HiÇBiRYERDE - IN NOWHERE LAND
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu

Milenyumun Mandalı

Falımızda Libya çıktı!

Irak ve Suudi Arabistan'daki Türk firmalarının aksine, toparlanıp dönmenin değil oralara yerleşip yeni işler almanın hazırlığı içinde bulunan müteahhitlik firmaları bulmak için bir ay kadar sonra bizi bu kez Libya'ya gönderdiler. Zira Eylül ayında Albay Kaddafi'nin gerçekleştirdiği devrimin 20.yıldönümü her zamankinden daha büyük törenlerle kutlanacak ve Türkiye'den bir Bakanın başkanlığında kalabalık bir heyet Libya'ya gidecekti. Bize düşen görev ise, Yönetim Kuruluna sunulacak ve prensip onayı alınması halinde, bu ziyaret esnasındaki toplantılar ve resmi görüşmelerde nihai şekli verilebilecek bir kaç proje önerisi hazırlamaktı. Ne de olsa Irak ve Suudi Arabistan raporlarımız bizim bu işi bildiğimizi göstermişti.

Bir hafta sonra Trablus Havaalanına inmiş, bizi karşılamaya gelecek olan Türk firması elemanlarını bekliyorduk. Havalandırma ve temizlik bakımından bir Anadolu kentinin otogarı bile petrol zengini bu ülkenin Başkentindeki havaalanından daha iyi konumda sayılırdı. İlk başta yolumuzu ve yönümüzü dahi bulamadık, çünkü "arrivals", "departures", "baggage claim", "passport control", "customs" gibi hava alanlarının standart yön levhaları bile Arapça yazılmıştı. Buna karşın Albay Kaddafi'nin ideolojisini yansıtan Yeşil Kitap'tan alıntılar İngilizce, Fransızca ve İtalyanca olarak, dev panolar halinde havaalanın her köşesinde yabancıların gözüne girer gibiydi. Suudi Arabistan'da öğrendiğim kısıtlı Arapça sayesinde derdimizi anlatıp bagajlarımızı alacağımız yeri bulduk ve gerekli kontrolleri yaptırıp dışarı çıkmaya hak kazandık.

Bizi karşılamaya gelenlerin hava alanından şehre giderken yolda anlattıklarına bakılırsa bu dönem Libya'nın en kötü günleriydi. 2 yıl önce ABD hava saldırısı gerçekleşmiş, ardından da Birleşmiş Milletlerin Ambargosu başlamıştı. Bu yüzden ülkede tüketim malları sıkıntısı vardı. Kente girince gözlerimize inanamadık. Tek bir mağaza, tek bir bakkal dükanı göremedik yol boyunca... "şehir merkezinde bir kaç tane var" dediler. Ticaret ve ücret karşılığı adam çalıştırmak, insanların birbirilerini sömürme araçları olarak görüldüğünden yasaklanmıştı Yeşil kitapta! İnsanlar ancak ortaklık kurarak bir işyeri veya ticarethane açabilir ve orada birlikte çalışabilirlerdi.

Tüketim malları ithalatını devlet üstlenmişti, ancak düzenli bir mal arzı sağlanamıyordu. Başkentin her semtinde birer halk pazarı (Şabiye) binası vardı. Ancak 5 katlı bu mağazaların hiç birinde talep edilen türde mallar yoktu. Ayağımızın tozuyla gezdiğimiz ve gördüklerimiz karşısında hayretler içinde kaldığımız bir mağazada bol miktarda demir kesme makası ile muhtelif çaptaki bahçe hortumlarını bir birine eklemek için kullanılan boğumlu adaptörlerden vardı. Bunların dışında tüm raflar ve camekanlar tamamen boştu. Ancak satış elemanları, tam kadroyla olmasa da, size yardımcı olmak üzere görev başındaydılar.

Anlatıldığına göre bu yokluk ortamında "Şabiyelere şeker geldi" diye bir haber çıkıyor, erken davranıp yetişenler 50 kiloluk şeker çuvallarından bir adet alabiliyorlardı. Daha küçük paketler olmadığı gibi bir daha ne zaman şeker gelebileceği konusunda da hiçbir bilgi edinilemezdi. Birkaç gün sonra Şabiyelere bu kez salça ya da deterjan gelir, zamanında haber alıp tükenmeden yetişebilenler de yıllık ihtiyaçlarının bir kısmını karşılayacak kadar salça ve deterjan alabilmenin mutluluğu ile evlerine dönerlerdi. Bu arz düzensizliği nedeniyle evlerin bir bölümü ailenin bakkal dükkanına dönüştürülmüş gibiydi... Çocuklar için bisküvi, bol miktarda sıvı yağ, kuru bakliyat, deterjan, ampul, un ve şeker başlıca stok malzemeleriydi...

Aklıma ilk gelen şey Suudi Arabistan'da kliması olmayan minibüslerle Cidde ve civardaki irili ufaklı süpermarket ve bakkalları kapı kapı dolaşıp zeytinyağı pazarlamaya çalışan okul arkadaşlarımın döktüğü terler oldu... Zavallı çocuklar bir yolunu bulup buraya 5-10 tanker mal getirebilselerdi, orada yarım litrelik teneke kutularda satmaya çalıştıkları yağın 100 mislini 20 litrelik tenekelerle ve birkaç gün içerisinde satıp bitirebilirlerdi...

Kentin merkezine ulaştığımızda Turgut Reis'in kalesi bizi karşılayan bir güler yüz gibi çıkıverdi karşımıza... Hemen onun arkasındaki daracık sokakları, geniş avlulu hanları olan Türk Çarşını gezdik sevgi dolu gözlerle... Güneşin sıcağını değil de yalnızca ışığını alabilmek için nasıl da bilerek, düşünülerek yapılmıştı o kalın toprak duvarlar ve bir kulaçlık dar sokaklar... Bu sayede toprak duvarlar gecenin rutubetini emip içlerine hapsediyor, gündüz ise duvarların üst kenarlarını yalayıp geçen, ancak zemine ulaşamayan güneşin loş ışıltısında ortalığa hoş bir serinlik yayıyorlardı yüzlerce yıldır. Türk çarşısında bolca kumaş, plastik tabak, kova ve leğen türü eşya bulmak mümkündü.

Minik şehir turumuzu tamamlayıp kentin en büyük oteli olan Hotel Kebir'e (Büyük Otel) ulaştığımızda ilk yapmak istediğimiz şey güzel bir duş almaktı. Odalarımıza çıkalı birkaç dakika olmuştu ki ekip arkadaşımız Osman telefona sarılmış, yana yakıla bana otel hizmetleri hakkında rapor veriyordu: duş alırken ağzımı çalkalamaktan kaçınmalı; dişimi fırçalamak için ise buzdolabındaki şişe sularını kullanmalıydım. Çünkü şehir suyuna denizden tuzlu su karışmaktaydı ve tuzlu su ile diş fırçalamak berbat bir duygu idi. Televizyon ise açıp bakmaya bile değmezdi.

Akşam üzeri Otelin lobisinde birer kahve içmek istediğimizde onun da çeşmeden akan hafif tuzlu su ile yapıldığını ağzımızdaki garip taddan anladık ve tüm neşemizi orada yitirdik. Biri Arapça, diğeri İngilizce olarak durmaksızın Albay Kaddafi'nin devrimlerini anlatan 2 Libya kanalı dışında ne televizyon vardı, ne de sahilde gidilip oturulabilecek bir çay bahçesi... Kent Akdeniz'in o meşhur ufka doğru mora çalan mavisine sırtını dönmüştü adeta... İnsanların sahile erişim olanağı yoktu. Yollar ile sahil arasında geçişe kapalı genişçe bir kumluk alan vardı. Sahilde ise irili ufaklı yük gemileri, direkler ve vinçlerden oluşan kargacık burgacık bir siluetler yumağı, zevksiz bir karaltı halinde deniz manzarasını kapatıyordu... Oysa güneş tam da denizden batacaktı.

Arkadaki parkta yürümek fikrini ise sivrisineklerin yoğun saldırısı ve bitkileri sulamakta kullanılan atık suyun keskin kokusu nedeniyle hemen terk ederek otele geri döndük. Akşam yemeğinde tam bir sessizlik hakimdi. Belli ki herkes buradan bir an önce nasıl kurtulabileceğimizin hesaplarını yapıyordu.

Geri - 54 - İleri





Sitemiz ve sanal gazetemiz MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Dizayn, programlama, uygulama ve yayınlama: Cem Özbatur