KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 550

 20 Temmuz 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : 30 yıl geçmiş aradan!...


Merhabalar,

20 Temmuz 1974'te, Ayşe tatile çıktığında, o dönemi yaşayanlar hatırlayacaklardır, okulların tatil olması nedeniyle pek çoğumuz sahillerde keyif çatıyorduk. Ancak birde aynı dönemi, korku, endişe, merak ve en önemlisi gurur dolu geçirenler de vardı. Askeri bölgelerde yaşayan ailelerden bahsediyorum. Şu benim meşhur "Topçu" önekine maruz kalan, mahfel, gazoz ve havuza konu olan Topçu Okulu da onlardan biriydi. 20 Temmuz'dan çok önce başlayan hazırlıklar bize tatbikat hazırlığı diye yutturuluyordu. Hergün yaşanan asker ve teçhizat sevkleri hayatımızın en önemli olayı haline gelmişti. Bizler havuzda günümüzü gün ederken babalarımız eşyalarını topluyor, her akşam mesai bitiminden sonra mahfelde toplanan aileler, bir gün sonra sevk edileceklerin listesini öğrenmeye çalışıyordu. 2 bölgeye yığınak yapıldığından, sevk edileceklerin gidecekleri yer de önemliydi. Trakya bölgesine gidenler, muhtemel Yunan saldırısına karşı önlem alacaklar, güneye gidenler ise bizzat Kıbrıs'a çıkacaklardı. Her ikisi de endişe vericiydi, ama güneye gidecekler daha şanssız olarak nitelendiriliyordu. Çünkü genel kanı Yunan'lıların saldırmak gibi bir yanlışa düşmeyecekleri yönündeydi.

Sonunda beklediğimiz oldu ve sıra babama da geldi. Tesellimiz kendisinin Trakya'ya gönderilmesiydi. Hayatımın en duygulu anlarından biri olarak daima hatırlayacağım uğurlama seremonisi sırasında, babamın beni bir kenara çekip, tüm aileyi bana emanet etmesi, doğruluktan, dürüstlükten taviz vermemem için öğütleri hala kulaklarımda. Aslında bu gidişin dönüşü olmayabilir diyordu usul usul. Birbirimize söyleyemediğimiz pekçok şeyi bakışlarımızla halletmiştik. İçimdeki gurur öylesine güçlüydü ki, tek bir damla gözyaşı bile dökmemiştim. Aslan babam benim.

Harekatın başlamasıyla birlikte, asıl endişe dönemi başladı. Gene her akşam mahfelde toplanan erkeksiz aileler, açıklanan haberleri dinliyorlardı. Ölen ve yaralananlar, kayıplar, geri dönenler, yeni gidenler, kahramanlık hikayeleri şen kahkahaların yerini almıştı.

Eylül'e gelindiğinde işin rengi ortaya çıkmış, ortalık durulmuştu. Şimdi dönenleri karşılamak zamanıydı. Dönenler kimi zaman gittikleri gibi, kimi zaman da elleri dopdolu geliyordu. Bu sefer de yağma dedikoduları almış başını gitmişti. Özellikle Ada'ya ilk ayak basan bazılarının edindiği malk mülk bugün bile merakla dinlenen efsanelere dönüşmüştü. Maraş bölgesindeki 5 yıldızlı otellerden şu anda geriye dört duvar kaldığı göz önüne alınırsa, efsanelerin boyutları da ortaya çıkacaktır. Çıkartma gemilerinin dönüşte kargo taşımacılığında kullanılması, el konulan dönümlerce portakal bahçeleri, evler, arabalar,vb. dedikodular belki de bugün içinden çıkılamaz duruma dönüşen Kıbrıs sorununun temel taşlarıydı. Savaşın sonunda ganimet mübahtır belki bilemem ama, Vatan Millet Sakarya kavramlarını kişisel çıkara dönüştürme olgusunu bugün de fazlasıyla yaşadığımız için bana pek anlaşılır gelmiyor, üzgünüm.

Babam mı? O, 3 ay boyunca Meriç kıyısında nöbet tuttuktan ve "Albay" rütbesini omzuna taktıktan hemen sonra geri döndü ve emekliliğini istedi. Yukarıda sözünü ettiklerimin kararında etkisi varmıdır bilmiyorum, zira bu konuyu kendisiyle hiç konuşmadık. Hoş konuşsak ta, yıllarını verdiği o camianın eleştirilmesine katlanamaz. Haklıdır da. Askerlikte çürük patatese yer olmadığını savunur her zaman. Sepette çürüyen patates diğerlerini de çürütmeden sepetten ayrılıyorsa ne ala tabi.

........

Bilenler biliyor, bizim Enişte Şeşen ve ben aynı mekanda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Ancak 1 aydır birbirimize hasretiz. Onun Safranbük yazısını okuyanlar bunun nedenini de biliyorlardır. Neyse uzatmayalım, dün beni aradı "Yahu Edi'cim (Bana saygıda kusur etmez sağolsun) seni, o güzel sesini özledim. Şöyle istediğim zaman sesini duymak, harika haykırışlarından nasibimi almak istiyordum ki Allah dualarımı kabul etti. Şimdi sana bir program yolluyorum, bunu kur sonra seninle internet üzerinden bedava hasbıhal edelim." dedi. Aldık yükledik çalıştırdık. Aman bir güzel bir güzel ki. Bu tür programları kullanmış biri olarak bunun en iyisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Son derece hoş, billur gibi bir sesle konuşabiliyorsunuz. Normal telefondan çok daha iyi. Özellikle ADSL veya KabloNet kullanıcıları mutlaka denemeli. Dial-up kullanıcıları için de ideal ama sırf bu bağlantıyı kurmak için dial-up bağlanmanın bir anlamı olmasa gerek. Bugünkü program önerim bu sözünü ettiğim "Skype". Meraklıları onu yüklüyor. Sisteme kaydoluyor. Beni veya Şeşen'i arayıp buluyor ve karşılıklı konuşuyoruz. Icq sevdalılarına hiçte yabancı gelmeyecek bir yapı ama bunun altyapısı esas olarak ses iletimi üzerine kurulu. Ancak çatırdamak isteyenler için de içine bir chat modülü konulmuş. Program ücretsiz ve reklamsız. Daha ne kadar böyle sürer bilmiyorum ama yol yakınken yüklemenizde yarar olabilir. Teknolojiyi hep birlikte eğlenceye dönüştürelim işte. Haydi ne duruyorsunuz?

Bugün bir yeni köşe açtım. Adı "Tadı Damağımızda Kalanlar". Daha önce yayınladığımız ama tadını unutamadığımız bazı yazılarımızı, eski kahvecilere hatırlatmak, yeni kahvecilere okutmak için böyle bir yol seçtim. 2300 tane yazı arasında seçim yapmak yeniler için kolay olmasa gerek değil mi? Haydi kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku
Osman Günay

 Marmaris Balıkçısı : Osman Günay


   Kadınlar Orkestrası

Merhabalar,

Benim "media" denen yaratığın bir bölümüyle sorunum var dostlar.. Gazeteler de televizyonlar gibi biraz ya; ne idüğü belirsiz, neden ve niçini belli değil, amacı-yamacı olmayan yazı ve resimlerle dolu.. Kahramanları da, büyük şehirlerin "inn" olan mekanlarında "frikik" vermiş yavrular, onunla bununla yakalanmış star bozuntuları ve futbolcular. "Kim kiminle-ne nerede" durumları yani...

"Nereye tatile gidelim?" adındaki köşe, sadece yazarların şahsen gittiği yerdeki iki lokanta bir pansiyonunun telefon numarası, hangi pideci-kebapçı ucuz, bir de "Şirin beldemize otobüs nereden kalkıyor?"dan ibaret!! Yahu bu bilgileri biz herhangi bir rehberden de buluruz, gazetenin olanakları var, oluştursana düzgün başvurulacak bir kaynak!! Bir de en tutulduğum "Bu hafta bitmeden şunu yapın, bunu alın, oraya gidin" köşeleri.. Hangi ülkenin olanaklarından bahsedip, kimleri nerelere yolluyor, neler öneriyorsunuz?.. Bana kalırsa, bunlar sağda solda sorsan "Gazeteciyim ben" diye mesleğiniz sorusuna cevap veren, hafta içinde yaptıklarını, ya da yapmayı düşlediklerini sırayla yazıp "Köşemi yazdım" diyen birileri.. Eh, satılıyorsa gazeteler, okunuyor demektir bi yandan; onların yaptığı-ürettiği beğeniliyor, satın alınıyor.. Bize de o tür gazeteleri "scan" eder gibi okuyup bir kenara atmak düşer. Faideli bulanları, o köşe rehberliğinde gezmelere gidecekleri, alışveriş, konser gösteri programlarını onlara göre ayarlayanları tutmayalım, Allah selamet versin...

Bu arada bazı bir-iki gazetenin hakkını yemeyelim, bu saydıklarımızdan ayrı tutalım ama, onların da güncellik ve lezzet sorunları var bence, neyse konumuz gazetenin lezzeti değil, türkçenin, imlanın, dilimizin hali... Bu konudan dem vurmayalı çok olmuştur, ona buna bulaşmayalı zamanlar geçmiştir ama haftasonu bu "scan"(!) gazetelerden birinde gördüm, hem fikir hem olay güzel, ama bir yönü var ki; tüylerim diken-diken !!!

Belki görmüşsünüzdür, sadece kadınlardan oluşmuş senfoni orkestrası !!! Yahu pek güzel, pek hoş!.. Üç sene önce kurulmuş, yaylı çalgılardan oluşturulmuş, sonra oradan buradan yaylı yaysız, nefesli nefessiz sazlar ilavesi ile büyümüş gitmiş.. Trombon trompet çalan cins-i latifleri de bulmuşlar başka kentlerden, ki durum "şaane" !!!!

Orkestranın şefi bir bey, saçlar falan tam maestro saçı, kılık kıyafet süper, hanımlar desen hakeza, sade ve şık elbiseler, ağırbaşlı renk, saçlar-başlar ayarlı.. Hani öyle "Yurttan Sesler" korosu vardır, oradaki hanımların saçları gibi berberden yeni çıkmış, kuş yuvası modeli bozulmasın diye de kelleyi "Nefertiti" gibi tutanlardan değil. Hepsi ayrı ayrı gülümsüyor, dinlemedim ama mutlu kadın iyidir, bunlar da güzel çalıyorlardır, eminim neredeyse...

Şef Ali Hoca sabırlı ve işini pek seven biri galiba.. O kadar kadınla birarada, otobüse en son binip-inmekten şikayet ediyor sadece, demek ki durum tamam..

Ama bir konu var ki; evlere şenlik.. Orkestranın ismi ne biliyor musunuz ? "Bayanlar Orkestrası" !!! Kimi "bayıyorlar" bilmiyorum ama, hiç yakışmadı.. Bayan kelimesinin "bay" kelimesinin dişili olduğunu bilmiyorsanız, kadın ya da hanım yerine de bu kelimeyi kullanıyorsanız, üstelik böyle bir senfonik gruba bu ismi vermeyi kendinizde hak görüyorsanız durum kötüdür... Zaten kötü, bayan kelimesi önce pazarlarda pazarcılar tarafından kadınların arkalarından seslenmek için kullanıldı, onlar da "bağyan, bağyan" şeklinde çığrınırlardı.. Sonradan etrafta pek bir kabul gördü ki; nedense, kadın hatun-hanım demek ayıp, terbiyesiz oldu, "bayan" demek asalet ve nezaket belirtir sayıldı.. Ey "goca babuçlu Rabbim", neler getirdin başımıza, ne oluyor bizlere, neler olacak daha ??...

Gazetede en çok çarpıldığım da en son cümle oldu.. Ali Hoca yla karşılıklı soru-cevap bölümünün son sorusu ve cevabı şöyle: Soru: Orkestranın adı neden "Kadınlar Orkestrası" değil ? Elcevap: Bayanlar kelimesi daha kibar olduğu için !!!! Ne diyeyim ben size, neresinden tutayım bu lafın?.. Yahu kelime hiç "kibar" olur mu ?? İnsan, davranış, yöntem kibar olabilir ama kelimenin kibarı da neymiş?? Önden gidip kapıyı mı tutuyor bu kelime size, yoksa hal hatır sorup ceketini mi ilikliyor ??!!!

Uzatmıyorum, yine "Amaaan Osman yine sapıttın, ona-buna takan huysuz ihtiyar oldun!" derler, ama desinler ne yapalım.. Bize düşen söylemek, Ali Hoca ya da düşen bu ayıbı temizlemek bana sorarsanız.. İlk fırsatta da şu "Kadınlar Orkestrası"nı dinlemeye gideyim, izlenimlerimi iletirim..

Hoşçakalın..

Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahveci : Ebru Yalçın


FARKLI YARADILIŞTA SEVGİLER

Kalbimiz istem dışı atıyorsa,
İncitmeyiz onu istemeden,
Hayat " başlayan ne var ki bitsinlerle doluyken"
Aşkın siyah kapısıdır mühürlenen…

Başka bir yaradılışı var sevgimin. Eti kemiği seninkinden farklı…Ben sevgimi merhametten doğurdum. Siyah, yeşil ve mavi gözlü çocukların bakışlarındaki burukluk ya da az sevilmiş bir çocuğun soğuk elleriyle besledim onu. Benim sevgimin yaradılışı farklı kandan: A (mutsuz bu adam) R (rahat eder belki şefkatimle) H (hazırım ben sevmeye ve sevilmeye) ve tüm negatiflikleri örtbas etmeye…Benim sevgimin kangrubu sıfırlıklardan yoksun…Ben kanımı güneşe karşı uçan martıları sabaha karşı izlerken güçlendirdim. Tek başıma… Yanımdayken suretin, denizdeki durgunluğa şaşırırken öğrendim benim sevgimin yaradılışı farklı seninkinden…

Ben duygularını beyaz sayfalara akıtan çağın insanları gibi severim…Çare benimdir, umut benimdir. Ben elimdeki avcumdakiyle besleyerek büyütürüm sevgimi. Kalp atar…Kalp istesek de atar istemesek de…İnsanlar istesen de ölür istemesen de…Gün doğar ve batar sevsen de sevmesen de…Bunlar normaldir ve gerçektir ki içindeyizdir görüp de inkar etsek de…Başlangıçlar da var bitişler de… "Başlayan ne var ki bitsin" yalandır, hayata karşı durmaktır, gerçeği yok saymaktır, korkmaktır, saklamaktır…sevgiler çürür böyle istesen de istemesen de. İşte, yaradılışı farklı benim etimin kemiğimin seninkinden…

Bir kirpiğin değse, teğet geçse gözün gözümden; yaşlı bir kaplumbağa gibi kapatırsın kendini sırtındaki yükünün limanına; ama kabuklaşmış korunak, korkunu artırır daha da çok aslında. O zaman benim farklı sevgim açılır sonsuzluk kapılarına… "Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan" geçerim ve görürüm ki aslında aşkın siyah kapısıdır mühürlenen.

Ebru Yalçın

Yukarı

 Kahveci : Mesih Eroğlu


LÜTFEN ADRES SORMAYINIZ!

Öteki büyük şehirlerde de var mı bilmiyorum ama İstanbul'da, özellikle Taksim, Cağaloğlu gibi merkezi yerlerde bazı işyerlerinin camlarında/vitrinlerinde, "lütfen adres sormayınız!" tarzında bir uyarı yazısı görürsünüz...

Elbette, ben, adres soracaklara cevap vermeye çalışırken, kimsenin kendi işini aksatmasını savunmuyorum, zaten, kastettiğim yerlerde böyle bir durum da yok…Daha doğrusu, bu kadar yoğun bir adres soranlar trafiği yok zaten...Çünkü, adres sorulacak yer tek 1 tane değil....Bir işyerinden, taş çatlasın günde 4-5 kişi adres sorar...

Kaldı ki, daha fazla sorsalar ne olur?

Bazı örnekler verirsem, yanlış anlaşılma endişesini taşıyorum: Adres soranlardan bir menfaat geleceği ihtimali olsa, ya da soranların hepsinin, birilerinin rüyalarını süsleyen şuh dilberler olacağı garanti olsa, acaba o yazılar yine asılır mı?

Bence bu gibi uyarılar, Allah'a bile ihtiyacı olmadığını varsayan bir zihniyetin ürünüdürler...

Ve ben kendi adıma bu uyarıyı oralara sanlara sormak istiyorum:

Siz kimsiniz?

Müslüman olamazsınız...!

Çünkü, müslümanların kutsal kitabı, böyle bir tutumu ("Maun hakkı"na riayet etmemeyi) "dini yalanlayıp inkar edenlerin bir özelliği" olarak nitelemektedir...

Türk olamazsınız!

Çünkü; Türk milletinin (çoğu milletlerde olduğu gibi) diğer bir çok hasletleriyle birlikte, "Tanrı misafiri" anlayışı vardır ve bu anlayış gereğince, yabancı bir muhitte bir adres soran veya bilgi isteyen insana yardımcı olmak, hatta gerekirse onu aradığı mahalle kadar götürme geleneği vardır...

Siz insan da olamazsınız!

Çünkü; asgari insanca özellikleri taşıyor olsanız, ne bir dine ve ne de bir milliyete mensup olmasanız da, evrensel insanlık değerleri açısından, kapınıza gelip size bir şey soracak olan bir insana karşı böyle bir uyarı yazmazdınız!

Siz olsa olsa, "paradan başka hiç bir şeyi olmayan" bu paraları da kuvvetle muhtemeldir ki, yetim hakkını yiyerek veya kara para aklayarak veya şu veya bu gayri meşru yolla kazanmış olan ve hiç bir insani duyguyu içinde barındırmayan mahluklarsınız!

Burada sorguladığım, "parayı herşeyin üstünde yegane değer olarak gören" mantıktır... Ben, para kazanmak için hayat mücadelesi veren ve bunun için çalışan insanlardan sözetmiyorum...Ve bu bahsettiğim kişiler, kesinlikle para kazanmaya çalışan insanlar değil...Amiyane tabirle, bir tek dağda domuzları eksik!

Parayı her şeyin üstünde yegane bir değer olarak gören ve toplumla ilişkilerini buna göre düzenleyen mantığı red etmemiz gerektiğini düşünüyorum...Eğer bunu yapmazsak, (belki ikisi aynı şey değil ve birebir örtüşmeyebilir ama, temel mantık olarak aynı) devleti soyan, bankaları hortumlayan insanlardan da, rüşvet alan trafik polisinden de şikayet etmeye hakkımız kalmaz! Çünkü; amaç, para kazanmak değil mi?

Biraz da empati yapacak olursak, yani -hiç alışkanlığımız olmayan bir yöntemle- kendimizi bir an için adres soran o insanların yerine koyalım: Yabancı bir muhite gitmişiz ve bir yer arıyoruz! En yakın bir işyerine veya rastladığımız bir insana sormaktan veya ondan yardım istemekten daha doğal ne olabilir!

...Ben böyle düşünüyorum ve insanlarla olan ilişkilerim de buna göre...Bu yüzden de, belki başkasına çok basit gelecek sebepler yüzünden, kapı komşuma küstüğüm ve yıllarca konuşmadığım olmuştur...

Sonuç olarak; bu zihniyetteki insanların bu ülkede yeri yok diye düşünüyorum ve birilerinin bunlara kapıyı göstermeleri gerektiğini düşünüyorum…

Mesih Eroğlu

Yukarı

 Gönülden Kahveci : Aylin Çukur


GECE

Hiç uyku uyumadığım bir gecenin daha sonuna yaklaşıyorum! Daha önceden de yaşamıştım bunu ama bu gece bir başka sanki... Bu gece uyumamak geceye olan hayranlığımı daha da arttırdı...

Gecenin serinliğinde camdan aşağı sarkmış etrafı izliyorum. Tek ses kedilerin biraz olsun karınlarını doyurmak uğruna debelendiği, belki de ömrünün çoğu zamanını geçirdiği çöplerin sesi... Önümüzdeki çam ağacının gece gölgesi apartmana vurmuş, kollarını açmış, sanki hayalet görünümünde ya da duvarın süsü gibi... Sokağı aydınlatan lambaların kimisi beklemekten ya da sıkıntıdan pes etmiş, kimisi hala sokağı gözlüyor. Karanlığın lambaları ''kestiği'' yer buzlu bir is gibi... Gecenin karanlığında ağaçların, yolların incelikleri gözükmez olmuş.

Ürküyor insan,esrarengiz gelmiştir gece bana, her zaman.. Bir de karşı apartmanın balkonunda bir yüz ya da yüzü çağrıştıran bir şekil görürsen ve göz yanılmasıyla o şekli kıpırdatırsan, esas o zaman ürkersin işte... Çünkü o yüz gecenin karanlığına sığınmış, geceye tanıklık ediyormuş ve seni izliyormuş gibi gelir...

Bir de gecenin geç saatlerinde hala lambası yanan evleri merak etmişimdir. Sanki bana, o sessizlikte aynı kederi, hüznü ya da ''soyut'' bir mutluluğu paylaşıyormuşuz gibi gelir. Sessizliğin ve karanlığın bol olduğu bu anı; o evlerle paylaşmak, yalnız olmadığım hissiyle beraber huzur verir bana...

Bir yandan da zihnimin ve benliğimin daimi müşterileri düşünceler, fikirler sık sık kapımı çalarlar... Sağ olsunlar hiç(!) yalnız bırakmazlar beni! Defalarca, gün ağarıncaya dek, gece beni terk edene kadar düşünürüm... Sokak lambalarının içi geçer ama ben hala düşünürüm... Veee... Annemin ''günaydın'' demesiyle irkilir, yeni güne selam veririm! İyi ki varsın anne!!!

AYLİN ÇUKUR
acukur@kahveciyiz.biz

Yukarı

Alper Kutay

 Kahveci : Alper Kutay


   Bir Özlem Bitti

Artık üç şekerli içiyorum çayımı ve yanında çilekli, susamlı kurabiyelerim. Güneşin doğuşunu seyrediyorum hızlı geçen bir gecenin ardından, yüzümü yıkıyorum soğuğa aldırmadan, dudağımı şekilden şekile sokup ıslık çalmayı öğreniyorum, sonra bir üç şekerli çay daha...

Artık gülümseyerek geçiyorum balıkçıların önünden, seni hatırlamak ağır gelmiyor eskisi gibi. Artık kimse saklamıyor sigara paketlerimi içmeyeyim diye, kimse o kadar derin bakmıyor gözlerimin içine, kimse şımartmıyor beni senin gibi ve kimse ısmarlama şiirler istemiyor benden. Bu sıradanlıklarmıymış seni bana unutturmayan ve her aklıma gelişlerinde geceleri uyutturmayan? Artık sigarayı azalttım sen saklamasan bile paketlerimi, üstelik gözlerimin içine senden daha derin bakan başkalarının olduğunun farkına vardım, arasıra aynaya bakıp iltifatlar yapıp şımartırken kendimi artık sana değil, bu şehre, denize , maviye ısmarlıyorum şiirlerimi...

Artık kimse uyandırmadan kuş gibi kalkıyorum yatağımdan sabahları, sensizliği çağrıştırmıyor odamdaki hiçbir nesne, özleminin deniz seviyesinden yüksekliği döndürmüyor başımı ve dalıp gitmiyor gözlerim sensizliğin en ücra köşelerine... Odamın duvarlarına yazmıyorum özlem seni, artık korkmuyorum ayyuka çıkacak diye bitmişde olsa o masum sevdamız ve üzerine gidiyorum aşkların, vakti geldi diyorum yenilerine yelken açmanın.

Artık üç şekerli içiyorum çayımı ve yanında çilekli, susamlı kurabiyelerim. Yağmurun kokusunu çekiyorum içime, özlemin basit ve manasız. Yüreğimi şekilden şekile sokup sensizliği öğreniyorum. Şiirlerimi şehre, denize, maviye; en yeni özlemleri kendime ısmarlıyorum, sonra bir üç şekerli çay daha...

Alper Kutay

Yukarı

 Tadı Damağımızda Kalanlar : Ayşen Tekşen Kapkın


YANGIN KADINLAR

denizin köpüklerini yatak edinmiş sevgilim uyuyor
dalgalara yalvarıyorum,
uyandırmayın onu

I
Her gün yinelenen buluşma için pencerenin hemen önündeki koltuğuna yerleşti, içini hazırlamaya durdu. Yaşlı bedeni sızılar içindeydi Beatrice'in, yüreği ise aldırmazlıklar. Smyrna'nın Punta kesiminde olanca mağrurluğuyla yükselen yalının duvarları ve parke taş döşeli yolun ardında uzanan deniz, yaşlı kadının ömrünün sessiz tanıklarıydı. Ömürlerimizin tanıklarını hep dilsizler arasından seçmez miyiz zaten? Onun yerine yerleştiğini görünce deniz de hazırlıklarına başladı. Üstüne başına çeki düzen verdi önce. Sonra dönüp kıpırtılarına vaktin geldiğini işaret etti. Kıpırtılar dinginliğe çekildi. Deniz, gözlerini yukarıya, o sonsuz sevgiliye çevirdi. Bir saat kalmıştı.

Ahşap oyma, sarkaçlı saatin, sessizliği hoyratça yırtan ding-dongları çalmaya durduğunda hafifçe irkildi Beatrice. Dönüp denize baktı; deniz hazırdı. Arkasına yaslanıp gözlerini yumdu ve beklemeye başladı. Tüm kenti gün boyunca yakıp kavurmuş olan güneş, denizin ve yaşlı kadının hazırlıklarını tamamladığını görünce yavuklusuna rastlamış yeni yetme kızlar gibi uysallaştı. Alev alev dökülen saçlarını bir firketeyle toplayıp çekti kentin üstünden, allıklarını süründü, denizin kokusuna büründü.

Saatin ding-dongları bitmeden açıldı odanın kapısı. En az Beatrice kadar yaşlı, en az onun kadar aldırmaz olan emektar Eleni, çarpılmış bacaklarının güçlükle taşıdığı karalara bürünmüş bedeninde kalan son yaşamsal enerji damlacığını baston ederek getirdi hanımının kahvesini. Bordo zemin üzerine varaklı güllerle bezenmiş kahve fincanının eve geldiği günü anımsadı. Yine böyle bir Eylül sabahı kapıya gelen adam hanımına verilmek üzere mühürlü bir zarf uzatmış, kendisiyle görüşmek isteğini belirtmişti. Eleni kıs kıs güldüğünü hatırlıyordu. Bre densiz adam, benim hanımım kapıya her gelenle görüşür sankim! Zarfı Beatrice verdikten sonra şaşıp kalmıştı hanımının "içeri al" komutuna. Adam içeride üç dakika bile durmadı. 21 yıl öncesinde kalan o günden beri hanımı kahvesini yalnızca adamın getirdiği bu fincanla içerdi. Fincanın kırılması düşüncesinin kendisini kaç kez tatlı uykusundan kara kabuslarla uyandırdığını anımsayıp güldü Eleni. Bugün ise kabusların bittiğini biliyordu. Artık kırılabilirdi lanet fincan. Tepsinin içindeki kahveyi, gümüş kaşık batırılmış sakız reçelini ve bir bardak suyu sedef kakmalı sehpanın üzerine bırakıp, döküp saçtığı sızılarını toplayarak çıktı odadan.

II
Beatrice, uzanıp almadan önce uzun uzun seyretti sehpaya yerleştirilenleri. Bu kadar kuruyakalmasaydı ağlardı herhalde. Yılların, savaşların, ayrılıkların defalarca avuçlarının içine hapsettiği ellerine baktı ama ellerinden yüzüne geri yansıyanlar yıllar, savaşlar, ayrılıklar değildi.

Giraud'ların Tepekule çiftliğindeki köşkün salonundaydılar. Çam ağaçlarıyla oynaşa oynaşa gelirken yakıcılığını yitirmiş olan güneş koruya bakan salonun üç cephesini saran pencerelerden uysal bir kedi gibi içeri giriyordu. Anakaradan kısa bir ziyaret için gelmiş olan general Alexis onuruna düzenlenen toplantıda Beatrice'in eşi Hiristo da söz almış, Smyrna üzerine hayalleri dile getirmiş ve ateşli konuşması çok beğenilmişti. Beatrice etrafında olup bitenlerle ilgilenmiyordu. Burada doğmuştu, bu kent onundu, o bu kentindi. Sahip olduğu şeyleri fethetmeye durmaz ki insan. Alexis'in hiç konuşmadığını, tıpkı kendisi gibi kayıtsızca dinlediğini farkettiğinde anlam veremedi. Çünkü bu kentten olmaması bir yana, bir kente savaşlarla sahip olunabileceğini sanan anakaralı yöneticilerin temsilcisiydi. Yakın bir gelecekte sardunyaları kırma pahasına bahçemize girmenin düşüyle uykularına sarınan anakaralıların. Sıkıntıyla pencerelerden birinin yanına gidip güneşin yorgun elleri saçlarını okşarken koruluğu seyre durdu.

Elleriyle birlikte üşüyen yüreğini de kavrayan o güçlü sıcaklığın nereden geldiğini anlamadı önce. Daldığı düşlerden sıyrıldığında hemen yanı başında, etrafını saran küçük kalabalığı sessizce dinleyen Alexis'in durduğunu ve ikisinin arasında duran yüksek arkalıklı sandalyenin ardından ellerini ve yüreğini sımsıkı kavradığını anladı. Kendisi de aynı güçle onun ellerini kavradığında zaman, sesler, renkler, kokular, düşünceler ölüme çekildi. Birbirini sımsıkı kavramış eller önce yokluğun önünde secdeye durmuş, yeterince arındıktan sonra secdeden kalkıp ilahi yükselişe doğru yola koyulmuşlardı. Alexis'i bir daha hiç görmedi. O kısacık zaman dilimini anlamlandırmayı da hiç denemedi. Bilinen tüm sözcüklerin geçerliliğini yitirdiği, tüm kavramların yoklukta eridiği, bedenlerin ışık olduğu o ilahi rakstan sonra bu gezegendeki yaşamı sürdüren şey yalnızca kendisinin bir yansımasıydı.

Ertesi sabah Eleni'nin getirdiği zarfı açtığında içinden "fiat lux"1 yazılı bir not çıkmış, notu getiren çocuk zarif ambalajın içindeki kahve fincanını masaya bırakıp gitmişti.

1 Işık olsun

III
Kahvesinin son yudumunu içip gözlerini dışarıya çevirdiğinde buluşmaya az kaldığını gördü. Güneş iyice uysallaşmış, kendisini bekleyen denizle bütünleşmenin tadını çıkarmak için ağır devinimlerle ona doğru yaklaşmaya başlamıştı. Güneş, deniz ve Beatrice yıllardır her akşamüstü önce içlerini bu buluşmaya hazırlar sonra da buluşma anında birbirlerinin ve ışığın içinde eriyip yeniden doğarlardı.

Bugünün diğerlerinden farklı olduğunu üçü de biliyor gibiydi. Ama bilmek ne zaman işe yaramıştır ki. Beatrice "o lanetli akşam gibi" diye düşündü.

Oğlu Flammis karşısına dikilmiş heyecanla konuşup duruyordu: "Zamanı geldi anne. Bu esarete son verecek, bizim olanı geri alacağız. Kutsal Meryem'in yardımıyla atalarımın yattığı toprakları kutsal suyla vaftiz edecek, Pagos tepesine bayrağımızı dikeceğiz. Saygıdeğer babam da bu ülküye adamadı mı ömrünü? Oğlunla gurur duy, duanı esirgeme benden."

Beatrice'in hâlâ çok güzel olan bedeni önce keskin bir acıyla kavruldu, sonra buz kesti. Kocası Hıristo'nun oğullarını kendi ülküleriyle büyütmesini engelleyememiş ama söylediği ninnilerin, yaktığı ağıtların, adagio'ların, andante'lerin, anlattığı söylencelerin onu ışıkla yıkamasını ummuştu. Oysa ki umutların söndüğü günbatımıydı bu.

Flammis'in o güzel yüzünü avuçlarının içine alıp gözlerinin ta derinlerine baktı. Sözlerin asla yeterli olmayacağını öğreneli çok olmuştu. Yavrucuğunun gözlerinin içinde eriyerek, kendi bedeninde barındırdığı bilgeliği ona aktarabilmeyi umuyordu. Tükenen ruhunun son cılız soluğuyla "Alev bakışlı kopilim. Deniz bukleli yavrumim. Dünya üzerindeki hiçbir şey senin değildir. Kimsenin değildir. Senin gibi düşünenler çok oldu. Ama onları hep aynı hüsran sarıp sarmaladı. Kendilerini yakmakla kalmadılar, insanlığı da yaktılar çağlar boyu. Senin gibi bakanlar için bu kent elde edilmez, hoppa bir kızdır. Bugün sana gülümser yarın başkasına. Ama doğru bakanlar için Kibele'dir, koynuna aldığı herkesi emzirir. Bunları görmüyor musun?"

Görmedi Flammis, duymadı. Bir günbatımında son kez ardına bakıp kapıdan çıkarken Hiristo gururla sırtını sıvazladı oğlunun. Beatrice'in bedenindeki tüm sıvı denize akıp gitti. Hangi düşlerin gerçekleşebileceğini hangilerinin düş kalmaya yazgılı olduğunu öğreneli çok olmuştu. Bu kentin, evlatlarından birini diğerine yeğlemeyeceğini, oğlunun ve kocasının düşlerinin düş olarak kalacağını, yavrusunun acısının yüreğini dağlayacağını, bir daha hiç ışık olmayacağını, ilahi buluşma anına dek alevler içinde kavrulacağını biliyordu. Pencerede son kez oğlusunun ardından bakarken, küçükken kulağına fısıldadığı o eskil şarkının ezgisi zito i hellas çığlıklarının ayakları altında bir kez daha kanıyordu:

Oğlum, seçilmiş ve sevgili oğlum
Paylaş yaralarını annenle
Seni hep yüreğimde taşıdığım için sevgili oğlum
Ve daima sadakatle hizmet ettiğim için
Konuş yavrum, mutlu kılmak için anneni
Terk edip gidiyor olsan da
Benim aziz umudum.

IV
Tüm bedenini saran bir ürpertiyle gözlerini açtı Beatrice ve tam o sırada saatin ding-donglarının gecenin üçünü vurduğunu duydu. "Uyuyakalmışım, ne kadar da geç olmuş" diye mırıldanırken o törensel buluşmayı 20 yıldır ilk kez kaçırmış olduğunu fark etti. İsteksiz bedenini doğrultmaya çabaladı ama başaramadı. Yalnızca gözlerini dışarıya çevirebilecek kadar güç bulmayı diledi Son bir kez denize, denizle güneşin buluştuğu noktaya, ufka bakmak istiyordu. "Bu dünyanın, bu kentin, bu yaşamın bendeki son emaneti bir damla gözyaşı, onu da yanımda götürmeyeceğim" diye homurdandı ve denize çevirdi gözlerini. Ama gördüğü şey yıllar sonra ilk kez şaşırttı Beatrice'i. Yıllardır izlediği günbatımlarının en görkemlisi denizin üstüne yayılmış, karanlık gece allara bürünmüş, sokaklar seslerle dolmuştu. Birden, o kızıllığın, o cümbüşün içinde kör olası savaşta yitirdiği oğlusu ilişti gözüne. Alev saçlı bir kızın elinden tutmuş kendisine doğru koşuyordu. Gülüyordu Flammis, gülüşü tüm yüzüne yayılıyordu. Boğazından son bir çığlık olarak "oğlumi" sözcüğü çıkarken sokakların korosu bazıları acılı, bazıları korkulu, bazıları heyecanlı "flammis" sesleriyle Beatrice'e eşlik etmeye başladı.
Smyrna yanıyordu.......................

V
Alevlerin ulaşamadığı Tepekule çiftliğinde, ince hastalıktan muzdarip Ayşe Belkis hanım kanununu dizlerine yerleştirip zarif elleri ve titreyen sesiyle sevdiceğini karşılamaya hazırlanıyordu:

Kimseye etmem şikayet.
Ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...


Ayşen Tekşen Kapkın

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.264 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


UÇURUM KIYILARINDA GECE YÜRÜYÜŞLERİ

Yalnızlar gece yürüyor
Her gece
Her kentte

Adımlar yolları biliyor
Götüren onlar
Adamlar sadece yürüyor

Bildik reklamlar, bildik dükkanlar
Aynı mekanlar
Bir adım ilerde uçurum var

Yalnızlık bizlerde
Yalnızlık izlerde
İzler bir çember çiziyor
Ve yine eve dönüyor
Çembere teğet uçurumlar

Bu asırlardır sürüyor
Her gece
Her kentte

Armağan Konyalı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Bakımsız Süpermen!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Bilgisayarınızın karşısında oturmuş ve işlerinizi bitirmişsiniz ya da yapacak bir işiniz kalmamış. Ne yaparsınız? Tabiki oynamak için uygun bir oyun ya da oyun sitesi ararsınız. İşte karşınızda http://www.tornadogames.com/ bu site sizi oyuna boğacak. İyi eğlenceler.

...Genel olarak ‘sivilce’ adıyla bilinen akne en sık rastlanan cilt problemidir. Gençlerin büyük bir çoğunluğu bu problemden yakınırlar; bu nedenle gençlere yönelik pek çok yayın bu konuyu sık sık ele almakta, ne yazık ki bazen de akne şikayeti olan kişileri yanlış yönlendirmektedir... Siz bu sorunun gerçek sebeplerini ve çözüm yöntemlerini merak ediyorsanız http://www.sivilcelerim.com/index.htm kısayolunu tıklamanızı öneriyorum.

Size ilginç bir flash animasyon kısayolu veriyorum. http://streams.omroep.nl/nps/dekortefilm/mixedup/flow/flow.html mouse'unuzu animasyon üzerinde gezdirip gerekli yerlerde tıklamayı ihmal etmeyin. Bazı minik süprizlerle eğlencelik hale getirilmiş orjinal bir çalışma.

...Our cell phone radiation chart is updated weekly in order to ensure it is the most complete cell phone radiation chart on the internet. We are concerned about the dangers of mobile phone safety... Yani diyorki: siz cep telefonunuzun ne kadar tehlikeli bir radyasyon yayıcısı olduğunu biliyormusunuz da ortalıkta hava atarak dolaşıyorsunuz? Ya da öyle bişeyler demeye getiriyor. Cep telefonlarınızın radyasyon yayma seviyesini öğrenmek için http://www.sarshield.com/english/radiationchart.htm kısayolundaki listeyi tıklayabilirsiniz.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Skype - Beta v0.98.0.42 [8.4M] 2k/XP FREE
http://www.skype.com
Mükemmel bir P2P internet telefonu ve Instant Messenger. Icq benzeri bir rejistrasyonla mükemmel bir ses kalitesinde internet üzerinden telefon görüşmesi ve yazılı chat yapabiliyorsunuz. Tabi konuştuğunuz bilgisayarda da aynı programın yüklü olması gerekiyor. Özellikle kablonet ve ADSL kullanıcıları, mutlaka deneyin memnun kalacaksınız.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040720.asp
ISSN: 1303-8923
20 Temmuz 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri