KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 510

 25 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : BABA 13 (Made in Turkey)!..


Merhabalar,

Memlekette futbol tatile girdi ama yankıları tüm hızıyla sürüyor. Spor programları da hiç hız kesmeden devam ediyorlar. Kesmelerine olanak mı var? Federasyon, mafya, şaibe derken saatler yetmiyor konuşmaya. En iyi becerdiğimiz şey de konuşmak olunca tadından yenmiyor spor programları. Pazar gecesi orman korucusu kardeşimiz de bağlandı programa. Aman allahım bir ağlamadığı kaldı. 'İntihar etsem sevinecek misiniz?' dedi orada kaldım. Göz pınarlarımdan aşağıya yuvarlanan bir damlaya engel olmadım. Allah için adamı linç etmeye hiç gerek yok. Dediklerinin yarısı bile doğru olsa ki öyledir, onun istemeden ettikleri lağım çukuruna düşmüş sineğin dışkısından öteye geçmez. Koltuğu gaptırmam da gaptırmam diyen bir federasyon başkanı ve şürekası etrafında tezgahlananlar, dönen dolaplar, atlı karıncalar, çarpışan otolar, güldüren aynalar, ağlayan ayvalar, hepsi sanki oynanan bir tiyatro oyunu metni. Meclis'e giden yeni spor yasasının arefesinde rotayı başka yöne çevirmek için kim vurduya giden orman korucusu kardeşimiz olmuş anlaşılan. Mafyanın 20 yıldır kulübün içinde olmasını bile sıradan bir vakaymış gibi anlatan, emirkulu bir garip evrak memurunu işten atarak temizlik yaptıklarını, aklandıklarını sanan yöneticilerimiz var sağolsunlar. Bir rivayete göre, başbakanımız RTE federasyon başkanını köşeye sıkıştırmış, sıkışan başkan ne derlerse evet demiş. Koltukta göstermelik oturup yönetimi RTE'nin ekibine bırakmaya razıymış. Ayıp yahu. Sanki adamcağızın bunlara ayıracak zamanı var. Başı sağolsun kayınpederini de yeni kaybetti. Böyle ipe sapa gelmez bir iddia ile kamuoyunu yanıltan medyaya teessüflerimi bildiririm. Hiç inanmıyorum, inanmakta istemiyorum. Hem tüm memleketi zaten ele geçirmişken bir garip federasyonun peşine düşmesi ne ola ki? Olsa olsa çamurdur.

Ahh şimdi şöyle bir babayiğit olacak, bunların altlarından girip üstlerinden çıkacak, silkeleyip hallaç pamuğu gibi atacak, bizler de sahnede 'Kuğu Gölü' balesi seyreder gibi seyredeceğiz. Federasyon başkanının da, etrafında ki tadıcı ekibinin de gerçek yüzünü görüp, dönen dolapları anlayıp, seneye Digiturk'ten LigTV aboneliği alıp almamaya karar vereceğiz. Ne alaka demeyin. Şu yayın hakları denen şey öyle bir para ki adamı zıvanadan çıkarır. Dikkat edin ne zamanki kulüpler yayın hakkı adıyla çuvalla para lüpletmeye başladılar, işin de çivisi çıktı. Eee memleketimin güzel mafyası koruma ve kollama ücreti olarak bir yurtdışına çıkış bileti almış çok mu kardeşimmm!.

Zamanı geldi ya, gene başladılar orayı burayı delmeye. İşleri hızlı yapıp biranevvel çekip gitseler ellerine sağlık diyeceğim. Ama gayya kuyusu gibi kaz kaz bitmiyor. Bağdat Caddesi'ni bu sefer de sağ taraftan delmeye başladılar, ne zaman biter Allah bilir. Yollar yapılırken kaldırım müteahhitleri de boş durmuyor tabi. Bir sokağın ihalesini kapan sağlam taşın tepesinde gerdan kırıyor. Yalnız yeni ve güzel bir şeye şahit oldum. Sebep olanın da yapanında aklına sağlık. Ataşehir girişi hemen hemen 4-5 kilometrelik bir yol. Yolun iki yanı yaya yolu olarak ayrılmış. Vallahi 2 günde tüm kaldırımı görenleri hayrete düşürecek bir halde yapıp çıktılar. Bildiğimiz asfaltı kaldırıma döküyorlar, sonra ellerinde ki metal bir kalıbı asfaltın üzerine yayıp üzerinden bahçe silindiri geçiriyorlar. Al sana aynen bir döşeme taş motifi. Ardından kenara da süs gibi boya atıyorlar, sonuç pırıl pırıl bir kaldırım. Hem hızlı hem de sudan ucuz. Kadıköy Belediyesinin bu uygulamasını cesareti olan diğer belediyelerinde örnek alması gerekir. Nasılsa hersene bu zıkkımı sök tak yapıyorsun, bari fazla para harcamadan şık bir görünüm ver. Dediklerimi uygulamalı görmek isteyenleri Ataşehir'e beklerim. Vallah yarım ağızla değil, başımın üstünde yeriniz var. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi


ÖLÜMÜ BEKLERKEN YA DA CALİGULA'NIN FAZİLETİ

Merhaba, nasılsınız, iyi misiniz. Ölümü beklerken ne yapıyorsunuz. Godot'nun, ölüm olduğunu Beckett yazmış mıydı. Ha, öğrenmeye devam mı ediyorsunuz, kim bilir başkalarına yardım ediyorsunuzdur belki, yoksa ukalalık mı, belli olmaz, belki de kendinizi tatmin ediyorsunuzdur, intikam peşindesinizdir, olabilir. Yoksa aşıksınız da ölümü bir kenara mı koydunuz. Başkalarını öyle veya böyle kandırıyorsunuz da, boş bulunmamak için kafanızı böyle şeylerle meşgul etmiyor musunuz. Yoksa yoksa, zihninizde geçmişi değiştirip vicdanınızı mı rahatlatıyorsunuz. Yoksa Nietzsche gibi, ne yaptığınız sadece sizi mi ilgilendiriyor. Yazıp yazıp bir kenara mı koyuyorsunuz. Belki de umutlarınız çalınmasın diye onları harıl harıl boyamaktasınızdır. Renk aldatır çünkü, biliyor olabilirsiniz, oyalar; şekil doğrucudur, affetmez, işine gücüne bakar. Mondrian olmasa bunu kimse anlayamayacaktı; ne tuhaf, bunca dahi ressam varken, yüzyıllar boyunca; belki hikayesiz bir resim gerekiyordu da ondan. Her neyse, umarım kimseye zararınız dokunmuyordur. Bu önemli, ama bayağı da zor. Kötülük etmeden ortaya birşeyler çıkarmak yani. Ha belki de, bir tuzaktan bir başkasına düşüyorsunuzdur, nihayet insansınız. Sahi, herşey sırayla değil mi, evet sırayla, iyilikler, kötülükler. Buna da adalet diyorlar, değil mi. Ben, Elia Kazan'dan dinlemiştim bunu, adalet, önce, bu dünyada tecelli eder. En harcıalem filmlerde bile söylüyorlar artık: şeyler göründüğü gibi değildir çünkü; adalet, o da bunun içinde. Her neyse, ne yapıyorsanız yapın, biliyorsunuz ki, bunu bambaşka bir şekilde pazarlıyorsunuzdur. Çünkü eninde sonunda hepimiz birer ekspresyonist değil miyiz. Marc'ın vahşi atları gibi, sarı, yeşil, kırmızı, mavi; hem de en çiğ, en et halleri ile; ölmez o atlar. Sahi, o atları çizdiren neydi, kim bilir. Adalet ve ondan ayrılmaz intikama ilişkin bu dünyada Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ına ekleyecek, şimdilik, bir şey yok.

I

Öğrenmek demiştik. Evet, hayat, hayatı yaşarken öğrenilir ya da onu kitaplardan, büyüklerden, öğretmenlerden öğrenirsiniz. Genellikle, neredeyse bilinçsiz bir şekilde, iki yoldan birini seçer insanlar. Akıllı veya aptal, saf ya da cin gibi, entrikacı veyahut doğrucu Davut olmamız, bu konuda pek karar verdirici olmaz. Her neyse, bu değil asıl anlatmak istediğim. Hangi yolu seçerseniz seçin, özellikle bu seçiminizden dolayı başınız pek ağrımaz. Alt tarafı, ölümü beklerken kitaplarla dertleşirsiniz, müttefiklerinizle yani; ya da bu sırada, rakiplerinizle konuşursunuz, yonttuğunuz, yontulduğunuz, bir şekilden öbür şekle soktuğunuz veya hırpalandığınız rakiplerinizle. İki durumda da hayat güzeldir ve emindir. Belki de onlarla kavga edersiniz, müttefiklerinizle veya rakiplerinizle. Hayat hep güzeldir ve emindir. Çünkü özünde beklenmedik şeyler sizi beklememektedir; bu güvenli ortamda, olsa olsa kurtlarınızı dökmektesinizdir. Ha, bir de ölümü beklemektesinizdir. Her şey tariflidir, siz de hazırlıklarınızı ona göre yapmaktasınızdır zaten.

Ufak bir sorun, öğrenme yolunuzu herhangi bir nedenle değiştirmeye mecbur kalırsanız çıkar. Hayatı kitaplardan veya büyüklerden öğreniyorsanız, genellikle yüce değerlere bağlısınızdır. Başınıza ne gelirse gelsin, siz etrafınıza iyilik etmekten vazgeçmezsiniz, hatta kendinizi bir kenara koyup, çevrenizi öne çıkarırsınız. Öfkeniz öfkedir, ama bu pek önemli değildir, geçer ve siz kızdıklarınızı gözetmeye devam edersiniz. Hain veya aziz sizin için pek farketmez. Kötülerin de bir gün ıslah olacaklarını düşünürsünüz; belki biraz nasihat biraz daha nasihat. Varsın tüm entrikalar, her biri sizi kendi çapında kuşatsın, farketmez. Çünkü kitaplar hele size verilen kitaplar, hatta sizin seçtiğiniz kitaplar, o büyülü nesneler, yani taptığınız, o giyimli kuşamlı nesneler, karton ciltli, bez ciltli o kitaplar yanı başınızdadır. Ama bir de farkına varırsınız ki, o binbir seremoniden sonra ayine başladığımız zaman kitaplarımızdan aslında pek bir ses gelmemektedir. Bekleriz, bekleriz de tek kelime söylemezler; bizim onları anlamamızı, yorumlamamızı isterler, biz de onların beklentilerine cevap vermek için kendimizi paralarız; heyhat, sonuç gerçekten iç paralayıcıdır, her ayin bir öncekinin aynıdır; hep aynı kutsal cümleler. Hiçbir müttefikiniz sizi uyarmaz; türlü fantezilerden oluşturduğunuz bir hayat ise bu monoton ayinleri dengelemektedir; şikayetiniz hala pek yok gibidir. İttifakınız kime karşıdır, onu bile pek sormazsınız müttefiklerinize. Cevabın başınızı ağrıtacağını sezer gibisinizdir; uzak durursunuz. Herşeyin "iyisi", "ahlaklısı", "doğalı", "doğrusu" sizlere aittir. Sizin dışınızda kalanlara ancak acırsınız. Ama siz niye buradasınız, onlar orada, bunu pek düşünmezsiniz. Sizin dışınızdakiler, "kötü", "ahlaksız", "yapay" ve "yanlış" olmalarına rağmen sizinle ne konuşurlar, ne görürler sizi, size acımazlar bile. Siz de onlara yardım edemezsiniz, içiniz acır, yapacak birşey yoktur. Kendinizden şüphe etmeye ise cesaret edemezsiniz. Bunun, hemen ölüm olduğunu sezersiniz, uzak durursunuz. Ama içinize bir kurt düşmüştür. Bu serüvende son durak, "hayatın tadını çıkarmak, herşeyden zevk almak, çok yönlü olmaktır"; ittifak halinde. Ama bu ittifakların son günüdür; ittifakların çözüldüğü gündür. Çünkü artık farkında olmadan hayatı yaşamaya başlıyorsunuz demektir. Ufak sorun budur. Neden derseniz, hayat sizden, çünkü, neredeyse tüm kodlarınızı değiştirmenizi rica edecektir. Ama bu başlangıçtır, daha başka, ricaları, istekleri, zorlamaları, dayatmaları gelecektir arkadan. Kaydınızı "hayatı yaşamaya" geçirmeden, imkansız sizden istenmeyecektir. Bunu yaptıktan sonra ise, tüm geçmişinizi lanetlemeniz gerekecektir. Tabii, o kadar doğrudan değil; ah, bir anınızdan bir öncekine bakabilseniz, herşeyi farkedebilirsiniz. Ama bu neredeyse imkansızdır, çünkü hayatı yaşıyorsunuz, zihniniz hür ama elek gibidir.. Hayatı yaşamaya başladıktan sonra yavaş yavaş farkedeceksiniz ki, ne öğrenmiş olursanız olun, bir daha işinize yaramaz. Sonuç hayal kırıklığıdır; öğrenmeye ilişkin hayallerin kırıklığı. Bu ölümdür. Ancak korkmayın, ittifakınızın saf değiştirdiğini kimse bilmeyecektir. Bütün bunların sonunda, zararınız sadece kendinize dokunmuştur. İçiniz ferah olsun.

Gelelim diğer ufak soruna. Hayatı yaşamanın kaynaklarını kuruttuğunuz zaman kitapların yolu size açılacaktır. Bundan kast edilen, edindiğiniz hiçbir tecrübenin işe yaramadığını anladıktan sonra kitap okumaya başlayacaksınızdır. Demeyiniz ki, tecrübeler bir işe yaramıyorsa, kitapların söyledikleri neye yarar. Bu, aslında, hayatı yaşarken, yorulurken, elde ettiğiniz tecrübeler yerine bu kez, damıtılaraktan kitaplara konmuş tecrübelere zahmetsiz olarak ulaşmak isteğidir. Heyhat, ilgili dönek görecektir ki bu da boşunadır. Kitaplar sizi kabul etmeden önce bütün bildiklerinizi unutmanızı isteyecektir. Sizden, öyle, geçmişinize ilişkin kötülemeler, küfürler, ihanetler talep etmeyecektir. Sizden sadece geçmişinizi unutmanız sadece unutmanız istenecektir. Siz de öyle yaparsınız. Ancak geçen zamanla birlikte farkedersiniz ki, kitaplarda yazılanlar da pek bir işe yaramazlar; yazılanlar ya çok genel ya da çok özel durumlara ilişkindir; hepsi neredeyse doğrudur; ancak öğrenmek istediğimiz şeylere ilişkin bilgiler tam olarak hiçbir kütüphanenin hiçbir kitabında yoktur. Sonuç hayal kırıklığıdır; öğrenmeye ilişkin hayallerin kırıklığı. Bu da ölümdür. Bu da ölümdür çünkü, geçmiş yaşamınızdan birşey hatırlamadığınız için artık herşeye eşit mesafedesinizdir, özgürsünüzdür, herşey olabilirsiniz kendinizden başka. Ancak korkmayın, saf değiştirdiğinizi kimse bilmeyecektir. Bütün bunların sonunda zararınız sadece kendinize dokunmuştur. İçiniz ferah olsun.

II

Diyeceksiniz ki, ölümü beklerken, esas sorun öğrenme yoluna veya değiştirilmesine ilişkin değildir; esas sorun öyle veya böyle ölümü beklerken nasıl oyalandığımıza ilişkindir. Ve ilave edeceksiniz, eğer sağlam nedenlerimiz varsa ölümü beklemek için, öğrenme yollarımızın ne olduğu pek önemli olmayacaktır ve dolayısıyla, onları değiştirmemiz de sorun olmayacaktır. Haklı olabilirsiniz. Doğru cevabı tabii ki bilmiyorum (bildiğini söyleyenlerin alnını karışlarım). Ama, her iki durumu da (öğrenme yolları mı daha önemlidir yoksa ölümü beklemek için size şevk veren nedenlerin sağlamlığı mı) analiz ederek, kişiyi bir günden öbürüne taşıyan dinamiği ortaya çıkarmayı deneyebiliriz. Öğrenme yolları hakkında, iyi, kötü, biraz konuştuk. Daha ilerlemeden önce, ölümü beklemenin motivasyonları nedir, ona bir bakalım. Camus'nün Caligula'sına göre bu olsa olsa, aşktır, sanattır, kendini herhangi bir amaç doğrultusunda feda etmektir; ama burada hileye hurdaya asla yer yoktur, biraz öyle biraz böyleye hiç müsamaha yoktur. Aşksa aşk, açıktan doğrudan; sanatsa sanat, öyle amatörce sanat merakı filan değil, gerektiğinde Van Gogh gibi kulağınızı keseceksiniz, maskaralığa yer yok; yoksa neyse ne, eğer kendinizi feda edecek bir şey bulduysanız, hiç gecikmeyin hemen etmiş olun ki başkalarına örnek olsun, yoksa hıyarlığın hiç gereği yok, iki arada bir derede, olsa olsa şaklabanlık yapıyor olabilirsiniz.

Camus'nün Caligula'sı bir Roma imparatorudur; kimseyi rahatsız etmeyen tuhaflıkları bir yana iyi bir yöneticidir, halk kendisinden eh memnundur. Ancak, Caligula, kızkardeşini deli gibi sevmektedir; onunla karı koca hayatı sürmektedir. Bir gün kızkardeşi ölür. Acıya dayanamayan Caligula yaşamak için artık hiçbir nedeni kalmadığına karar verir. Yaşamak için bir büyüye ihtiyaç duyulduğunu, büyüsüz bir hayatın mümkün olmadığını bilen Caligula derdini etrafına anlatamaz, aslında bunu pek denemez bile. Çünkü etrafından hiçbir umudu olmamıştır. Derdini anlatmak yerine karşısındakilere bir ders vermeye karar verir. Bu ders onun hayatını gayet yapay da olsa uzatacaktır. Siz sıradan insanlar, der, sıradansanız eğer, ben değilim, gayet tuhaf da olsa kimseyi istismar etmeyen bir büyüm vardı benim. Bu büyü benim herşeyimdi. Siz sıradanlar, karar verin sıradan mısınız yoksa biraz öyle biraz böyle misiniz. Hayattan bunaldığınızda, birazcık, çıkarsınız sıradanlığınızın dışına, bunaltınız geçince yine sıradanlığınıza dönersiniz. Üstelik birbirinizi olur olmaz hor görürsünüz. Değer yargılarınız hep değişiverir. Söyledikleriniz hep yalana dolana yöneliktir. Sizin büyüleriniz gelip geçicidir. Benim normalleşmemi istiyorsunuz, aşkımı unutup, görevime dönmemi istiyorsunuz. Tamam hep beraber normalleşeceğiz, doğruyu yapacağız. Ama sadece ben değil hepimiz. Kimse kimseyi kandırmayacak, kimse kimseyi istismar etmeyecek. Toplum kurallarından, insanlıktan sapılmayacak. Var mısınız.

Caligula, imparatordur, cevap beklemez, uygulamaya geçer. Görürüz ki, kimse, gerçekleri olduğu gibi yaşamayı başaramaz. Giderek, sadece kişiler için değil, toplum için dahi hayat mümkün olamaz hale gelir. Tahmin edileceği üzere, sonradan, kabak Caligula'nın başına patlar. Ve sonra yine kişiler ve toplum yalan ve dolanlarıyla yaşamaya başlarlar. Bunlara da hayatın cilveleri derler. Düzenin sürmesi ancak böyle mümkündür.

III

Ölümü beklerken, nasıl oyalandığımız çok önemli gözüküyor. O zaman, geriye tek bir şey kalıyor. Yalan ve dolanla beslenen gündelik düzende, hayata bağlanmanın tekil yolu eser vermek gibi gözüküyor. Ancak, bu, insanın, etrafındaki işaretlere bakarak, Coelho'nun "kişisel menkıbe'sini" yaşamasının ötesidir. Tabii ki "kişisel menkıbe" yaşanmalıdır. Kuşkusuz, "kişisel menkıbe'de" ne bir istismara ne de bir intikama yer vardır. Lakin, bütün bu kurallara uyulsa bile kişinin esas sorunu, ölüm anına ilişkin olanıdır. Çünkü bu ölüm anı endişesi, bütün bir orta yaş sonrasını işgal edecektir. "Kişisel menkıbe" ne kadar kuvvetli olsa, eğer ortada, müellifiyle iftihar eden/edecek bir eser yoksa, ölüm anı çekilebilir olmayacaktır. İnsan bunu da sezer nitekim, huysuzluğu biraz da bundandır. Ha, eser, illa ki, dünyanın sekizinci harikası olmak zorunda değildir. İyi yetiştirilmiş bir çocuk, bir öğrenci de eserdir. Ancak önemli olan, eserde sizin kendi hayatınızda yarattığınız/sahip çıktığınız/geliştirdiğiniz olumlu değerlerin daha ileriye götürülmüş olması gerekmektedir. Bunların da illa ki doğrudan ilimle irfanla alakası olması gerekmemektedir. Kimseyi istismar etmeden sevgiye ilişkin ne yaptınız. Laf olsun diye değil, gerçekten, kimseye ilan etmeden birine yardım ettiniz mi. Başka kimsenin yapamayacağı şekilde birine destek oldunuz mu. Kipling'in o şiirinden sahip çıkabileceğiniz herhangi bir dize var mı. O da dursun, peki, biri sizden, sadece sizde olan - deniz kıyısından alınmış bir çakıl taşı mesela - ama verdiğinizde birşey kaybetmeyeceğiniz ufacık bir şey istediğinde, ikiletmeden onu ona verdiniz mi. Veya, veya hiç olmazsa, yalan söyleyerek, başkalarını suçlayarak kendinizi temize çıkarmak gibi, herkese musallat, genel bir kötü alışkanlığınızı nihayet, ilkgençlik yıllarında terkettiniz mi.

***

Hayata bağlanabilmeyi mümkün kılacak daha kolay birşey aklıma gelmiyor. Ha, unutmuşum, geriye yine de bir şey kaldı, tek bir şey: kendinizi salvermek şöylece, sorumsuzluk kısacası, gerçek güce sahip olma dürtüsü yani, sökerse iyi. Bütün bunlar niye. Sizi, sonradan yazsınlar (Malraux'nun kulakları çınlasın) diye. Ancak, böyle bir seçim sizi iki kahramandan biri olmaya mahkum edecektir. Don Quichoto veya Dostoyevski'nin Kumarbazı. Aynı kişinin iki ayrı kaderinden, kendimce, bir başka fırsatta söz etmek isterim.

Nuri Merzi

Yukarı

Gülendam Z.Oğuz

 Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz


   Derin Mavi'de..

Gecenin sessizliğini aralayan mavi notalardaki yunus vokalleri seni bana hatırlattı yine heyhat!.. Zoraki bir unutuşun ardından üstelik.. Ama durum; na-garip!

Gördün mü? Bak, göz kapaklarım da indi.. İniyor! Laf aramızda, canım da şimdi onları zaten sımsıkı kapatmak istiyor. Derdim; uyku falan değil. İşte Kapattım !.

Kollarım, iki yana açık, saçlarım suyun yüzeyine paralel olmuş lepiska, kuru kalmayı becermiş burnumun ucundan makas alan öğle güneşinde.. Ufak ufak sallanıyorum kendimce sağa, sola, ileriye ve geriye.. Yatay bedenimin tam altında ise, karşı Ege'nin Xerete balıkları gölgemde siesta vaziyetlerinde . Keyif yapıyorum özgür mü özgür…

Sen ise, pek tabii olarak koca bir kayanın serin gölgesinde kitap okumaktasın. Kendi aleminde, bu hepten tanıdık. Ne yapacaksın, hayat bazen garip! Her neyse, konuyu saptırmayalım. Ben gözlerimi açmak istemiyorum henüz, çünkü keyfim derin maviyi tam oniki'den vurmuş, takılmaktayım güne. Dalgacı bir su tanesi sıçradı burnuma, yan taraftan. Bu bir işaret olabilir mi? Kafanı kaldırıp da bana mı baktın ne? Yok! Neyse, hiç bulaşmalarımda değilim şimdi sana.. Zira, ister al, ister alma yaşamak güzel! Suyun üstünde kanat çırpmak, suyun altında kıvırta kıvırta salınmak, kuş ol ya da balık, güzel işte! Hatta, yanındakini kitaplarda okuyan adamın durumu bile bi tuhaf güzel! Huzur alıyorsan, huzur duyuyorsan, huzur veriyorsan..

Tuzlanmış kirpiklerim ağırlaştı iyiden iyiye -de açamıyorum gözlerimi. Doğrulmam lazım artık suda ve işte doğruluyorum.. Meğer suyun dışında tepecik yapan yüzüm, diz kapaklarım ve göğsüm sımsıcak güneşin altında hayli kızışmışlar, bir an ürperiyorum. Ne güzel bir his şıkır şıkır duru denizde dipten yüzmek! Ayrı bir ferahlık veriyor ruhuna..Su iyice alçaldığından tekrar dikilip sana doğru yürüyorum, ıslak ıslak. Sen ise, tek elin yana düşmüş kitabından, olduğun yerde uyumuş kalmışsın. Hafifçe yana düşmüş kafanın altına havlumla destek yapıyorum, tıpkı bebeğimmişsin gibi. Kendince bir şeyler mırıldanıyorsun o an, muhtemel ki rüyalara dalmışsın. Kıyamıyorum kulak kabartmaya bile..

Havluma sarınmış oturuyorum karşındaki diğer bir taşın üzerine ve seni seyre dalıyorum.

Ne barışık bir adam o kendinle, ne doğal, ne olduğu gibi bir adamdır ki bu sevdiğim, hiç kızamıyorum ona. Dinliyorum nefes alışını.. verişini..

Bir içten nefes ciğerlerimi dolduruyor kendinden.. Yaşamak çok güzel, geçmişte kalan aşkını böylesi anmak çok güzel!..
Gecenin derin maviliklerinde bir yunus coşkun varsa eğer..

Gülendam Z.Oğuz

Yukarı

 Kahvecigillerden: Hakan Şevket Telkes


YAĞMUR -2-

BÖLÜM 3

"Evlat? Daldın gittin yine."
"Hı, efendim? Birşey mi dedin?"
"Daldın gittin diyorum. Ne zaman bu eve gelsek hep dalıp gidiyorsun."
"Öyle mi? Hiç farkında değilim."
"Değilsin tabii. Eve girdiğimiz andan itibaren ne söylesek, ne konuşsak dinlemiyorsun."
"Pardon baba. Bu evin benim için anlamını bilyorsun. Yok olup gideceğini bilmek mahvediyor beni."
"Ya ben ne yapayım evlat? Bu evde doğdum ben, annem burada söyledi ninnilerini bana. Babamla annemin sonsuz sevgilerine bu evde tanık oldum. Bu evde yaptılar sünnetimi. Şu kurumuş erik ağacının gölgesinde yapılmıştı yatağım. Bu eve gelin getirdim anneni. Sen bu evde doğdun. Babamı ve annemi bu evde kaybettim.
Her köşesi anılarla dolu. Attığım her adımda babamın sesi geliyor kulaklarıma. Annemin bana seslenişini duyuyorum sonra. Ama olmuyor biliyorsun. Hem başka şehirde oturuyoruz, hem de bu dökülüyor artık bu ev.
Baksana harabe oldu sanki. Bir yerini yaptırsan başka yeri yıkılıyor.
Bak burası ahırdı biliyorsun. 15 yaşlarındaydım, bir midilli almıştı babam. Çok iyi eğitmiştim O'nu. Üzerine binip geziler yapardım. Ne zaman ıslık öttürsem yanıma gelirdi. Yahudi evi diye herkes hazine olduğunu düşünür bu evlerde. Güya adamlarn gömüleri kalmışmış. Bir gün kazarken bir küp kapağı da bulmuştum ama gerisi yoktu, sadece kapak.
"Ben de şu ağacın altında bir Osmanlı parası bulmuştum hatırlarsan. Hatta sana kazalım demiştim de izin vermemiştin."
"İyi ya, kazılacak nasılsa şimdi. Sen de başında duruverirsin. Bir şey çıkarsa alırsın hemen bu benim diye."
"Dalga geçme baba. Çocuktum o zaman."
"Sen hep büyüktün evlat. Aklın herşeye ererdi. Meraklıydın ve gerçekten benzerdin dedene."
"Ne zaman başlayacaklar yıkıma?"
"Biz ne zaman evet dersek."
"Yıkılmış zaten koca ev. Birkaç saatte biter herşey."
"Bitmez evlat. Anılarımız var ya."
Bu evde anılarımız vardı. Hepimizin. Babamın, annemin ve benim. Ben bencildim anneme ve babama göre. Onlar için hayatlarının en önemli zamanları geçmişti bu evde. Bu ev belki de zamanın görebileceği en büyük aşka şahitlik yapmıştı. Ama benim için farklıydı herşey. Babaannem ve anıları vardı burda. Biz vardık.
Babam da haklıydı aslında, kilometrelerce uzakta yaşıyorduk biz. Babam da memur olduğundan 10 sene önce ayrılmıştık buralardan. Koca şehir istanbul olmuştu mekanımız. Annem rahatsız olduğu için zaten gelemiyorlardı sıksık. Ben üniversiteyi bitirince askere gitmiş ve iş bulmuştum hemen. Şu anda iyi bir şirkette çalışıyorum ve 1 sene önce evlendim ve karım 3 aylık hamile. O'nu da yolculuğa çıkaramıyorum.
"Çocuğuma bu evi göstermek isterdim."
"Ben de evlat. Dedesinin ve babasının yaşadıkları bu evi görmesini ben de isterdim. Ama bu ev artık fotoğraflarda kalacak ."
"Anılarımızda kalacak baba. O'na da anlatacağım bu evin hikayesini. Bu evde geçen koca sevgiyi anlatacağım."
"O da büyükdedesine benzer belki senin gibi."
"Ben sana da benzesin isterim. Senin gibi yakışıklı olsun."
Gülümsedi.
"Sen de fena sayılmazsın."
Elini uzatıp ensemden tuttu ve kendine çekti, sarıldık.
"Karar verdik değil mi?
"Evet verdik. Ama müsaade et de ben dolaşayım son bir kez evde."
"Tamam. Ben çarşıda olacağım."
Babam evden çıktı ve ben koskoca evde yapayalnız kaldım. Tek katlı bir ev. Kapısı belki böyle değildi önceden, ama yol yükseldiği için artık kaldırımdan 2 küçük merdiven iniyor aşağıya. Girişte kocaman bir hol. "Koşma düşeceksin. Bak yine birşey giymemiş ayağına. Basma çıplak taşlara çocuğum..."
"Baba, dedem nerede?"
"Allah'ın yanında yavrum, Cennette."
"Cennet güzel mi baba?"
"Güzel tabii yavrum."
"Dedem mutlu mudur orada? Yani babaannem burada o yokken ağlıyor ya .O da ağlıyor mudur orada?"
"Anne?"
"Efendim yavrum."
"Şey benim kardeşim olmayacak mı hiç?"
"Ne yazık ki olmayacak yavrum."
"Yani Allah kabul etmeyecek mi dualarımı? Ama babaannem öyle demedi."
Sağda bir büyük bir de küçük 2 oda. Solda büyük bir oda. Büyük odaların ikisinde de gömme banyolar var.
"Mehmet. Gel oğlum , su ısındı. Banyo yapacaksın."
"Ama ben oyun oynayacağım."
"Gel hadi bekletme beni. Suyun soğuyacak."
"Tamam, tamam. Ama bu sefer kendim yıkanacağım."
"Bak sen, büyüdün mü o kadar?"
"Büyüdüm tabii, bak boyuma..."
Sağdaki küçük odadan mutfağa da çıkılıyor. Giriş kapısının tam karşısında bahçe kapısı. Kocaman bir bahçesi var evin. Bahçeye girdiğinde hemen solda bir tulumba vardı eskiden. Şimdi yalağı duruyor. Annem çiçek ekmişti bir zamanlar. Ama hepsi solmuş, bir toprak parçası şimdi. Girişte kocaman bir erik ağacı vardı. "Piravuşta eriği" derdi annem, reçelini yaparlardı. Girişte sağ tarafta mutfağın asıl girişi. Tabanı taştan çok geniş bir mutfak bu. İçinde tuvalet te vardı ya artık dökülmüş iyice.
"Babaanne, ne yapıyorsun?"
"Aşure yapıyorum yavrum."
"Aşure mi? Bayılırım. Ama sen bütün aşureleri dağıtıyorsun, bana yiyecek birşey kalmıyor."
"Ama aşureyi dağıtmak lazım, sevaptır."
"O zaman fazla yap bu sefer. Ben çok yemek istiyorum."
Erik ağacının alt kısmında çiçekler vardı, daha çok güller. Gülleri çok severdi babaannem, özellikle kırmızıları. "Deden bana hep kırmızı gül alırdı."derdi
Benim de kırmızı gülleri çok sevişim bundan mıdır acaba?
Bahçeden ilerleyince mutfağın hemen yanında depo olarak kullandığımız- aslında ilk alındığında tuvaletmiş- ufak bir bölme var. Orası da harabeye dönmüş ve ahırımız.kapısı kırık, içi çökmüş. Orada tavuk kümesleri olduğunu hatırlıyorum.
"Babanne, neredesin?"
"Ahırdayım, gel. Tavuklara yem veriyorum."
"Yumurtlamışlar mı bugün?"
"Evet senin tavuğun yumurtlamış."
"Helal be sarıkız."
"Sarıkız mı? Oğlum o inek ismi."
"Olsun, baksana sarpsarı tüyleri var. Civcivken de sapsarıydı zaten. Hem sen tavuğuna kara kızım demiyor musun?"
Ahırın yanında küçük bir vişne ağacı vardı. Az ama çok lezzetli meyveler verirdi. Kuruduğu için kesmişti babam onu. Onun meyvelerinden de ne güzel reçeller yapardı babaannem.
"Mehmet in oğlum ağaçtan düşeceksin."
"İnmiycem işte. Canım fişne istedi."
"Baban gelsin toplar sana vişneyi"
"Olmaz ben kendim topluycam. Büyüdüm artık. Ahhh.anneciğim."
"Mehmet...."
Koca evi gezdim yine. Her yerinde hatıralar aradım. Küçükken oynadığım topu, kaybedip te bulamadığım misketlerimi buldum. Bahçedeki güllerden biri filiz vermişti. Uzanıp koparacaktım ki biri seslendi bana.
"Hoşgeldin."
Sesin geldiği tarafa doğru başımı kaldırdım, O'ydu. Hani şu hep kandırıp ta öpmenin fırsatını kolladığım o kız, hani babaannemin bizi bastığı.
"Hoşbulduk, sağol."
Değişmemişti hiç, hep aynıydı.Evlendiğini biliyordum. Küçükken evlerimizin arasında mesafe vardı ama artık evimizin yanında dikilen koca apartmanda oturuyordu kocasıyla. Çocukluk arkadaşımdı kocası. Balkonda çamaşır asarken yanına bir çocuk geldi.
"Tıpkı sana benziyor" dedim.
"Bu ikincisi" dedi. "biri de yolda"
"Maşallah" dedim". Benim hanım da bekliyor. Ama biz sizinki kadar düşünmüyoruz."
Güldü.
"Hayırdır, görünmüyordunuz buralarda. Geri mi geldiniz yoksa?"
"Yok, evi mütaeahhite verdik te yıkılmadan son bir kez göreyim dedim."
"Bu ev de yıkılacak ha? Bizimkini de verdiler seneler önce. Çok ağlamıştım o zaman."
Onların da bizimkine benzer bir evleri vardı arka sokakta.
"Ben de üzülüyorum ama ilgilenemiyoruz biliyorsun."
"Haklısın olmuyor. Şey ben içeri girmek zorundayım, telefon çalıyor ve ateşte yemeğim var."
"Tabi tabi gir sen içeri. Kocana selam söyle. Nasıl, çalışıyor mu bari?"
"İşler kötü biliyorsun. Bu günlerde işsiz, bulur inşallah. Kahvede şimdi."
"İnşallah" dedim."Kendine iyi bak."
"Sağol, sen de."
İçeri girdi. O sırada bir ıslaklık hissettim yüzümde. Bir yağmur damlası.,Bir tane, bir tane daha ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı bir anda. İçeri kaçmayı düşündüm ilk önce, vazgeçtim. Her tarafım sırılsıklam olmuştu zaten. Gökyüzüne kaldırdım başımı.

"Bak yağmur yağıyor dışarıda. Yağmur yağınca gökkapıları açılır, tüm duaların kabul olur."
"Tüm dualarım mı, sahi mi?"
"Sahi ya. Aç şöyle ellerini. Hah başla şimdi Allah'ım..."

Gözlerim doldu, gözyaşlarımı yağmura bırakıp ağlamaya başladım. Gökyüzüne kaldırıp başımı sessizce fısıldadım:
"Beni yağmursuz göndermeyeceğini biliyordum."
Bahçeden içeri girdim. Holü geçip evin dışına çıktım. Son bir kez baktım çocukluğumun geçtiği bu koca eve.
"Allahaısmarladık güzel evim" dedim. Allahaısmarladık anılarım, Allahaısmarladık babaanne..."

"Yağmur yağacak."
"Ne yağmuru canım, görmüyor musun günlük güneşlik her taraf?"
"Yağmur yağacak dediysem yağacak, hiç yanılmam ben."
"Peki ya yağmazsa?"
"Var mısın iddiasına?
"Varım neyine?"
"Eğer yağarsa bir kez öpeceğim seni."
"Öpecek misin?"
"Öpeceğim."
"Peki ya ben kazanırsam?"
"O zaman sen öpersin beni."
"Ama ben seni öpmek istemiyorum ki..."

Bitti

Hakan Şevket Telkes

Yukarı

 Sıfır Noktası : Meltem Tolunay


Paris'te Kaybolmak

Nerden aklıma gelmişti bilmiyorum, hadi dedim bari Türkiye'ye dönerken önce Paris'e gideyim biraz gezeyim, sonra da oradan Almanya'ya geçeyim, Marburg'da oturan sevimli arkadaşım Brigitte'ye uğrayayım. Oradan da bir Münih yapıp, uçakla hoop İstanbul'a giderim. Tabii Londra'ya gitmem gerekiyordu once vize almak için. Hatta bir arkadaşım da benden duyup özenmişti, birlikte gidelim Paris'e diye. Ama ben kadın olmanın ve İngiltere'de bir üniversiteden kabul yazısı almanın avantajını kullanıp vizemi rahatça alırken, o, "sefil, kaçak Türk" muamelesi görmüştü. Gidip bir seyahat acentesine bilet almıştım, her zamankinin aksine sıcak bir Londra yaz sonunda.

Bir gece yarısı tek başıma Victoria Station'dan bindim bizi Paris'e götürecek otobüse.Elimde ne bir adres, ne bir harita, ne de yolculuğa çıkan tüm Avrupalıların ellerinde bulunan seyahat kitaplarından vardı. Sanki bir aşkı terk eder gibi elimde bir bavul- içi Türkiye'dekilere götürdüğüm hediyelerle tıka basa dolu- kafamda da o güne kadar oluşmuş Paris imgeleriyle çıktım bu yolculuğa.

Gecenin bir vaktinde Dover'a geldik, otobüsten inmemizi söylediler, pasaport kontrolünden sonra Manş'ı geçeceğimiz feribota bindik. Feribot yolculuğundan sonra Calais'de bir restoranda mola verdi otobüs. Kahve ve kruasan kokusu hala burnumda. Ve sabah sanırım yedi civarında bir metro istasyonunun önünde tamamlandı yolculuğumuz.

Sıcak bir Paris sabahında, elimde bavulla metronun önünde kalakaldım. Ne şehrin neresinde olduğumu biliyordum, ne de nereye gideceğimi. Metronun gişesindeki adama bir günlük dolaşım için bilet vermesini söyledim bozuk yetersiz Fransızca'mla. Metro çok pisti, amonyak kokusuyla karışık nemli bir hava ciğerlerime doldu. Biraz sonra gelen trene bindim. Vagonun tepesinde çizili hata ve duraklara şöyle bir baktım. Birden Gare de L'East'de inmeye karar verdim. Belki yaptığım yolculuk doğuya doğru olduğu için belki de hiç nedensiz. Kocaman bir istasyonda buldum kendimi. Kalabalıkta insanlar sağa sola yürüyorlardı. Gardan çıktığımda önümde uzanan geniş meydanın çevresindeki binalarda tek tük otel tabelaları fark ettim.

İlk gittiğim oteli bir zenci işletiyordu. Lobidekileri ve adamın bakışlarını sevmedim, çıktım oradan. Sonra orta yaşlı suratsız bir kadının işlettiği başka bir otele geldim. Kadına pasaportta doğum yerimde yazan şehrin, soyadım olmadığını anlatana kadar epey mücadele ettikten sonra küçük odama çıkabildim.

Paris'teydim, aşıklar şehri Paris'te. Ama yalnızdım ve önümde istediğim gibi geçirebileceğim 4 günüm vardı. Ne kimse beni tanıyordu, ne de ben kimseyi. Hiç bir randevum, verilmiş sözüm, alınması gereken siparişim yoktu. Burada olduğumu bilen kişi sayısı bile birkaç kişiyi geçmezdi. Bir şehirle bir insanın birbirini keşfetmesi için ideal bir konumdaydım yani.

Dört güne, Champs Elysees, Zafer takı, Eyfel, Sacre Couer, Moulen Rouge, Pigalle, Pantheon gibi kişinin gidip de görmezse ayıplanacağı bildik yerleri, Louvre 'da Mona Lisa'yı ve Afrodit'i, Musee d'Orsay'ın o güzel mimarisini ve Van Gogh'u da sığdırdım. Aralarda kalan zamanlarda ise bol bol kruasan yiyip, sokak cafelerinde oturdum, La Boheme'de kahve içip Ernest Hemingway'i düşünürken, bir Amerika'lıyla sohbet ettim. Benim buraya yalnız geldiğimi öğrendiğinde , "Bravo ! Korkmuyor musunuz böyle bir şehirde?" dedi. Ben de "bu hayatta sadece kendimden korkuyorum" dedim. Gülümsedi. Sonra Jarden du Luxembourg'da bir bankta yanıma orta yaşlı bir Fransız oturdu. Uzun uzun hayatını anlattı bana. Sonra birlikte dolaşmayı teklif etti. Onu nazikçe reddettim.Kalktı uzaklaştı. Ona "bakın ben tüm yaşadıklarımı ve tanıdıklarımı unutmak için burdayım ve yeni insanlara yeni öykülere hele hele yeni tenlere açılacak gücüm yok" demek istedim. Ama Fransızca'm ancak "Malheureusement j'ai une rendez vous avec ma copain" (Üzgünüm ama arkadaşımla randevum var.) demeye yetti. Yılmaz Güney'in ve Jim Morrison'un yattığı mezarlıkta dolaştım, Hugo'nun evini ziyaret ettim.Ne yazık ki benim orada olduğum dönemde henüz "Köprü Üstü Aşıkları" filmi çekilmemişti. Eğer öyle olsaydı sanrım sırf bir günü Pont Neuf'e de ayırabilirdim.

Yürüdüğüm her sokakta okuduğum kitaplardaki Paris görüntüleri bana eşlik etti. Keşke Atilla İlhan'la Paris'i dolaşsaydık diye geçirdim içimden.

Beni Almanya'ya götürecek treni beklerken son gece, garı süpüren bir Malatya'lı elimdeki Hürriyet Gazetesi'ni görüp yanıma geldi. "Bacı yolculuk nereye?" dedi.

Önce Almanya'ya oradan da memlekete dedim. Memlekete ....

Meltem Tolunay

Yukarı

 ARAF : Şahin Gültepe


KİMLİKLERİNİZ LÜTFEN?!

Günlük hayatta anlamını tam olarak idrâk edemediğimiz veya bilmeden kullandığımız kelimeler vardır. İçini boşalttığımız ya da dolduramadığımız kelimelerden biridir "kimlik". O kadar ki; istendiği zaman cüzdandan çıkarılıp verilen, üzerinde kişiyi tanıtan fotoğraf, soyadı, ön adı, doğum yeri ve tarihi, dini, milleti, vs gibi bilgilerin bulunduğu, her insanda olması gereken,olmayanın ise var olmadığı bir karttan ibaret sayıyoruz kimliği, belki de yapabileceğimiz tek tanım bu olur. Milyarlarca insan arasından bizi ayırt eden tek belge bu olsa gerek.
"Kimlik", başlı başına bir muamma. Başı ve sonu, ucağı ve bucağı olmayan ateşli bir kelime. Kelime olmanın da ötesinde adetâ sorunlar yumağı. Eğilip bükülmeyen, bir tarafa çekildiğinde öteki taraftan şikayet, haksızlık, adaletsizlik yağan, ele avuca sığdıramadığımız bir şey.

"Kendini tanı!"
Kimliğin bir anlam kazanması için, öncelikle bir coğrafya üstünde ete kemiğe bürünmesi gerekir. Bundan sonrası yetiştiği toprağa, büyüdüğü çevreye, içtiği suya, dokunduğu maddeye, beraber yaşadığı insana göre şekillenir. Açıkçası, istemese bile bir kalıba girer. İşte tam bu noktada, kimliğin kalıba girmesiyle dönüm noktasına gelinmiş olur. İki seçenek vardır: Biri, kimliğe biçilen kalıbı olduğu gibi benimsemek, bütün prototiplerine riayet etmek, aynı zamanda başka bir kimliği, başka bir aidiyeti kabullenmemek. Öteki ise, zaten var olan kimliğin yanı sıra başka aidiyetlere de sahip olunabileceğini, kimliğin tek bir kalıba indirgenemeyeceğini, dolayısıyla tek bir aidiyetin de olamayacağını benimsemek. Kimliğin 'sorunlar yumağı', 'ateş topu' haline gelmesi ikinci seçeneğin oluşmasına bağlıdır. Zor ve meşakkatli olan ikinci seçenek; Sokrates'in "Kendini tanı!"sından başlayıp, içinden çıkılması güç bir yola doğru devam eder…

Kimlik bunalımlarının kendini gösterdiği öyle anlar oluyor ki, ortak noktalar bile fayda etmiyor. Aynı yerde yaşayan, aynı dinde, hatta aynı mezhepte olan ve fakat farklı ırktaki iki kişinin anlaşamamalarına, daha da ileri giderek birbirleriyle çatışma noktasına gelmelerine sık sık rastlarız. Onca benzer noktaya rağmen dar dairedeki bu farklılık, tarafları tamamen 'ayrı dünyaların insanları' gibi bir sonuca götürmesi herhâlde bir kimlik, bir aidiyet sorunuyla açıklanabilir. Aynı dili konuşan ve aynı mezhepten (Katolik) olan Hutular ve Tutsiler'in birbirlerini katletmelerini başka nasıl açıklayabiliriz ki…

Kimliği oluşturan öğelerin insan yaşamında bu kadar belirleyici olması ve bu öğeler arasındaki hiyerarşinin; çevre şartlarına, zamanın getirdiği yeniliklere, kişinin davranışlarında geliştirdiği farklılaşmaya, ekonomik şartlara, sosyo-politik tercihlere göre değişebileceğini savunan insanlar için de zor olmuştur. Bu ayrışmayı sadece milli kimliğe, derinin rengine, bağlı bulunan sınıfa ve dine bakarak belirlemek yetmeyebilir. Kişinin öne çıkardığı aidiyetin, kişisel tercihinin, zamanın getirdiği yenileşmenin etkisini de yadsımamak gerekir.

Almanya'da yaşayan yeni nesil bir Türk'ü ele alalım; yaşadığı ülkenin kültürünü benimseyen, dilini en az bir Alman kadar iyi konuşabilen, yazabilen; ailesinin yanında ise köklerinin geldiği topluma göre davranan, gelenek ve göreneklerini yerine getiren,Türklüğünü asla kaybetmeyen birinin bu iki aidiyeti birlikte yürütürken bocalamaması mümkün değil. Çünkü iki toplumda da kabul görmüyor. Kültürünü benimseyip yaşadığı yerde o bir Alman değildir, kökünün dayandığı memleketinde ise tam olarak Türk sayılmaz; Türkiye'de 'Almancı', Almanya'da 'yabancı'… İki taraftan da kabul görmediği arada bir yerde yaşamaktadır o.

Önceki örnekteki olayı münferit bir olay gibi görmemeliyiz. Buna benzer yüzlerce örnek sıralanabilir. Siyah bir baba ile Yahudi bir anneden doğan Amerikalı bir Müslümana şaşırmamak lâzım. "Neden böyle?" diye sorgulamamız da anlamsız olur.

Başta da belirttiğimiz gibi, başı ve sonu olmayan bir kelimedir "kimlik" ve insanoğlu var oldukça da devam edecektir 'kimlik çatışmaları'. Ta ki, farklı kimliklere, farklı aidiyetlere sağduyuyla, anlayışla karşılık verene kadar…

Şahin Gültepe

Yukarı

 Kahvecigillerden: Ayfer Arman


DURAK

Koşar adımlarla geldi durağa, saatine baktı 7.30 du. Otobüs hergün hiç sektirmeden aynı saatte gelirdi durağa. 7.25 otobüsünü kaçırmış olmalıydı. "Keşke o da gecikmiş olsa" diye söylendi kendi kendine. Etrafına bakındı, hergün gördüğü tanıdık simaları aradı gözleri.. Kimseler yoktu ortalarda, kırıldı umutları kaçırmıştı işte otobüsü. Bu yarım saat geç gitmek demekti bankaya, müdürün yüzü geldi aklına daha da sıkıldı canı. Müdürün kendisini bankaya vardığı an kapıda karşılayacağından emindi. Alaycı bir gülümseme ile karşılayacak " Ooo Kerim bey, hoş geldiniz" dedikten sonra, o çok bilindik nutuklarından birini atmaya başlayacaktı kesinlikle. Sonrada sözlerini kendi prensiplerine ve o tek değişmez gözdesi Ayla hanımın iş sadakatine getirerek noktalayacaktı şüphesiz.

Aptalmı sanıyordu bu müdür kendilerini? Tüm banka çalışanları pekala biliyordu Ayla hanımın, müdürün sevgilisi olduğunu. Hatta kendisi bile kaç kez şahit olmamışmıydı kaçamak bakışmalarına. İş sadakatiymiş!.. Yahu şuna kadın bensiz duramıyor, ben gelmeden bankada bekler vaziyette desene. Ama olur mu? Evli barklı adam aklınca kılıf hazırlıyor yasak aşkına. Ama yok öyle yağma!.. Bankada çalışanlar aptal mı, pekala farkındalar herşeyin. Herkes bilmiyor gibi davranıyor o ayrı, adam müdür el mahkum hesabı. Bir sigara çıkartıp yaktı Kerim. Nerede kalmıştı bu diğer otobüs, zaman geçmek bilmiyordu nedense.

Ama allah için güzel kadındı Ayla.. Yürürken nasılda dalgalandırırdı o uzun sarı saçlarını. Daracık etekler giyer, yetmezmiş gibi mutlak bir yerlerinde yırtmaçlar olurdu o eteklerin. Hele de o kahkahası, allah için içini gıcıklardı adamın. Otuz yaşında dul, sarışın bir afetti kısaca Ayla. Ne bulmuştu acaba müdür beyde? Orta yaşın üzerinde pek yakışıklı olmayan bir adamdı Kemal bey. Üstelik birde evliydi ne verebilirdi ki Ayla hanıma? "Hırslı kadın belli, basamak olarak kullanacak adamı" diye söylendi. Gelen otobüsle düşüncelerinden sıyrılıp bindi otobüse...

Dakikalar sonra koşar adımlarla bankadan içeriye girip, bankonun arkasına geçerek aceleyle masasına oturdu. Tuhaf bir sessizlik hakimdi bankada. En tuhafı da kendisini kapıda karşılayacağından emin olduğu Kemal bey ortalarda yoktu. Masasına aceleyle bir çeki düzen verip, bilgisayarını açmıştı ki yan masadan Hülya hanım seslendi.
-Günaydın Kerim bey.
-Günaydın Hülya hanım, geciktim biraz.
-Duymadınız sanırım.
-Neyi?
-Kemal beyi.
-Ne olmuş Kemal beye?
-Dün akşam vefat etmiş, kaybettik Kemal beyi.
Bir an her yer sallanıyor gibi geldi Kerim'e heyecanla sordu.
-Ölmüş mü?
-Evet.
Dondu kaldı öylece ve devam etti Hülya hanım konuşmaya.
-Ayla hanım da yok bu gün.
-Gelmedi mi?
-Hayır Kemal beyin evindeymiş.
-Kemal beyin evinde mi?
-Evet ve bizde çok şaşırdık inan duyunca gerçeği.
-Hangi gerçek?
-Ayla hanım üvey kardeşiymiş Kemal beyin.
-Kardeşi mi?
-Evet.. Torpil yapıyor denmemesi için saklamışlar gerçeği, eh soyadları da farklı olunca kimse farkedememiş tabi.
Artık duymuyordu Hülya hanımın anlattıklarını Kerim. Tüm düşündükleri geldi aklına bir utanç fırtınası sardı bedenini. Günlerce dedikoduyla çalkalanmıştı banka ama hiç kimse en azından Ayla hanıma bile sorma gereğini duymamışlardı. Herkes, kendisi de dahil, bire bin katıp anlatmıştı duyduklarını bir diğerine. Ve şimdi çok ama çok geçti.

Yapabileceği tek şeyi yaptı o an Kerim. Olmayan Kemal beyden af dileyip söz verdi kendine, bir daha görüntülere kanıp kimse hakkında yargılarda bulunmayacağına. Ve karar verdi kişileri kendi ağızlarından dinlemeye. Sonra oda uydu diğer banka çalışanlarına "Allah rahmet eylesin, iyi adamdı Kemal bey" deyip, işine sığındı utançla.

Ayfer Arman

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi (www.sbilgi.com)

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Ağlayan Gözlerin Sevince Gülecek

ağlayan gözlerin sevince gülecek
yıkılmamak neymiş öğreneceğiz
öğrendiğimiz birçok şeyden ayrı
günler bitecek sanacağız
her yeni gün
ve günlerin devam edeceğini düşünmeden
sonsuzluğu hiçe sayıp
saplanıp kalacağız bir anın
tostoparlak döngüsünde
sordukların çok acı
ve fakat incir çekirdeğini dolduracak
kadar kalacak
telefonum seni aramaya
vazifelendirmiş gibi elimde duracak
seni düşünmekten kendimi
alıkoyamadığım her gece
yani her an

binlerce gelgitle zihnim darmadağın
ama sanki otobanda boş viteste
giden bir araba gibi olacağım
hep yanında olup da
bir dost edasını taşıyan
aptal bir aşıktan ne farkım kalacak
ben seni severek
yürüyecek,
seni severek nefes alacak
yaşlanacak
toprakta kurtlara yem olacağım
hep seni sevecek
hep sana seveceğim

Ahmet Öztürk

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 Kıraathane Panosu



FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.kediler.gezegeni.com
Konumuz kedi olunca ben de dayanamayıp kendi çıtır'ım için hemen zeka testi yaptım (gerçi benden zeki olduğu kesin -beni bu kadar iyi kullandığına göre- gene de insani zaaflarıma yenik düştüm!) sonuç tahmin edeceğiniz gibi. Kedi severler şöyle bir dolaşabilir, belki de yeni kedi sahibine "dolma", "fırfır" veya "tekire" gibi bir sürü isim içinden seçim yapabilirler -kedilere hep "şerafettin" diyecek halimiz yok ya...

http://www.kedimveben.com
Komik kediler mi istersiniz, kedilerin banyosu hakkında bilgi mi istersiniz kesinlikle doğru adres. Hatta "Kavrayıcı Analitik Tedavi" ile kedi davranışları arasındaki bağlantıyı bile keyifle okuyabilirsiniz. İnanmayanlar baksın "Tekir'in Kahvesi" diye bir köşeleri bile var!!! Führer Edi'ye duyurulur :)

http://www2.postcards.org/postcards/cards/5100/
Kedinizi köpeğinizi posta ile göndermek isterseniz, buyurun bu adrese...

http://www.rathergood.com/punk_kittens
Kediciklerin yaptığı müziği dinlemeye hazırsanız, tıklayın... Minnak bir kaçamaktan zarar gelmez - çalışma arkadaşlarınıza özellikle patronunuza yakalanmak istemiyorsanız sesi kısık tutun.

Ayşe Nur

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Windowpaper XP v1.01 [2.1M] WinXP FREE
http://www.sodabush.com/products/windowpaperxp/index.php
Masaüstünüzü duvar resimleriyle nasıl güzelleştirebiliyorsanız, klasörleri de farklı duvar resimleri ile bezeyebilirsiniz. Kolay kullanım sunan bu programı XP kullanıcıları için öneririm.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040525.asp
ISSN: 1303-8923
25 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri