KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 470

 26 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : BOŞVERMEYİN!.. MUTLAKA OY KULLANIN!..


Merhabalar,

Günlerdir meşgul olduğumuz konunun sonuçlanacağı güne geldik sonunda. Pazar günü akı karası belli olacak, kişisel kararlarımızı mühürleyip sandığa atacağız. Bu seçim biraz meşakkatli, adam başı 6 dakika kadar sürüyormuş oy verme işlemi. Gitti geldi, katladı attıları da eklersek 10 dakikaya kadar çıkacak bu süre. 100-150 seçmenli bir sandıkta epeyce beklenecek bu ortada. Peki bütün bunlara değecek mi? Değecek tabi, hiç kuşkunuz olmasın. Bakın küslük yüzünden 10 milyon seçmen son seçimlerde oy kullanmadı. Hele bir düşünün, kullansalar neler farklı olabilirdi diye. Örneğin 'Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinin yerini daha müslüman bir yapıya devretmesi zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.' diyen bir başbakanlık müsteşarımız olmazdı öyle değil mi?

Dilim döndüğünce, aklım erdiğince size bu sütunlardan iktidarın 'değişmediğini' anlatmaya çalışıyorum. Kiminiz karşı çıkıyor, kiminiz hak veriyor. Bu da son derece sağlıklı. Beni ya da ben gibi düşünenleri din düşmanlığı ile suçlayanlar bile oluyor. Olsun varsın o da önemli değil. Ama kalkıp sadece doğalgaza zam yapılmadı, ekmeğin fiyatı 1 yıldır aynı diyerek bu iktidara yeniden paye vermeye hazırlananlara içerliyorum. Evet ekmek önemli ama hayat bu kadar ucuz mu Allahaşkına? Kararınızı verirken öncelikleri saptamada titiz davranın lütfen. Memleketimin bulunduğu yer pekçoğunuz gibi benim için de iç açıcı değil ama şu an bulunduğum noktadan bir adım bile geri dönmeye niyetim yok benim. Her ne kadar bu bir yerel seçimse de bizzat başbakan tarafından bunun bir referandum olduğu telaffuz edildi. O zaman ince eleyip sık dokumalı, hakedene hakkettiğini vermeliyiz. Uzatmaya gerek yok, GİDİN VE OYUNUZU KULLANIN, SAKIN OLA BOŞVERMEYİN!.. Biz boşverdikçe birileri o boşluğu doldurmakta bir an bile tereddüt etmiyor. Hem de açık açık, adlı adınca. Öyleyse...
BOŞVERMEYİN!..
ÜŞENMEYİN, MUTLAKA OY KULLANIN!..

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Ulusal Kişilik ve Küreselleşme

"Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen hepsini kabuk sanır."
(Türk Deyimi)


Kimlik ile kişilik arasında ne fark var?

Kadın, erkek, çocuk, fırıncı, demirci, müslüman, Türk, Alman... Bütün bunların konuya birey özelinde baktığımızda, onu tanımlamaya yarayan kimi nitelikler olduğunu görürüz. Toplumlar ölçeğinde bakıldığında da, dinin, dilin, kökenlerin birer kimlik olduğunu belirtmek durumundayız. Bu kimliklerden hareketle yapılacak kimi tasniflerin hatalı, dahası tehlikeli olabileceğini görebiliriz. Örneğin yalnızca kökenlerine bakarak Osmanlı'da Türklerin yönetimde olmadığını savlamak, kimlik sığlığında mümkün bile olabilir. Oysa bu nesnel bir yaklaşım mıdır? Dahası düpedüz bir ırkçı söylem değil midir?

Oysa, bireylerin de, toplumlarında değişik kimliklerinin yumağı, bunların farklı ortamlarda ve zaman içinde birlikte yaşanmışlığından ortaya çıkan birer 'kişilik' leri vardır. Kişilik özelliklerini tariflemek kuşkusuz kolay olmayabilir ancak yaşananların, tavırların ardındaki nedenleri sorgulamak, geçmiş ile bugün ve gelecek arasında kimi nedensellik köprülerinin kurulması değişik kimlik özellikleri üzerinde zıplayarak değil, onların bileşkesini anlayabilme çabası ile ilintili olsa gerektir.

Bireyler için de, toplumlar için de!

Türkiye'de ve dışarıda bir çok bilim insanı, sosyolog değişik gerekçelerle kimlik-kişilik, medeniyet-kültür tariflerinde karışıklığa düşüyor, izleyenlerinde kafasını karıştırıyor. 'Görünen şeyler gerçek olsaydı, bilime gerek olmazdı.' sözüyle somutlaşan bilime başvuru gereksinimi kimliklerin tasnifinde değil asıl burada kişiliklerin irdelenmesinde ortaya çıkıyor. Kimi edebiyat insanlarının, örneğin A. Hamdi Tanpınar'ın bu konuda referans olarak alınabilecek değerli saptamaları var. Tanpınar'ın aktarıldığı biçimiyle anımsanan örneği şöyle : Bir kemanın farklı yayları sırasıyla İslam'ı, Orta Asya'yı, Batı'yı ve diğerlerini temsil ediyorsa, bu kemanı çaldıran, bizim bu kemanın çalınmasından duyduğumuz ses, Türk Kültürü'dür. Burada kültür'ün , kişilik anlamıyla değerlendirildiğini düşünebiliriz.

Bir genel yaşayış sistemi olarak Türk kültürünün Türkiye'de bireysel bilinçlere sunduğu olanakları, bir başka deyişle ortaya çıkan Türk Toplumunun kişilik özelliklerini nasıl tanımlayabiliriz? Bir söyleşi çerçevesinde dinleyicilere aktarılan genel değerlendirmelerini yukarıda özetlemeye çalıştığım Sosyolog Doğan Ergun son kitabında (*) bu özellikleri şöyle maddelere dökmeye çalışmış :

    Türk halkının çoğunluğu,
  • esneklikten yoksun bir eğitimle, yani baskıcı bir eğitimle yetişir.
  • özerk bireylik geliştiremez bir hale indirgenmiştir.
  • nemelazımcıdır.
  • eğlenmesini bilmekle birlikte hüzünlüdür.
  • tehditten etkilenir.
  • konukseverdir.
  • devletçilik geleneğinin sürmesinden ve devlet otoritesinin üstün tutulmasından yanadır.
  • topluma-devlet bağımlı bireylerden oluşur.
  • değer sistemini hiyerarşide/aşama sırasında gösteren insanlararası ilişkilerde yaşamaya koşullandırılmıştır.
  • maddeyi tanımak ve açıklamak bakımından, yani doğa önünde, nesnel bilgiden çok anlam'a önem /öncelik veren bir eğilim- bir yatkınlık içindedir.
  • korkulu bireyler çoğunluğudur; başta 'devlet korkusu' olmak üzere, çoğunluk, genel olarak girişimlerde korkuludur.
  • ulusal ve dinsel kimliklerine önem veren çoğunluktur.
Dahası var Ergun'un tanımlamalarının. Yine Türk halkının çoğunluğu, iyimserlikten uzak / belirli koşullarda hoşgörülü / belirli koşullarda uzlaşmacı / genelde bireyci olmayan / zayıfı koruyan / orta karar kaderci / birbirine benzemeyi çok seven / ayrı durmaktan fazlasıyla korkan / erkek egemen kültürle koşullanmış /çoğu zaman tepkisiz bireyler çoğunluğudur. Aile bağlarına sadakat ve geleneklere bağlılık, yine Türk kişilik yapısının önemli öğelerini oluşturur.

Doğan Ergun'a göre-belki çoğumuza da göre- dünya egemen güçlerince uygulamaya konulan küreselleşme stratejisi ulusların, toplumların yüzyıllar, binyıllar içinde oluşmuş kültürlerine, kimliklerine ağır travmalar yaşatıyor, onları belki de bir daha kolayca nefeslenemeyecekleri biçimde parçalamaya, tek tipe sokmaya çalışıyor. Neden ?

Ergun gerekçeleri şöyle özetliyor. 1) ABD ve diğer emperyal ülkeler sahip oldukları ekonomik gücü elde tutmak istiyorlar. 2) Kendi tekellerindeki sanayiyi çeşitlendirmek ve dünya pazarını, kaynaklarını daha geniş biçimde ele geçirmek istiyorlar. Bu amaçlar çerçevesinde de yine sahip oldukları teknoloji ve rekabet olanaklarını sonuna kadar kullanıyorlar.

Bu teknoloji ve rekabet gücüne sahip olmayan uluslar, örneğin Türk Ulusu bu saldırıya direnebilir mi, nasıl ?

Ulusların direnemeyecekleri propagandasını başta kuşkusuz bu büyük ülkeler yapıyorlar, üstelikte 'dünya vatandaşlığına doğru gidiliyor' şeklinde öyküler eşliğinde. Dünyanın nereye gideceği tarih içinde yaşanarak ortaya çıkacak ancak bugün için kritik soru şu :

'Kimlikleriniz değişiyor. Ancak kişiliğinizin dağıtılmasına izin verecek misiniz ?

Sosyolog Doğan Ergun küreselleşmenin zorladığı kimi özelliklerin hiç bir biçimde Türk kişiliğiyle örtüşmediğini söylüyor. Rekabetçiliğin, insanların içine düşürüldüğü yalnızlığın, Türk iklimine uygun olmadığını belirtiyor. Dahası bu rekabet ve bireyciliğin hem insanları daha yalnız ve daha mutsuz yaparken hem de dünya kaynaklarının ölçüsüz ve adaletsiz talanıyla giderek dünyanın ve insanlığın yok oluşuna doğru gidildiği endişelerinin yersiz olmadığını düşünüyor. Daha toplumcu düşüncelerin ve daha kamucu yaklaşımların değer kazanması, dünyanın ve insanlığın da kazanması anlamına gelebilir. Doğan Ergun bizlere bunu düşündürttü.

Ergun yaklaşan seçimler için özel bir yorumda bulunmak istemedi. Kitabındaki 'Türk toplumu kişiğinde siyasal anlamda çoğu zaman katılımsız, fakat ayakta ve hayatta kalabilmek için hep tutunan ya da tutunmaktan vazgeçmeyen bireylerden oluşmaktadır.' saptamasını ona anımsatmaya da biz fırsat bulamadık. Ancak şunu eklemeden de edemedi. 'Yaşanan değişimler çok hızlı. Alınan, verilen tepkilerde yıllar bazında konuşulsa bile kültür / kişilik oluşması ölçeğinde çok anlık ve çok sıcak. İnsanlarının kişiliğinin nasıl evrildiğini izlemek için yıllara gereksinim varsa, toplumların kişiliğinin evrilmesini yorumlamak için de daha uzun zaman dilimlerine gereksinim olabilir.'

Türk Kurtuluş Savaşının ve Türkiye Cumhuriyeti temel ilkelerinin toplum kişiliğine ne kadar yansıdığını 28 Mart sonrasında test edeceğimiz çok somut gelişmelerin yaşanacağı beklenmekte. Seçim sonuçlarını bu yönüyle de değerlendirmek gerekecek.

(*) " Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik ", Doğan Ergun, İmge Kitabevi Yayınları.

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey


İSYAN

Nasıl dedi, nasıl ? Nasıl kıyarlar bu cana ? Hangi yürek dayanır böyle babayiğitlerin göz göre göre ölüme gitmesine ? Bunu yapanlar insan soyundan olamaz. Canice, zalimce bir iştir. Allah katında yeri olmaz bu kişilerin. Allah geride kalanlara selamet versin, olan olmuş. Ölenle ölünmez. Adalet yerini bulacaktır er geç, üzme sen tatlı canını...

Bir dağın yamacına kurulmuş bu gecekondu. Yol yok iz yok. Her gün onlarca insan akar bu dağın yamaçlarından eteklerine doğru. Kimisi otobüsüne biner, kimisi dolmuşuna, kimisi de yaya... Bir somun ekmek, bir sıcak tas çorba uğruna... Kimdir bu insanlar ? Nereden gelmişlerdir ? Nedir onları burada, bu ilkellikte, bu sefalette birbirleriyle aynı ortak kaderi paylaşarak yaşamaya iten ? Bilinmez. Bir bilinmez kor karanlıktır bu. Cevapsız. Oysa cevabını herkesin çok iyi bildiği...

Analar, bir kara alınyazısı gibi kuşanır başörtülerini, şehre inerler. Şehir dediğin ne ki, aha buradan bakınca şuncacık uzakta. Bir adımlık yol. Yine de şehrin zengini dönüp arkasını bakmaz bu çarpuk çurpuk yapıların yapıldığı o güzelim yamaca. Şehir denen bu yerde apartmanlar bir sıra inci. Pencereler perdeli, insanlar kör... Ha babam uğraşır, de babam uğraşır analar akşama dek, o güzelim bir dizi apartmanların içindeki bin bir pisliği söküp atmaya. İnsanının mı apartmanın mı belli olmayan kötülüğü, kiri, pası öyle bir işlemiştir ki bu körlüğün içine , analar tırnaklarıyla kazısa da, nafile !..

Çocuklar su gibi akar bu tepelerden aşağı. Ellerinde okul çantaları, ayaklar çıplak. İçine koyacak bir şey olmadığından mıdır bilinmez, olmaz ellerinde bir küçük " beslenme çantası ". Aç gider aç dönerler mektepten. Boyunları kıldan ince kara oğlanlar, alınyazıları boyunlarında asılı, minicik elleri nasırlı, koca kara gözlü kızlar...

Babalar. Ya onlar ? Ceplerinde her daim " Birinci ". Sabahın kör vaktinde, kursağından ekmekten önce sigara dumanı geçen, utancından çoluğunun çocuğunun yüzüne bakamayan, boynu bükük, yüreği yaralı babalar. Umut edip geldikleri bu yerde, bir düzgün dala tutunamayan göçmen kuş misali babalar. Bir iş kapabilmek, günü kurtarabilmek, bir kokuşmuş küfenin altında " hamal " olabilmek için kahvehanelerde boşa geçirilen zaman... Elde bir lokma ekmeksiz dönülen, vurgun akşamlar.

Ya bu dik yamaçların yüreği yangın yeri genç kızları, genç oğlanları ? Bu hayat hepsine birer mahkumiyet. Hem de ömür boyu . Gencecik kızlar daha bilmeden hayatı, analık ederler kardeşlerine. Akşamüstleri kapı önlerinde oturup akranlarıyla, hepsi bir örnek nakış işler. Bir örnek hayatları gibi. Kuş cıvıltılarına karışır o güzel ağızlarından çıkan güzelim sohbetleri. Biraz utangaç, biraz buruktur her daim. Ekmek aslanın midesinde, bunu duyar bunu dinler gencecik delikanlılar. Babalar hasta, babalar umutsuz, babalar yaşlı... Hayatın yükü öyle bir biner ki sırtlarına, yirmisinde daha, saçları ağarır çoğunun, belleri iki büklüm, elleri nasır içinde... İşte bu yaşamın içinden kopup gelenlerden di O da. Başına gelecek felakete kadar, yazgısı bütün yamaçlılarla bir olan.

Bir zaman derdini kimseye diyemedi. Dili varmadı, utancından anasına bile söyleyemedi. Asıl utanacaklar utanmadan insanlıklarından, devam ederken hayatlarına, onların utanç yükünü de kendi sırtına yüklendi. Sancıları çoğalıp da artık dayanacak gücü kalmadığında açtı yüreğindeki derin yarayı, bir tek anasına. Birbirlerine sarılıp ağladılar. İki gün sofralarındaki bir lokma ekmek taş oldu geçmedi, geçemedi boğazlarından. İçin için ağladılar. Gözyaşları pınar oldu aktı, oluk oluk. Yine de bildirmediler diğerlerine, yüreklerindeki acının sırdaşı ana-oğul, ikisi oldular yalnızca. Sır ne kadar gizli olursa olsun, ana yüreği dayanır mı evladının gözleri önünde ölümüne kıvranmasına ? Dayanamadı sonunda. Su yolu ettiler hastaneyi. İki gün. İki koca gün. Bir kadın doktora denk geldiler. Kadın oluşundan mıdır nedir, biraz daha zor geldi gerçeği söylemek, onlara. Daha bi utandılar yaşadıklarından. Kendilerini daha çok suçlu hissettiler. Doktor insan, doktor şefkatli, doktor ilgili... Tek tek her ince ayrıntıyı sordu, dakikalarca muayene etti bu yağız delikanlıyı. Demedi derdini o, diyemedi, anası da... Yalnızca " karnım ağrıyor, çok ağrıyor " dedi. Doktor bir bilinmezin karşısında, şaşkın oldu. Ağrının da, karşısında sapasağlam görünen bu delikanlının da derdini bir türlü anlayamadı. Gözlerini yere dikmiş bu delikanlının gözlerinin içindeki " yardım " çağrısını, gizi, yazık ki göremedi doktor. Anasının da korku, kuşku ve utanç dolu bakışlarından bir şey sezemedi. Oysa bir diyebilselerdi başına gelen felaketi.. Hadi bir cesaret... Beceremediler. Olmadı. Dilleri varıp da bir türlü diyemediler. Doktor kendiliğinden anlasın diye beklediler. Olmadı. Ertesi gün bir daha gittiler. Yine o güler yüzlü hanım doktorla karşılaşmak için geceden duaya yattı ana-oğul. Çünkü artık anlayabilirdi O başlarına gelen bu felaketi. Sezerdi. Aynı doktor yine onları sevgiyle, ilgiyle karşıladı. Ama yetmedi. O yine anlayamadı. Onlar yine söyleyemediler.

Ah bu " vahşi " şehir. " Aç "ın yolunu bir türlü açık etmeyen bu büyük şehir. Umutların, gelecek güzel günlerin şehri. Okuyup da meslek sahibi olsun, anasını bacısını çeksin kurtarsın bu sefaletin elinden, babası ölmeden bir iyi gün yüzü görsün istedi. O da olmadı. Açlık hayal bile kurdurmuyor insana. Baba mesleği, hamallık etti o da. Bir gün okuyup meslek sahibi olacağı günlerin de geleceği düşüncesiyle. Gencecik, güçlü bedeni hırsla taşıdı onlarca yükü, gece-gündüz demeden. Efendiliğiyle hep takdir topladı çevresindekilerden. Yaptığı işin ağırlığından ve utancından da bir kurtulabilseydi... Tahammül edemediği tek şey " haksızlık" tı. Yaptığı iş ona hayatın gerçekleri hakkında çok şey öğretmişti. Sömürenin olduğu yerde mutlaka sömürülenin de olduğunu çok iyi biliyordu bu gencecik yaşında. İşyerinde şahit olduğu bir yanlışa karşı çıkmış, patronlarının aleyhinde tanıklık etmişti. Bu adil davranışı sütü bozuk üç beş çapulcu işverenin eline düşmekten kurtaramadı onu. İnsan sıfatına bürünmüş bu yaratıklar kendilerince bir cezayı hak gördüler O'na. Kalabalık bir ailenin yükünü sırtında çektiği, okuması gereken bir yaşta üç kuruşa çalışmak zorunda kaldığı, sırf başkalarının uğradığı haksızlığa karşı çıktığı için cezalandırıldı O. Üstelik başına geleceklerden bihaber, tuzağa düşürülerek. Kuyruklarına basıldığı için öfkelenen bu iğrenç insan müsveddeleri O'nu kendi iğrenç adalet anlayışlarına terk ederek, O'na tecavüz ettiler.

Üstelik varoluşlarından bir nebze dahi olsa utanmayarak.
Ne kaldı bu kısa yaşamdan geriye ? Bir acılı ana, çaresiz bir doktor, genç ölü bir beden...
Hep fakirliklerinden utandılar. Kim utanmalıydı ki onlar fakir olduğu için ? Onları bu hallere koyanlar mı, yoksa namusuyla aç kalanlar mı ? Fakirlik kaderdi belki ama onursuz yaşamak kaderin bir parçası değildi. Baba " tecavüz " gerçeğini oğlunun ölümünden çok sonra öğrendi. O hastalıksız sapasağlam, gencecik bedenin bir hastane yatağında birdenbire ölüp gitmesine günlerce akıl sır erdirememişti. Arkasında biraz daha aç ve perişan, dağılmış bir aile bırakacağını bile bile, alınlarındaki bu lekenin " kader " olmadığını ispata gitti. Hem de gözleri dönmüşçesine, dağa çıkan eşkiyalar gibi silah kuşanarak... İnsanlığından utanmayanlara isyanını haykırarak... Şimdi bu mahpus damında oğlunun öcünü almış, namusunu temizlemiş, cezasını çeken onurlu bir insan sıfatıyla, ciğerlerinin taa derinliklerine çekiyordu " Birinci " sigarasını...

Bir dağın yamacına kurulmuş bu gecekondu. Yol yok iz yok. Her gün onlarca insan akar bu dağın yamaçlarından eteklerine doğru. Kimisi otobüsüne biner, kimisi dolmuşuna, kimisi de yaya... Bir somun ekmek, bir sıcak tas çorba uğruna... Kimdir bu insanlar ? Nereden gelmişlerdir ? Nedir onları burada, bu ilkellikte, bu sefalette birbirleriyle aynı ortak kaderi paylaşarak yaşamaya iten ? Bilinmez. Bir bilinmez kör karanlıktır bu. Cevapsız. Oysa cevabını herkesin çok iyi bildiği...

(KM Yazarlarından sayın Seda DEMİREL'e " Acil Kapısı-Hamal " adlı yazısından yararlanmama izin verdiği için teşekkürlerimi sunarım...)

Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan
duffey@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Metro'nuza Bineyim Seksüel'iniz Sarsılmasın

Eskiden metro mu vardı abi ? Binerdik adam gibi otobüsümüze, geçerdik köşemize, yatardık sotaya, uygun birilerini de kestirir kestirmez turnike için dalardık potaya... Hey gidi günler hey, yolumuz Ford, adımız Lord idi bee ..! Şimdi öyle mi ? Metro icat oldu mertlik bozuldu abi... Bir de hızlı gidiyor meret.. Değil birilerine yanaşabilene ayakta durabilene şapka çıkartılır. Nerdeee o otobüsün nazlı nazlı ve de tıkış-tepiş hali, nerde metro denen illetin zınggg diye giden seyr-ül seferi...

Her neyse, baktım ki yeni trend metro olmuş, artık otobüs maganda muamelesi görüyor, derhal kendimi metroya attım, etrafı kolaçan etmeye başladım. Bir defa bu metro çok hızlı, bindiği gibi iniyor insanlar, tam ahaa da bu yafru iyi birşey, derhal yanına yanaşayım diye karar veriyorsun, pozisyon almak üzere yerinden doğrulmana fırsat bile kalmadan zınggg metro duruyor, yafru uçuyor.. Kıl oldum bir defa her şeyden önce. Neyse birgün denk getirttim bir yafruyu, tam muhabbete bodozlama dalacam; "Iyyyykkkk, biraz metroseksüel takılmasını öğren ayuuu !" dedi...

Mahallede kime sorsam üç aşağı beş yukarı "metroya binen seksü bi erkek gibim olsa gerek" şeklinde ahkam kesti. Baktım böyle olmayacak attım kendimi metroya ve sosyete merkezlerinden birindeki durakta indim, gözüme ilişen ilk BARBER ( ohh, sanırım burası hem BAR hem BERBER demek o yüzden öyle yazmış kapıya, ne ala, körün istediği bir göz deyip ) salonuna daldım. Bilirsiniz biz onlara "üçünü de kısa kes lütfen; saçı, sakalı ve lafı ..!" deriz genellikle ama bu defa "sinekkaydı olsun birader, vaktim var bol bol" dedim inadına. "Bakalım ağzı laf yapıyor mu ?" diye düşünmeye hatta en ufak bir soru sormama dahi gerek kalmadan başladı bülbül gibi konuşmaya hem bar hem ber. İsmi Tarık'mış, nam-ı almış yürümüş Kırık Tarak Tarık diye, aslında kuaför imiş ama artık devir metroseksüelleşince kadın-erkek farketmez olmuş onun için. "Ne güzel tam da konuya girdi Kırık Tarık'cığım" diye sevindirik vaziyetteyim hemen atladım mevzuya :

"Yaff Tarık, beni de şeeetirsen, yani seksapelitemi bir güzel metrolasan diyorum, yani hazır gelmişken" deyince başladı kırık kırık gülmeye... Elimden bi kaza çıkacak ama makas da onda ustura da onda diye ses etmedim, attım içime. Sonra anlatmaya başladı, meğerse metroseksüel erkek, nerdeyse karı gibi bakımlı erkek demekmiş. Elleri manikürlü, ayakları pedikürlü, saçları jöleli, kaşları alınmış, kısaca cillop gibi kılsız olurmuş. Neymiş o öyle benim halim ? Ayakkabı arkasına basmayacakmışım, elde şakada-şukada tespih sallamayacakmışım, gömleğimin ilk düğmelerini göbeğime kadar açıp göğsümün kıllarını fışkırtmayacakmışım, neymiş öyle o tiksinç bıyıklarımın hali, vs.vs.vs... "Tamam dedim Tarık, tamam ne istersen yap !". Yumdum gözümü, "Bitince haber ver" dedim. Saatler birbirini kovaladı, elemanlar hemen hemen her bir yerimi güzelce ovaladı derken Kırık Tarak Tarık yanıma geldi ve "Sanmayasın ki herşey tamamdır, burnumuzun direği kırıldı, seni aklayacak paklayacak tek yer köşedeki tarihi ve de turistik hamamdır" diyerek beni boy aynasının önüne getirdi. Aynadaki halimi gördüğümde küçük dilimi yutarken aldı mı beni bir hıçkırık, kapı eşiğinde uğularken Tarık ise gülüyordu hala kırık kırık ..!

Madem niyetlenmiştim, oldu olacak daldım bir de köşedeki hamama. Düşündüm bir yandan, "En son ne zaman gittim ?" diye, hatırlayamadım ama. Zaten büyüdükten sonra ne kıymeti harbiyesi var ki hamamın ? Önemli olan Hayriye Abla'yı su dökünürken görmek yanıbaşında kurnanın. Çakıl Gazinosu eğlencesi gibi olurdu mahalle halkının hamam sefaları... "Huuu Ayşeanııııım, bu velet kazık kadar olmuş getirme yahu !" dediklerinden beri bitmişti benim için hamam günleri. Demek kaderde metroseksüel olma uğruna da gitmek varmış hamama. Çektim peştemalı belime, yattım derhal göbek taşına, helva gibi olmuşum, Tarık'ın sözlerine uyup sürdüm bir köşede hamamotunu orama burama. Suları döktüm tertemiz olmuş her bir yanım. Kırk yılda bir gelmişim bir de kese attırayım diye seslendim : "Nerede bu natır ?". Demez olaydım pestilim çıktı sanki tepeledi beni kırk katır... Halvetten iyice helva olmuşum uzandım dinlenme odasına, bir de oralet getirdiler ama içecek halim kalmamış, sızıvermişim bile. Beni metroda tersleyen şıllık sokulmuş şimdi yamacıma, metroseksüelitem gelmiş ulaşmışım ya amacıma, evim şuracıkta diye fısıldıyor kulağıma. Gidiyoruz evine. "Sen uzan şuraya" deyip bir de viski tutuşturuyor elime.. "Ben uygun birşeyler dolayayım belime, bu arada ismim Halime.."

"Cillop gibi olmuşsun kıs walla, gel sana bi de masaj şeeeyttirim" sözleri kulağımı deliyor, "Halime'nin sesi mi kalınlaştı yoksa bana mı öyle geliyor ?". Bir de hayal meyal şu sözler aklımda kalmış : "Ne Halime'si looo, ben Halil... Hayrullah'ın dediği kadar cillopmuş bu yahu !"

Demek ki; "Metroseksüel neymiş, ne değilmiş, nerede bulunur, nasıl olunur ?"muş :
Metro'da bulunmaz.. Seksüel'den kıl yolunmaz.. Yazan : Okşan Hiçyorulmaz

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Fatma Toprak Gök


SEN DE DUY !

Güzellikler seni bulduğunda, gülümsedin sadece… Acılar seni bulduğunda, hüzün dedin ve ölesiye paraladın kendini… Sana doğru yaklaşan mutluluğu her defasında görmezden geldin, önemsemedin.

Belki bir kırçiçeğiydi sana gelen. Koklamadan, içine çekmeden çiçeğin tüm hayatını, koydun kristal vazoya… O çiçeği daha fazla yaşatmak için tekrar toprağa dikemezdin belki ama, çiçeğin benliğini alıp burnundan içeri, kapatıp gözlerini sonra, alıp götürmesine izin verseydin yaşadığı yerlere, kırık bir kavanoza bile razı olabilirdi. Ve sen o gittiğin yerlerde mutlu olabilirdin.

Bir kedi belki sokak kapısının ardında titreyerek ve korkarak sana bakan. Sen sadece içinden 'ne sevimli' demekle yetindin… Kediyi o an alıp evine sahiplenemezdin belki ama, bir dilim ekmek, biraz su ve sıcak bir gülümseme yeterli olabilirdi. Ve sen susuzluğu giderirken seyrettiğinde onu, mutlu olabilirdin.

Mutlu gülüşleri, sıcak bakışları hep televizyonda izledin. Bir kez olsun denemedin karnın ağrıyana dek gülmekten ölmeyi. Gözlerinin ışıldamasına izin vermedin hiç.Donuk gülümsemelerle geçiştirdin tüm söylemleri. Mutluluk sana çok uzaktaydı çünkü !

Aşkın hep filmlerde olabileceğini düşündün. O müthiş duyguyu yaşayamadın bir türlü, hep engeller koydun kendine. Aşk kapına her geldiğinde onu başka duygularla karıştırdın. Tüm güzellikler gibi aşkı da erteledin. Sen onu hep bir dağın tepesinde aradın, oysa hep eteğindeydi dağın. Yukarılara bakmaktan göremedin. Sana göre aşkın tarifi imkansızlıklardı çünkü, mutluluk gibi.

Hiç dışarıda koşturup durdun mu çocuklar gibi… Elma şekeri yedin mi mesela sokak ortasında. Eline yüzüne bulaştırıp deliler gibi güldün mü kendi yapış yapış haline… Mesela sen hep çocuk parkına gidip salıncakları uzaktan izledin, sallanmayı çok istesen de. Sana göre bunu yapmak çocukluktu ve çocukluğun da çok uzaklardaydı çünkü, tıpkı mutluluk gibi.

Saksıdaki çiçeğe su verirken gülümsedin mi ışıl ışıl gözlerle bakarak. Konuştun mu onunla, etraftakilerin 'ne yapıyor böyle, deli mi ne!' demelerine aldırmadan. Okşadın mı yapraklarını… Yüksek bir tepenin en yüksek noktasından bırakıp kendini aşağı doğru son hız koştun mu mesela… Kışın karla kaplanmış boş bir tarlada, ağız dolusu gülerek yuvarlandın mı, ya da yazın papatyaların arasında uzanıp yattın mı sere serpe.

Sen hep mutluluğu çok uzaklarda sandın. Tanımını bile yapamadın hiç çünkü uzun zaman önce allayıp cilalayıp rafa kaldırmıştın. Onun her fırsatta yanına gelmeye çalıştığını anlayamadın. Açmadın kapını, silmedin cilasını.

Hüzün sana geldiğinde ise kapın ardına kadar açıktı. Ona kucak açtın. O hep yanıbaşındaydı çünkü, hiç ayrılmamıştı senden. Kendine çektin, hep hazırdın. Her olayda yaşanabilecek bir hüzün vardı! O her zaman seni bulabilirdi çünkü, sana göre hayat acılardan ibaretti. Sen hayata acımayı bırakıp kendine acıdın. Aşkın kendisini de yaşayamamıştın zaten.

Sen şimdi kendini bırakmışsın acının rengine… Mutluluk senin için hep renksizdi… Oysa gökyüzüne bakman bile yeterliydi.

Ben mi ne yapıyorum ? Ben şimdi rengarenk karların üzerinde yürüyüp kendi ayak seslerimin ezgisini dinliyorum gülümseyerek. Bahar geldi evet ama, kardaki ayak sesini duymak için ille karın yağmasını bekleyemem ki ! Sen de duymak ister misin ?

Fatma Toprak Gök

Yukarı

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


YAŞAM BİR ÇERÇEVEDE GİZLİ - III -

Yaşlı adam, ağır adımlarla sallana sallana yürüyerek yanından uzaklaşan bu çocuğa uzunca bir süre bakakaldı. Çocuk yürürken, bir yandan da şarkı söylüyordu. Sağ elinde tuttuğu arkadaşının kravatı, ikiye katlanmış bir halde bir o yana, bir bu yana savrulup duruyordu.

Adam, çerçeveyi elinden bıraktı ve bankın üzerine koydu. Sonra ağır hareketlerle ceketinin içine giydiği yeleğinin cebinden bir saat çıkardı, kafasını sallayarak saate baktı. "Hayli geç olmuş" diye geçirdi içinden. Zaman çabucak geçmişti. Saatini yeleğinin cebine koydu, daha sonra ceketinin cebinden tren biletini çıkardı. Bileti uzun uzun inceledi. "Daha trene çok var" dedi kendi kendine. Biraz daha oturmaya karar verdi. Bileti tekrar cebine yerleştirdi ve çerçeveyi eline aldı.

Gideceği yolculuğu düşünmek istemiyordu. Zaten çok isteksiz almıştı biletini. Ama mecburdu. Artık bu yolculuk zorunluluk halini almıştı. Buralarda daha fazla kalamazdı. Tüm sevenleri onu birer birer terk etmişti. Hiç birine kırgın değildi. Yalnızlığından da şikayet etmiyordu. Ama şu ağrıları artmamış olsaydı gitmeyecekti. Hastalığı gün geçtikçe ilerliyordu.

Artık kendi kendine bakamaz hale gelmişti. Yaşlı, yorgun bedeninin bakıma ihtiyacı vardı. Karısı iki yıl önce ölmüş, çocukları kendi dünyalarında kaybolmuşlardı. Hiç arayanı soranı yoktu. Uzak bir kasabada bir yeğeni vardı. "Buraya gel, amca ben sana bakarım" demişti son mektubunda. Küçük bir kasabada bakkal dükkanı vardı. Ailesini bir trafik kazasında kaybettikten sonra, sığındığı küçük bir Anadolu kasabasında kalan ömrünün tükenmesini bekliyordu. Bir amacı, bir umudu kalmamıştı. Karısını ve kızlarını gözünün önünde ezmişti koca kamyon. Dur diyememişti. Engel olamamıştı. Kendini cezalandırdığı küçük kasabada yüzündeki hüzünle yaşıyordu. Amcasının hastalığını, kendinden üç yaş küçük kız kardeşinden haber almıştı. Yaşlı amcasını hastanede bir kez görmüştü. Kasabaya döndükten sonra uzun uzun düşünmüştü. Bu sırada amcası hastaneden çıkmış, evine dönmüştü. Bir mektup yazıp, "Gel buraya, sana bakarım" demişti.

Yaşlı adam, belki de ömrünün son zamanlarında gelen bu daveti zorda olsa kabul etmişti. Hastaneden çıktıktan sonra, günlerce evde tek başına yatmıştı. Bir iki komşusu dışında hiç kimse kapısını çalmamıştı. Yeğeninden gelen mektubu okumuş ve öylece masaya bırakmıştı. Mektup uzun süre orada kalmıştı. Sonra kararını vermişti. İlaçların yardımıyla bulduğu son gücüyle, yıllardır hayatını sığdırdığı ahşap iki katlı evini bir müteahhite satmıştı. Evdeki işe yarar eşyaların bir kısmını komşulara dağıtmış, geri kalanını bir eskiciye vermişti. Ve arkasına bile bakmadan bir tahta bavul, bir de altın renkli çerçeveyle çıkmıştı son kez evinden.

Başka gidecek yeri yoktu, konu komşuyla vedalaşmıştı. Tren saati gelinceye kadar bu parkta oturmaktan başka bir şey gelmemişti elinden.

Yaşlı adam, çerçeveyi yine göğsüne götürdü ve uzun uzun kucakladı. Bir süre sonra yanında dokuz-on yaşlarında bir kız çocuğu olan yaşlıca bir kadın geldi ve çocukla beraber banka, adamın yanına oturdular. Adam gözleriyle merhaba dedi onlara. Kadın başörtüsünü düzeltip cevap verdi adama.
- İyi akşamlar bey amca,
Kadının tiz ses tonu ve yanında mızmızlık eden kızın ağlaması adamı rahatsız etmişti. Kız durmadan "Bana ne çikolata isterim" diye mızıldanıyordu. Kadın çocuğun ağlamasını umursamadan çantasında bir şeyler aranıyordu. Yaşlı adam, elindeki çerçeveyi dizlerinin üstüne bırakarak cebinden bir kağıt mendil paketi çıkardı ve kadına uzattı.
- Çocuğun yüzünü silersin kardeş, dedi.
Aradığı şeyi bulmanın sevinci ile paketten bir mendil alıp çıkardı kadın. Sonra paketi adama uzattı.
- Sağol bey amca, bu çocuklara söz dinletemiyorsun ki. Ne görürlerse istiyorlar. Sabahtan beri onu al, bunu al. Cebimdeki para tükendi kardeş. Torun diyoruz, seviyoruz ama onlarda burnumuzdan getiriyorlar.
Kadın tiz sesiyle adeta nefes almadan konuşuyordu. Yaşlı adamın konuşmasına fırsat vermeden, bir yandan torununun burnunu siliyor bir yandan da göz ucuyla yaşlı adama bakıyordu.
- Sen de yolcusun galiba amca, diye adama soran gözlerle baktı.
Kendisinden on yaş kadar küçük görünen bu kadının, amca diye hitap etmesi adama komik geliyordu. Kadın kendi yaşının farkında değilmişcesine amca diyerek konuşmasını devam ettirdi.
- Amca, o elinde tuttuğun ne? Resim çerçevesi mi? Neden hiç bırakmıyorsun?
Kadın çocuğun üstünü başını düzelttikten sonra, çocuğa dönerek.
- Al şu parayı, git karşıdaki büfeden çikolata al, bir daha da zırlama tamam mı?
Çocuk parayı aldığı gibi hızla uzaklaştı.
Adam çerçeveyi kadına doğru uzattı ve
- İstersen sen de bakabilirsin, dedi.
Kadın kendisine birden ağır gelen çerçeveyi tutmakta zorlandı biraz, sonra dizleri üzerine yerleştirdi ve iki eliyle kenarlarından tutarak uzun uzun baktı.
- Eee, ben burada....
Adam, kadının konuşmasına fırsat vermeden.
- Bir soluklan önce, acele etme. Orada gördüğün en önemli şey neyse ona bak sadece ve onu bana tarif et.

Kadın vücudunu hareket ettirerek oturduğu yere iyice bir yerleşti. Sonra elindeki çerçeveyi sıkı sıkı tutarak adama döndü,
- Of, bey amca, offf. Ben burada o kadar çok şey görüyorum ki, akşama kadar anlatsam bitmez.
- Benim zamanım var, dinlerim.
- Yok bey amca, yok bu işin içinden çıkamam ben, en iyisi sen al bunu, beni hiç bakmamış say.
- Seni bu kadar dertlendirecek ne gördün ki?
- Valla, nereden başlayayım bilmem ki. Bir kere..... Hastalıklı bir yüz, yorulmuş bir kadın. Bu kadın niye böyle soluk bakıyor, söylesene amca?
- Bilmem sen bulmaya çalış, dedi adam.
- Bu kadının suratı benim içimi acıttı, ben daha fazla bakamayacağım, sen iyisimi al şunu elimden. Bitti hadi.

Yaşlı adam hiç sesini çıkarmadan, çerçeveyi kadının elinden aldı. Kadın tekrar başörtüsünü çekiştirdi. Sonra elinde çikolata ile gelen torununa seslendi.
- Kız, çabuk gel buraya, geç oldu gidelim artık. Annen bizi kapılarda bekliyordur şimdi.
Çocuk, eli yüzü çikolata içinde kadının yanına geldi, elindeki boş çikolata paketini de kadının eline tutuşturdu. Kadın adamdan bir mendil daha isteyerek çocuğun ağzını sildi. Daha sonra
- Haydi amca, bize müsaade. Sana hayırlı yolculuklar. Allah sana kolaylık versin, dedikten sonra kızın kolunu çekiştire çekiştire adamın yanından ayrıldı.

Adam yeniden yalnızlığı ile başbaşa kalmıştı. Bu sefer çok oturacak değildi. Tren saati yavaş yavaş yaklaşıyordu. Karnının acıktığını hissetti. Yeniden elindeki çerçeveyi bankın üzerine bıraktı. Bavuluna eğildi, bavulunu açıp içindeki bez torbayı çıkardı, sabah olduğu gibi. Torbanın içindeki bir poşetten bir yarım ekmek, diğerinden de bir peynir dilimi ve bir domates çıkardı. Bez torbayı tekrar bavula koydu. Ekmek, peynir ve domatesi daha önceden bankın üzerine serdiği mendilin üzerine koydu. Ve bavulun içinden termosu çıkarttı. Termosun kapağını ters çevirip suyla doldurdu. Sonra termosu ağzı açık olarak bankın üzerine koydu. Devrilmesin diye iyice sağlamlaştırdı. Bu sefer peyniri ekmeğin arasına koymadı. Dişssiz ağzıyla önce ekmekten bir lokma alıyor, sonra peynirden ısırıyordu. Her iki seferde bir de domatesten alıyordu. Arada bir de suyundan bir yudum alıyordu. Yaşlı adam, yavaş yavaş ekmeğini bitirdi. Sonra termosun kapağını kapattı. Termosu bavuluna yerleştirdi. Mendilini silkeledi, sonra özenle katlayıp cebine yerleştirdi. Karnı doymuştu. Yelek cebindeki saati çıkarıp tekrar baktı, eh artık gitme vakti gelmişti. Daha fazla oturacak değildi. Parkta yavaş yavaş tenhalaşmaya başlamıştı. Bir iki oynayan çocuk ve hızla önünden geçip giden bir kaç insan. Zaman gelmişti.

Tekrar çerçeveyi eline aldı. Altın renkli çerçeveyi öylesine sıkı tutuyordu ki. Hiç bırakmayacak gibi. Sonra kendi kendine mırıldanmaya başladı.

"Eeee, yılların Bekir Efendisi bak iyi bak, ne kaldı elinde? Bir bavul, bir de şu eski çerçeve. Bak şimdi, iyi bak. Kimi geriye getirebileceksin ki? Ya sen geriye gidebilecek misin? Daha şuradan istasyona gidecek gücün bile kalmamış, nereye gidiyorsun? "

Adam kendi kendine konuşurken, kısık gözlerinden süzülen yaşlar buruşuk suratına iniyordu.
Kendini tutmasa katıla katıla ağlayacaktı. Kendi kendisiyle konuşmaya devam etti.
"Karın seni bir başına bırakıp gitti, çocukları hiç karıştırma. Yeğenin olmasa kuytu köşelerde ölüp gideceksin, kimsenin haberi olmayacak. Bak bak iyi bak. Saatlerdir elinde tuttuğun bu şey de en çok ne görebileceksin ki? "
Yaşlı adam gözyaşlarını tutamıyordu. Boğazı düğümlenmiş, kısık sesiyle mırıltıyla konuşmaya devam ediyordu.
"Ne mi gördüm? Gülen yüzler gördüm. Beş kişi bana bakıyor. Kadın ve adam ayakta, çocuklar önlerindeki kanapeye oturmuşlar. İki erkek, bir kız. Kız en büyükleri. Küçük oğlanla kızın arasında hayli yaş farkı var. Hepsinin gözleri ışıl ışıl. Mutlu günlerinde. Bayramlık elbiselerini giymişler, nasıl da güzel gülümsüyorlar"
Adam çerçeveyi hareket ettirerek kendi kendine konuşmasına devam etti.
"Ya şimdi ne mi görüyorum? Yaşlı, yorgun, hasta bir adam. Yüzü buruş buruş, kimsesi yok. Yalnızlığı, kimsesizliği onu uzaklara götürüyor. Sabahtan beri yanına oturup şu çerçeveye bakan herkesten daha yalnız" Adam yavaş yavaş çerçeveyi bankın üzerine bıraktı. Bavulunu aldı. Başındaki kasketini düzeltti ve bastonunun yardımıyla ayağa kalktı. Çerçeveyi bıraktığı yere son bir kez daha bakarak
"Daha ne görecek? "diye kendi kendine sorarak yavaş yavaş banktan uzaklaştı. Attığı her adımla çerçeveden biraz daha uzaklaşıyor, sanki tüm geçmişini geride bırakıyordu. Elinde bavulu, bastonuna dayana dayana ağır adımlarla yürüdü, yürüdü adam. Bir daha geriye bakmadan.

Nice zaman sonra, hava yavaş yavaş kararmaya yüz tutmuştu. Parkın ışıkları yanmaya başlamıştı. Parkta oyun oynayan çocuklar evlerine gitmişti. Babasının elinden tutarak bankın önünden geçen yedi yaşlarında bir çocuk, bankın üzerinde parlayan çerçeveyi gördü.

- Baba, bak bir şey unutmuşlar, diye babasını bankın yanına sürükledi.

Babası altın renkli çerçeveyi tuttu. Çocuk
- Aaa burada bir ayna unutmuşlar, dedi.

Aynanın çerçevesinin arkasındaki "Eylül 1940 1.Evlilik Yıldönümü Hediyesi" yazısı karanlıktan okunmuyordu bile.

Bitti

SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

 KONTRA MİZANA : Tamer Soysal


"Monarşi güzel bir biblo gibidir, denizde bir süre yüzer ancak bir süre sonra beceriksiz kaptanlar yüzünden kayalara çarpar; buna karşın demokrasi şişirilmiş bir botta seyahat etmek gibidir. Kolay kolay dibe batmazsın, fakat ayakların hep ıslaktır."
Fisher Ames

Özgürlüğün Köşe Taşları Magna Carta ve Cromwell'e Eleştirel Bir Bakış

Kişi hak ve hürriyetlerinin gelişimi denildiği zaman hukukçular bununla ilgili ilk önemli belge olarak 1215 tarihli Magna Carta Libertatum (Büyük Hürriyet Fermanı) gösterirler. Türk Tarihi açısından ise bu belgenin karşılığı olarak 1808 tarihli Sened-i İttifak gösterilir. Ardından, yönetimde halkın iradesinin asl olduğu demokratik siyasal sistemlerde baskıcı yönetimlerden temsili demokrasilere geçişin ilk ayağı olarak Oliver Cromwell kahramanlaştırılır.

Magna Carta ve Sened-i İttifak
Tarihin ilk kuralı, olayları değerlendirirken içinde bulunulan koşulları ve diğer olayları dikkate almaktır. Batı, bugünkü ileri görüntüsüne her zaman sahip değildi. Batı Tarihi, kimilerine "karanlık çağ" diye bilinen kimilerince de gelişimin filizlendiği dönem diye nitelendirilen, bir "Orta Çağ" yaşamıştır. Bu dönemde, Batı'da koyu bir taassup dönemi hakimdi. Orta Çağda Batı'da henüz aydınlanma çağı başlamamıştı. Koyu bir kilise egemenliği hakimdi. Kilise özgür düşünceye ve bilime karşıydı. Yönetim şekli, serf sistemine dayalı feodalite idi. Batı toplumları o dönemde daha gelişmemişti. Zenginlik, Doğu'daydı. Ayrıca Doğu'da hızlı bir Türk ilerlemesi vardı. 1071 yılında Romen Diyojen'in Malazgirt'de yenilmesiyle Türkler Anadolu içlerine doğru hızla yayılmaya başlamışlardı. Anadolu o dönemlerde Doğu Romalılara aitti. Roma önce Orta Doğu'dan çekilmek zorunda kalmış sonra da Anadolu'daki topraklarını kaybetmeye başlamıştı. Batıya doğru hızlı bir Türk ilerleyişi vardı. Bir de Batı'da halk feodal derebeylerinin haksız yönetimleri altında eziliyor, kazandıklarını kiliseye ve derebeylere vermek zorunda kalıyorlardı. Halk adaletsizlik ve fakirlik içinde kıvranıyordu. Ayrıca, 711 yılında İspanya'ya giren müslümanlar İspanya'yı kısa sürede modern bir görünüme kavuşturmuşlar ve Kurtuba gibi şehirleri birer kültür merkezi haline getirmişlerdi. 1090 yılında Grana, 1094 yılında Sevilla şehirleri Arapların eline geçmiştir. Batı'dan haçlılardan ilk yardım isteyen Doğu Roma olmuştur. İznik'e kadar ilerleyen Türkler, Doğu Roma'nın Papa II.Urban'dan yardım istemesine sebep olmuştur. Papa'nın 'çapulcu' diye bilinen bu ezilmiş sınıfları çeşitli vaadlerle yönlendirmesiyle binlerce hristiyan Doğu'ya doğru 1094 yılında sefere çıktılar. 1095-1291 yılları arasındaki 200 yıllık süreçte yapılan haçlı seferleri sonunda, Hristiyanlar Akdeniz'in kontrolünü yeniden ele geçirdiler. Ancak herhalde daha büyük kazançları, o dönemde çok gerisinde oldukları Doğu'daki ilerlemeyi ve yönetim tarzını gördüler. Ülkelerine dönenler Doğu'da gördükleri adil yönetimleri ve zenginlikleri kendi ülkelerinde de görmek istediler. Sürekli savaşlardan dolayı kayıpları telafi etmek isteyen Britanya Krallığı, sürekli vergi arttırımlarına gidiyordu. Aslan yürekli Richard (Richard the Lionheart) (1157-1199)'ın kardeşi olan ve savaşlarda çok toprak kaybettiği için "Topraksız John" diye de bilinen Kral John (1167-1216), Aslan yürekli Richard'ın ölümü ile 1199'da kral oldu. Haçlı Seferlerinde Doğu'da gördükleri ile kendi düşkün hallerini kıyaslayan insanlar baronların önderliğinde, yüksek vergiler nedeniyle isyan ettiler. Topraksız John onları yatıştırmak için, İngiliz halkının hürriyet belgesi diye bilinen 1215 tarihli Magna Carta'yı imzalamak zorunda kaldı. Magna Carta ile baronların onayı olmadan yeni vergi konulmayacak, halk üzerindeki baskılar azalacaktı. Daha önce Papa ile Canterbury Psikoposunu tanımadığı için arası bozulan ve Papa'nın desteğini kaybeden Yurtsuz John, Magna Carta'dan sonra Papanın yardım ve desteğini aldı. Kilisenin egemenliğinin tehlikeye girdiğini gören Papa III. Innocent, Magna Carta'yı imzalayan baronları aforoz etti. İngiltere, kralın otoritesini sınırlandıran bu belgeyi, özgürlük belgesi olarak takdim etti ve demokrasi tarihi anlatılırken, sürekli bu belge özgürlüklerin miladı gibi görüldü. Oysa, H.V.Wiseman'a göre bu belge basit bir feodalizm manifestosundan başka birşey değildir. Zamanla İngiliz halkı efsaneleştirmiştir.

Bizde, Magna Charta'nın karşılığı olarak ondan yaklaşık 600 yıl sonra yapılan 1808 tarihli Sened-i İttifak gösterilir. Dünya devletler tarihinde Roma Devleti ile birlikte en önemli devlet olan Osmanlı Devleti 16.yy'a gelinceye kadar yaklaşık 250 yıl adil ve zengin bir devlet olmuştur. Ancak, Orta Çağ İslam düşünürlerinin eserlerini çevirerek hızlı bir ilerleme dönemine giren Batı, bu ilerlemeyi devam ettirerek önce Rönesans ile edebiyatta, sanatta ve bilimde ilerlemeler kaydetmiş sonra da Reform ile yüzyıllardır inledikleri kilise baskısına son vererek, ilerlemenin kapılarını sonuna kadar açmışlardır. Ardından Aydınlanma çağı ile bilimde ve edebiyat da zirveye çıkmışlardır. Oysa bu dönemde Doğu, Batı'ya karşı Orta Çağdan gelen üstünlüklerinin devam edeceğini sanarak, uzun bir tembellik dönemi geçirmiştir. Bunun sonucu olarak, Osmanlı'da dirlik ve düzen yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır. Sened-i İttifak bu bozulmanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Magna Carta'ya benzer şekilde yine ilk sebep haksız vergilerdir. Osmanlı Vergi Sisteminde Tımar Sistemi çok önemli bir yere sahipti. Ancak zamanla Tımar Sistemi bozulmuş ve devlet otoritesinde boşluklar başlamıştır. Devletin vergi toplamak için kullandığı iltizam usulünde mültezimler, boşluklardan faydalanarak halktan yüksek vergiler almaya başlamışlardır. Devlet ile halk arasında irtibatı sağlamaya başlayan bir takım güçlü kimseler zamanla güçlenerek devlet otoritesini rahatsız etmeye başlamışlardır. İngiltere'deki baronların rolünü üstlenen ve "ayan" denilen bu kişiler zamanla devlete karşı güçlerini kabul ettirme yarışına girmişlerdir. Bu sistemi disipline etmeye çalışan Sultan II. Mahmut, ayanların varlığını kabul ederek, onlarla 1808'de Sened-i İttifak'ı imzalamıştır. Osmanlı Devlet Düzeninde ilk kez, devlet otoritesinin sınırlandırıldığı belge olan Sened-i İttifak, Türk Anayasacılık Tarihinin de başlangıcını temsil eder.

Batı'da yapılan demokrasi hareketleri hep aşağıdan yukarı olurken, bizde hep yukarıdan aşağı olmuştur. Önce Sened-i İttifak sonra Tanzimat ve Islahat Fermanları hep tepeden aşağıya olmuştur. Ayrıca bu dönemde başlayan ve halen devam eden bir yanlış olarak ilerlemenin simgesi olarak Batı görülmüş ve hep "Batılılaşmaya" çalışılmıştır. Oysa, doğru olan ölçütü M.Kemal göstermiştir: "Muasır Medeniyet". Dolayısıyla, böyle bir yanlış yönlendirme, medeniyeti değil, kültürü ikame etmeye dönüşmüştür.

Oliver Cromwell ve Parlamentarizm
Devlet'in birbirinden farklı çeşitli fonksiyonları vardır. Dengeye dayalı ve gücün tek elde toplanmasının önlenmesi için Aristo'dan beri tartışılan ve Montesquieu'nun "Kanunların Ruhu" adlı eseri ile somutlaşan "kuvvetlerin ayrılığı" ilkesi, yasama-yürütme ve bilhassa yargı kuvvetinin bağımsız ve güçlü olmasıdır. Farklı uygulama modellerinde yasama ve yürütme arasındaki etkileşimin ağırlığı değişebilir ancak yargı demokratik sistemlerde mutlaka güçlü ve bağımsız bir erk olarak yer almalıdır.

Fransızca "parler" yani konuşmak sözcüğünden türeyen "parlamento" kelimesinin siyasal demokrasi açısından başlangıç noktası, İngiltere'de krala danışmanlık yapan soylular ve yaşlılardan oluşan bir kurul şeklinde olmasıdır. İngiltere'de parlamento zamanla toprak soylularını temsil eden "Lordlar Meclisi" -ki bu kişilerin soyu feodalitenin zenginliklerine dayanır- ile kent soylularının oluşturduğu "Avam Meclisi" olarak ikiye ayrıldı ve halen bu ayrım devam etmektedir.

Ancak İngiltere'de sembolik olan parlamentonun siyasal demokrasideki etkin rolüne dönüşmesinin başlangıcı olarak Oliver Cromwell isyanı gösterilir. Oliver Cromwell (1599-1658) yılları arasında yaşamış ve 1640'da Cambridge'den parlamento üyeliğine seçilmiş koyu bir Püriten'dir. Bu dönemde Kral I. Charles, merkezi bir yönetim kurmayı denedi. Parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa'ya savaş ilan etti. Savaş masraflarını karşılamak için de vergileri arttırdı. Bunun üzerine Parlamento 1628 tarihinde "Petition of Rights-Haklar Bildirisi"ni yayınladı. Bu bildiri ile kralın yetkileri sınırlandırılıyor, kralın yasalara uygun olmadan orduyu kullanamayacağı kararlaştırılıyordu. 1640 ile 1653 yılları arasında görev yapan ve "uzun parlamento" diye bilinen bu dönem Parlamentosu ile Kral I. Charles arasında güç çatışması baş gösterdi. Soylular kralı desteklerken, tüccar sınıfı olan burjuva parlamentoyu destekledi. Ülke kralcılar ile parlamentocular arasında bölünmüş oldu. 1642'de iç savaş başladı. Savaş başlayınca Cromwell bir asker olmamasına rağmen, İngiltere'nin doğusundaki kontlukları bir araya getirerek süvari birlikleri kurdu. 1648'e kadar süren savaşı, parlamentocular kazandı. Kral tahttan indirildi ve idam edildi. Oliver Cromwell başa geçti. "Uzun Parlamento"nun 1653'te görev süresinin dolmasıyla Cromwell parlamentoyu dağıttı ve diktatörce bir yönetim sergilemeye başladı. Ve ölümüne kadar 5 yıl süre ile tek başına ve acımasız bir şekilde ülkeyi yönetti. Cromwell, koyu bir Püriten idi. Tanrı'nın isteklerini yeryüzünde yerine getirmek için kendisini seçtiğine, bu nedenle var gücüyle bunları gerçekleştirmek için çalışacağına inanıyordu. Püritenizm, İngiltere'de 16.yy'da çıkmış yeni bir mezheptir. Reformasyon hareketinden sonra oluşan Protestan mezhebinin daha radikal şeklidir. Püritenler "Eski Ahit" diye bilinen Tevrat'a yönelinmesi gerektiğini savunuyorlar ve 1290'da huzuru bozdukları gerekçesiyle İngiltere'den kral kararıyla çıkartılan Yahudilere İngiltere'nin yeniden açılması gerektiğini savunuyorlardı. Zaten, Cromwell kralı indirdikten hemen sonra yahudileri yeniden İngiltere'ye almaya başlamıştır. Eski Ahit hükümlerine göre, Yahudiler üstün ve seçilmiş bir halktı ve Püritenler bunu kayıtsız şekilde kabul ediyorlardı. Öyle ki Püritenlik "İngiliz Yahudiliği" olarak adlandırılmıştır. Bugün ki Yeni Dünya Düzeninin de "Amerikan Yahudiliği veya Hristiyan Yahudiler" denilen "evanjelizm" odaklı yürütülmesi de entresan. Amerika'ya göç de bu devirde yoğunlaşmıştır. Önce Cromwell diktatörlüğünden kaçanlar, sonra da Cromwell'in ölmesinden sonra Amerika kıtasında daha rahat edeceğini düşünenler Püritenler bu kıtaya hızla göç etmeye başlamıştır.

Oliver Cromwell, 1513'de yazılan ve 1532'de basılan Niccolo Machiavelli'nin "Hükümdar" adlı kitabını okumuş ve devlet yönetiminde politika yaparak menfaat sağlamaya dayalı Makyavelist bir yönetim tarzını benimsemiştir.

Karl Marks, 17.yy İngiliz Devrimi'nin önderi Oliver Cromwell ve İngiliz Halkının devrim için gerekli ülkü, tutku ve hayalleri Tevrat'tan aldıklarını yazar.

Sonsöz
Özgürlüklerin sembolü olarak bayraklaştırılan Magna Carta ve Oliver Cromwell, aslında tarihi anlamlandırmak için yaratılmış semboller niteliğindedirler. Ne Magna Carta ne Cromwell'in bunu hakettiğini söylemek güçtür. Cromwell, cumhuriyeti getiren birisi olarak başa geçmiş ancak kısa süre sonra meclisi fesh etmiş ve diktatörce bir yönetim ortaya koymuştur. Batı'da insan haklarının felsefi temelini bulduğu simge isim ise John Locke'dur. John Locke (1632-1714) ilk kez doğuştan gelen, vazgeçilemez ve devredilemez insan haklarından bahsetmiş ve kendinden sonraki Amerikan Haklar Bildirgeleri, Fransız Haklar Beyannamesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine ilham kaynağı olmuştur. Fransa haklar sistemi devrimin de etkisiyle daha çok Rousseaucu bir tavır takınırken, özgürlük umutları ile Yeni Dünya'ya göç edip binlerce yerliyi katlederek insan haklarını hiçe sayan İngilizler ve İspanyollar ise sonradan kurdukları devletlerinde J.Locke'u esas alarak anayasal düzenlemeler yapmışlardır.İnsan zihnini tembelliğe alıştıran, uyuşturucu pek çok elektromanyetik ve psikolojik etki araçlarından sıyrılıp Dünya Tarihine baktığımız zaman ve bugün cereyan eden hadiseleri sadece gördüğümüz zaman bile, Batı'nın aydınlanmadan beri devam eden İnsan Hakları gelişim sürecinin ve Rönesansın moda kavramı Hümanizmanın çifte standartlara dayanan aldatıcı kavramlar olduğunu görüyoruz. İnsan Hakları yeryüzünde yaşayan bütün insanların hakkıdır. Güç, ülkelere istediği yerleri işgal etme, istediği ülkeleri istediği şekilde sömürme hakkı vermez. "Terörizm ile mücadele" adı altında terör yapmak, zorba ve ceberrut bir devlet anlayışını ortaya koyuyor. Böyle bir düzende demokrasi ise ancak onların kendi amaçları için kullandığı bir aygıta dönüşür. Artık zihinlerimizden imajları silerek düşünmenin zamanı. Demokrasi ve İnsan Hakları kimsenin tahakkümünde olamaz. İnsan hakları hukukunda en eski hak olarak yaşam hakkı ve güvenlik hakkı başta verilir. Oysa bugün dünya bu en temel hakların hiçe sayıldığı bir yöne doğru götürülüyor. Seçimler ise, böylesi bir yapı içinde ancak ve ancak halkın aldanmasını sağlayan bir unsur olarak kalıyor. Öte yandan zaten bu bir zorunluluk. Önemli olan kimlerin seçildiğinden çok dünyayı nasıl bir düzeneğin kontrol attında tuttuğu ve kimleri nasıl kendi amaçlarına ulaşmak için kullandığıdır. Acı olan ise, halkın bu düzenek gereği kendine biçilen "kayıtsız ve umarsız bir tavır" sergilemek rolünü çoktan benimsemiş olmasıdır.

Tamer Soysal
tsoysal@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


AŞK İNSANA KANATLAR VERİR

Bülent Özcan Aşk insana kanatlar verir
Yürek gideceği yeri bilir
Mutluluk keşfedilmeyi bekleyen bir ülkedir
Umutsuzluk o ülkede yitik bir şehir

Aşk insana kanatlar verir
Güçlü, dingin, coşkun kanatlar
Ölümsüzlük şehrinden hayat seslenir:
Ölüm geçilirse bir aşkla geçilir.

Bülent ÖZCAN

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Yok valla burası Haydarpaşa Rıhtımı değil!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.suryaniler.com/yazarlar_yusuf7.asp
...Artık çevresindeki olayları algılayabilecek yaşa gelmişti. Etrafında varolan şeylere yakınlaşıp onları tanımaya, onları sevmeye çalışıyordu. Dünyaya geldiği günden beri yanında olan çok sevdiği babası dışındaki insanları da tanımak istiyordu artık. Baba yetişkin yaşının vermiş olduğu olgunluk ve tecrübeyle oğlunun bu arzusunu hissediyor ve bu isteğinden dolayı tedirginlik yaşıyordu...

http://www.bizimi3.com/ahmethasimoteli.php?sid=1&yad=2208
...Sezar şahane bir tavuk yiyor. Tabi o zamanlar portakallı ördek yok, “Ördek var da portakal yok.“. (Osturyalı ünlü düşünür Çevren Bayarsakaç, Evrişim adlı kitabında bu gerçeği açıkladı ve Göbel Ödülü aldı.) Sezar da tabi yok beşamel sos, yok karamelli pirinç taneli çikolatayla marine edilmiş frambuazlı permasan peynirli civciv falan yiyor. Bolu'nun ustaları o zamanlar da çok meşhur, biri kalkıyor Roma’ya gidiyor...

http://www.gata.edu.tr/kutuphane/Kitap_Ozetleri/insanlik_tarihinda_buyuk-yalanlar.htm
Böyle bir kitap var. Tarihte var olduğuna inandığımız bir çok yer, kişi ve olay hakkında aldatıldığımızı iddia ediyor. Duy da inanma ...Herotodos : Tarihin babası olarak bilinir.Aslı şudur, doğru ve yanlış duyduğu herşeyi yazar, başkalarının metinlerini kendisininmiş gibi sunar... Buyrun burdan yakın.

http://www.gag.web.tr/
Gülmeye ihtiyacınız varsa buyrun size bir alternatif daha: ...Şimdi öncelikle şunu bilmemiz lazım ki erkek milleti, içinde “seks” kelimesi geçen her türlü vaziyete yoğun memnuniyet halinden sempatiye değişen olumlu tepkiler verirken, sonu “seksüel” ile biten her türlü kelimeye kıldır. Hele ki genlerinde dünyayı titretmiş nice padişahın, pehlivanın, koçyiğitin kromozomlarını taşıyan şanlı Türk milletinin erkekleri için sonu “seksüel”le biten her türlü kelime “puşt gibin, i.ne gibin” anlamında çağrışımlar yarattığı için kıllık seviyesi bakımından “kendisine kullanılırsa namus meselesi” olabilecek bir durum teşkil eder...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


EasyDivX [6.45MB] W9x/2K/XP FREE
http://easydivx.does.it/
DVD filmeleri divx formatında değerinden fazla birşey kaybettirmeden bilgisayarınıza kopyalayıp daha sonra normal CD'ye kaydetmek isterseniz, işte size ideal bir program. DVD kopyalamak hala epeyce pahalı ama bu şekilde DVD kalitesinde görüntüye sahip olabilirsiniz. İlgililere duyurulur.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040326.asp
ISSN: 1303-8923
26 Mart 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri