KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 512

 27 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Beni bu havalar mahvetti!..


Merhabalar,

Nedir bu havaların hali arkadaşlar. Şu anda kat kat giyinmiş oturuyorum. Doğruyu söylemek gerekirse parmağımı oynatmak gelmiyor içinden. Yani tam 'Bitse de gitsek' hallerindeyim. Lütfen beni mazur görün. Gene kısa kesip kaytarıyor ve sizleri aşağıdaki güzel yazılarla başbaşa bırakıyorum. Görüşmek üzere...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Nevzat Tarhan

 AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan


  EVLİLİKTE STRES KAYNAKLARI -2-

CİNSEL ALDATMA
"Eşimin ilgi duyduğu bir kadın var, güzel bir evliliğimiz vardı. Bunu neden yaptı, ben ne yapmalıyım, ilgi duyduğu kişi benim kadar bile sevimli değil" Psikolojik danışmana sırf başvuru sebeplerimden biriside budur.
İstatistikler ABD' de 100 erkekte 70'i, 100 kadından 25'i başka birisi ile beraber olduğunu söylüyor. Boşanmalar 1955 de %10 iken 1995 de % 52 ye çıkmış durumda.
Burada cinsel aldatmaların büyük rolü var.
Aile saadetine zarar verecek böyle bir davranış onaylanacak bir davranış değildir. Bir insan hem evli kalırım hem cinsel olarak istediğimi yaparım diyorsa bu evliliğin doğasına aykırıdır. Ergeç bir bedel ödemek zorunda kalacaktır.
Fakat bir kimse beşeri zaaf olarak böyle bir eylemde bulunuyor ve sonra pişman oluyorsa yapılacak şeyler vardır.
Bu ilişki siz istemedikçe asla sona ermez. Yapılan bazı hatalı tutumlar eşleri haklıyken haksız duruma düşürmektedir.

Birinci tutum: Misilleme yapmak
İnsanda doğal bir dürtü vardır. Öc almak, ona aynı ilaçtan içirmek, aynı acıyı çektirmek, yani kendi yasak ilişkinize sahip olmak.
Bazen de eşinize istenilebilir, beğenilebilir olduğunuzu göstermek, kanıtlamak, kıskandırmak için yapma arzusu uyanabilir. Fakat sonuç genelde yıkım olmaktadır. Sallantıda olan evlilik yıkılmakla sonlanacaktır. Yahut taraflardan biri ceza evine diğeri mezaristana gidecektir.

İkinci tutum: Duyguları bastırmak
Ağlamaya ihtiyacınız varsa ağlamalısınız, incindiyseniz açıklamalısınız. İnsanın kendisini denetlemesi iyidir ama bu duygularını ifade etmemesi anlamına gelmez. Duygularınızı doğru yöntemlerle ifade etmelisiniz. Kavga dili haklı insanı haksız duruma düşürür. Karşı tarafı savunmaya iter. Onun vicdanını rahatsız edecek duygu ifadesinin yolunu bulabilirsiniz.

Üçüncü tutum: İşlenen suçu sopa gibi kullanmak
Bazı insanlar sevdiklerinin hata yapmasından hoşlanır. Başkalarının hatası onun hatasını az gösterir. Bu hatayı sevdiğini denetlemek için sopa gibi kullanır. Böyle uygulamalar doğru yöntemler değildir. Aradaki sevgiyi uyandırmaz. Korku egemen bir ilişki iki tarafı da mutlu etmeyecektir.
Başkasının hatasında kalbi kırılan kimse "Sen dili" ile değil "Ben dili" ile konuşmayı başarmalıdır. Semavi bağışlayıcılık idealdir ancak herkes başaramaz. Bağışlamayı zamana bırakan bir insan karşı tarafı suçlamak, yargılamak gibi kolay bir yol yerine kendini sorgulamak, öz eleştiri gibi ben dili'ni kullanmalıdır. "Suçun bir bölümü benim üzerimde" diyebilen bir insan gizlenmiş tehlikelerin oyununu bozacaktır.

Dördüncü tutum: Ayrıntılara dalmak
Acı olayları sürekli sorgulamak karşı tarafa kendini aşağılanmış hissettirir. Bazı insanlarda korkunç bir soru sorma ve merak dürtüsü vardır. Olayın ayrıntılarını dakikası dakikasına öğrenmek kötü niyetli bir dürtüdür. Halk arasında güzel bir söz vardır "Pisliği karıştırıp sonra kokuyor demek" gibi. Gerçekten hataların üzerine toprak örtmeyi başarabilmek çok zordur ama gereklidir. Hatasını kabul eden bir insana sürekli hesap sormak onu aşağılayacaktır. Kendini kötü hisseden bir insanda karşı tarafa sevgi duygularını uyandıramaz. Muhtemelen kaçınma davranışına veya kavga diline sebebiyet verilir.

Beşinci tutum: Kendine güveni kaybetmek
Olayları ayrıştırabilmek çok önemlidir. Eşiniz sekse mi düşkün, baştan mı çıkarıldı? Eşiniz sizin kötü bir eş olduğunuzu mu düşünüyor, yoksa zayıflık mı gösteriyor?
Bu olay sizin çekici olmadığınız, sevilecek biri olmadığınız anlamına mı geliyor? Böyle bir kanaat insanı depresif yapacaktır. Ancak olayları ayrıştırarak düşünen bir insan "Benim hatam varsa bile böyle davranması gerekmezdi" diyerek kendine güveni kaybetmeyecektir.
Kendisine değer vermek ayrı öz eleştiri yapmak ayrıdır. Bir insan kendine güveni kaybetmeden kendini sorgulayıp geliştirmenin yolunu bulabilir.
"Bu olay bana neyi öğretti" diyebilmek bilgece bir yaklaşımdır.

Özgür ve bağımsız eş!
Mutlu evliliği birbirlerine bakan iki eş değil birlikte dışarıya aynı noktaya bakmayı başarabilen kişiler oluşturur.
İşletmecilikte bir kural vardır.Büyük yönetici farklı insanları aynı amaç etrafında benzer hareket şekliyle çalıştıran yöneticidir.
Bu kural evlilikte de geçerlidir. İki farlı insan iyi bir evlilik hedefine farklılıklarını yaşayarak birbirlerini ezmeden ulaşabilirler.
Evlilik psikolojik bir ihtiyaçtır. Bir çıkar ortaklığı değildir. Eşini para makinesi gibi gören, bozulan makineleri tamir ettiren, akan boruyu onaran insan gibi görmek bencilliktir.
Fakat çok bağımsız kadın biliriz ki, kariyeri var, dolu hayatı, tatmin edici iş, ihtiyaçlarını gideren yardımcısı var ama bir erkeğe ihtiyaç hisseder.Evde kendisini bekleyen , gününü nasıl geçtiğini merak eden , onu umursayan , konuşacak birinin olması yani bir dostunun olması her iki cins içinde psikolojik doyum demektir.
Evliliği cinsellik dışında dostluk ilişki sırtını dayayacağı dayanak , sığınacağı bir liman gibi düşünmek insanın doğasında vardır.
Evlilik dostluk ise birbirine ruhen eşit ve tamamlayıcı olmalıdır.Kadın egemen ve erkek egemen hareketler evliliğin ruhuna aykırıdır.

Gizli feministlik
Evlilik danışmanları eski yıllarda ümitsiz , yalvaran , gözyaşları içinde bir kadın , duyarsız , otoriter , öfkeli bir koca örneğine çok rastlarlardı.
Ancak son yıllarda , kocasının zevk almasını engelleyen "İki kaşığı varsa birini kır , onu devamlı gergin ip üstünde tut " mantığıyla hareket eden , evde kontrolü elde tutmak isteyen eşlere çok rastlıyoruz.
Feminist hareket kadın-erkek ilişkisini savaş alanı haline getirdi.
Görünüşte ve söylemde feminist olmayan ama uygulamada feminist olan geleneksel kadın tipi evliliği savaş alanı haline çeviriyor.
Özellikle kocasının ailesine karşı itici , dışlayıcı tutumları ile ona sahip olmak istiyor.Feminist bir bencillikte denebilen bu tutum sorunu bazı erkekler aman gerginlik olmasın diyerek teslimi silah ederek anne-babasına sırtlarını dönüyorlar.
Bazı erkekler fizik güç kullanmaya kadar aşırı tepkilere girebiliyor.
Geleneksel feminizmde erkek çocuğun annesinin de kendi geçmişinde benzer tutum içinde olduğu söylenebilir.
Feminizm ister açık ister gizli olsun evlilikte romantizmi yok ediyor , sevgiyi azaltıyor , düşmanlık duygularını alevlendiriyor.

Kayınvalide sendromu
Evlilik danışmanlarının çok konuştuğu konulardan biriside anne-babalar. Kayınvalide ve pederi sevmek ancak aynı zamanda onlarla özgür olmak mümkün mü?
Bir erkek çocuk da annesiyle güçlü , sıcak ilişki , bağ kurduysa bu övgüye layık bir durumdur.Evlendikten sonra annesinden onu incitmeden uzaklaşmayı başarmışsa bu tutum övgüye layık bir durum olacaktır.Bu durum iyi anneyi de mutlu edecektir.
Genç kızlara iyi kocaların annelerini gerçekten seven erkekler olduğunu söyleyebiliriz.Böyle erkekler uzaktan sevmeyi de sürdürebilirler.Annelerine ve eşlerine güzellikle hayır diyebilmek kolay kazanılan bir beceri değildir.

Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak


ARDINDAN AĞLAMADIM...

-deniz feneri'me ve a.c.'nin anısına-

Aklımda bir sürü şey/ dilimin ucunda kelimeler/ söylemeye gelince susuyor, kalmıyor hiçbir şey/ hiçlikten çokluk doğar/ çokluktan yokluk/ öyleyse gebeşliği neyedir, kimedir bunca yoksunluk?...

Durduğun yerde devinimini sürdürebiliyor musun? Yoksa, düşleminde kurguladığını somutsal yaşadığında mı doygunluğa ulaşabiliyorsun? Senin gerçekliğin hangisi?.. dururken yaşamak mı, yaşarken tutabilmek mi? Nesnel temaslar seni mutlandırıyor mu? Gülümsetiyor mu? Çok mu sevinirsin? Mutluluk nasıl bi şey ki? Bir insanın aşkını avuçlarında taşıdın mı meselâ? O kadar emin oldun mu karşındakinin sevdasından? Sana korkmadan, sahici aşkını 'al sende kalsın, senin olsun' diye veren oldu mu hiç? Toprağı sever misin peki? Dokunduğunda, okşadığında, ayaklarını nemine batırdığında, eline aldığında hissettiğin sıcaklığı öldüğünde de duyumsayabilecek misin?... Sarıp sarmaladığında seni toprak, kollarını açtığında sana, sen de rahimdeki özüne dönebilecek misin?...

İstemiyorum!... Toprağı reddediyor bedenim ölmeden! Yakılmak istiyor! Gerekirse şimdi! Yaşamda yandığı kadar çok yanmak istiyor etim, kemiğim. Ölümden sonra hayat yok! İnanma, kandırıyorlar!... Ölümden sonra ruhban ayaktakımıyla çift kale maç var dostum! Hah haaa!

Vasiyetimdir ana! Yak beni! Denize bakan yemyeşil bir tepeye götür naaşımı. Yüksekçe bir taşın üzerine bırak. Hürmet etme, iyi davranma, alt tarafı 50 kilogram et parçası. Bırak işte öylece, varsın kolları yanlarına sarksın, başı biçimsizce kaysın, önemli değil. Varsın gözlerim açılsın, çenem sarksın, korkma, ben yukarıdan izliyor olacağım seni. Kollarıma kavuşturmuş, kıs kıs gülüyor olacağım. Simsiyah bir elbise giydir üzerime, ayak bileklerime kadar gelsin. Eteğimin ucundan çak kibriti. Sonra ister seyret, ister dön arkanı git. Tören falan istemem. İnsan eti nasıl yakılır, sonrasında ne olur merak eden varsa, kenarda köşede kalmış bir kaç arkadaş bulursan, çağır, isterlerse gelsinler. İlahi bir ayin istemiyorum. Kimse ağlamasın ardımdan, istemiyorum! Ben şimdi de yanıyorum, ne farkı var? Şimdi kim görüyor yandığımı, kim tutuyor yasımı ki o zaman gidişimi muştular gibi helvalar kavrulsun? İstemiyorum dedim, eksik olsun!...

İliklerime kadar küle soyunacağım, kesif bir koku yayılacak etrafa... yangın sonrası değil bu, yanık et kokusu, burunları tırmalayacak. Dumanı gözleri yaşartacak. Bir odun parçasına, ince bir dala veyahut kömür çıtırtısına benzemeyecek çıkacak ses. Dalga dalga yanacağım. Dirhem dirhem azalacağım. Bir avuç kalacağım sonunda.... Ana, torununu hatırlasana, kaç gramdı ekrandan gördüğünde rahim kanalında? Oncacık kalacağım bende, sevin, sevin!... Sonra hafifleyeceğim. Hiç ağırlık hissetmeyeceğim. Ruhum özgürlüğüne kavuşmuş olacak. Aniden bir rüzgâr esecek ve ben zerre zerre uçuşacağım. Havaya karışacağım, sonra suya damlayacağım, toprağa düşmeyeceğim ama...

Ölüler görebiliyorlar mı bizi anne? Bulutlara mı bakmam gerekli onlardan işaret alabilmem için? Yoksa ölülerde Tanrı gibi bize şah damarımızdan daha mı yakındır? Dua etmek çağırmak mıdır onları gittikleri benzersiz ülkeden? Ölüler de ağlar mı anam? Ben ölsem, babam ağlar mıydı arkamdan? Babamın yanına düşer miydim bende? Aynı karargâhta mı kalırdık? Babam nerede şimdi anne? Beyaz bir güvercin konmuştu pencereye, siz elinizdeki Kur'an-ı Kerim'i yarı ilahi mırıltılarla okurken geçen gece... boynunu büküp bakmıştı. Babam geldi demiştim, kimse inanmamıştı.

Ben ağlamıyorum babam öldüğünden beri. Ağlama dediniz, duyar üzülür dediniz, ağlayamadım bende. Ölüler sevinir mi çocukları ağlamıyor diye? Yoruluyorum, düşünürken en fazla. Düşüncemde hangi film oynuyor hatırlamıyorum. İlk babam götürmüştü beni sinemaya, ilk içkimi karşılıklı onunla içmiştim on beş yaşımda, ilk babama ağlamıştım sevdaya düştüğümde anne, senden önce... kızma şimdi... ilk erkek, babama âşık olmuştum küçük bir kızken daha... dört yaşındaydım ve büyüyünce göğsünde hiç tüy olmayan bir adamla evleneceğim düşünü kurardım, babamın kucağında uyurken... ben ilkleri hep en önce babamla yaşama tadına varabilmiş şanslı veletlerdendim o zaman... Şimdi unutamadığım geçmiş zaman kipleri gözümün perdesinden inmiyor, bu günü yaşayamıyorum ana... inanmak gelmiyor nedense içimden...

Söyle annem, konuş benimle... kızarmış, şişmiş, feri kaçmış gözaklarınla bakma kifayetsiz... bana artık babamdan kimse haber getirmeyecek mi? Bundan sonra yaşamımı onu özleyerek mi geçireceğim? Bak ağlamıyorum, sildim kurumuş göz pınarlarımı, uyku düşmüyor çoktandır gözlerime... oysa uyumak ve rüyamda karşılaşmak en büyük isteğim... Sen görebildin mi anne? Son halini hatırlıyor musun? Nasıl da çocuk gibiydi... Sana da zor gelecek mi? Yıllardır aynı yastığı paylaştığın adamı toprak senden çok istedi diye... kıskanıyor musun toprağı, sevdiğini şimdi kucaklıyor diye... Ben senden başkasıyla olmasına tahammül edemezken sen nasıl bir metanetle kabulleniyorsun bunu annem, anlamıyorum!...

Ana, biz şimdi iki kimsesiz baş, ne yapacağız seninle? Duvarlara sussak, çiviler çaksak, babamı kızdıralım hadi gel desek, oda şakacıktan kızıp koşaradım gelir mi yanımıza? Özlemek istemiyorken sevdiklerimi neden hep ulaşamayacağım kadar uzaklara düşüyor tayinleri? Hadi anne, ben kendime yaptırdığım rezervasyonu ikiye çıkartabilirim, sende gelmek istersen... Anlamı ne ki burada kalmanın, en sevdiğim adam, ilk aşkım yanımda yokken...

Baba, görüyor musun beni... odandan çıkamıyorum... maç izleyemiyorum sen gittiğinden beri, kül tablanı kullanamıyorum... Pazar kahvaltılarına erken kalkıyorum artık ve bir tabak da halâ her yemekte senin için hazırlıyorum... Sesin evin her köşesinde, kokun her yudum suyuma sinmiş. O yosun gözlerin ışıl ışıl üzerimde.... umut fakirsin duasıysa, ben çok fakir düştüm her an dua ediyorum, babamsız kaldım, babamı geri ver bana toprak, hazmedemiyorum...

Babam, özlüyorum seni...

Aklımda düşünceler, toplasan çapul çupul... sen olsan, düzene sokardın her birini... yolardın yolumun üstündeki çakır dikenlerini... ince memed'i de ilk sen hediye etmiştin bana... okuduğum ilk Yaşar Kemal'di... Dostoyevski'nin Karamozov Kardeşleri'ni...ve ondan sonra nicelerini.... Baba, kitaplarını sandık içlerinden çıkartıp kendi rafıma dizdim... gör bak, ne güzel oldu odam şimdi...

Dilimin ucunda kelimeler... donuklaşıyor ve anlamsızlaşıyor... uyumak istiyorum baba, ya da hep uyanık kalıp o beyaz güvercini beklemek pencerenin başında...

Anne, bu sene ve bundan sonraki her kış çok zor geçecek... çok üşüyeceğiz... ısınmayacak yürek kafesimiz..

Zeycan Irmak

Yukarı

 Kahvecigillerden : Ömer Arda Çetinkaya


Gelincik

Şanssız olduğuna inanmak istemiyordu o gece. Hayatta şansının kendisi olduğuna inanmak istiyordu gerçekten inanmasa da. Burukluk vardı içinde. Mutsuz olmaktan sıkılmış sigara üstüne sigara yakıyordu. Sahip olduklarının farkında mı değildi yoksa gerçekten de sahip değil miydi hiçbir şeye? Neden bazen mükemmel hissedip bazen 180 derece tersini duyuyordu kendi kendine.Oysa çok büyük değişiklikler yaşamıyordu, oldukça monoton bir hayattı; hissetikleri değişiyordu. Gelgitler arasında bunalıyordu. İstediklerini düşündü tüm yaşamı boyunca. Bir çoğuna sahipti ama daha çok erkendi diğerleri için. Oturduğu yerden üreten tek canlının tavuk olduğu düşünülürse acele de ediyordu. Belki de ne istediğini bilmiyordu. Cevabını bulsa bırakacaktı tamamıyla belki de tam güç o yöne gidecekti.Bunu bile bilemiyordu. Geçmişe çok takılmıştı bir kere. Geleceği de görüyordu, bu da bozuyordu moralini, daha çok inandırıyordu şanssız olduğuna. Keşke diyordu çoğu zaman... Keşkeleri de basitti hayatı gibi, bunu biliyor, sahip olamamak acı veriyordu. Güzel olanları görmek gerekirdi hayatta... Kördü belki de,bilinmez... Lanet olası Tvsi de bozulmuştu. Oyalandığı aptal uğraşıydı onun, güneş alan penceresi gibiydi,önünden ayrılmadığı..Morali bozuldu, saatlerdir uğraşıp bir türlü halledemedi sorunu. Hala şanssız olduğunu düşünüyor, bırakmıyordu açılır penceresi diye. Mücadele ediyordu aptal kutusuyla takılmış plağın çıkardığı ses nasılsa. Düşünüyordu kendisini, dinliyordu öylece. Duyuyordu, duyamıyordu cızırtıları... Aynı cızırtılar başa çıkamadığı. Yarını düşündü. Uyanmak istemiyordu ama uykusu da yoktu hiç. Aklı açılmayan tvdeydi, açılmıyor işte niye hala uğraşıyorsun... Düşündüğü doğruları uygulayamamak da başka bir sorunu değil miydi? Öyleydi aynen öyle.. Aptalca işlerin bile "bir numarası" değildi. Mantıklı düşünme kralı pratiğin sıfır adamı.. "Güzel tanım" dedi, gülümsedi. Şu anın en güzel olayı bile kendi aptallıklarına gülmesiydi. "Buldum" dedi içinden,"çok mu haksızlık ediyorum içimdeki sese"... "Ediyorum ya da etmiyorum ne değişiyor.. Dümene elini atıp bana engel oluyor. Bıraksam kendimi, dinlesem sesimi. Yaptım, bunu da denedim noldu? Cumburlop yuvarlandım, hayati olmasa da yaralandım. Kolay iyileşmeyen yaraları engelleyemedim bırakınca da duygularımı. İncindim, incittim. Nasıl olmalı, oluyor, ne yapmalı... Çözüm. Bilmemek bunu acıttı içimi. Bir sızı var beynimden ayaklarıma kadar duyduğum." Yaşamak,mücadele etmek son kozlarıydı. Tadına varmadan bırakmayacaktı hayatı. Arada saf dışı bırakıp kalemimi alması bile içindeki ateşin hala yandığının göstergesi değil mi? "Görebilsem renkleri" dedi içinden. Umutlandım. Aptal kutusunu kast ediyormuş salak. Olmuyor neden ısrar ediyorsun... "Olsun sabredicem, olacak sonunda istediklerim ve bu başlangıcı olacak komik de olsa bi işe yaramasa da gerçekten. Monoton oğlum herşey zaten niye törpülüyorsun ömrünü şunu açılması için sadece bile. İnat işte, hep inat, olana kadar. Olacak ne gerekiyorsa. Sabır, hüzün, mutluluk rotasını değiştiremeyecek almak istediklerimin lanet olası güzel hayattan.Çok şey istiyorum artık... Azını alsam da yetmez artık.. TV bile yetmeyecek şimdi açılsa da..Fazlası..Mutlu olabilme saçmalıkları neden kısıtlasın keyiflerimi..Sıkışınca sığınacak bi delik olsun sadece azla yetinme, geçici bir durum olsun, kısacık bir an en fazla. Hedeften sapmamalıyım. Hedef ne mi?Yok belli bir şey,ne koparırsam hayattan,yaşadıklarımdan..Koparmak yetmez tümünü istiyorum,çiçek değil bahçe istiyorum,sonra gözümün önüne kıpkırmızı zarif ama delicesine esen rüzgara ve güneşin sıcaklığına boyun eğmeden salınan bir sürü gelinciğin olduğu dönümlerce tarlalar geliyor. Benim olacaklar, ben de onların... Eğilmeyecekler asla. Tanrım ne kadar güzeller, hayal olsalar da gözümü alıyorlar... Bunlar da yetmeyecek elbette, daha çeşitlisi, fazlası lazım... Ne ruhum doyacak ne bedenim... Zevklerin hepsini istiyorum hayattan. Kısa ama lezzetli olacak.Küçük şeylerden büyük zevkler istemiyor canım,büyük zevklerden daha büyük zevkler, tüketinceye, tükeninceye kadar. Yorgun ve zevklerin doruğuna ulaşmış bir bedenim olacak son nefesimde dahi. Öyleki son nefes en büyük zevk olacak yaşam boyu. Onun büyüklüğünü de kazandıklarım sağlayacak,çiçekler,nefretlerimden uzak olmam, keyiflerime sımsıkı bağlı olmam, mutluluğum ve doyuracak kadar mutluluğa ve yaşamışlığa rağmen bıkmayan nefsim. Nefsimi tebiye etmeyeceğim,hayallerimi gerçekleştirecek olan aç ruhum ve bedenim olacak bundan sonra; bıkmayan beynim, duygularım... Elde ettikçe yoracağım beynimi, ruhumu fazlası için.Dünya bana kalmayacak, alabildiğimi alacağım şimdilik mutsuz olduğum dünyadan aldığım ilk şey nefesti, sonuncusu da nefes ama arada hava almayacağım sadece. Tırnaklarımı ıslak toprağa geçireceğim, havaya, suya, taşa, herşeye,hepsinden parçalar kendi dünyamı kuracak ve hep fazlasını isteyecek yüreğim,bıkmadan usanmadan.Yoruldum bu hayattan demeyeceğim yemin ederimki. Sonlar başlangıçlarımdı, sonlar olmayacak artık.Sonsuzluğa ulaşmaksa amaç dört elle sarılmaktır uçurumdaki tek ağaca. Son ATP de bitene kadar harcayacağım, alacaklarım bitmeyecek. Verdiklerim ve vereceklerim nasılsa oldu, olacak. Daha fazlasını vereceğim mutlu oldukça. Fazlası olacak herşeyin. Daha da seveceğim,daha da sevileceğim. Nefret edecekler, en fazlasıyla etsinler bitmeyecek alacaklarım, umutlarım. Korkum olmayacak son nefesten yaşadıkça, aldıkça.Yaşatacağım kendim için, hep fazlasını..Onlar güldükçe yaşadıkça ben de alacağım. TV hala çalışmasa da uğraşacağım, açılmasın şimdi... Açılırsa da kapatmayacağım her nasıl olursa bundan sonra. Ve tanrı eğer varsa çıkacağım karşısına ve lanetler yağdıracağım, varsa da kormuyorum.. İyilik de kötülük de ondansa, kötülükleri neden yarattığını soracağım.Varsa eğer ondan da alacağım ne varsa. Yoksa eğer duyacağım mutluluğun farkına varmadan çekip gitmiş olacağım. Ne kaldı geriye? Bulurum bundan sonra geriye kalmayacak... Bana da kalmayacak. Bunca hırs hiçbir zaman kötülüğe neden olmayacak..Kötülük olursa benden olmayacak, tanrıdan varsa tabii ve diğer yarattıklarından olacak, benden olmayacak, zarar vermeyecek kadar üstün olacağım herşeyden ve herkesten... Şimdiden hissetmez oldum şanssızlıklarımı..Belki de yeterince almamaktı sorun... İstememek fazlasını... Şanssızlık değil belki de aptallık. Peyniri bulmaya çalışan aptal bir fare olmayacak bundan sonra, insanı labirente koyan bir fare olacak. TV açıldı, ama değişmeyecek artık. Yetmeyecek bu da." Mutluluk işe yaramak mıdır, bencillik midir, hırs mıdır? Hayatın bizden alırken verdiği güzel olayların sonuçları mıdır? Kendisi mi gelir, gidip alınır mı? Ne o verebilir cevabını ne de ben... Söylenebilecek tek şey belki de değişken olması...

Ömer Arda Çetinkaya

Yukarı

 Misafir Kahveci : Piraye


BİLİRDİ

"Pencerelerin üzerine acımasızca kapatılmış perdeler sanki ışığın bir damlasını bile içeri almamaya yemin etmiş gibi. Üzerinde hala bir önceki süslü sevişmenin tozlarını barındıran abajur bile olan bitenden şikayetçi gibi görünüyor. " Oysa bir sarayın ihtişamla parıldayan apliklerinden birisi olabilirdim" diye hayıflanıyor...

Kendi içindeki aydınlığı kaybetmiş bir abajurun soğuk ve istemsiz loşluğuyla yetiniyor duvarlar. Onlar da kendilerine göre şikayetçiler olan ve bitenlerden.

Ten tene karışmanın her gürültüsü kendi içlerinde yankılanmış geçen zaman boyunca. Loş bir yaşamın içinde gözleri karanlığın içinde zaman zaman hareket etmeye çalışan ışık hücrelerini görmeye alışmış.Vücut sıvılarının kokusuna karışan sigara maviliklerini içlerine çekmişler çoğu zaman.

"Hunların akınlarına cesurca göğüs geren çin seddinin kalın duvarlarından birisi olsaydık daha iyiydi... " diyebiliyorlar kendi aralarındaki mor fısıldaşmalarda.

Duvarların konuşmaları bölen, ünlü ressamların sahte tabloları var sadece, ama onlar da kendi içlerindeki asıl olamama ezikliğine karışan renk solmalarından ve yavaş yavaş çürüyerek anlam kazandığını düşündükleri yaşlanmalardan şikayetçiler.

Sessizliğin içine sıkıştırdıkları gürültülerle kalabalıklaşan bu oda, yine vücutların anlayamadıkları bir dildeki kavuşmasına şahit oluyor. İçlerindeki kimseden ses çıkmıyor, kadın ve erkeğin tuhaf inlemelerine inat. Ter içinde kalmışlıklarının sıcaklığı oda içindeki nefessizliğin yüzünü pembeleştirmiş.

Abajur çevresindekilere; "işte son haykırışları... adam neredeyse son nefesini veriyormuşçasına hırlıyor... duyabiliyor musunuz ... " diyor kıkırdamalarını içinde tutmaya çalışan bir yüzle. Odanın dördüz duvarları, hemen cevap yetiştiriyorlar koşuşturan ses telleriyle: " tabiki duyuyoruz , yorgana ihtiyaç duymadıkları kesin değil mi sizce de? ... İşte sen o cılız gövdenle biraz daha aydınlatabilseydin, belki de ter damlacıklarının kaynağını görebilirdik" diyor kızgın cümlelerini havaya karıştırarak.

Tam bu esnada kadın ve adam yatağın iki yanına çıplaklıklarını sadece birbirlerinin görebildiğini bildikleri bir eminlikte uzanıyorlar. Odada sadece tütünün ateşle buluşması şerefine duyulabilen çıtırdamalardan başka hiçbir ses yok. Az önceki inlemelerden, haykırışlardan, adamın kadının kulağına fısıldadığı sözlerden , kadınınsa bu kelimeleri duymuş olmanın verdiği güvenin gücüyle gerçekleştirdiği kocaman bir sarılmanın adamın sırtında bıraktığı izlerden hiçbir şey kalmamış gibi. Sanki sessizliğin hükümdarı rahat tahtından şöyle bir kalkıp asasını odanın tam kalbine büyük bir ihtişamla vurmuş.

Abajur; " şimdi ne olacak... " diyor... Dördüz duvarlarsa abajurun gereksiz buldukları sorusuna kısa bir yanıt veriyorlar; " Her zaman nasıl bittiyse öyle olaca... "...

Dördüz duvarlar cümlelerini henüz sonlandıracakları sırada yatağın kadın yüzünden hıçkırıklar ilmekleniyor "ne olacak" merakının anlam bulmak isteyen sesine... Bir sonraki hıçkırık bir öncekinden daha büyük ve gürültülü çıkıyor, kadının ıslanan yüzüne neme hiç dayanamayan makyajı da eklenmiş. Kadın ağladıkça hüznü de yüzünde eriyor... Adamsa büyüyen her hıçkırıkla biraz daha yatağın kenarına doğru kıvrılıyor, cılız abajur, dördüz duvarlar ve ünlü ressamların sahte tabloları dikkatle izliyorlar adamın gittikçe daha da büyüyüyen çıplaklığını ve hızlı bir şekilde düşüşe geçen anlamını...

Aşkın ve şehvetin yeteneksiz yüzünü gösterdiği bu odaya belki de gerçek bir ışık asla giremeyecek, yalnızca cılız bir abajurun sarımsı gölgelerine eşlik eden duvarlar şahit yazılacaklar böyle insansı hikayelere ve sahteliklerinden bir tutam bile ödün vermeyen tablolarsa bir yatağın iki kenarına yorgunlukla ilişmiş ve hüzünle uykuya dalmış kadın ve erkekten daha gerçek olduklarını bilerek eskimeye devam edecekler...

Piraye

Yukarı

 Mühendis Kahveci : Burak Ü. KILIÇASLAN


Myotis myotis

"Ben de bir Myotis myotis'im" dedi, bir elini ve o elin parmaklarını sanki bir ampül çevirir gibi yukarı doğru kaldırırken görebildim sadece! Oysa sürekli ona bakıyordum... "erotizm" kelimesini anlatmaya çalıştığım zamanlardaki yüz ifadesi vardı; hafif hınzırca ama asla utangaç olmayan bir gülümseme, gözlerini yine görememiştim...

Köye geleli bir hafta olmuştu. Torpille gelen bir doktor olduğumu düşündüğüm için sürekli bir eziklik vardı üzerimde... Angora'da Sağlık Bakanlığı'nın binasına girerken, mesleğime yeni başlayacak olmamın bende uyandırdığı heyecanının ötesinde, "iliştirilmiş bürokrat" dediğim birkaç iş bitirici ahbap çavuşu görecek olmamın da kızgınlığını taşıyordum.

"Batı'da olsun da , neresi olursa olsun" dediğim atamam için söz almıştım. Hatta, "İspanya'nın küçük bir sahil köyünde bile çalışabilirim, batı ülkeleri başta olmak üzere beynelmilel bir meslek aşkıyla da yanıp tutuşuyorum" diyebilecek kadar da ilişmiştim Hipokrat bürokrata.

Bu kadar ilişip yılışmama rağmen! Türkiye sınırlarını zorlamış olduğumu gördüğüm atamam nihayet yapıldı. Bulgaristan sınırı yakınında Kırklareli ili, Demirköy ilçesi, Sarpdere köyüne gidecektim. Batı konusundaki dileğim tutmuştu tutmasına da, taşra tanrılarının tüm kızgınlığını sırtımda hissederek ulaşabilmiştim köye. Huzurlu değildim, birileri sanki sırtıma sürekli bıçak saplıyor, çıkan kanların kokusunu alan köpekbalıkları da ayaklarımı parçalıyorlardı.

Oysa ben köpekbalıklarını çok severim. Onlar bizim gibi durağan bir şekilde uyuyamıyorlar. Uyurken bile yüzmeye devam ediyorlar; yaşamlarını devam ettirebilmek için bunu mutlaka yapmak zorundalar. İşte bu yüzden, yaşamımın tüm durağan anlarında hep onları hatırlarım. Annemi kaybettiğimde, kız arkadaşım beni terk ettiğinde ve ölüm tüm ihtişamı ile beni çağırdığında, yaşamımın tüm durağan anlarında hep onları hatırladım. Köy okulunun bahçe kapısında durdum, görünürlerde kimse yoktu. Çok uzaklardan yaşlı bir dede silueti dışında hiç kimseyi görememiştim. Evlerde sanki yaşam yoktu ya da köyün "uyku saati"ne denk gelmiş olmalıydım.
"Kimse var mı?" diyemeyecek kadar çekinmiştim çok istediğim batıda, hem de en batıda...
"Hoş geldin" dedi bir ses ve o ses kadar hoş bir kız belirdi okulun bahçe kapısında!
Van Erciş doğumluydu, 100.Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nden yeni mezun olmuştu. Farklı meridyenlerden gelmiş olsak da bu meridyene o da benim gibi yeni gelmişti! Köyün öğretmeni o idi!
"Buralar bizim oralara benzemez" dedi,
"Bilir misin bizim oraları?"
"Bu köyün insanları nerede?" diyebildim sadece...
"Burada herkes çalışılır; çoluk çocuk, kadın, erkek hepsi tarlada çalışır. Sonra gelirler, beraber yerler, beraber içerler, beraber eğlenir, beraber okurlar... kadınıyla, erkeğiyle... insanca yani"
"Anam" dedi, "güzel anam" dedi mırıldanarak...

Sağlık ocağı olmadığı için okulun bir odasını köylülerin yardımı ile revire çevirdik. Kaymakamlıktan gelen sağlık ekipmanlarını tanıtmak için sadece bir kez öğrencilerle beraber gelmişti odama. Ders bittiğinde ise her gün dağa doğru çıkardı. Mahya dağı ile ilgili hikayeler anlatıyordu sürekli! Burada bulunan mağaralardan bahsediyor, kendi memleketindekileri de betimlemeye çalışıyordu. Ve her ders bitiminde kitaplarını alıp yalnız başına dağa doğru çıkıyordu.

Mahya Dağı'ndaki Dupnisa Mağarası'dan bahsetti öğrencilere uzun uzun... Uzunluğu 3150 metre imiş, yani dağda bulunan en uzun mağara!

30 bine yakın fare kulaklı yarasa yaşıyormuş bu mağarada.
"Bizim gibi, kadınlar, analar gibi, sıcakkanlı, yavrusunu doğuran, emziren ve büyüten otuz bin can... " "Anam" dedi, "güzel anam" dedi mırıldanarak...

Dersi bitirip yine dağa doğru çıkmaya başladı. Sanki acelesi vardı! Kitapları teker teker düşüyor ama hiç birini almadan koşmaya devam ediyordu...
Ben de ardından koşmaya başladım!
Sürekli bağırarak koşuyordu, yere düştüğünde tekrar kalkıyor ve koşarak tırmanmaya devam ediyordu...
Korkmaya başladım, ben de sürekli koşuyordum ama yetişmek çok zordu!
O gün anlattığı Dupnisa Mağarası'nın önünde durdu, nefes almakta zorlanıyordu... tüm gücünü topladı ve iki elini havaya kaldırarak;
"Ey Myotis myotis'ler, fare kulaklı yarasalar, güzel analarım, güzel bacılarım, ülkemin güzel kadınları... " dedi, az ötedeki kayalık tepeye koşarak...
"Ben de bir Myotis myotis'im" diye bağırdı...
Boğazını yırtarcasına bir haykırış ve dağda yankılanan ses kaldı kulaklarımda! Tepenin arkası uçurumdu! Bir elini ve o elin parmaklarını sanki bir ampül çevirir gibi yukarı doğru kaldırırken görebildim sadece!
...

Köye geleli bir hafta olmuştu. O günden sonra hiç tanımadığım bir köy öğretmeninin acısını uzun süre taşıdım.
Bir ay sonra doğu'da bir köyde doktorluk yapmaya başladım...
Güzel anaların, güzel bacıların, güzel kadınların, yarasalar gibi baş aşağı yaşamlarının seslerini dinleyerek, Mahya Dağı'nda yankılanan sesi ancak bastırabiliyorum...

Burak Ü. KILIÇASLAN

Yukarı

 Misafir Kahveci : Hülya And


NİLÜFER PERİSİ

Sabahın erken saatlerinde, henüz daha güneş bile doğmadan önce , çiğ damlaları nilüfer çiçeklerinin üzerinde nazlı nazlı salınmaya başlamışlardı. Çiğ damlaları oluştukça , nilüferler daha da parlaklaşıyorlardı. Nilüfer tomurcukları yavaş yavaş açılıp doğan günü karşılamaya hazırlanıyorlardı. Tomurcuklardan biri daha yavaş açılıyordu. Bir bebeğin uykusunu, güzel rüyasını bırakmak istememesi gibi nazlanıyordu. Tomurcuğun her yaprağı açıldıkça, etrafa ışıklar saçılıyordu. Rengarenk ışıklar, sanki bir bebeğin gülüşüyle geliyordu. Güneş doğarken, parlak gri olan gölün suları, beyaz , pembe nilüfer çiçekleri onların yemyeşil yaprakları ile bir mucizeyi kucaklamaya hazırlanıyordu. Güneş yavaşçacık, mutluluk dağıtarak, nilüfer perisi ile birlikte doğdu.

Nilüfer perisi, minicik , güneşin ilk ışıltıları kadar mutlu, bir bebek kadar masum , kar tanesi kadar kırılgan, bir periydi. Nilüfer perisi çok şanslıydı çünkü o pırıl pırıl bir gölde dünyaya gelmişti. Nilüfer perisi çok mutluydu. Onun için yepyeni bir serüven başlamıştı. Daha gözlerini açıp etrafı seyrederken, bu seferki hayatında çok şanslı olduğunu düşündü. Burası etrafı çam ormanlarıyla kaplı bir göldü.

Ormanı seyre dalmışken, güzel bir müzik dikkatini çekti. Sanki ormanın oluşumuyla beraber doğmuştu bu müzik. Etrafına baktı. Önce kurbağalar çıktı müzisyenlerden; sonra zilleriyle çekirgeler, kemanlarıyla ağustos böcekleri... balıklar dans ederek müziğe eşlik ediyorlardı. Orkestra çok genişti.Tüm göl bu müziğe eşlik ediyordu. Nilüfer perisi buna inanamadı. Daha önceki hayatlarında nice mutlu göller, mutsuz göller, ışıltılı, bol balıklı, özel kokulu göller gördüyse de bu göl diğerlerinden çok farklıydı. Gülümseyerek müziğin tadını çıkardı. Sonra müzisyenleri incelemeye başladı.

Yüzleri nasıl da mutlulukla ışıl ışıl parlıyordu. Tek tek hepsini inceliyordu, ki unutmasın, bu görüntü bundan sonra da yaşayacağı hayatlarda ona mutluluk versin. Ağustos böceğine gelince orada kalıverdi. İkisinin de gözleri birbirine kenetlenmişti, sanki o anda tüm dünya durmuş sadece müzik ve ormanın büyülü kokusu kalmıştı. Ama bu arada ,onlar farketmeseler de, önce müziğin ve dansın ritmi bozuldu, sonra da sustu.

En son aşıklar anladılar müziğin durduğunu. Herkes onlara bakıyordu. Nilüfer perisi kendini tutamadı, bir kahkaha attı. Müzik ve dans yeniden başladı. Müziğin sonunda çok acıkmışlardı. Sofralar kuruldu. Ağustos böceği ve nilüfer perisi beraber oturdular. Konuşmaya başladılar. Aslında, ne söylediklerini kendileri bile bilmiyorlardı, konuşan daha çok gözleriydi. Yemekten sonra bütün göl hayvanları dinlenmeye gitti. Sadece ağustos böceği ve nilüfer perisi kaldı. Göl birden sakinleşmiş, durgun bir hal almıştı.

Hafif bir meltem esiyordu. Bir süre bu sessizliği dinleyip beraber olmanın mutluluğunu yaşadılar.

Sessizliği ağustos böceği bozdu.
-“Nilüfer perisi kanatların yeterince olgunlaştı . Artık uçabilirsin. Ormanı tanımak ister misin?” Dedi. Nilüfer perisi Bu teklifi sevinçle kabul etti Uçarak ormana ulaştılar. Orman nasıl da hoş kokuyordu. Rengarenk çiçekler kaplamıştı tüm ormanı. Ağaçlar çok büyüktü. Gördükleri bütün hayvanlar gülümsüyordu.

Küçücük bir yavru sincap, nilüfer perisini görünce çok mutlu oldu. Ellerini sevinçle çırpmaya başladı. Bir yandan da annesini çekiştiriyordu.
- - “Anne bak bak o kim? “ dedi.
Nilüfer perisi yavaşça minik sincabın yanına geldi;
“Merhaba ben nilüfer perisiyim,” dedi. Yavru sincap gözlerini kocaman kocaman açmış hiç sesini çıkarmadan nilüfer perisine bakıyordu. Anne sincap nilüfer perisini ve ağustos böceğini selamladı. Onlara en güzel yemeklerini ikram etti. Sonra “gelin “dedi, “ben gezdireyim ormanımızı; önce baykuş ailesiyle tanıştıracağım sizi”. Gerçekten de anne sincap, başta baykuş ailesi olmak üzere, bütün orman sakinleri ile tanıştırdı nilüfer perisini. Bu oldukça yorucu olmuştu. En son kaplumbağa ailesiyle tanıştılar. Kaplumbağalar da onlara serin şerbetler ikram ettiler. Nilüfer perisi bu geziden hoşnuttu ama sanki herkes bir şeyler saklıyordu. Bu rahatsızlık verici durumdu ki , nilüfer perisini en çok üzen ağustos böceği bile bu sırra dahildi. Herkes çok mutlu görünmesine rağmen gözlerde saklanamayan bir hüzün vardı.

Orman halkının bilmediği birşey vardı, nilüfer perileri istedikleri zaman düşünceleri okuyabiliyorlar ve hayalleri görebiliyorlardı. Nilüfer perisi teker teker düşünceleri okumaya başladı. Gizledikleri şey bir bataklıktı. Ama bataklıkta neyi gizlediklerini anlayamıyordu çünkü bu ormanda bataklık olması gizlenecek bir şey değildi. Hatta orayı uçarken bile görmüşlerdi. Kaplumbağa ailesine sordu; ben henüz bataklığı görmedim, orayı bana göstermeyecek misiniz? Herkes şaşkınlıka birbirine baktı.

İlk konuşan ağustos böceği oldu. Evet nilüfer perisine hala bataklığı göstermedik, haydi bataklığa gidelim dedi. Herkes biraz ürpererek baktı birbirine, isteksizce tamam dediler.

Bataklık hiçte uzak değildi. Nilüfer perisinin için birazcık ilerdeydi. Ama orman halkı birbirlerine yardım ederek bile olsa çok yavaş ilerliyorlardı. Sonunda ulaştılar bataklığa, bataklıkta onları üstü başı kir içinde bataklık cini karşıladı. Bu durumdan cin çok mutlu olmuştu ama orman halkı hiç mutlu gibi görünmüyordu. O şirin hayvanların yerini, asık suratlı bir topluluk almıştı. Hepsi aksi ve küçümser bakışlarla bakıyorlardı bataklık cinine. Ama bataklık cini, onları gördüğü için o kadar mutlu olmuştu ki, nilüfer perisini bile gözleri görmüyordu. Durmaksızın çığlıklar atıyor bir oraya bir buraya zıplıyordu. O zıpladıkça etrafa çamurlar sıçrıyor , çamurlar sıçradıkça bataklık cini daha da çok kahkaha atıyordu. Nilüfer perisi bataklık cinini çok sevmişti. O da hemen onunla beraber çamurlarda zıplayıp hoplamaya başladı. İkisi beraber çok eğleniyorlardı. Orman sakinleri , gözlerini kocaman kocaman açmış nilüfer perisine bakıyorlardı. Fısıltılar başladı hemen , kimi nilüfer perisinin asla temizlenemeyeceğini, artık hep böyle pis kalacağını , kimi de onun ruhunu şeytanın çaldığını söylüyordu. Nilüfer perisi bunların hepsini anladı. Demek onun için bataklığa gelmiyorlardı. Üstelik bataklık cininden de korkuyorlardı. Bataklık ciniyle kimse görmeden konuştu. Sonra da çok yorulduğunu ve çok acıktığını söyledi. Hadi yemek yiyelim dedi orman halkına. Kimseden ses çıkmadı. Ağustos böceği hadi bakalım dedi geri dönüyoruz yemek yiyeceğiz. Baykuş arka çıktı hemen , önden kuşlar gitsin hazırlıklara başlasınlar. Önce isteksiz olanlar bile hazırlıklar başlayınca neşelendiler.

Onlar sofrayı hazırlaya dursun, nilüfer perisi ve bataklık cini de göle gitmiş yıkanıyorlardı. Nilüfer perisi, iyice temizlenmesi için bataklık cinine yardım etti. Üstünden o çamurlar gidince , ortaya çok şirin bir cin çıktı. Temizlendikten sonra, şölene katılmak için , birlikte yola çıktılar. Oraya vardıklarında , baykuş dışında kimse bataklık cinini tanımamıştı. Baykuş hemen onların yanına yaklaştı ve onları onur konuğu masasına oturttu. Sonra da misafirlere bataklık cinini tanıttı. Bataklık cininin onur konuğu masasına oturmasıyla beraber şölen başladı.

Şölen başlamıştı ama misafirler hala büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Kimse bataklık cininden gözlerini alamıyordu. Bugüne kadar koktukları bu minicik, şirin yaratık mıydı? Bataklık cini büyüklere göre hala çirkindi ama çocuklara göre çok şirindi.Çocuklar hemen onun yanına geçtiler. Bütün yemek boyunca gülmeleri hiç kesilmedi. Bataklık cini gülmeyi eğlenmeyi seviyordu ve onun bulunduğu ortam mutlaka neşeli olurdu. Yemeğin sonunda herkes neşe içinde masadan ayrıldı.

Artık bataklık cininden korkmuyorlardı. Hatta onu sevmeye bile başlamışlardı. Artık bataklık korkulması gereken bir yer olmaktan çıkmıştı. Şölenin sonunda bataklık cini hem nilüfer perisine hem baykuşa hem de ağustos böceğine teşekkür etti. Mutlulukla bataklığına döndü. Nilüfer perisi ve ağustos böceği göle doğru yola çıktılar. Ama ikisi de biraz yalnız kalmak istiyorlardı. Bir süre birlikte kaldılar .Nilüfer perisi gitmeden önce onlara bir armağan vermek istiyordu. Ağustos böceğinin aklından geçenleri okudu . O nilüfer perisinin hiç gitmemesini hep beraber olmalarını istiyordu. Bu imkansızdı, nilüfer perileri sadece bir gün yaşardı. Artık akşam oluyordu. Gitme vaktine az kalmıştı. Birden aklına geldi . Bu gölde hiç göl insanı görmemişti. Halbuki neredeyse tüm göllerde göl insanları olur hem güzel sesleri, hem sorunlara hemen çözüm bulmalarıyla tüm göl halkının sevgisini kazanırlardı. Onlara göl insanlarını armağan etmeliydi. Nilüfer perisinin bir an önce göl perisini bulması gerekiyordu. Sadece göl perisi göl insanlarını çağırabilirdi. Ağustos böceğine çok acil göl perisini bulması gerektiğini söyledi ve hızla oradan ayrıldı. Nilüfer perisinin, göl perisini bulması zor olmadı. Ona isteğini anlattı. Göl perisi de büyük bir zevkle kabul etti ve göl insanları ile bağlantıya geçti . Sonra nilüfer perisine dönüp o gitmeden önce gölde olacaklarını söyledi. Nilüfer perisi teşekkür ederek oradan ayrıldı.

Nilüfer perisi göle döndüğünde artık güneş batmak üzereydi, göl güneşin son ışıklarıyla rengarenk olmuştu muhteşem bir görüntüydü . Göl orkestrası bu sefer hüzünlü bir melodi çalıyordu. Çünkü nilüfer perisi birazdan geldiği nilüfere dönüp, uykuya dalacaktı . Tekrar uyandığında artık orada olmayacaktı.

Nilüfer perisinin iyice uykusu gelmişti. Göl sakinleri ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. O sırada göl insanları güzel sesleriyle şarkılar söyleyerek geldiler. Birden hüzün kayboldu. Ortalık yeniden canlandı. Nilüfer perisi bile el çırpıyor dans ediyor bu neşeli müziğe eşlik ediyordu.

Müziğin sonunda nilüfer perisi yavaşça doğduğu nilüfere döndü. Bütün göl halkını , orman halkını, göl insanlarını selamladı. Dilerim yine görüşebiliriz dedi ve nilüferin içinde kıvrılıp , nilüferin onu yumuşakça örtmesini istedi.

Bütün canlılar nilüfer perisinin aralarından ayrılmasından dolayı çok üzgündü. Ama o , onlara göl insanlarını hediye etmişti . Onlara mutluluk vermişti , içtenlikle ona teşekkür ettiler. Nilüfer perisinin de istediği gibi şarkı ve dansa devam ettiler.

Hülya And

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


MÜJDELERİN GELDİ

Bana gönderdiğin güvercin
Ve ayağına bağlı şiirin
Bana gönderdiğin yasemin
Ve dalına bağlı yemenin
Elde dilde gönülde

Baharla gelen müjdelerin
Bülbülde sümbülde gönülde

Armağan Konyalı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Erkek dediğin!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu



FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.kediler.gezegeni.com
Konumuz kedi olunca ben de dayanamayıp kendi çıtır'ım için hemen zeka testi yaptım (gerçi benden zeki olduğu kesin -beni bu kadar iyi kullandığına göre- gene de insani zaaflarıma yenik düştüm!) sonuç tahmin edeceğiniz gibi. Kedi severler şöyle bir dolaşabilir, belki de yeni kedi sahibine "dolma", "fırfır" veya "tekire" gibi bir sürü isim içinden seçim yapabilirler -kedilere hep "şerafettin" diyecek halimiz yok ya...

http://www.kedimveben.com
Komik kediler mi istersiniz, kedilerin banyosu hakkında bilgi mi istersiniz kesinlikle doğru adres. Hatta "Kavrayıcı Analitik Tedavi" ile kedi davranışları arasındaki bağlantıyı bile keyifle okuyabilirsiniz. İnanmayanlar baksın "Tekir'in Kahvesi" diye bir köşeleri bile var!!! Führer Edi'ye duyurulur :)

http://www2.postcards.org/postcards/cards/5100/
Kedinizi köpeğinizi posta ile göndermek isterseniz, buyurun bu adrese...

http://www.rathergood.com/punk_kittens
Kediciklerin yaptığı müziği dinlemeye hazırsanız, tıklayın... Minnak bir kaçamaktan zarar gelmez - çalışma arkadaşlarınıza özellikle patronunuza yakalanmak istemiyorsanız sesi kısık tutun.

Ayşe Nur

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Pivot Stickfigure Animator v2.1 [365K] Win9x/2k/XP FREE
http://files.webattack.com/localdl834/Pivot.zip
Heyyy çok güzel bir program. Çöpten adamları hareket ettirip film yapmak hoşunuza gider mi? Hayal gücünüzü kullanıp biraz da el becerinizi eklediniz mi Tarantino olmanız işten bile değil. Mutlaka deneyin.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040527.asp
ISSN: 1303-8923
27 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri