmış ve bazılarının üzerleri kırmızı kalemlerle çizilmiş, yanlarına küçük notlar düşümüş onlarca müsvedde kağıt vardı. En altta kalmış olanı çekip aldım. Üzerinde şöyle bir şey yazıyordu:
Deniz'in Çocuğu: HAFIZA
Yanında da kırmızı kalmle düşülmüş küçük bir not: Eski Yunanlılar, hafızanın denizin çocuğu olduğunu söylerlermiş!

Yanılmamışlar!

...

Yazarın notu: Parmaklarım klavyeyle buluştu, aralıklı bir hafta içinde aklıma "çakan" bir şimşekle beraber düşen bu yazı oluştu. Buna, ilk yazdığım yazı da diyebiliriz. Ruh halim, onu tamamlamaya yetmedi. Ama, bu bir son değildi, onu biliyorum.!

Dilek Erdem

Yukarı

 Misafir Kahveci : Siren Kerman


Soru İşaretim

Bir resim sergisinin açılışındaydım. Günlük hayatın karmaşasından uzaklaşıp, kırmızıların, mavilerin büyülü derinliklerinde gezinirken omzuma dokunan bir el ile irkildim.

- Yazıyormusun?

dedi yaşlı, bol deneyim sahibi gazeteci dostum.

- Yazıyorum!

dedim hiç düşünmeden.

- Eee nerde peki yazdıkların? Okumak isterdim doğrusu.

Bakıştık. Yazıyordum doğru, ama henüz kağıtlara değil. İnsanın yaşadıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini, hayallerini kelimelere, cümlelere dönüştürmesi çok zor. Hem sonra öyle yaşanmışlıklar var ki, sanki yazınca, anlatınca, büyüsünü, şiddetini, etkisini kaybedecek. Doğru kelimelerle, doğru cümleleri kuramazsam; anlamını yitirecek. Sanki onlardan biri de bu yazı gibi, geçen gün okuduğum bir edebiyat dergisinde "Yazma eylemi bir yalnızlık eylemidir ve yalnızlığın dile getirilmesidir, paylaşılmasıdır" deniyordu belki de bu paylaşım adına yazmayı denemek istiyorum.

Nisan sonu, sabahın oldukça erken saatinde başlayan mesaimi kazasız-belasız tamamlayıp, evime dönüş yolunda ilerliyorum. İş çıkışı, Tunalı Hilmi Caddesi herzamanki gibi hareketli. Evim için almam gereken bir iki şey var, onları da alıp, evime gidip, ayağımı uzatıp, TV karşısında şekerleme yapmak istiyorum. Yalnızlığım, rüyasız uykularım da beni üzmüyor, alıştım.

Ankara bu sıralar hep yağmurlu ve hala soğuk. Güneşsiz yaşamak ağırıma gidiyor. Tatsızım, keyifsizim. Enerjim bitmiş gibi. "Bahardandır" demeyin Allahaşkına! Sanırım kendi iç mevsimlerim karıştı, sürekli "Kış"ı yaşamaktayım. Bu içten üşüme, her akşam yemeği sonrası sıtma gibi titremeler ondan. İçimdeki güzel, albenili, eşi bulunmaz şömine söndü sanki. Küllerimin arasında bir kıvılcım bulabilsem, körükleyeceğim sonuna kadar ama bulamıyorum.

Bir kaç adım ilerimdeki köşeyi dönüp, tam sokağıma yönelecek iken, karşıdan bir köpeğin sahibi ile birlikte bana doğru gelmekte olduğunu fark ediyorum. Hayvanseverimdir, özellikle de köpek dostu. Adımlarımı yavaşlatıp uzaktan bakıyorum, "işte tam köpek gibi köpek" diyorum kendi kendime. Kocaman bir vücudu var. Benim olsa idi, adı "Kestane" olabilirdi. Rengi çok güzel bir kızıl-kahve, tüyleri kısa ve pırıl pırıl.

Eski köpeklerim geliyor aklıma (Kiki, Feri, Furry ve Alis) şimdi olmadığı da. Alışmışsanız eğer köpekli bir hayata, yokluğu bir hayli zordur. Sokaklarda başkalarının hayvanlarına yönelirsiniz, onları sevmeye çalışırsınız, isimlerini sorarsınız, dişi olanlara minik fiyonklar, erkeklere ise renkli fularlar, bandanalar alırsınız, bir kaç gün göremezseniz merak bile edersiniz. Sokak köpeklerine gizli gizli yemekler verirsiniz. Ama bu Sevgili gibi bir şey, senin olduğunda, seninle yaşamı paylaştığında, sevgisini sunduğunda anlamlıdır. Akşam eve geldiğinizde koşup heyecanla yanınıza gelmez, üzerinize atlamaz, soğuk kış gecelerinde yanınızda yatmaz, ağladığınızda gözyaşlarınızı yalamaz, sabahları gelip çeşitli şaklabanlıklar yaparak sizi uyandırmaz. Kısacası başkasınınsa, tat vermez.

Beynim bu düşüncelerle boğuşurken, hayvan iyice bana yaklaşıyor. Tam, geçti, gitti işte, diyecekken, sol elimin hizasında duruyor aniden. Bulunduğum kaldırım oldukça kalabalık. Bakışıyoruz. Sıradan değil kesinlikle sıradan bir bakış değil bu. Kafasını kaldırıp, "Tanımadın mı beni?" der gibi bana bakıyor. Bakışları kırgın, bakışları hüzün dolu. Sol elimi kokluyor, burnu ile elimi çevirip, avucumun içine ıslak burnunu değdiriyor. Bu hareketi üç-dört kere seri bir şekilde tekrarlıyor, beni itelediğini fark ediyorum. Öylece kalakalıyorum. Başını okşamalıyım, ilgi göstermeli, 1-2 laf söylemeliyim. Sahibi olan genç kız huzursuzlanıyor. Köpeğinin beni rahatsız ettiğini düşünüyor doğal olarak. Hayvanın tasmasını kendisine doğru çekiştiriyor, uslu durması için çeşitli komutlar veriyor.

Nasıl anlatsam; ben o'na hayvansever gibi, O da bana insansever gibi bakmıyor. Bir şeyler anlatmaya, hatırlatmaya çalışıyor. Gözleri kocaman, bana dikili durumda, hiç ayırmadan gözlerini, gözümün içine bakıyor. Başını okşuyorum yavaşça, bana iyice sokuluyor. Duyamıyorum, bir şey mi mırıldanıyor? Bana mı öyle geliyor. Tanrım! Görünümü köpek ama hissettirdikleri çok farklı, gözlerine bakıyorum bir daha, içim titriyor, üşüyorum.

Sahibi olan genç kız zorlukla, çeke çeke yanımdan uzaklaştırıyor köpeğini. Hissediyorum, gitmek istemiyor, havlıyor "Hoşçakal" der gibi. Ben ise hareketsiz, öylece arkasından bakakalıyorum. Sol elimi kokluyorum şuursuzca, ondan bana kalan, avucumun içinde hafif bir ıslaklık...

Kafam karışıyor, hafızamı kaybettim sanki, anılarım nerdeler, bu bakışlar kimindi? Kocaman bir soru işaretim var artık. Yürüyorum ama nereye? Tanıyamadım, gözleri sürekli aklımda, kimdi acaba? Kimdi?

Siren Kerman

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.186 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


ADI: GÜL

Bülent ÖzcanGülü vurmuşlar Gül Sokağı'nda,
Uzanmış üç adım yatıyordu gül...

Bir adam usulca bir uçuruma,
"Sevi için" deyip atıyordu gül...

Ve bir kız kanatıp hüznü boyuna,
Hepten sevgisizlere satıyordu gül...

Gülü vurmuşlar Gül Sokağı'nda,
Uzanmış üç adım yatıyordu gül...

1 Aralık 1997, Londra

Bülent ÖZCAN

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Uçtu uçtu TIR uçtuuu!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


Berrin CerrahoğluANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...

Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.

28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.

Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.


Berrin Cerrahoğlu,

'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA'
sergisini onurlandırmanızı diler.

Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004
Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi
Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4
Galatasaray / İstanbul

Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.antoloji.com/siir/sair/sair.asp?sair=15075
"Sedat Tüvar" kayıtlarda Tüvar diye yazıldığı ve tarama yaparken problem olmasın diye ben de böyle yazdım. Sedat bey Kahvecigillerden ve bence sıkı bir şair. Şöyle bir dakikanızı ayırıp kısayola tıklarsanız, Sedat abimizin şiirlerine ulaşabilirsiniz. Şiirleri okurken de "puan ver" kısayolunu tıklayıp puan vermeyi ihmal etmeyin lütfen.

http://www.yemeksepeti.com/index.asp
İnternet üzerinden yemek siparişi vermek için en ideal web sayfası. ...Merhaba, ilk ve tek online paket servis portalı yemeksepeti.com 'a hoşgeldiniz. Siparişlerinizi en doğru, en hızlı ve en kolay şekilde alıyor, ilgili restorana eksiksiz ve anında iletiyoruz. Kredi kartı, güvenlik sorunu yok. Siparişinizi hiçbir ekstra ücret ödemeden verin, 10-45 dakika içerisinde yemeğiniz elinizde olsun. Afiyet olsun...

http://www.java-gaming.com/arcade/smoshstrike/index.php
"Smosh Strike" ... Super flash game. Süper bir oyun. İyi eğlenceler.

http://www.ntvmsnbc.com/modules/secimedogru/adaylar/adaylar.asp
Malum, seçimler yaklaştı. Birsürü aday ve parti boy göstermeye başladı bile. Kim kimdir? Ne yapar? Ne yapmak ister ama bir türlü anlatamaz? NTVMSNBC bizim için bir güzellik düşünmüş ve kendisini anlatmak isteyen adaylara web sayfası düzenlemiş. Adayları tanımak isteyenlere duyurulur.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040310.asp
ISSN: 1303-8923
10 Mart 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri