KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Bir Ekart = 1 Gün
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 496

 4 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Ana gibi yar..


Merhabalar,

Bu aralar sizlerle fazla birlikte olamıyorum. Ama birikmişleri bitirmeye az kaldı. Sizlerden gelen epostalara bile cevap vermekte güçlük çekiyorum. 'Kısa bir cevap yazmak çok mu zor?' diyeceksiniz, haklısınız. Ama bunun haklı bir teknik nedeni var, yani açıklayabilirim ancak bunu karşı karşıya geldiğimiz bir güne bırakıyorum. Bu vakitsizlik yetmezmiş gibi aksilikler de peşimi bırakmıyor. Örneğin şu anda okuduğunuz sayı gece 23:00 ile 2:45 arasında hazırlanıp bitirildi, son rötuşlara sıra geldiğinde bilgisayarın azizliği ve benim gece andavallığım birbirine eklendi, sonuçta 70KB lık bir hazır gazete 0 byte'lık bir hiçe dönüştü. Ve ben sıfırdan yeniden hazırlamaya başladım. Şu anda saat 3:00, bakalım kaçta bitecek? Neyse boşverin ben alışkınım bu tür aksiliklere.

Önümüz 'Anneler Günü'. Varsa söyleyecek bir çift lafınız çekin klavyenizi önünüze ve başlayın yazmaya. Perşembe akşamına kadar vaktiniz var. Yollayın yazdıklarınızı güzel bir Anneler Günü sayısı hazırlayalım birlikte. Ne demişler: 'Ana gibi yar KM gibi diyar olmaz.' Uymadı pek ama idare edin artık. Haydi kalın sağlıcakla...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Yaşamın Telvesi : Rita Ender


EVRENSEL BİR DİLDİR ÇİÇEKLER.

İnsanoğlu yüzyıllar boyunca kendini ifade etmek için farklı yollar aramış durmuş. Bu yollardan kimisi zaman aşımına uğrayıp yok olup gitmiş. Kimisi yöresel olmuş ve dış dünya ile karşılaşınca ürkmüş. Kimisi ise evrensel değer kazanmış,edebiyata,sanata hücum etmiş ve böylelikle zamana karşı gelmeyi başarmış.

Zamanla çarpışan en kibar ifade yolu "çiçekler" dir. Dilleri evrenseldir. Her dilde, her ırkta ruhlara temas eder ve bir çok duygunun olduğundan daha yoğun yaşanmasına sebep olurlar. Birisi en başarılı işinden dolayı aldığı çiçeği unutamazken öbürünün kurutup sakladığı çiçeklerinde gizlidir en derin aşkları. Ötekisini hastane koridorlarına sürükleyen çiçekler hatırlatır ona baba olduğu günü...Diğeri ise kokusunu duyumsamaktadır çiçeklerin her anneler gününde...

İlkbaharın canlı tanıkları olan çiçekler, çok eski zamanlardan beri sembolik anlamlar taşımıştır. Aşkın sembolü gül insanlığın tanıdığı ilk çiçektir. Doğu mitolojisinde önemli bir yeri vardır. Gül sevgiliyi bülbül ise gülün aşkıyla yanıp tutuşan aşığı temsil eder. Bir efsaneye göre, bülbüle hiç yüz vermeyen gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş. Gülün kayıtsızlığına dayanamayan bülbül bir gün gidip onun gövdesine konuvermiş. Dikenler bülbülün göğsüne batmış;kanatmış. Akan kan, gülün dibine dökülmüş ve köklerinden damarlarına doğru yayılmış. İşte o günden sonra gül kan kırmızısı açmaya başlamış! İşte o günden sonra kırmızı gül aşkı temsil etmiş bütün dünyada!

Lale de aşkı dile getiren başka bir sembol, farklı bir ifade yoludur. Hollanda ile bütünleşmiş olan lalenin aslında ana yurdu İran'dır. İran mitolojisine göre bir gün bir yaprağın üzerindeki çığ tanesine yıldırım düşmüş. Alev alan yaprak o haliyle donup kalarak laleye dönüşmüş. Göbeğinde de yıldırımlardan kalan bir yanık izi,siyahlık kalmış. İşte bu olaydan sonra lale doğulu şairlerin ilgi odağı olmuş! İşte laleler şairlerin dizelerinde yaraya,kadeh dolu şaraba ve sevgilinin yanağına benzetilerek önce edebiyata kavuşmuş ve sonra evrensel değer kazanmış!

Evrenselleşirken çiçekler;dağılmışlar yaşamın her yanına renk renk... Beyaz renkli çiçekler saflığı temsil etmiş ve gelin çiçeği olarak kullanılmışlar. Sarı renk ayrılık,özlem anlamına gelmiş. Bu yüzden biraz hüzün biraz pişmanlık taşımışlar benliklerinde. Pembe renkliler ise dostluğu ifade etmiş. Sarmalamaya çalışmışlar doğayı,dünyayı; savaşları yok edebilmek kardeşliği,dostluğu var edebilmek için. Ve kan kırmızısı aşkı ifade etmiş tek başına. Tek başına ifade edebilmiş sevgiyi.

Duyguların temsilcisi olan çiçekler aynı zamanda yeryüzünün en özel hediyesidir de. Alınabilecek en özel hediye! Neden mi özeldirler? Bir düşünün başka hangi hediye ruhunuzu ebediyete teslim ederken sizinle olabilecek? Başka hangi hediye soğuk mezar taşınızın üstünde size sevildiğinizi hissettirebilecek? Sadece çiçekler hissettirebilecek...Masum papatyalar, ihtiras dolu güller, sarhoş laleler hissettirecek sevildiğinizi...

Pembeye boyayalım dostluğu;sarı kalsın hüzünler...Beyazları seyre dalalım huzurla... İzin verelim kırmızıya aşkı anlatsın her dilde en yoğun şekilde...Bırakalım papatyalar masum, laleler sarhoş olsun. Ve biz insanlar; ifade edelim kendimizi onlarla. Kullanalım bu evrensel dili hayattayken ve hayattan sonra!!!

"Gül mü zibadır letafette ya ruhsarın senin
Lale mi hoşturtaravette ya didarın senin"
Ahmedi

Hoşlukta gül mü süslüdür yoksa senin yanağın mı?
Tazelikte lale mi hoştur yoksa sevgililerin yüzü mü?


GAZEL
"Nev-bahar oldu gelin azm-i gülistan idelüm
Açalım gonca-yı kalbi gül-i hanadan idelüm

Konuşmayıp lale gibi elden ayağı bir dem
Mest olup gonca sıfat çök-i giriban idelüm"
Baki

İlkbahar geldi gelin gül bahçesine gidelim
Goncanın kalbini açalım gülü gülen edelim

Bırakmayıp lale gibi elden bir an kadehi
Sarhoş olup gonca gibi yakamızı yırtalım


Rita Ender
rita@kahveciyiz.biz

Yukarı

Fuat Arslan

 Pasaport Kahvecisi : Fuat Arslan


    SAVAŞ BARIŞ KARDEŞLİK

İnsanoğlu, ana rahmine düştüğü andan itibaren bir yaşam uğraşının içinde bulur kendisini. Bu bir çeşit savaştır. Kime karşı, ne için savaştığını bilmeksizin, içgüdüsel olarak belli bir süre bu savaşı sürdürür insanoğlu. Kimi zaman, ikiz kardeşini anasının memesinden iter, bilinçsizce. Aynı kardeş, 9 yaşında, bir sokak kavgasında ölümüne savunur kardeşini, diğerleri ezmesin diye... Büyük çocuğuma sevdiği bir yiyecek verdiğimde, onun hep "kardeşime de, kardeşime de" dediğine tanık olur ve büyük bir keyif alırdım; ta ki, bu davranışın altında sadece sevginin yatmadığını ve fakat kardeşine de aynısından verilmezse kendi payını onunla paylaşma riskinin doğduğunu algıladığını, anlayıncaya kadar... Örnekleri uzatmak olasıdır. Bunun adı da menfaat, öz Türkçe’si ile çıkardır.

Hadi onlar küçük ve akılları ermiyor. Henüz, akıl, hikmet, erdem ve benzer kavramlar minik beyinlerinde yerlerini almamışlar, kaba yanlarını yontamamışlar... Ya biz? Topluca yenilen bir yemekte, geleneklerimiz uyarınca, ortaya gelen salatanın en can alıcı noktasına batırmıyor muyuz çatalımızı, malı biraz daha yüklüce kaldırabilmek uğruna? Yanımızdakinin tabağına gözümüz kaymıyor mu, "acaba onun tabağına konulan et parçası benimkinden biraz daha büyük mü" demiyor muyuz? Bunları yapmayanları ve böyle düşünmeyenleri, paylaşabilenleri, kendinden çok yanındakini düşünebilenleri kutluyor ve insanlık adına bir kazanç kabul ediyorum elbette ama, yapanların da olduğu gerçeğini kabul ediyoruz, değil mi?

Tarih boyunca yapıla gelmiş savaşlardan ne farkı vardır ABD - Irak savaşının? Sonuçta, bu savaşın özü de diğerleri gibi, birinin, “çıkarı için diğerini yok etme çabası” değil midir? Kendisi gibi düşünmeyenleri ve kendi hesabına çalışmayanları, tarih boyunca, gücü, kuvveti yerinde olup da kim affetmiş, kim hoş görmüştür; aklına bir örnek gelen var mı?

Kabul... Karşı taraf da pek boş durmamış, o da öbürünün kuyusunu kazmaya çalışmıştır. İnsanlık kendini bildi bileli bu kuyular açıla gelmiştir. Peki, insan neden diğeri ile savaşır? Kişisel çıkarları veya kendi taraftarlarının çıkarları için, değil mi? Savaşır da ne olur? Güçlü ise kazanır. Diğer taraf kıygın olur, hatta yıllarca ödeyeceği bir borç yükünün altına girer. Diğer taraf güçlenirse, bu sefer o öbürüne saldırır ve kaybettiklerini geri kazanmaya ve kâra geçmeye çalışır. Bu, böyle devam eder gider. Peki, ne yapmak gerekir savaşı önlemek için? Onca kişi, kuruluş, medya, sivil toplum örgütü, siyasi parti temsilcileri yazar, çizer, söyler "savaş kötüdür" der, "savaşa hayır" der. Der ama, savaşa hayır demekle savaş durmuyor ki ve dahi durmayacak ki. Savaşı, büyük küçük tüm savaşları, durdurabilmenin bir yolu, yöntemi olmalı, bu konuşulmalı.

İnsanoğlu, ne yazık ki, kazanmak için hep kolay yolu yeğlemiş ve kaba güç kullanmıştır. Oysa kazanmanın bir diğer ve fakat zor yolu da sevgi yolu ile kazanmaktır. Karşı taraftan bir şey alabilmek için ya kolay yol ile yani kaba güç ile, onu döver ve alırsınız ya da zor yolu seçer, onu sever, hatalarını hoş görür, kırmadan yol gösterici eleştirinizi yapar, gözetir, korur ve kollarsınız. Karşılığında o da size mutlaka bir şeyler verecektir. Gücü var ise olasılıkla özdeksel bir armağan ile, gücü yok ise sevgisi ile karşılık verecektir.

Belki de şeytanın diğer adıdır "para". Maaşınızın daha yüksek olmasını dilersiniz, patronunuz size verebilir bu istediğiniz parayı ama daha sonra hesap eder ve "keşke" der "daha ucuza çalıştırabilsem onu". Patronunuz ile aranıza para, yani şeytan girer. Patron, biraz daha fazla kazanabilmek için "küçük hileler yapsam, kim fark edecek ki" der. Böylece, patron ile velinimetleri olan müşterileri arasına para, yani şeytan girer. Beriki der ki, "şunun ayağını kaydırsam da o pozisyona ben geçsem, maaşım artar, daha itibarlı olurum", böylece onca yıllık arkadaşlık, dostluk arasına da para, yani şeytan girer... Şeytan var mıdır, yok mudur, girer mi, girmez mi bilinmez; burada, simgesel anlamda, kastedilen şudur: Çıkarın olduğu yerde, kötülük baş gösterir. Kötülüğün ilacı ise, sevgidir, dostluktur, kardeşliktir, hoşgörüdür. Daha çok kazanmak uğruna, hiç çekinmeden kötülük yapabilenlerle başa çıkabilmenin yolu budur. Ancak, ağaç yaşken eğilir düşüncesiyle, sevgi tohumlarını erken saçmak gerekir. Bugün saçsanız, en erken, 20 - 30 sene sonra meyve verir. Ne yazık ki ben, bu uğurda şimdiye değin, hiç bir şey yapmadım. Ağustos böceği gibi, günü kurtarmaya baktım ve yan gelip yattım. Savaş çıktığında da "savaşa hayır, savaşa hayır" diye bağırdım. Acaba kendim duydum mu kendi sesimi?

Daha kaç yıl geçmesi gerekecek acaba, dünyanın tek ve insanların eşit olduklarını anlayabilmek için? Türk, Kürt, Sünni, Şii, Müslüman, Hıristiyan ve sair ayırım yapılmaksızın yaşanılası bir dünya yaratmak için ne yapmak gerekir? 7 yaşına gelen tüm çocukların kaydedildiği bir dünya okulu açılsa ve üniversiteden mezun oluncaya dek ana işlevi çocuklara dostluğu, özgürlüğü, eşitliği, kardeşliği, barışı, huzuru, sevgiyi, hoşgörüyü ve benzeri erdemleri anlatsa bu okul… Son derece ütopik bir düşünce değil mi? Hadi okulu kuramadık, biz bu eğitimi veremez miyiz? Çocuklarımızı bu yönde eğitemez miyiz? Böyle düşünenlerle kol kola giremez miyiz? Başka türlü nasıl önleriz savaşları, nasıl baş ederiz bu şeytanla? İnsanoğlunda onca kazanma hırsı varken eleştiri alabilir mi, özeleştiri yapabilir mi? Lider ise, ölçülü, dengeli, bilimsel, akılcı, alçakgönüllü olabilir mi? Başkalarının fikrine de saygı duyup, ayni fikirde olmasa dahi, kendisi gibi düşünmeyenleri de dinleyebilir mi? Olanaklarını ve gücünü, "kaba güç" olarak daha fazla kazanmak uğruna kullanmak yerine, insanlığa yararlı olgular ve olumlu bilim için kullanabilir mi?

Sabit fikirli olmamaya, doğruyu, gerçeği aramaya çalışıyorum. X'in klişeleşmiş görüşlerine de bağlı kalmaya zorunlu hissetmiyorum kendimi. Kimseden de benim görüşlerime sahip çıkmasını ve onaylamasını beklemiyorum. Bıkmadan, usanmadan, bilimsel yöntemlerle gerçeği ve doğruyu aramanın yararlı olacağını düşünüyorum. Yeter ki, içtenlikle konuşalım, birbirimizi kırmadan, ezmeden, görüşlerimizi aktaralım ve birbirimizi dinleyelim. Her yeni üretim, bizi gerçeğe bir adım daha yaklaştıracak ancak gerçek ve mükemmel daima bir adım önümüzde olacaktır. Gerçek, daha mükemmel olandır ve değişebilir.

Fuat Arslan

Yukarı

Burcu Serin

 Yarım Kalan Hikayeler : Burcu Serin


   Bir Daha Resimleri'nde Hiç Kırmızı Olmadı

Her zamankinden farklı açtı göz kapaklarını. Aniden, fırlayarak yatağından kalkıp pencereye koştu. Tam pencereyi açacağı sırada Annesi'nin "Semeral! Gel buraya kızım." demesiyle eli bir süre havada kaldı. Sonra koşarak Annesi'ne sarıldı. Aslında pencereden baktığında karşılaşacağı manzarayı aylardır birkaç defa görmüştü.

Haftalar süren sessizliğin ardından bu kulakları sağır eden, heryeri zangır zangır sallayan patlama sesiyle uyanmaya artık minicik yüreğinin dayanamayacağını hissetti.

Ölü bir şehrin ortasında Annesi ile birlikte yaşamaya çalışırken bir çocuğa göre fazla renksiz bir hayat mücadelesi veriyordu Semeral. Her taraf haki yeşiliydi orda. Tanklar, tüfekler, askerler, barikatlar ve arkasından kara dumanlar yükselen yıkık dökük binalar…

Bunların arasında onu yaşama bağlayan eski günlerden çalıntı bir kaç kırık dökük boya kalemi vardı. Babası'nın onlarla olduğu zaman birlikte hazırladıkları sığınakta resim yaparak geçirirdi günlerini. Tuhaf bir çocuktu. Ruhunun derinliklerindeki güçle, bir büyük olgunluğu vardı üzerinde.

Semeral iki boyutlu bir dünya yaratmıştı kendisine. Onun resimleri yaşadığının aksine rengarenk, çiçeklerle, parklarla doluydu. Yaşayamadıklarını adeta resmederek hissetmeye çalışıyordu. Çoğu zaman hayalleri kağıt parçalarının büyüklüğüyle sınırlıydı. Ama o minicik yüreğinin bir türlü anlayamadığı bir şey vardı: Çok istemesine rağmen ailesini bir türlü resmedemiyordu. Bir gece yarısı gürültüsüyle birlikte Babası'nın apartopar götürüldüğünü, Annesi'nin ağlayışlarını bütün bunlardan habersiz uyuyan Kardeşi'ni bir türlü resimlerine yansıtamıyordu. Hiç dördünün birlikte bir fotoğrafı da yoktu elinde. Belki olsaydı teselli olacaktı, o fotoğrafa saatlerce bakarak bir çocuk gibi bağırarak değil ama sessizce ağlayacaktı.

Birgün Babası'nın aralarından ayrılacağını biliyordu sanki. Babası arada bir söylerdi; "Savaşlarda babalar ülkelerinin bağımsızlığı için savaşırken çocuklar ve anneler onları dua ederek beklerdi." Semeral kaçınılmaz bir sonu karşılar gibi çaresizlik içerisinde Babası'nın götürülüşünü yatığında yastığına tırnaklarını geçirerek izledi. Dudakları aralandı ve kendisinden başka kimsenin duyamayacağı bir ses ile Babası'nı almaya gelenlere yalvardı: "Babamı götürmeyin. Babamı götürmeyin. Babacığım gitme… Lütfen gitme…" Gözyaşları yanaklarından süzülerek dudaklarının kenarından ağzının içine bir yol belirlerken yüreğindeki sızıyla ağzındaki tuzlu tad birbirine karışmıştı. O gece uzun bir geceydi, sabaha karşı ancak dala bilmişti uykuya. Kalktığında Annesi'ne bir kere bile sormadı Babası'nı. Biliyordu bir daha asla gelmeyeceğini.

Annesi'nin gözlerindeki acıyı ona bakarken bütün beninde hissediyordu. Çoğu zaman yüzüne bakmadan göğsünde uyumayı tercih ediyordu.

Günler birbirini takip ederken küçük sığınaklarında birkaç delikten sızan ışığın dışında kapkaranlık dünyalarında yapayalnızdılar. Onlar gibi civarda birkaç sayılı ev daha vardı, birbirlerinden habersiz. Çoğu savaşın ağır şartlarına dayanamayıp göç etmişlerdi. Aç susuz günlerce sınıra kadar ayaklarını iteleye iteleye kaçmışlardı. Kimileri daha sınıra varmadan yarı yolda yitip gitmişlerdi.

Semeral ve Ailesi Babası'nın kendilerinden koparıldığı geceyi yüreklerine gizlemeye çalışırken, doğacak güneşle beraber acı, çığlık dolu bir günün geldiğinden habersizlerdi. Sadece iki gün boya kalemlerini almadı eline. Sonra tekrar başladı, boyamaya… Annesi giderek tükenen erzaklarla uğraşırken içeriye sızan ışığın nereden geldiğini anlamaya çalıştığında sığınağın kapasının açık olduğunu farketti. Telaşla yattıkları yere baktı, sonra Semeral'in resim yaptığı ufak bölmeye. Yoktu!

Devamı var...

Burcu Serin

Yukarı

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


UZUN OLMAYACAK

Uzun olmayacak. Tat damakta kalacak. Sümbül bu mevsime duracak.

Uzun olmayacak.

Yıla yayılmayacak. Asıra yanaşmayacak.

Rakılardan tek, şaraplardan sek, votkalardan pek olacak. Olacaka bir yudum bir dem mey koyacak. Koyacaka melekler bakacak.

Bakacaka dağ kaçacak. Kaçacaka nehirler sığacak. Sığacaka derya deniz sığ kalacak. Kalacaka yerin yüzü düz olacak.

Sana bana dünya bu duracak. Duracaka kaçan kaçacak bucak bucak.

Kısa olmayacak.

Ömür kucaklayacak. Ömür, kucaklanarak kucaklayana şan sunacak. Şan güne duracak. Gün çoğalacak.

Çoğalan her bir kerim, "Hani bana?" diye haykıracak.

Olan olacak. Küçük parmağa kıyılacak.

Cüce kendini dev sanırken, dev cüce olduğuna kıt kanaatlaşacak.

Uzun olmayacak.

Sümbül bu mevsime duracak.

Mevsim donlara alışacak.

En zoru, kardelenlerce yaşanacak.

ANur
anur@kahveciyiz.biz

Yukarı

Hasan Kaya

 Not Defteri : Hasan Kaya


   Mayıs

1977 Mayısının ilk günü korkularımızın ve acının sağılıp içimize damladığı gündür. Ve kaç gün vardır böyle acıları içimize damlatan. Şimdi acılar içine damlarken durmadan tekrarladığın o dize gelir aklıma.

O ne harika dizedir. Ve anımsadıkça yüreğim yerinden oynar. Çok değildir böyle usumuza asılı kalan dize sayısı.

“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.”

Umutlanmak için bir sebeptir baharın gelişi. Sevinmenin tam zamanıdır. Kurdun kuşun, açan çiçeğin sevincini yaşaması gibi değildir insanın sevinçlerini yaşaması. Kederlerimiz tutar yolumuzu... Bir bahar günü merhaba dediğin halde hayata, çok da sevinmedin baharın gelişine. Takvim yapraklarının her birinde bir ölüm haberi asılıdır bahar günlerinin. Umutlarımızı hırpalar, sevinçlerimizi kursakta koyar.

Yaz gelse diye telaşla bekleyişin nedeni, baharın bu ağır acılarından kurtulmak istemekten başka bir şey değil... Biliyor musun yolculuğumuz uzadıkça ve ardımızdaki yıllar önümüzde duranlardan sayıca artıkça her şey daha zor olmaya başladı.

Yaşlandın sen. Saçındaki aklar, bıyığına sakalına düşen kırlar yorgunluğun kadar. Ah iyi ki şu çocuk gülüşün var. İyi ki bir yanın hep çocuk kalıyor. Yoksa bu aksiliğin, bu bazen kendini beğenmişlik derecesindeki ukalalığın asla çekilmez.

Seni böyle anlatıyorum ya... Daha önce yazdıklarımı okuyan olsa seni melek sanacak. Sen de biliyorsun, şu ana kadar sadece kabul edilebilir yanlarını yazdım. Ama bazen çok çekilmez olduğunu sen de biliyorsun. Ağzının bozulduğu da oluyor. Çok zor olsa da oluyor işte. Bütün erkekler küfür eder. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Ama senin dediğin gibi küfür etmek biraz da acizlik. Çaresiz kalış... Hayatın karşısında kim çaresiz kalmıyor ki. İstemesek de hepimizin çaresiz kaldığı ve küfür etmekten başka sözün kalamadığı anlar da oluyor.

Küfür ettiğinde yüzümü buruşturmama hep “Sen asla Can Yücel şiiri okuma.” Deyip kendini savunman, aslında özrünün kabahatinden büyüklüğünden başka bir şey değildi. Neyzen Tefik’i de bilirim ben. Keyifle de okurum.

Şiirin kendisi bir isyan değil mi. Bildik anlatımların, bildik söz dizimlerinin zorlandığı ve aşıldığı, duyguların en olmaz, en akla hayale gelmez yerinden yakalanıp ifade edilişi biraz da.

Hani şu annesini sokak lambasına benzeten şairi anımsıyor musun. İnsanın annesini bir sokak lambasına benzetmesi, olsa olsa bir şair işi olabilir. Senin de var şaşırarak ve hayretler içinde kalarak okuduğum dizelerin. Sen şair değilim desen de bal gibi de şairsin işte.

Şimdi aklıma, bir gün bana sokak lambalarından söz etmen geldi. Tam olarak anımsayacağımdan emin değilim ama, İstanbul’un sokak lambalarının gözüyle görünmesini anlatmıştın. Sabahleyin gördüğümüz eğri büğrü bu lambaların, gece dile geldiğini, İstanbul’u anlattığını söylemiştin. Gece bu kadar zavallı ve bu kadar çaresiz değildir bu lambalar... Geceye umutsuz bir ışık olup düşerler. Ve her sokak bu umutsuzluktan payını alır. Susar usulca demiştin. Gerçekten öyledir; İstanbul susar bu umutsuz anlatımlarla.

Gölgemizle oynar sokak lambaları. Gölgemizi bir alıp önümüze düşürür, bir ardımıza. Bir sağımızdadır bir solumuzda. Bizimle oynar sanki...

“Sokak lambalarının soluk ışığının elleri üşür, gülüşü bu yüzden donuktur. Ve son derece kıskançtır sokak lambaları. Yıldızlarla aramıza girer.” Bu sözler de senin. Nereden aklına gelir bilmem ki...

Senle yaşadığım bir çok şeyi yazmadığım için şimdi çok pişmanım. Aslında yazmıştım. Bir çok not defteri doldurup sonra yırtıp attım. Senden habersiz seni yazmaktan utandım. Sonuçta seni yazıyordum ve bunu senden saklamam hiç de hoş değildi. Çocukluk yıllarından kalma şiir defterlerini bulduğumda ne çok sevinmiştim. Ama sen sevincimi kursağımda bırakırcasına elimden alıp bir güzelde kızdın bana.

Ama hepsini okumuştum ben. Elimden alman ve o kadar kızman boşunaydı... Bulur bulmaz, sana göstermeden bir güzel okumuştum. Bunu bilmiyordun değil mi ?

Karşılıksız aşklar yaşamışsın hepimiz gibi. Ve öfkelenmişsin bazı dizelerde. En çok da kendine kızmışsın. Cesaretini toplayıp sevdiğini söyleyemediğin için. Adeta kendinle kavga etmişsin. İçim acıdı. Yüreğim burkuldu.

Bütün bunlar, her şiirin altına düştüğün notları okuduğumda gülmeme engel olamadı. Belki de en güzeli bu notlardı. Yazdığın şiiri kendine açıklamış ve ne demek istediğini anlatmışın. Belli ki şiir ne demek istediğini anlatmaya yetmemiş. Ah, anneler günü için yazdığın şiir, bak o bir harika. Şiir olarak belki değil ama şiiri yazdıran düşünce son derece nahiv ve çok da insanca... Evet, daha çok da çocukça... Belki de beni bu yüzden etkiledi. Harika bir anneler günü armağanıydı...

Bence ondan güzel bir armağan olamazdı. Kaç anne böyle güzel bir armağan aldı anneler gününde bilemeyiz. Ama sayılarının çok olmadığını tahmin etmek zor değil bence. Günlüğünde bundan da söz etmişsin. Anneni ağlattığın için üzüldüğünü de yazmışsın. Ama o göz yaşlarının sevinç göz yaşları olduğu da kesin.

Doğum günlerini neden sevmediğini de günlüğünden öğrendim. Ben hep doğduğun günü kesin bilmediğin için doğum günlerine tepki duyduğunu sanıyordum. Oysa olayın aslı bambaşka... İç acıtan bir öykü o da.

Hediye alamadığın ama yinede gitmek zorunda kaldığın bir doğum gününün sende kalan acı hatırasıydı doğum günlerine tepkin...

Bak yarın 1 Mayıs. Hiç bir şey seni alanlardan alı koymadı. Her koşulda bir yolunu bulup meydanlarda oldun. Senle yan yana aynı safta olmak hep beni mutlu etti. Hep yanında yürümenin gururunu yaşadım. Ama nerede olursak olalım hangi alan girersek girelim senin her 1 Mayısta Taksim meydanına girdiğini de biliyorum. En büyük isteğinin de Taksime mavi işliğinle elinde karanfillerle girmek...

Mayıs acılarla gelen yaralı bir çocuk. İçimizi acıtan, içimizi yakan bir kor alev... Bahar geldi. Mayıs geldi... Memleketimin dağlarında kan gülleri....

Hasan Kaya
h.kaya@hkaya.com

Yukarı

Gülendam Z.Oğuz

 Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz


   İşte bugün.. yazmalar'dayım..

Mevsimlerden bir gün, hava açık, net, taze ve mis, toprak toprak kokanmış.

O ise, yüksek sırtlı koltuğunun tam arkasındaki camdan, bilgisayarının ekranına yansıyan parlak ışık içindeki koca dağların ve yine aynı kare'de kafa uzatmış bakan haylaz bir ağacın flu siluetini görüp, yeni tanış olacağı Kahve Molası dostlarına ferah bir "Mer-ha-baaa" demek istemiş bir hevesle.

Demesine demiş de… Ardında gördüğü bu yeni koca dağlardan ve yeşil ovadan mı bahsetmeliymiş, yoksa…? Yoksa, bir buçuk yıldır özlem çektiği güzel İstanbul'undan mı?.. Karar verememiş. Derin bir iç çekmiş.

Doğup büyüdüğü İstanbul gönlünün önünden hiç çekilmiyormuş ki..

Onun için İstanbul sanki ta kendisiymiş.. Boğazın hep çalkantılı, kıpır kıpır deniziyle, yüksek tepelerin ta iç'lere hükümdarlığıyla, klaksonlar ve ezan seslerinin oluşturduğu tezatlıklarıyla, tempolu koşuşturmalarıyla ve Türkiye kişiliklerinin renkliliğiyle.. İstanbul hep buyur edermiş geleni. Onun da yaptığı gibi.. Ve dışarıdan gelenler, hep büyük hedeflerle gelir, bir müddet sonra da zor'a sokmak istemez kendini, bırakıp giderlermiş yarı yolda .. Tıpkı ona "pardon yani" deyip gidenler gibi. O ise, hep doğru bildiği gibi sürdürürmüş hayatını. Ama hep yenilenerek.. Ve hep martı süzülmeleri gibi boşa atarak dertleri, kederleri..

Şimdi..?
"Yeşillikler istiyorum artık.. ve bol huzur" dedikten sonra, kendini bir günde buluverdiği bu yeni doğa ortamında, hem aslı'nı, hem İstanbul'unu, hem sahici dostları özler dururmuş, huzurla ve üstelik de yeşilliklerin tam ortasında..

"Yalnızlık paylaşılmaz" dedi bir zamanlar, bir can yazar,
Evet!

"O" şimdi,
bu an,
paylaşarak
yemyeşil yalnızlığını bertaraf ediyor ..
Ne dersiniz? Renk renk sesler verir misiniz?
Ve sonra; "ne güzel paylaşıyoruz" der misiniz?

Gülendam Z.Oğuz

Yukarı

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


BEN BU İŞİN KİTABINI YAZMIŞTIM -2-

Ders: 3 İlişkilerin çoğu ilk başladığı yerde ve kısa bir zaman sonra bitmektedir. İyi bir sohbetin tadıyla mayışıp kalmayın. Ona ilerki zamanlar için güzel, hatta eğlenceli tekliflerde bulunun. Tekliflerinizi bir çiçek buketi gibi süslemeyi sakın unutmayın. “Yarın Büyük Ada’ya gidelim mi?” gibi bir cümlelerden çok “ Büyük adayı hiç görmüş müydünüz? Faytonlar insanı resmen ortaçağ Avrupa’sına, hoş bir nostaljiye götürüyor. Bunu mutlaka denemelisiniz? Eğer düşünürseniz size eşlik etmekten mutluluk duyarım.”gibi bir tarz daha iyi sonuç verecektir. Bütün girişimlerinize olumsuz yanıt veriyorsa işiniz çok zor. Sakın çok fazla ısrarcı davranmayın. Zor kızlar evlenmek içindir. Amacınız sadece eğlenmekse zaten aradığınız kız tipi bu değildir. Yenilgiyi kabul edip yarın başka biriyle yeniden deneyin.

Tanıştığım esmer bombanın bir tek kusuru vardı. Çünkü o fazlaca uyanık, her türden insanla karşılaşmış, cin olup adam çarpacak türden biriydi. Kendi tanımıyla o işinin ehli bir güzellik uzmanıydı. Oysa benim cilt ve saç bakımı, epilasyon veya maskeler, nemlendiriciler hakkında bütün bildiğim sadece televizyon reklamlarımdan aklımda kalanlardı. Ortak bir sohbet, yani paylaşım alanı yaratmak adına ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmıştım. Ona “Yarın görüşecek miyiz? Ortaköy’de buluşalım mı?” gibisinden kitapta önerilmeyen bir teklifte bulunmak yerine “ Uygun olduğunuz bir gün mekanınıza uğramayı, bir çayınızı içmeyi isterim.” dedim. “Kesinlikle olmaz,” diye yanıtladı. Çünkü onun çalıştığı güzellik ve sağlık merkezine sadece kadınlar gelirmiş. Başka bir yere gitmeyi, geceyi Ukala Bar’da bitirmeyi önerdim ama kabul etmedi.

Lafı dönüp dolaştırıp telefonun günlük yaşamımızdaki yeri ve önemi konusuna getirdim. Telefon numarasını da vermek istemiyordu. Bütün gece ona fındık fıstık, kadeh kadeh şarap hatta şampanya taşıdım. Benim kıramadığım inadı belki alkol yıkar diye çabaladım. İçkiye sandığımdan daha dayanıklı çıkmıştı. Gece sona ererken insafa geldi. “Telefonun numarasını söyle.” dedi. Numaramı kendi telefonunda tuşlayıp benimkini çaldırdı. Arkasında güzel bir parfüm rüzgarı bırakıp gitti.

Gitmeden önce son kez gözlerine baktım. Yıldızlar gibi karalığın içinden ışıl ışıl bakıyorlardı. İçimden “Bunlar göz değil. Kısrakdere Linyiti anasını satayım.”diye söylendim. “Yalbır yalbır yanıyor.” Sohbetimiz sırasında davranışlarında afacan, söz dinlemez bir yan iyice belirginleşmeye, hissedilmeye başlamıştı. Böyleleri aslında çok tatlı ama çok da yorucudur. Peşinden koşamazsınız, koşsanız bile yetişemezsiniz. Jöleli ıslak görünümlü saçlarına mor bir aydınlık düşüyordu. Keşke Güzellik Uzmanı değil, ev hanımı, memur falan olsaydı. Çünkü onları etkilemek, mutlu etmek böyle havalı biriyle baş etmekten daha kolay olurdu.

Gece bittiğinde artık sarhoştum. Yıldızlar, havuzun dibinden lacivert suyu aydınlatan lambalar, arada bir çınlayan kahkahalar da sarhoştu. Veli gelip koluma girdi. Gitmeden önce büfeden yanımıza biraz yiyecek alsak diye düşündüm. Veli’ye “Bir şişe şarap istesek verirler mi?”diye sordum. Biz o kadar görmedik değiliz oğlum” dedi. Artık kapıdaki meşaleler yanmıyordu. Koruma kılıklı herifler de iyice azalmıştı. “Eve gitmeyelim. Sabaha kadar gidip bir yerde içelim. Canım içmek istiyor.”dedim. Veli ağzında bahaneler geveledi. Dükkan, iş, geç oldu, devenin nalı falan gibi şeyler söyledi. Beni kapının önünde arabadan indirip motor gürültüsü ile birlikte gecede kayboldu.

Ders: 4 Önceki aşamaları büyük bir başarı ile aşmış çapkın ikinci buluşma için fazla aceleci davranmamalıdır. İkinci karşılaşma için en ideal şey doğal bir karşılaşma yani tesadüfen yeniden karşılaşmaktır. Her gün karşımıza hoş tesadüfler çıkmayacağı için en iyisi ikinci buluşmayı planlamaktır. Bir çok uzman ikinci görüşme ile ilki arasında iki günlük bir sürenin geçmesini önermektedir. Zaten fıstığınız sizin birinci gün arayacağınızdan çok emin olarak beklemektedir. En azından onun tahminleri boşa çıkarmak gereklidir. Aranacağından çok emin bir kadın razı olmak için gönüllü bile olsa “ Bu gün görüşmeye uygun değilim. Çok işim var. Geç saate kadar çalışmam gerek.”gibisinden yalanlar söyleyecektir. Ev hanımı ve çalışan kadınlar üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar her iki grubun da yüzde doksan iki ( %92) oranında böyle tepki verdiğini kanıtlamaktadır. İkinci gün aranmak kadının beklemediği, yani hazırlıksız ve biraz da savunmasız yakalanmasını sağlayacaktır. Çünkü kadınlar hemen ertesi gün aramadığınız için artık sizin bir daha aramayacağınızı düşünürler. Ani ve hazırlıksız yakalanan kadın yalanlar kurgulamakta, sizi başından savmakta beceriksizce davranacaktır. Böylece gelebilecek itirazları en aza indirmek mümkündür. İtiraz ederlerse bir daha aramayacağınızı düşünürler. Çünkü, siz zaten tahminlerin adamı değilsiniz. Ya oyuna katılmak yada tamamen reddetmek zorunda kalırlar. Hiç kimse eğlenceli bir oyuna kolay kolay sırt çeviremez.

Ertesi gün öğleye doğru uyandım. Midem cayır cayır kavruluyor, en ufak kıpırtıda başıma balyozlar iniyordu. Duşa girmeden soda dolu bardağın içine kaynayarak eriyen o iri aspirinlerden bir tane attım. Kanepenin üzerine uzanıp aspirinli sodayı usul usul yudumladım. Bardağımı bitirdiğimde baş ağrım da azalmıştı. İlaç gerçekten bu kadar etkilimiydi, yoksa ben mi iyi olmaya şartlanmıştım bilmiyorum. Duş alıp iş yerime vardığımda gün öğleni çoktan devirmişti. Yardımcı kızın söylediğine göre Veli büroya erken gelip bir müşteri ile dışarı çıkmış. Mekan boş kalmasın diye akşama kadar büroda kaldım. Gelen müşterilere çay, kahve ısmarlayıp iş görüşmeleri yaptım. Telefonla evini kiraya vermek ve satmak isteyen müşterilerle görüştüm. Dün gecenin etkisi tam anlamıyla hiç silinmedi. Geceden kalma sarhoşluğumun artçı baş dönmeleri günümü zehir etmeyi başardı. Sarhoşluk kalıntıları bir yana asıl sorun gün boyu Songül’ün zihnime yapışmış görüntüleriydi. Bir çift iri siyah göz, gülümsemek için yanaklara doğru çekilmiş iki dudak, hiç beklenmedik zamanlarda çatılıveren iki kalem kaş, belirgin ve yuvarlak yanaklar aklımdan hiç çıkmadı. O gün akşama kadar onun yüzü her köşeden, bürodaki bütün eşyalardan, bilgisayar ekranından bana bakıp durdu.

Caddelere karanlık çökünce iş yerimden ayrıldım. Songül’ün aklımı bu kadar meşgul etmesi yarın için beni kaygılandırıyordu. İlgisiz hatta telefonda soğuk davranması ihtimali beni korkutuyordu. Sıcak davranması, akşam yemeğe çıkma teklifimi kabul etmesi ihtimali de benim için sıkıntılıydı. Her şeyden önce onu nasıl bir lokantaya götürmeliydim? Salaş bir balıkçı lokantasına mı yoksa bir Fransız lokantasına mı götürsem daha hoşnut kalırdı? Benim kendi tarzım balık, roka ve rakıydı. Aslında her iki seçeneği birden düşünüp ikisi için de hazırlıklı olmak gerekiyordu. Ayrıca bir de şu çiçek konusunda kararsızdım. Bazı kadınların ne kadar çiçek sevdiğini hepimiz biliriz. Böyle tipler Pırlantalar hediye etsen, altınlara boğsan yine bir demet çiçeğin romantizmini seçerler. Aslında sorun çiçek almak falan değil. Elimde çiçeklerle bir kadının beklemek görüntüsünden nefret ediyorum.

Ders: 5 “Aşk ve savaşta her şey mübahtır diyen sözlere hiç kulak asmayın. Çapkınlar hiçbir zaman gönül işlerine girmemelidir. Romantik telefon mesajları, çiçek buketi arasına sıkıştırılmış şiirsel kartları yazmazlar. Çapkın sadece bedensel hazların kurbanı bir fanidir. Erkeklerin en sık yaptıkları hataların başında romantik yaklaşımlar gelmektedir. Bir kadına övgü dolu sözler söylemek işinizi kolaylaştıracaktır. “Sizi görünce ayaklarım yerden kesildi. Aklım başımdan aldınız. Daha ilk görüşte size aşık oldum. Yıldırım aşkı diye anlatılan şey bu olmalı.” gibi saçmalıklardan uzak durunuz. Romantik edebiyat az zamanda uzun yol almanızı sağlar. Ama bağlılık gibi, bağımlılık yaratmak gibi bir sonucu da beraberinde getirir. Bir çapkının başına gelebilecek en kötü şey bu aşk meşk saçmalıklarının içine düşmektir. Bu yolu izleyen sersem çapkınlar daha ne olup bittiğini bile anlamadan kendilerini nikah masasında bulurlar. Romantizm, şiirler ve duygusallık ileri yaştaki hastalara önerilen diyet listelerindeki üç beyaz kadar tehlikeli ve çapkınlara yasaktır.

O akşam her gece arkadaşlarla tıkıldığım kahveye gitmedim. Her akşam yaptığımız gibi bir, iki el hoşkin oynayıp ardından sahildeki birahaneye gitmeyi, hafif tütsülü kafayla laf salatası yapmayı da istemedim. Saatlerce sokaklarda yürüdüm. Sahildeki bar, kafe, lokanta türü mekanları dolaştım. İyi de bu kızı kafaya almak için lokanta, bar ve kafe tarzı mekanlardan daha fazlası gerekiyordu. Ne konuşacaktım? Eğlenceli, ilginç bir sohbet ortamı oluşmazsa her şey boşa gidecekti. Ben de kendi yazdığım çapkınlık kitabının daha dördüncü dersinde sınıfta kalacaktım. Keşke onun işi hakkında metroseksüel geyiğinden daha fazla bir şeyler biliyor olsaydım. Çünkü bütün insanlar işinden ve mesleğinde ne kadar başarılı olduğunu, mucizeler yaratıyormuş gibi heyecanla anlatmaktan hoşlanır. Onun işinin cilt terapistliği yanında makyaj, moda, kozmetik hatta belki bir tarihi süreci bile vardı. O gece aklımdan gecen, beynimi meşgul eden her şey Songül ve yarın içindi. Eve geldiğimde saat gece yarısına yaklaşmıştı. Kendimi “ Hele bir yarın olsun, gün doğmadan neler doğar. Su akacağı yeri bulur.”gibisinden cümlelerle teselli edip, yattım. Yatağımdan kalktığımdan beri bana eziyet eden baş ağrısı ve mide yanması zaten bütün gün canıma okumuştu. Songül üzerine yaptığım hesapları, aklımdaki belirsizliği, mide bulantısı ve baş ağrısını geçmişte bırakmak, kurtulmak için kendimi uykunun kollarına attım.

Rüyalarla dolu bir uykunun gecesinden geçerek sabaha ulaştım. Rüyamda Songül’e telefon ediyordum ama o benimle görüşmek istemiyordu. Hatta birkaç kere telefonu hiç cevap vermeden Rüyamda onun çalıştığı yere bile gittim. Kapıdan gidince doktor muayenehanelerinin çoğunda olduğu gibi önce bir bekleme salonu vardı. Salon bir çok kapıyla başka bölümlere açılıyordu. Songül’ü görmek için kapılardan birini rast gele açtım Yaşları hayli geçkince onlarca kadın dişçi koltuğu benzeri bir şeyin üzerine yatmış güzelleşmeyi bekliyordu. Kimisinin başında saç ısıtıcıları vardı. Birkaç tanesinin yüzüne uçuk mavi ve pembe maskeler sürülmüştü. Kimisinin de manikür pedikürü yapılıyordu. Yaşı hayli geçkince bir kadın koltuğun üzerinde beklemekten erimiş gibi yatıyordu. Güçlü kuvvetli, gürbüz bir kaç bayan çalışan gelip beni yaka paça dışarı attılar. Rüyamda çeşit çeşit spreyler, tonikler, yağlar, jöleler, tüy dökücüler, pudralar, fondötenler, göz kalemleri, rujlar, ojeler, saç boyaları ve kremler bile gördüm. Bütün vücutlarına Çamur, yosun, ve çikolata maskesi uygulanan kadınların duvarlara asılmış kocaman resimleri bile vardı.

Sabah rüyalarımın hepsini yorganımın kıvrımları arasında bırakıp yatağımdan kalktım. Sinek kaydı bir tıraşın ardından burun kıllarımı kontrol ettim. Makasla uzayanları kestim ve duş aldım. Kendime gösterdiğim bu özen ve titizlik beni güldürdü. Bunu her zaman değil kendimi birine beğendirmek için yapıyor olmak resmen ucuzluktu. Dolaptan en sevdiğim takım elbisemi seçip giydim. Kahvaltı hazırlamaya üşendiğim için bir çorbacıya gitmeye karar verdim. Tıraş kolonyamı sürdüm. Cüzdanımı ve anahtarlarımı alıp ayakkabılarımı silip çıktım. Saat on bir gibi Songül’ü telefonla aramayı düşünüyordum. O zamana kadar büroda oyalanacaktım.

Oylanmak bir yana bir sürü işle ilgilenmek zorunda kaldım. Son günlerde meğer işlerimiz iyice artmış da ben farkında değilmişim. Ateş gibi genç bir eleman aramaya başlamanın zamanı çoktan gelmişti. Songül’ü bürodan aramak istemedim. Yanımızda çalışan elemanın ve Veli’nin kulağına giderse Songül konusu sürekli ucuz esprilere malzeme olacaktı. “Bu sabah kahvaltı etmedim. Çay, ,kahve midem alt üst oldu. Ben yemeğe çıkıyorum.”dedim. Bürodan çıkıp sokağın başındaki alış-veriş merkezine kadar yürüdüm. İçimden ona kadar sayıp numarayı aradım.

- Alo ben Erkan. Kiminle görüşüyorum?
- Ben Songül. Kimi aramıştınız.?
- Sizi aramıştım, cumartesi gecesi birlikte şarap içtiğim güzel kadını…
- Öyleyse yanlış numara. Ben öyle övgüler düzülecek kadar güzel birini tanımıyorum.
- Eğer bana biraz zaman ayırabilirseniz sizi tanıştırırım.
- Bilmem, bu gün fazla yoğunuz.
- Lütfen… Beni hemen başından savma.
- Seni başımdan savmak gibi bir derdim yok.
- Lütfen, kırmayın beni…
- İnanın hiç zamanım yok.
- İlla bu gün olsun demiyorum. Başka bir gün de olur.
- Çok mu önemli? Benimle niçin görüşmek istiyorsun?
- Ne bileyim iki laf ederiz. Çay, kahve, kola falan içeriz
- Bilmem ki?.......
- Söz veriyorum. Kolana ilaç falan koymayacağım.
- Haaa ha ha haaaaa.
- Yeter ama. Hadi evet de. Daha fazla yalvartma beni.
- Tamam görüşelim. Akşama doğru bir saat kadar vaktim var.
- Saat kaç gibi örneğin?
- Beş ile altı arası.
- Bana uyar. İş yerinin adresini verir misin? Gelip seni oradan alayım.
- Adresi boş ver. Sen beni Kadıköy kavşağından önceki minibüs durağında bekle.
- Olur beklerim. Çıkarken beni telefonla arar mısın?
- Saat beşe gelirken ararım. Seni göremezsen çeker giderim. Darılmaca yok.
- Tamam mutlaka seni orada bekleyeceğim.

Arkası Yarın

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Sorular, sorular...

Kimsin, nesin diye soruyorum bu aralar kendime..Yaşanmış tüm sevgilerden arta kalan bir “kalıntı” mı, daha yaşanacak güzelliklerin henüz doğmamış Tanrıçası mı? Kar mı boyamış da beyazlamış saç tellerimin bazısını ya da, kırmızı çekindiğinden mi gelip yerleşmiyor yanaklarıma? Verdiğim her solukta, içimde kalıp söyleyemediğim sözcükler mi saklanıyor sinsice, yoksa aldığım her nefes temiz duyguları mı varlığıma alıyor?

Ya gözlerim..Baktıklarımda mı kendimi buluyorum, yoksa baktıklarım mı gelip bana yerleşiyor? Dokunduğum her yaprak mı beni okşuyor, ben mi onlara can veriyorum ellerimden?

Sevgim mi verdikçe çoğalıyor, ben mi çoğaldıkça seviyorum? Ya sevgisizlikler..Her sevgisizlikte nasıl da ölüyor hücrelerim..

İşte bunlar..bunlar da benim bugünlerdeki düşüncelerim. Zor olduğu için mi yaşam, düşüncelere dalıyorum, yoksa düşünclere daldığım için mi yaşam zorlaşıyor?

Bir bilebilsem…

Su Yaprak

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 3.533 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Küstüm!

Küstüm ama neye,kime?
Hangi zamana?
Hangi iklime?
Turnaya mı, kekliğe mi?
Dağa küstüm, haberi yok!
Suya küstüm, haberi yok!
Dağlara kar yağdı,
Sular gürledi!
Ben küstüm;
Benim haberim yok!

Dağlar kışı yaşarken,
Benim içim bahardı.
Ama benim baharıma;
Hep karlar yağdı!

Göz yaşlarım anlattı,
Aktı,aktı..
Peki kim anladı?

Küstüm!
Ben küstüm, sen barıştın;
Sen küstün, ben barıştım.
Zamanlar mı bize küstü?
Yoksa biz mi yanlış zamanlarda,
Yanlış zamanlarla barıştık?

Deniz ARMAN

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Biraz erotik evet ama tam bir sanat eseri...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.punisherthemovie.com/files/game1/index.html
Biraz heyecan istermisiniz? Bilgisayar yoluyla heyecanlanmak için iki yol var. Bir tanesi oyun oynamak ve oynarken tamamen konsantre olmak. Diğer seçenek bizi pek ilgilendirmiyor..:)) Ben size FBI uygulamalarına benzetilmiş özel bir oyun sunuyorum. İyi eğlenceler.

http://www.ferryhalim.com/orisinal/g3/starry.htm
Şirin, sempatik, mini mini, sevgi dolu bir oyun. Görsel olarak pastel renkler kullanıldığı ve sakin müziği ile stress topu olmaya aday görünüyor. İyi eğlenceler.

http://www.3dtextmaker.com/
Tanıtımlarınızda veya web sayfanızda kullanmak üzere bir .gif animasyon hazırlamak isteyenlere ideal bir kısayol. Önce yazı tipini belirliyorsunuz. Seçtiğiniz font, örnek kutucuğunda karşınıza geliyor. Daha sonra sırasıyla, yazı rengi, animasyon boyutu ve çalışmanın ayrıntılarını belirliyorsunuz. Son adım, animasyonda görmek istediğiniz yazıyı kutucuğa yazıyorsunuz. "Make 3D text" kutucuğuna tıkladığınızda animasyon hemen hazırlanıyor. Bir kaç denemeden sonra istediğiniz animasyonu bilgisayarınıza kaydedip kullanabilirsiniz.

http://www.secretlevel.de/submarine.htm
Üç boyutlu ve de gayet oricinal(!) bir denizaltı smilasyonu. Denizler altında hiç bir tehlike olmaksızın dolaşmanın keyfi için bu sevimli çalışmayı kullanabilirsiniz. İyi eğlenceler.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


JuggleSaver [98 KB] Win9x/2k/XP FREE
http://www.jugglesaver.co.uk/
Epeydir ekran koruyucu önermemiştim. Ama bunu önermeden geçemedim.Küçük ama epeyce güçlü bir üç boyutlu ekran korucu. Halkalar, toplar ahenkli bir şekilde dans ediyorlar. Deneyin, beğenmezseniz çıkarır atarsınız.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040504.asp
ISSN: 1303-8923
4 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri