HiÇBiRYERDE - IN NOWHERE LAND
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu

Milenyumun Mandalı

İdarenin görülmesini istemediği şeylere gözleri kapalı hale getirildikten sonra güvenilir eleman statüsüne yükselen memurlar meslek hayatlarının ondan sonraki kısmını tamamen üst kademelerdeki amirlerinin beklentilerine hizmet ederek yükselebilme amacına hasrediyorlardı.


Bu şekilde idareye tabi kılınan memurlar işlerini evrensel ölçülerde iyi yapmanın değil amirlerini memnun etmenin derdine düştüklerinden eksiklikler, yanlışlıklar, hatta usulsüzlüklerle dolu dosyaların bir anlamda bekçisi haline geliyorlardı.

O dosyaları sırtlanıp gözleri kapalı bir şekilde, kendilerine verilen yörüngeden şaşmadan, dikkatli ve itaatkar bir biçimde ilerleyerek bu çarkın dönmesini sağlıyorlardı.

İlgi alanı sınırsız derecede açık olan kartal iş kimliğinin terk edilerek ilgi alanı yetersizlik ölçüsünde sınırlandırılmış hindi iş kimliğine yönelen insanlar, işlerini de bu sınırlı perspektif boyutlarında yaptıkları için, küresel ölçekli bir soruna o kurumun iç kuralları boyutunda çözümler bulunmaya çalışılıyor; sorun ile çözüm arasındaki bu orantısızlık ise bedelini ulusça ödediğimiz büyük kayıplara ve yanlışlıklara yol açıyordu. Böyle dar bir bakış açısıyla, sadece kendi kurumunun iç gerekleri ile hareket eden memurların yaptıkları şeylerin bölgesel, uluslararası ve küresel sonuçlarını düşünememeleri, hatta bu tür muhakemelerden tamamen habersiz kalabilmelerinin en son örneği olarak 2003 Eylül ayı sonunda bir Alman turist çocuğun ülkemizden çıkış yaparken sırt çantasında bulunan bir taşın tarihi eser özelliğine sahip olduğu gerekçesiyle çocuğun babasının tutuklanarak cezaevine konulması ve olayın üzerinden günler geçmesine karşın tutuklu turist babanın hakim önüne çıkarılmaması olayını gösterebiliriz… Bu olayın uluslararası basına yansıyarak tüm Avrupa'da ülkemizin imajını nasıl zedelediğini, turizm sektörümüzün tanıtımına yönelik çabaları nasıl baltaladığını izaha gerek olmadığı gibi, bunu dar kalıplar içerisine hapis olmuş bir görev anlayışının ürünü olduğunu da izaha gerek yok…

Kamu kadrolarında rekabet ortamının bulunmaması ise bu tür dar yaklaşımların sorumlularının her hangi bir şekilde eleştirilmeleri ya da suçlanmalarını engelliyor. Çünkü bu görevliler kendilerine verilen dar tanımlar içerisinde sadece görevlerini yapmış bulunuyorlar ya da yapmaktalar. Bu rekabet yokluğu daha iyisinin öne geçmesine fırsat vermediği için, yanlış ve eksikliklerle dolu bu durağan çalışma biçimi hiçbir yenilgi ve kayba aldırmaksızın varlığını sürdürebiliyor.


rekabet ortamındaki insanların yaratıcı güçlerini kullanarak binbir çare üretmelerine kıyasla, rekabetten yoksun bir çalışma ortamındaki insanların katı kurallar, talimatlar ve yasakların belirlediği daracık bir alanda tamamen duyarsızlaşıp bürokratik birer robota dönüşmeleri de öylesi bir kalite kaybı olarak günlük hayatımızı bulandırmaya devam ediyor işte…

Kamu sektöründe görev yapan insanlarımızın daha iyi hizmetin destanını yazacak ölçüde yetkili ve serbest kılınarak kendilerini geliştirme olanaklarına kavuşturulması yerine, onları köreltip yozlaştırarak sadece üst kadroların talimatlarını yerine getirmeye ayarlı duyarsız insanlar haline getiriyoruz…

Burada söz rekabetten açılmışken, uluslararası pazarlarda birer rekabet şampiyonu olan Japonların balıkları taze ve canlı tutmak için neler yaptıklarına dair anlamlı bir hikayeye yer verelim…

Japonların balığa olan düşkünlüğü ile ilgili ilginç bir hikayeleri vardır. Balık yemeyi çok seven bu insanlar kendi ülkelerinin etrafındaki sularda onlara yetecek kadar balık kalmayınca daha büyük gemiler yapıp balık avlamak için daha uzaklara giderler.

Fakat balıkçılar ne kadar uzağa giderlerse, balıklar da o kadar bayatlamış olarak gelir sofralara... Japonlar bundan hoşlanmazlar.

Çare arayan balıkçılık firmaları gemilerine derin dondurucular yerleştirir ve yakalanan balıkları hemen orada taze taze dondurup o şekilde pazara sunarlar. Derin dondurucular balıkların daha uzun süre saklanmasını da mümkün kılarak balıkçı gemilerinin daha uzun süre seferde kalmalarına imkan verdiğinden balıkçılık firmaları bu yöntemi çok benimserler. Oysa Japon balıkseverler kısa bir süre sonra donmuş balık ile taze balık arasındaki lezzet farkını ileri sürerek donmuş balık satın almamaya başlarlar.

Bu kez balıkçılık firmaları gemilere büyük havuzlar yaptırır ve yakaladıkları balıkları bu havuzlarda tutarak canlı canlı limana getirirler. Havuzlara konulan balıklar suda bir iki gezindikten sonra sıkkın, yorgun ve bezgin bir halde hareketsiz durmaya başlasalar da, en azından canlı olarak taşınırlar.

Fakat balıkçıların şanssızlığına bakın ki Japon balıkseverler, çok geçmeden havuzlarda muhafaza edilen balığın tadı ile denizden henüz yakalanmış balığın tadı arasındaki farkı ileri sürerek bu şekilde havuzlarda hareketsiz bekleyerek lezzetini yitiren balıkları satın almak istemezler.

Sonunda balıkçılık firmaları Japon balıkseverlerin taze balık tadında balıktan başkasına razı olmayacaklarını anlayarak balıkları hareketsizliğe iten şeyin ne olduğunu bulmaya yönelirler.

Çözümün anahtarı çok yakında bir yerlerden, insanların duygusal yaşamlarından gelir: bir şeylerin peşinde koşmak eyleminin sona erdiği noktadaki insan davranışıdır çözümün anahtarı…

Güzel bir eş bulmak, başarılı bir iş kurmak, borçlardan kurtulmak gibi kişisel hedeflerine ulaşan insanlar o hedef peşinde koşma tutkularını kaybeder, artık o kadar çok çaba harcamalarına gerek kalmadığını görerek gevşerler… Piyangodan ikramiye kazanıp zengin olanların artık tasarruf etmeye ihtiyaçları kalmadığı düşüncesiyle paralarını çarçur etmeleri ya da küçük yaşta büyük servetlerin mirasçısı olanların asla olgunlaşamamaları gibi durumları da aynı türde bir "duygusal iştah kaybı" ile açıklamak mümkündür.

1950'lerde L. Ron Hubbard adlı araştırmacının bulguları arasında yer alan şu kural, Japon balıkçılarının sorununun da anahtarı olur: "İnsanlar ancak ve ancak, meydan okuyucu mahiyetteki bir rekabet ortamında tüm güçlerini kullanarak çaba gösterirler!"

Ne kadar zeki, ne kadar azimli ve ne kadar rekabete açıksanız iyi bir problemden o kadar zevk duyarsınız. Eğer sizin kapasitenize uygun boyutlarda sorunlarla karşı karşıyaysanız ve siz her defasında onların üstesinden gelmeyi başarıyorsanız mutlusunuz demektir. Size meydan okuyan bu sorunları düşünerek enerjinizi toplayabiliyor ve yeni çözüm yolları denemekten heyecan duyuyorsunuz demektir. Bu rekabet ortamı size başarma zevkini, oyun heyecanını ve canlılık hissini tattırarak yaşamaktan tad almanızı sağlar.

Bu bulgulardan hareketle Japon balıkçılık firmaları avladıkları balıkları havuzlarda yaşatarak kıyıya getirmeye devam ederler; bir farkla ki havuzdaki balıkların taze balık lezzetini yitirmemeleri için her havuza küçük birer de köpekbalığı salarlar.

Elbette havuzlardaki köpekbalıkları gemi kıyıya varana kadar epey balık yerler; fakat sağ kalan balıkların hepsi de kıpır kıpır canlı ve son derece de lezzetlidir. Çünkü hayati bir rekabet ya da ölümcül bir meydan okuma karşısında yapabileceklerinin en iyisini yapmak noktasına kadar motive olmuşlardır.

Geri - 178 -





Sitemiz ve sanal gazetemiz MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Dizayn, programlama, uygulama ve yayınlama: Cem Özbatur