KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 513

 28 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : TMSF Holding Presents!..


Merhabalar,

İş dünyasının haritası değişmeye devam ediyor. Sanki bir büyük güç memleketin topraklarına uzayın derinliklerinden inmiş, iş dünyamızı allak bullak ediyor. Şirketler sözde geçici olarak el değiştiriyor. Sonuç olarakta bir devasa holdingimiz oluşuyor. TMSF Holding iş başında!.. Haklılığı tartışılsa da, kanunların verdiği hakkı kullandıkları için kimsenin sesi çıkmıyor. Son olarak Erol Aksoy'un elde kalan son mallarına da el konulduktan sonra, holdingin sanat galerisi oldukça zenginleşti. Holdingimiz yalıları, yatları, katları, adaları, gökdelenleri, televizyonu, radyosu, gazetesi, telefoncusu, sucusu akla gelebilecek her konuda yatırım yapmış holding irileri gibi büyüdükçe büyüyor. Tek gözümü kapatarak baktığımda bana Osmanlı'nın şaalı günlerini hatırlatıyor. Git, vur, yerleş, mala el koy. Dedimya haklılıkları konusuyla ilgili değilim bu lafları ederken. Derdim yıllardır beceremediğimiz özelleştirme konusunda son bombaların beynime açtığı çentikler. Bir örneğimiz daha olduğunu sanmıyorum. Bu kadar satmaya hevesli olupta bu işi becerememiş, satmak için harcadığı paraları bile henüz çıkartamamış, sattığı pekçok malı tekrar geri almak zorunda kalmış, üretimi durdurduğu halde 2 yılda 2 milyar doları sadece bir kuruluş için harcamış bir başka ülke var mı? Yok...

Demir perde ülkeleri bile parçalanmadan sonra birkaç yılda bu işi halledip şimdinin zengin yada zengin olmaya aday ülkelerinden oldu. Biz hala satabilmek için cilalama yapmakla meşgulüz. Ehil ellerde olmadığı aşikar olan ve yetersiz kaldığı açık olan kanunlarla sürdürülmeye çalışılan özelleştirme tam bir fiyasko. Tüpraş ihalesinin iptali, Sümerbank'ın afişe olması tam filmlik. Üstüne üstlük birtaraftan da devletleştirme TMSF Holding aracılığıyla sürüyor. Siz olsanız bu koşullar altında Türkiye'ye gelip yatırım yapmaya, mal edinmeye cesaret edebilir misiniz? Olmaz. Bu işin doğasına aykırı. Her işi kendimize uydurmakta mahir olduğumuzdan bu özelleştirme işini de alaturka hale getirmeyi becerdik, ellerimiz başka dert görmesin. Eğer bir bilen olarak birileri bana 'Peki ne yapalım kardeşim?' diye soracak olursa, cevabım hazır. VAZGEÇİN!.. Vazgeçin çünkü satmak için harcadığınız cilaya ödediğiniz para sattığınız zaman aldıklarınızın üstünde. Hiç olmazsa onlardan sıyırır gül gibi geçinip gideriz. Ayrıca alışmış kudurmuştan beterdir derler. Biz onlarla onlar bizimle geçinmeye alıştı bir kere, bırakın girmeyin aramıza. Bakın yaşım da ilerliyor. Onlardan birinin yönetim kurulunda yer almak, üç beş kuruş nasiplenmek için sıra bana geliyor. Vazgeçin, kısmetime mani olmayın. Ya da şu el koyduğunuz yalılardan birini bana 49 yıllığına bedelsiz kiralayın sesimi kesip oturayım. Siz de ne halt edecekseniz onu edin.

Şu aralar harıl harıl Spamsavarları savacak yöntemler aramakla meşgulüm. Bu işin başında KM'yi eposta olarak yollama kararı aldığımda biri kalkıp 'gün gelecek yolladıklarının dörttebiri tehlikeli addedilerek yerine ulşamayacak' deseydi hayatta inanmazdım. Oysa buluttan nem kapan yapılarıyla olağanüstü başarılılar. Bu işi kendi sunucularımın üzerinden kendi programlarımla yürütmeye çalıştığımdan sırf bu işe ayrılmış sunucular gibi başarılı olamıyorum. Bir başka yol arıyorum, bulduğumda gene buradan sizlerle paylaşacağım. Bu arada KM yi bir alıp bir alamayanlardan özür dilerim. Bir küçük sözüm de bana serzenişte bulunan kahveci yazar adaylarına. Gün geçmiyor ki '2 gün önce yazı yolladım hala yayınlanmadı, yoksa beğenmediniz mi?' diyen bir eposta almayayım. N'olur acele etmeyin ve umutsuzluğa kapılmayın. Genellikle yayınlayamayacağımı bildiriyorum. Eğer benden bir mesaj almadınızsa büyük ihtimalle yazınız sıraya girmiş demektir. Kızmaca darılmaca yok. Hepimize güzel bir haftasonu diliyorum. Kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


   AŞK DEDEKTÖRÜYMÜŞ

Şayan-ı hayret buluşlarıyla, son günlerin gözde mucitleri İsrailli uzmanlar şimdi de bir aşk dedektörü üretmişler.

Teknik kısımları boş verin, bu aşk dedektörü denilen nane, bir şekilde bilgisayara monte edilip telefonla bağlantısı kurulunca, sevgilinize telefon ediyor ve konuşmaya başlıyorsunuz...

Dedektör, telefon konuşmasındaki duygusallık durumlarını ölçüp, sonucu papatya şeklindeki bir cetvel üzerinde gösteriyor. Bilgisayar ekranında beliren papatyanın ne kadar taç yaprağı varsa sevgiliniz sizi o kadar seviyor anlamına geliyor. Eğer sevgilide sevgi kırıntısına rastlanmazsa papatya soluyor.

Haberi okuyunca, bu dedektörden bir adet edindiğimi ve denemek üzere hemen harekete geçtiğimi düşündüm.

Deney No 1:
- Alloooo n'aaber maymunum?
- Vaay şempanzem, hayırdır sen bu saatte pek aramazdın?
- Aramam di mi? E kapatıyorum o zaman. Öperim!
(Bu deneyimizde papatyamız kaktüse dönüşür. Çok muhterem teknolocik aşk baskülümüz insani duygulara göre ayar edildiğinden, hayvan dilinden anlamıyor ve bocalıyor tabii.)

Deney No 2:
- Alloooo benim sevgilimlen mi görüşüyorum?
- Sanmıyorum. Sesiniz Demi Muuur'un sesine pek benzemiyor!
- Hmm sanırım yanlış numarayı çevirdim.. Senin sesin de Bired Piit'in sesine pek benzemiyo zaten.
- Oldu! Demi'den ayrılınca seni ararım bebek!
- Bired geldi, kapatıyorum kelek. Çaaav!
(Bu deneyimizde dedektörden tuhaf sesler ve dumanlar çıkmaya başlıyor. Eh aletin kafası karışıyor tabii.)

Deney No 3:
- N'aber erkek?
- İyidir hatun, seni sormalı?
- N'oolsun? Aynı tas, aynı hamam ve hatta aynı tellakla idare ediyoruz işte.
- Ne o? Tellaktan pek memnun değil gibisin?
- Valla birazdan anlayacağız memnun muyuz, neyiz?
- Nasıl yani?
- Şöyle yani: telefon konuşmamız bittiğinde, tellak bizi seviyor mu yoksa, laf olsun diye mi kese atıyor anlayacağız. Yani, tellağa haber uçur, ona göre konuşsun!
- Hmmmmm.. Yoksa sen de mi şu aşk dedektöründen edindin bir tane?
- Yaaaaaaaaa, adisin! Ne bildin beeee?
- E unuttun mu? Adi, alçak ve cin gibi olduğum için tav oldun bana!
- İyi de bu kadar da olmaz yaaa... Oynamıyorum!
- Peki.. Hadi sana iyi günler.
- Pisssssss....
(Tahmin edebileceğiniz üzere, bu deneyden sonra aşk dedektörümüz kendi kendini yok edip, MP3 sitelerinden birine bağlanıyor.)

Yar, gidiyor musun?
Gitme, içimde bir korku var.
Biliyor musun?
Böyle başlar ayrılıklar.
Gel biraz, kokunu bırak.
Baharımı al, soğuktur oralar.
Ağlıyor musun?
Ağlama! Hayırlar, uğurlar.
Gurbete giden döner mi dönmez mi?
Belli değil, bilirim.
Ben bir karaağaç gölgesi buldum.
Cebimde ümitlerim...


Ne yani, aşk dedektörümüz mizahtan anlamıyor diye, sevgiliden mi ayrılacağız şimdi?
Eh emir yüksek teknolojiden, ne gelir elden!

Hayır, şu İsrailliler el alemin aşk sorunlarıyla uğraşacaklarına Filistin sorununu çözse ya! Durduk yere insanı sevgiliden ediyorlar.. Cık cık cık ya...

Şimdi romantik ve yufka yürekli okurlarım: 'Bu yazıda ayrılık var, ühüüüü' diye zırlamaya başlarlar. Eh, ardında zırlayan okur kitleleri bırakmak da bana yakışmaz. Durumu kurtarıp, öyle çekileyim huzurlarınızdan.

Efendim ayrılık dediğiniz meret; öyle filmlerde, şiirlerde, şarkılarda anlatıldığı kadar vahim bir durum değildir.

Ayrılık acısıyla kıvranan bünyelerde, ağlamaktan şişen gözler bardağın sadece boş tarafını görmeye meylederler. Sorumluluk sahibi bir yazar olarak bardağın dolu tarafını göstermek de bana düşer.

Bakın hikaye şu kadar basit:
İki insan önce birbirini sever. Sonra birbirine açılır. Sonra da becerebilirlerse bir ilişkiye başlarlar.

Cicim günleri geçmek üzereyken, ilişkide ufak tefek arızalar baş gösterir. Servis çağırılır, arızalar giderilir.

Ancak, ilişki eskidikçe makinenin orijinal parçalarının ömürleri dolar ve nihayetinde ilişki denen tam otomatik makine bozulur. Hatta hurdaya çıkar.

Bazıları makinesiz yaşayamaz. Eski makine daha evden hurdalığa gitmeden, hemen yenisini alır, gelir. Peşin fiyatına 12 ay taksitle.

Bazıları bütçesine bakar. Bir süre makinesiz idare eder. Kendini ve bütçesini hazır hissettiğinde yeni makineyi alır.

Bazıları da eski makineyi hiç unutamaz. Günlerce, aylarca, hatta yıllarca eski makinenin ardından zırlar.
Makinenin boş kalan yerini ibadethaneye çevirir, mumlar yakar, yaslar tutar ve hayattan geri kalır.

* * *
Şimdi, sahne şu: Bir adet bozulmuş makine ve onunla cebelleşen bir çiftimiz var.
Makine hem işini görmüyor, hem sinir bozuyor, hem de tamirat parası yüzünden sürekli masraf çıkarıyor.

Çiftimiz de yeni bir makine almaya cesaret edemeyip, eski ve sorunlu makineyle yaşamaya inat ediyor.

Neyse ki biri duruma uyanıp: "Ulan sonunda ölüm yok ya, atalım kurtulalım" diyor ve yaşasın özgürlük!

Bilmem bardağın dolu kısmını hayal meyal görmeye başladınız mı?
Görmeyenlere hemen alt yazı geçelim.

Eski makineden kurtulduğunuza göre, artık yeni ve son model bir makine almanız için evinizde yer açılmıştır.
Alışveriş zamanıdır. Bilirsiniz alışverişler pek eğlencelidir. (Yani, yeni bir aşkın ilk devreleri.)

Yeni makineler her zaman daha ileri teknolojidir. Üstelik eski makinenizi alırken düştüğünüz hatalara düşmezsiniz. Artık deneyim kazanmışsınızdır. Makinenizde olmasını istediğiniz özellikleri biliyorsunuzdur. Yani, biraz daha anlıyorsunuzdur makinelerden..

Haydi kurtulun artık eski makinelerden! Hem duyduğuma göre kampanya da varmış. Yeni makine alana, aşk dedektörünü bedava veriyorlarmış. Bu fırsat kaçmaz vallahi!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Beş N

Ne.............. ?
Nasıl........... ?
Nerede........ ?
Ne Zaman... ?
Niçin........... ?

Kim söylemiş bilemedim ama hayatımızı yönlendiren hep bu beş adet N imiş. Her zaman bu beş adet N ile başlayan sorularla tüm yaşamımızı sorgularmışız. Benim merak ettiğim konulardan birisi de;
"Acaba, ben bu insanla ne zaman, nerede ve nasıl tanıştım ?"
sorusu olmuştur ( kaç tane N olduğunu saymaksızın ). Bence; her yeni yüzle tanışmayı bir kenara not etmeliyiz eğer sıkı bir hafızaya sahip değil ise beynimiz.. Bazı dost ve arkadaşlarıma baktığım zaman; bu ilk anı hatırlayamadığım için bunalım takılmıyor değilim. Hoş ne kadar gerekli onu da bilmiyorum ama, tercihim satır satır anımsamaktan yana. Keşke bir büyük film arşivi olsa yaşadığımız her bir güne ait. Ve gitsek başına, jetonlarımızı atsak içine. Müzik kutusu gibi. Seçsek ilgili yılı, ayı, günü.. Getirsek gözlerimizin önüne ilgili anı ve o ana ait tüm detayları.. Hiç fena olmazdı ve sanırım epeyce de jeton harcardım bu uğurda gibime geliyor. Tüm detayı öğrenmiş ve tekrar yaşamış olarak hemen telefona sarılırdım mesela :
Ne zaman ? ... Parçalı bulutlu bir 31 Aralık öğle vakti, yıllardan 1973 ...
Nerede ? ... Ankara'nın Gölbaşı semtinde, gölün hemen yamacında ...
Nasıl ? ... Muzo'nun saltanat arabası Murat 124 ile gitmiştik 5 kişi ...
Niçin ? ... Akşamları izin vermiyordu ya ailelerimiz, gündüz kutlayacaktık yılbaşını ...
Ne ? ... Saatlerimizi 22:30 yapıp hazırlanmıştık yeni yıla, ne komik ...

"Tamam, hatırlar gibiyim" dedi Haluk, "Sen, ben, Ferda ve Muzo. Peki 5.kimdi ya ?"
- Ayten...
"Hatırladım, Muzo'nun araba çamura saplanmış, kurtaracağız diye boğuşurken biz de çamura mı dalmıştık ne ?"
- Doğru, hayal meyal hatırlar gibiyim. Arabanın kapılarını açıp müzik dinlemiştik
"Radyo mu, teyp mi ?"
- Teyp ama biraz değişikti sanki kasetler. Hatırladım, kocaman video bantı gibiydi.
"Kartuş be onun adı, minibüslerde yol boyu çalarlardı ya hani... Ferdi ve Orhan"
- Yok oğlum, ikisi aynı minibüste olmazdı, şöförler ya Ferdi'ci ya da Orhan'cı idi ve minibüsün arkasında ilgili kişinin posteri asılıydı. Hatta onun meşhur şarkısının sözleri fosforlu yazı ile : Batsın Bu Dünya, Sev Dedi Gözlerim, Hor Görme Garibi, ...
"Bir de aklıma Reşat'ın evindeki merdiven altı geliyor, ne güzel plak dinlerdik be !"
- Adi Reşat, kapı önüne kumbara koymuştu, bozuk para atmayan giremezdi içeri..!
"Ne yapsın be ? Nasıl satın alacaktı onca plağı ? Nerede satılıyordu plaklar söyle ?"
- Kızılay'ın ortasındaki Zafer Çarşı'sında elbette ! Kullanılmış, hem de 2.5 lira..
"Sonradan senin de bir Dual H33 mü neyin olmuştu ?"
- Hala duruyor.. Üstelik plaklarım da ..!
"Hadi beee ..! Ciddiysen, bir Deep Purple rica etsem ..?"
- Ben getireyim plakların hepsini, sen istediğini seç birader ..!
"Haluk'cuğum, sen diğer şişeyi de açacaksın bu gidişle, oooo King Crimson'da burada aman da aman... Dur, önce bir Epitaph dinleyelim damardan ..."

İşte böyle gerekli gereksiz, önemli önemsiz hayatımızın bütün dakikaları bir yerlere kaydedilmiş olsa... ATM benzeri makinalardan da, hesap karşılığı veya KK ile seçtiğimiz bir bölümünü izleyebilsek, fena mı olurdu ? 1973'ü 1974'e bağlayan o yılbaşı gününü tekrar izlemek isterdim örneğin. Kimbilir ne çok izlenecek yaşam kesitimiz vardır... Teknolojiyle birlikte bir kısmını kaydedebildik ama genellikle özel günlerimiz için oldu bu kaydetmeler.. Düğün, oğlanın sünneti, ilkokul müsameresi, vb... gibi. Ama kaydedemediğimiz ( ve inanıyorum ki kaydetmek istediğimiz ) kimbilir ne çok anımız vardır.

"Hiç fena olmazdı ama bir şartla destekliyorum projeni" dedi beynimin yarısı ...
- "Neymiş o ?" diye sordu diğer yarısı ...
"İstemediğimiz anıları da bir tuş ile silebilme olanağı mevcut olursa şayet ...!"
- "Diyelim bu durum mevcut ve sen sevmediğin bir bölümü sildin kayıtlardan.. Ama seninle birlikte o anı paylaşan birileri varsa ? Ondaki kayıtlar hala duruyor..!"
"O da doğru, caz yaparım abi o zaman, hatırlamıyorum felan derim.."
- "Yemezler, gösteriverirler kayıtlardan..."

Ne, Nasıl, Ne zaman, Nerede ve Niçin ..? İyi düşünmeli, hazır teknoloji yok iken ...

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket


ADINI SEN KOY

Sefarad albümünün 5.şarkısı, "Yastayım" ı dinlerken birden uçtum, koptum ve gittim adeta, kendimle baş başa kalarak.... Her tekrar dinleyişimde benzer ama farklı şeyler hissettim. İlk dinlediğimde çok sevmiş ama sosyal şartlar gereği kavuşulamamış bir aşkı yaşamanın çığırması gibi geldi. Bir sonrakinde çok sevip de kendi bencilliği nedeni ile kavuşamamanın yakarışı gibi geldi. Daha sonrakinde ise ölümün ayırdığı çaresiz bir sevgiye yıllar sonra söylenebilecek en güzel ağıt gibi geldi bana... Galiba en doğrusu da bu idi...

Bu duygu karmaşasını aynı parçayı defalarca dinleyen ben hissetimse, farklı bireyler nasıl algılar ve nasıl dile getirir diye düşünmeye başladım. O nedenle de yazımın başlığı serbest kürsüye davet gibi, "Adını sen koy" oldu.

Ana tema; dibine kadar yaşanan ve hüzünlü bir sonbahar mevsiminin hazan yaprakları gibi sararıp solarak, hafif bir rüzgarda savrulup gidiveren bir olgu değil... Ana tema, büyük bir iştahla alınıp yalanmaya başlayan dondurmanın, birisinin dirseğinize çarpması ile külahından kopup düşerken, ardından çaresizce bakışımız gibi bir şey...

Yaşamayı çok ama çok isteyip de, bizi çaresizlikten kıvrandırırcasına avucumuzdan kayıp gidiveren, ardından tam bir duygu donukluğu ile çar na çar, kıç üstü oturuverircesine yitirilen ama çok yaşanası olgular gibi....

Yaşam ne kadar acımasız, ama aynı zamanda da ne kadar güzel... Yaşamın merkezine kendini oturtmaya çalışan, ama her darbe de, her şamar da ne kadar çaresiz olduğu başına kakılıp da bundan ders almadan tekrar baş role soyunan zavallı, güçsüz ve yeknesak insanoğlunun sanki kaçınılmaz, biteviye tekrarlayan macerasında olduğu gibi...

Kaçımız gençlik yıllarımızda yaşadığımız aşkları, kendimizi tanımak amacı ile nostaljik bir duygu ile irdeleriz, film şeridinde izlercesine?... Ne idik, ne olduk bağlamında kendimizi tanıyabilme amacı ile ... Ya da kaçımız, ileri ki yıllarda, yaşam bilançomuzu çıkarabilmeye soyunurken, bu günleri olması gereken ciddiyeti ile deftere kaydetmeyi düşünüyoruz. Ama , önemli günlerimizin kutlama törenlerinde, fotoğraflar veya video kayıtlarını hiç göz ardı etmiyoruz. Çünkü orada, aldatıcı zahiri görüntülerle hep olması gerektiğini düşündüğümüz beni yaşıyoruz, avuntularımızla...

"Dem bu demdir, dem bu dem" diye her yaşam kesitimizi aklamaya çalışırken, hesaplaşmadan kaçmaya çalışmak değil mi yapmaya çalıştığımız.?.. Oysa bana göre dem bu demdir diyebilmek, kendimle barışığım, evet bu anı ben kendim gibi yaşayabildim, cesaretini ve mertliğini gösterebilmeyi gerektirir, kaçınılmaz olarak. Her yaşam dilimini bu açık yüreklilikle, kaçımız yaşayabiliyoruz?.. Yaşadığımız enstantanelerin kaçında kendimiz gibiyiz, kaçında haksızlığa uğradım, beni hiç anlamamış, zaten bana layık değilmiş diye üste çıkıveriyoruz...

Yaşamın sonbaharında, geriye dönüp baktığımızda veya herkes bize "hasta mı acaba" diye baktığın da kaçımız "Yastayım" diyebilme yiğitliğini gösterebileceğiz?.... Bu yastayım çığırışında, geçmişle yaşamak yok asla bana göre...Eğrisi ile doğrusu ile, sevabı ile günahı ile ne idim ne oldum hesaplaşmasını yapabilmenin yiğitliği ve mertliği var. Geçmişe takılıp kalmak yok, ilerliyorum, ama o kadar kendimi bilerek ilerliyorum ki, geride kalan benin doğrulukları ve güzellikleri üzerine atmışım adımlarımı diyebilmenin onuru ile... Aynaya bakıp, ben buyum diyebilme ve zahiri fotoğrafların değil gerçek benliğimizin görüntüsünü irdeleyebilme cesaretini kaçımız gösterebileceğiz?... Oysa yaşam, bu cesareti gösterebilme ölçeğinde yaşanası ve güzel... Yanlışı ve doğrusu ile, günahı ve sevabı ile ne kadar kendimiz ile yüzleşmeye hazır isek, o kadar anlamlı ve güzel...

Çok doğal ve yaşanası anlarımızı bile, bir sonra ki enstantaneye zarar verebilir düşüncesi ile silip atıvermek, ya da yalana dolana sapıvermek pek çoğumuzun adeta düsturu değil mi?...O zaman biz neredeyiz, biz kimiz diye sorarsak, kendimizi bulabilmek ayna da kendimizi görebilmek mümkün mü?....Kendimiz ile bile yüzleşemiyorsak, karşımızdakilerin bizi doğru algılayabilmesini beklemek ne kadar hakkımız?..

O zaman bu yaşam bilmecesini çözme uğraşısının adını, (şarkıda ki gibi YASTAYIM a takılarak, yas tutma amacı ile değil), sadece ama sadece kendiniz nasıl hissediyorsanız o şekilde siz koyun!.... Yani ADINI SEN KOY!.....

Not: Şarkı sözlerini özellikle yazmadım, ancak müziği ile dinlenince daha bir şeyler ifade edebilir gibi geldi bana....

Ümit Yoket

Yukarı

 Kahvecigillerden : Dilara Erdem


Mon deuxième jour à Paris (Paris'de İkinci Günüm)

Hep aynı görüntü zihnimde...
Arnavut kaldırımlı ıslak sokaklar, bazen ince ince bazen hızlanan devinimiyle yağan yağmur, nemli bir hava... Her defasında aşağıdaki rengarenk şemsiyelerden oluşmuş bir örtü üzerinde güneş, başını uzatmaya çalışır bulutların arasından..Nafile bir çaba..! Burada bulunduğum on beş koca gün boyunca, sadece bir defa izin verdi bulutlar güneşe yüzünü göstermesi için. Geri kalan on dört gün boyunca hafif karanlık, soğuk değil ama ılık bir havada; muhteşem bir mimarinin ve ona bağlı bilmem kaç yüz yıllık bir tarihin eşlik ettiği, bol kahve molalı günler geçirdim burada. Paris'de..

Aşıklar için ideal bir kent tanımlaması yapılır Paris için. En büyük hayalim de burada, sevdiğim adamla beraber olabilmekti zamanında. Eiffel'e beraberce çıkmak, Seine nehrindeki gezinti teknelerinde el ele oturmak, Montmarte'dan aşağıya doğru inerken beraberce birkaç sokak ressamı ile tanışmak, belki de resmimi yaptırtmak. Gerçekleşmesi çok zor görünürdü, kısmen öyle de oldu. Ben gittim gitmesine Paris'e, ama sevdiğim adamı burada bıraktım. Üniversite hayatımın tamamını birlikte geçirdiğim, çok sevdiğim, akıllı ve yakışıklı bir adamı okul bitince bırakıverdim. Paris'i görme şansım doğduğunda da aklıma aylar sonra ilk defa geliverdi. Onsuz gezdim sokaklarda, ama sonra o bunları fazlasıyla telafi etme şansı yakaladı. Neyse, konumuz eski aşkım değil; konumuz ebedi aşkım PARİS. Daha doğrusu Paris'deki ikinci günüm!

Küçüklüğümden beri Paris'e karşı inanılmaz bir sempatim vardır. Paris'i o çok severek seyrettiğim müzikal filmlerden veya teyzemin bize gönderdiği kartpostalvari resimlerden bilirdim: Teyzem ve kuzenim Notre Dame Katedralinin önünde elele.. Kuzenim, elindeki alış-veriş poşetleri ile Champs - Elysées'de gülümserken..Muazzam Arch de Triump ve önünde, yine, bizimkiler. Ama her fotoğrafta ilk dikkatimi çeken şey şu ıslak ve tarih kokan arnavut kaldırımları olurdu. Arnavut kaldırımları nasıl tarih kokar mı diyorsunuz yoksa? Öyle bir kokar ki hem de, ta resimden çıkıp burnunuzun direğini sızlatır. Ta o zamandan belliymiş, benim yıllar sonra sosyoloji okurken en sevdiğim ve etkilendiğim dersin "Sosyoloji Tarihi" olacağı...Bu Sosyoloji Tarihi dersinde de Enlightment-Aydınlanma denilen dönem sonrası yaşanan Fransız Devriminin bu kaldırımlar üzerinde başlayacağı..

.....
Elimde şemsiye ile sokaklarda yürümeye başlamıştım. Hiç unutmuyorum ikinci günümdü. Yağmur yine hafif hafif çiseliyordu, sabahın erken saatiydi daha. Kendime söz vermiştim; Paris'de kaldığım her güne sabahın erken saatinde başlayacak, kahvemi her gün sabah farklı bir café de içecek, her gün farklı bir fırından croissant alacak, her gün farklı bir kaldırım taşını arşınlayarak sokaklarda kaybolacaktım. İşte ikinci günümde de böyle kaybolma arzusu ile evden, Boulevard De Sebastapol'de bulunan kaldığım evden çıkmış, aşağıya Seiné Nehri kıyısına kadar sürecek planlı yürüyüşüme başlamıştım. Aklımdan geçenleri net hatırlıyorum: Kıyıya en yakın, ilk gördüğüm kahveye oturacaktım. Derin derin içime çekecektim kahve kokusunu, sonra da elime kalemimi alıp, aklımdan ilk geçen şeyleri masanın üstündeki peçeteye yazacaktım. Bu sayede tatilim bittiğinde elimde on beş peçete, o peçetelerle beraber aklımdan geçmiş olan on beş değişik düşünce, on beş farklı cafénin on beş değişik kahve kokusu ve on beş çarpı bilmem kaç tane farklı chanson (şarkı) olacaktı. İkinci günümün ilk cafési bir bistro "Cosy", ilk kahvesi caffé latte, ilk düşüncesi "Sanırım bunun gerçekleşebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Gözümde canlandırdığım gibi bir yerdeyim, hava ve hatta ıslak kaldırımların kokusu bile aynı canlandırdığım gibi. Bugün harika geçsin. Planım, Louvre Musesinin önünden aşağıya o muhteşem bahçelere inmek, oradaki çiçekleri koklamak, o bahçelerde ıslanmak:" ve ilk chansonu, adının Jacques Brel olduğunu oradaki garsondan sonradan öğrendiğim muhteşem sesli adamın en bilinen şarkısı: Ne me quitte pas! (beni bırakma) oldu.

Kahve faslı bitti, ben yürümeye devam ettim. Elimde harita, haritada işaretlediğim bir sürü kırmızı yuvarlak. En kocamanının içinde yemyeşil bir bahçe var. İşte ben o bahçede, ve ondan sonrakinde geçirmeyi planlıyorum tüm günümü..Muhteşem Louvre'un önündeyim. Kalabalık. İnsanlar, dünyanın her yerinden geldiği belli, her ırkı temsilen bir sürü insan. Louvre'un önünde, onun muhteşem ve göz alıcı mimarisi ile birlikte tezatlık oluşturduğu söylenegelen Cam Piramit. Önünde resim çektiriyorum hemen. Sevimli bir Japon çiftten rica ediyorum fotoğrafımı çekmelerini..Anlaşmakta zorlanıyoruz, çünkü İngilizceleri malum! Ne kadar da ufaklar. Bana bile ihtişamlı gelen bir sürü şey, yapı, Piramit kim bilir onlara nasıl geliyordur diye düşünüp, gülümsüyorum hafiften. Sonra da onlar benden istiyorlar fotoğraflarını çekmemi. Kabul ediyorum hemen ve vizörden bakıp, gerekli ayarlamaları yapmaya, onları kadraja orantılı bir şekilde yerleştirmeye çalışırken...Birden görüntünün sol tarafında bir adam görüyorum. Çok uzun boylu ve bembeyaz saçları var, ama yaşlı değil..Adam, Albino! Elinde kocaman bir demet sarı gül var. Dikkatimi ilk çeken aslında işte o güller. (Güllere bayılırım zira) Adam, kucağındaki bir demet çiçeğe sıkıca sarılmış ve başını yukarıya kaldırarak konuşuyor. Sonra gülmeye başlıyor kahkahalarla ve başını sağa sola sanki "olmaz" anlamında sallayarak yürümeye başlıyor. Bu arada bana el sallayan Japon çifte odaklanıyorum ve fotoğraflarını çekmek için makinanın tuşuna basıyorum.. Teşekkür faslı, yine vücut dilimizle anlaşıyoruz. Makinayı onlara verip, hemen gözlerimle adamı arıyorum.

Adamı bulmam zor olmuyor, çünkü çok uzun! Yavaş yavaş, neden olduğunu bilmeden,garip bir şekilde adamı takip etmeye zorluyorum kendimi. Yavaş adımlarla, sakin bir şekilde yürürken, sağa sola bakmaya ve sanki yakınlarında biri varmış gibi konuşmaya devam ediyor. Biraz hızlanıp hangi dilde konuştuğunu duymaya çalışıyorum. Adam tam ben yanına yaklaşmışken "Thank God! You're so merciful" diyor yine gülerek...! "Çok merhametlisin Tanrım" mı? Nasıl yani? Ne demek ki bu? Yok canım, adamın elinde bir demet sarı gül, Tanrı ile sohbet edecek hali yok ya..Niye olmasın, belki akli dengesi bozuk bir adam. Belki de sevgilisi ile burada buluşmak için sözleştiler; ama kadın gelmedi. O da isyan ediyor ve Tanrıya kızıyor kendince, alay ediyor bu durumla belki de...Adamda bir tuhaflık var. Sanırım kendi kendine konuşmasından çok, bu ne olduğunu anlayamadığım tuhaflık yüzünden onun peşine düşme işine giriştim diye düşünüyorum. Haritamda işaretlediğim büyük, yeşil parkın içine giriyoruz. Hafif hafif yine yağmur çiselemeye başlıyor. Parkın ortasındaki havuza düşen yağmur damlaları gittikçe büyüyen dairesel hareketlere neden oluyor. Adam, havuzun kenarına geliyor ve elinde tuttuğu sarı gül demetini havuza bırakıveriyor..Güller dağılarak, havuzun içinde sağa sola doğru yüzmeye başlıyor. Sonra cebinden bir kağıt çıkarıp onu da parçalara ayırıyor; çok değil sadece önce ortadan ikiye, sonra da onu birleştirip tekrar ikiye bölüyor..Kağıtlarda suyun içinde artık..Tanrım, acaba ne yazıyor o kağıtta?

Ellerini arkasında birleştirerek sırtını bana dönüp, yürümeye başlıyor adam. Sırtı dimdik, başı dik..Saçları bembeyaz..Havuzun kenarına yaklaşıyorum ve kenara yakın duran kağıt parçalarından birini almak için eğiliyorum. Bir tane de sarı gül alıyorum sudan. Yağmur hızlanıyor. Kağıttaki mürekkep akmış ne yazık ki. Biraz zorlanarak bir kısmını okuyabiliyorum: Alain will come to see u gibi birşey...Alain seni görmeye gelecek.. Sanırım Alain adında bir adamla buluşacaktı, elindeki sarı güllerde adamın onu tanıması içindi. Ama Alain gelmedi, adam da zamanında buluşma noktasına gelmeyen Alain'e verip veriştirdi havuz başına kadar. Benim duyduklarım da bu serzenişlerdi demek..

.....
O günkü planımı gerçekleştirdim: Akşama kadar o park senin, bu bahçe benim dolaştım, mis gibi çiçekler kokladım, manolyanın ağaçta yetiştiğini de orada o gün öğrendim. Öğrenemediğim tek şey Albino adam, sarı güller, Alain üçgeninde neler olduğuydu.. Bu olayı benim için unutulmaz kılan ne mi oldu? Sanıyorum Paris'deki dördüncü ya da beşinci günümde yine bir café de oturuyordum. Karşı masamda çok hoş bir adam gazete okuyordu. Gazeteden çok adamla ilgilenmiştim önce, ama bir süre sonra gazetenin ön sayfasında surmanşet'deki yazı dikkatimi çekti: Yazı Alain adlı birinin kurban gittiği cinayet hakkındaydı.. Tanrım, keşke o zamanlar Fransızcam daha iyi olsaydı da haberden birşeyler anlasaydım diye düşünürüm hep..Belki Paris'deki ikinci günümde takip ettiğim Albino ve elinde bir demet sarı gül ile beklediği Alain, o Alain'di..Ne demişti Albino; "You're so merciful, Thank God" Yoksa, Alain bu dünya üzerinden silindi diye mi teşekkür etmişti Albino Tanrıya.."Çok merhametlisin Tanrım" demişti. O gün akşama kadar düşündüm durdum acaba gerçek hangisi olabilir diye? Belki o Alain benim Alain bile değildi.. Ama bu kadar tesadüf filmler dışında başka bir yerde olabilir miydi sahiden? Yoksa bu bir işaret miydi bana, işte fırsat yaz bir senaryo, koy adını da: Mon deuxiéme jour a Paris. Başına ve sonuna neler ekleyebileceğimi ve nasıl bir hikaye çıkarabileceğimi bir düşünün.. Mesela şöyle başlasam........

Dilara Erdem

Yukarı

 Misafir Kahveci : Fulya Denizmen


BİZ

Yeni ve değerli zamanlar umarken,hayatın göstermelik kurgusunda yaşamı başımızdan defetmeyi başardık.

Sözcükler,cümleler ve roller arasında,kendimize hayat tanımlamaları yaparak ve edilgenliğimizi kullanarak ,’ne sunulduysa uygun olan budur ‘adına her şeyi kabullenip, yeni yaşam modelleri var ettik. ‘Doğru budur ‘adına kopyalanmış hayatların taklitçileri olarak,soylu zamanları ve sorunsuz yarınları düş dünyalarımızın tek hakimi yaptık.

Bir öncekinden devraldığımız yaşam şablonlarımızla,kopyalanmış bir hayatın yaşayanları BİZ; olduk.

Soylu zamanlar umup,sorunsuz yarınlar düşledik. Umutlarımız vardı bizim,şişelere koyup geleceğe yolladık. Hayallerimiz vardı bizim, geleceğe iğneledik. Her beklenen gelecek geldiğinde, ne şişeleri bulabildik nede zaman panosundaki notlarımızı.

İncitilmemiş ruhlar olsun istiyorduk gözlerimizin arkasından bakan. Bir masal ülkesinde varolmak için roller giyiniyor,roller çıkartıyorduk. Ve soruyorduk. Neden ? sorusunun başladığı cümlelerde arıyorduk hiç tanımadığımız bizleri. Artık rollerimiz ve şablonlarımız olmadan kendimizi tanımıyorduk. Hep birilerinin ve bir şeylerin tanımlamalarında yaşam içinde kullanılıyorduk. Çünkü; biz yaşantılarımız içine doğmamıştık. Kaç kişi kendi yaşantısında büyümüştü yada kaç kişi kendi yaşamının tanımlamasını cesurca ortaya koyuyordu.

Onaylanmak isteyen canlılardık. Alkışlanmak için,genel yaşam kriterlerine sahip çıkıyorduk.
Bizden önce icat edilmiş ama bize de ait olan dünya gerçeklerimiz vardı bizim.
Aslında her şey değişiyordu. Dünya gerçeklerimizde.

Biz değişimi görmek istemiyorduk. Değişimin parçası olmak yeni bir bilginin yani; ‘Değişime uğrayan hiçbir şey gerçek olamaz’ bilgisinin tanımlayıcısı olmak istemiyorduk. Korkuyorduk belki de, belki de sorumluluğumuzu almak zor geliyordu. Yeni dünya ve kendimize ait kriterler içinde varolmanın, nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istemiyorduk belki de. Sonuç her ne olursa olsun bizi kapsıyordu her şey. Bir şey, bir tek şey olmak bize yetemiyordu. Kendimiz olmak, biz olmak.

Başkalarının korkularına,yargılarına, olması gerekirlerine, yani hayat şablonlarına sığdırmaya çalıştığımız yaşamlarımızla kıvrandırdığımız ruhlarımız var artık bizim. Sahibi olmadığımız hayat parçası yaşamlarımız içinde, yitirdiğimiz varlığımız, geçmiş ve gelecek arası şimdide ,soylu ve büyük zamanlar umarak yaşamaya devam ediyor. Bu umut bizim.

Geçmişi beğenmeyip ( çünkü o bizim değildi) , geçmişten ve yaşam kriterlerinden(!) sentezler yaparak, geleceği kurgularken, kendimiz olmak için son şansımız olan şimdiyi yok ediyoruz. Kendimiz olanı tanıyabilmek için sadece şimdimiz var bizim.

Fulya Denizmen

Yukarı

 Misafir Kahveci : Nilgün Tuna


Mezarlığın getirdiği hayat

İçimi huzurlu kılmak için geç kalmış bi günde kendi işime geç kalmamak için gideceğim yere taksiyle gitmeye karar verdim.

Olabildiğim en hızlı şekilde merdivenlerden indiğimde görmekten hiç hoşlanmadığım suratlardan bi tanesi dikildi uykulu ve gülümsemekten yoksun suratımın karşısına..

-Nereye sabah sabah, aaa çok zayıflamışsın sen.
-Öylemi, farketmedim

Günaydın kelimesinin parayla söylendiği günlerdi o günler.. İnsanların birbirlerinden çok, birbirlerinin sahip olduklarıyla ilgilendiği günler. Onlar ki birbirlerinin erdemleriyle ilgileneceklerine, birbirlerinin zayıflıklarıyla ilgileniyorlardı tıpkı karşıma çıkan bu hastalıklı suratın ilgilendiği gibi. Ve en son çıkması gerekenler en baş, en baş çıkması gerekenler de en son çıkıyordu o günlerde karşıma. O günler ki insanlar kendileriyle yüzleşmekten çekindikleri için bakamıyorlardı gözlerimin içine...

Zar zor bulduğum taksiye dilimde binbir lanet, elimde küçük bir çantayla bindim ve gideceğim yeri söyledim. Kötü talihim yolumu canım babamın huzurla mışıl mışıl uyuduğu mezarın yolundan geçirecekti. Zaten moralim bozuk, ama olsun canım babam sonsuz yalnızlığımı ordan geçerken geçireceğim bir iki dakika için bile olsa hafifletecekti. Ama asla küçümsemem ben insan ömrü içindeki önemsenmeyen o bir iki dakikayı. Çünkü benim babamı o kadar kısa bir sürede elimden aldı hayat. Çok, çok büyük şeyler olabilir o iki küçük dakika içerisinde...

Taksici şansıma bir kağnı sürmediğinin farkında gaza bir güzel asılmış kendi yolunda (evet o benim yolum aslında) ilerliyor.

Mezarlıktan geçerken sağıma bakıyorum canım babam orada dokunabilsem.. Sonra soluma bakıyorum, tüm gerçekliğiyle kaldırımlar. Ölüm sağımda yaşam solumda diye simgeliyorum. Haklıyım da evet, (ama aslında ölümü yaşamakta bi çeşit yaşam çeşididir).

Taksici beni gideceğim yere götürüyor “iki” dakika bekleyin diyorum, sorun değil onun için bekler, bilmiyor çünkü bence o iki dakikada nelerin olup bitebileceğini..

İşimi bitirip, taksiye geri dönüyorum. Taksi yine aynı hızında belki hayatı biraz daha hızlı yaşamamız gerektiğinin farkında.. Mezarlık yine yolumun üstü ama bu sefer canım babam solumda kalıyor, mezarlık solumda kalıyor. Yani ölüm solumda, yaşamsa sağımda.. O anda farkediyorum bu ölümün sağı solu belli olmuyor, doya doya yaşamıma, yaşamama bakmalıyım o halde diyorum kendi kendime.

Hayata gelince, hayat bir masal “bir varmış bir yokmuş, bir varız bir yokuz” cümlesiyle başlayan..”

Nilgün Tuna

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Hülya Kaçar Durmuş

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Esinleten

Saatin var mı diyor korsan
Bir sigara uzatıyorum ona
Ve ışık girmeye başlıyor
Pencereden içeri usulca

Bir kıtaya aşık oluyorum

-Sofram kurulu altı kişilik,
Kristal ve güller,
Benim arasında konuklarımın
Acı ve keder.

Ve boşalıyor şişeler
Gidiyor tüm misafirler
Yüzüne uzatıyorum elimi
Yüzün geçiyor penceremden

Tüm eşyalar şarkı söylüyor
Senin sesin çıkmıyor -Neden?
Açılışı yapılacak sabahın
Kurdela kesilecek birazdan

Ve yatakta yan dönüyor bir kadın
Uykusunda gülümsüyor bir çocuk
İlk kırmızı otobüs kalkıyor duraktan
Hasretin geliyor odama uzaklardan

Ve iki dize sarsıyor gecemi

-Bana gülümsüyor babam,
Kardeşim şarap dolduruyor.

Bir sandalye çekiyorum altına
İpek geceliğin düşüyor soframa
Yatağa götürüyorum kalanı
Daha kaç sen var sabaha...

Merih Günay

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Damdan yeni inmiş garip!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu



FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.webdesignlab.co.uk/niksthings/masking.html
Buyrun size President Bush ile dalga geçen bir web sayfası daha. Seçtiğiniz herhangi bir resmi mouse yardımıyla sürükleyip işaretli yere götürüyorsunuz ve ta ta ta tam, işte karşınızda gizli gerçekler.

http://www.jnobleartist.com/the%20art.htm
...John Noble's early childhood was highlighted by the occasional summertime trips to the ZOO. Hippo's, Giraffes, Camels; The Animals of unusual shapes and comic expressions were the main attractions. These images dominate his interest and his work as an artist... Özetle söylemek gerekirse; tıklayın ve güzel resimler görün.

http://oyun.anet.net.tr/oyun/3dcar/driver.html
3D araba yarış oyunu. "A" harfine basınca gaz, "Z" harfine basınca fren yapıyorsunuz. Sağ ve sol oklar yön tuşları olarak kullanılıyor. Basit görünüşlü olmasına rağmen eğlenceli bir oyun. Aman kaza yapmayın, hemen camlar kırılıyor.

http://www.kizilay.org.tr
...Türkiye Kızılay Derneği tarafından Temmuz- Ağustos dönemlerinde kamplar açılmaktadır. Genel Merkez Gençlik ve Sağlık Kampları; Pendik, Samsun, Çamkoru, Mudanya ve Murat Dağında açılmaktadır. Şube Gençlik ve Sağlık Kampları ise Eskişehir, İzmir, İzmit, şube kampları açılmaktadır...

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Highway Pursuit [3.32M] Win9x/2k/XP FREE
http://www.adamdawes.com/windows/win_hpursuit.html
James Bond olup düşmanlarla savaşmaya ne dersiniz? Hele birde altınızda muhteşem yetenekli bir arabanız varsa... Küçük ama güzel bir oyun. Can sıkıntısına birebir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040528.asp
ISSN: 1303-8923
28 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri