KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 349

 22 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Haydi başka kapıya...


Merhabalar,

Kaşındım!... Evet Evet kaşındım... Oysa görünen köy kılavuz istemezdi, bilmem gerekirdi... Sonucunda, yapmak istemediğim ama zorunda kaldığımda uygulamak üzere önlemlerini aldığım bir eylemi gerçekleştirdim. Bir yazıya yapılan yorumları kapatmak zorunda kaldım. Sevgili Mehmet Emin'in 'Evrim Teorisi' başlıklı yazısı ile başlayan Tamer'in yazısıyla devam eden süreçte eşeğin kulağına önce ben sonra diğerleri suyu kaçırınca sansür mekanizmasını işletmek zorunda kaldım. İzleyemeyenlere hatırlatmak izleyenlere durumu izah etmek üzere birkaç kelam edeyim istiyorum.

Efendim bir müsbet ilim ve bilim yanlısı adam olarak 'yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkar?' sorusuna herkes gibi ben de cevap ararken 'Evrim Teorisi' denilen konuyla karşılaşmıştım. Dünya görüşüm, değer yargılarım, bilime saygım ile birleşince inanılası ve arkasında durulası bir kavram olarak literatürüme girmişti. Halada girdiği yerde sağ salim capcanlı duruyor gayet tabi. Ancak her yeni yetişen insan gibi gelişim sürecinde yaşadığım merak, antitezleri incelemem gerektiğinide fısıldamıştı kulağıma. İş 'Yaratılış' olunca ister istemez zaman zaman bilimden sapmak zorunda da kalmıştım itiraf ediyorum. Aklımın ermediği konularla karşılaşınca babamın bir sözünü hatırlarım hep. 'Bilimin cevap vermekte yetersiz kaldığı yerlerde cevabı dinde bulabilirsin.' demişti. Bunu söylerken kastettiği bilimi bir kenara atmam değil, kanıtlanamayan, yada bugünkü bilimsel kavram ve formüllerle cevap alamadığım yada tatmin olmadığım zamanlarda başvurabileceğim bir kaynak göstermekti. Ama ben ne yaptım? Cevabını alamadığım sorularla karşılaşınca, alabilecek seviyeye gelinceye kadar soruları yok saymaya karar verdim. İşte kaşıntı da tam burada başladı. 'Kimin ne dediğini öğren ama gene bildiğini yap'ı destur edindim kendime.

Gün geldi, ben büyüdüm, benliğim, mantığım, duygularım büyüdü bana sığmaz oldu. O zaman dedim, kalk bir adım öne çık, paylaş duygu ve düşüncelerini. Sadece senle kalma, başkalarına da bu şansı ver. Birlikte paylaşın ziyafet sofrasına konulanları. Eleştiriyi, yuhalanmayı, terslenmeyi göze almalıydım, aldım. Ve 'Kahve Molası' çıktı ortaya. Yaşamın içinden hatta yaşamın ta kendisi olmaktı amacım. Kendisi için değil, herkes için yazanlarla biraraya gelmekti hayalim. Bildiğim birşey daha vardı, hayat sadece çiçek, böcek ve aşktan ibaret değildi. Gün gelecek ekonomi diyecek, gün gelecek politika diyecek ve gün gelecek 'Evrim Teorisi' diyecektik. Kaşıntı şiddetlenmeye başlamıştı...

Ve birgün Mehmet Emin birbirinden leziz yazılarından birini daha gönderdi yayınlamam için. Herzamanki gibi okudum, hah dedim işte bilimsel analizi bu evrim denilen bilinmezin. Bu arada yayıncı çoşkusuda sardı beni tabi. Böyle bir konu reytingleri altüst eder dedim. Etti de. Yazıya yapılan yorumların herbiri başlıbaşına bir yazıydı zaten. Zaman zaman sinir katsayısı yükselsede son derece düzeyli, yıllardır yapılageldiği üzere, 2 ayrı açıklama birbiriyle düello etmeye başladı. Sonunda Sevgili Mehmet Emin gerekli müdahaleyi yaparak sonuçsuz tartışmalara bir nokta koydu. Sen de koysana be adam, yok ama kaşıntı da gittikçe artmaya devam etti...

Daha bu tartışmanın dumanı tüterken, bu yazıdan ilham alan ve karşı görüş yanlısı (ki buna kimsenin itirazı olamaz) Sevgili Tamer Soysal yazısını yolladı. Yazı kaynak belirtilerek hazırlanmış bir derlemeydi. Kaynak site daha önce nemenem biryer olduğu öğrenmek adına birçok kez ziyaret ettiğim bir siteydi. Tekrar baktığımda Tamer'in alıntı yaptığı yerlerin aslında birer çeviri olduğu kanısına vardım. Seçim yapmalıydım. Ya bu yazıyı yayınlamayacak ve bu konuya son noktayı koyacaktım. Ya da yayınlayacak ve tartışmanın devamını sağlayacaktım. Bir süre düşündükten sonra, kaygılarımı bir kenara bırakıp, Kahve Molası okuyucularının bu konuda karar vermesini sağlamak üzere yayınladım. 2 ayrı görüşü aynı sayfalarda yayınlamak demokratik platform olma çabalarımıza da yağ sürecekti.

Kaygı neydi? Kaygım kaynak olarak gösterilen sitenin sahibiydi pek tabi. Bir dönem yaptıklarıyla nefret uyandıran, sosyetik dindar edalarıyla yemediği herze kalmayan ama başı sıkışınca önce sövdüğü Atatürk'ümüzü kendine mihrap edinen bir madrabazdı. İndimde hiçbir değeri olmayan bu adamın belli bir kesimin dikkatini çekmek üzere hazırladığı bir çalışmanın, yabancı literatürden çevirilerle oluşmuş antievrimci bölümlerinin Kahve Molası'nda yer almasına izin verip vermemekti beni düşündüren. Ama dedikya kaşınıyoruz diye. Sonuçta yayınladık. Ben 2 tezi birarada bulundurarak düzeyli tartışmaya zemin hazırlamaya çalışırken, iş çığrından çıktı. Bir sosyetik dindarın mahkeme duvarı oldu. Evrim derken, devrim, Atatürk tartışılmaya başlandı.

Neyse uzatmayalım. Birincisi, bu yazıyı yazan Tamer'in sözkonusu madrabazın reklamı uğruna bu işi yaptına inanmıyorum. Kendi görüşlerini bilimsel temele oturtmak isterken daha önce yapılmış böylesi bir çalışmayı yok saymasını beklemenin de yanlış olduğunu düşünüyorum. İkincisi, bu yazıyı yayınlayarak Kahve Molası'nın gerçek demokratik, laik Dünya görüşünden de uzaklaştığını kabul etmiyorum, aksine perçinlediğine inanıyorum. Son olarak sözüm, bu yazı yayınlandı diye Kahve Molası'nı madrabaz platformuna dönüştürmek isteyenlere; o adam ve onun yolunda gidenlerin aramızda yeri yoktur, olmayacaktır da. Haydi başka kapıya...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 Yazı-Yorum : Leyla Ayyıldız


   BÜTÜNDE DEĞİL ANLAMIM

Öğleden sonra sevdiğini aradı; ‘gidiyorum, meraklanma’ dedi. ‘Beni yanında istemediğinden emin misin’ dedi sevdiği... ‘Yalnız olmalıyım, olabildiğince yalnız’... ‘Gitmeliyim’...

Eve uğradı, küçük bir valiz hazırladı. İki gün yetecek eşya almıştı yanına... Arabasına bindi, radyoda o şarkı çalıyordu ‘Yıllar Sonra’...

Ara sokak trafiğinden önce otobana, oradan da o çok bildik yola saptı. Ne çok geçmişti bu yoldan... Yine ıssızdı... Çocukluğunu düşündü... Az ürker ama huzur duyardı bu yoldan geçerken. Anımsamaya çalıştı, ‘kaç kezdi?’... Anımsayamadı... Tepeyi yavaş yavaş tırmanırken yine o şarkıyı duymak istedi, teybe kaseti yerleştirdi, ve yine çalmaya başladı o şarkı... ‘Yıllar Sonra’... Yol üzerinde yine gelincik tarlaları, yine aralarından fırlamış bir iki papatya. O da geçmiş miydi bu yoldan? Kim bilir?... Sahi kaç zaman olmuştu?... Saymak istedi, beceremedi.

Güneş batmak üzereydi, hava kararmadan görmek istiyordu. Bıraktığı gibi miydi?... Yine hep bu son dönemeci dönerken duyduğu yoğun heyecanı hissetti. İşte yine bir gün batımı anında görmüştü onu, bıraktığı gibiydi. Evet bıraktığı gibi, anılarının o yalnız evi...

Sınırsız bahçeye baktı, tüm tepeye hakim bahçeye... Ve tüm bahçeye sahip evine. Kapıdan içeri girdi...

Yine o sessizlik, yine o huzur... Evin tüm bölümlerini dolaştı. Sessizliğe hiç saygısızlık etmeden, usulca... En son geldiğinde masasında bıraktığı notları karıştırdı. Gülümsedi...

Ya bu gece, ya bu gece... Bu gece her defasından farklı olacaktı. Bu sefer yalnız olmayacaktı, saat tam 24’te o gelecekti. Tam 24’de... Ona gittiği saatte... Kahve yaptı kendine, kitaplıkta bıraktığı kitapları karıştırdı. Farkında olmadan en sevdiklerini burada bırakmıştı. Altlarını çizdiği satırları okudu. Saatin 24 olmasını bekliyordu... Saat tam 24’de geleceğini söylemişti... Banyoya gidip duş aldı. Üzerini giyindi. Saate baktı, az kalmıştı, çok az... Pencereden dışarı baktı. Gecenin sessiz, koyu karanlığına. Saatine yeniden baktı, bir dakika vardı. Tam bir dakika... Kapıyı açtı, dışarı çıktı, arabasına doğru yürüdü. Bagajı açtı, onu aldı, dışarıya çıkardı. Eve doğru yöneldi. Salonun tam ortasına yerleştirdi. Saatini kontrol etti, tam 24’tü. Ellerinin titrediğini fark etti... Önce ipin düğümünü çözdü. Paketi açmaya başladı.

Büyük karton kutunun üstünü açtığında o notla karşılaştı. Üzerinde şöyle yazıyordu ‘Oğluma... 30 yaşına geldiğinde beni anlaman için’... İşte tam ona geldiği saatte, O da ona gelmişti....

Paketi yıllardır saklıyordu, hiç açmadan... Dedesinin vasiyeti ile birlikte kendisine verilmişti. 30 yaşına geldiğinde açmalısın, o böyle istedi denilmişti. Yıllardır 30 uncu yaş gününü beklemişti. İşte bu doğum gününde, bu onsuz anıların dolduğu evde, ilk kez onunla birlikteydi. Notun altında ‘bu’ mektubu gördü. Onun için yazılmıştı...

'' Beni anlaman için... Kim bilir nerede ve kimlerlesin, ben gideli çok oldu... Gözlerini, bakışlarını, saçlarını, boyunu, posunu merak ediyorum oğlum. Bu gün bana hediye edilmiştin, tam bu gün bu saatte, 30 yıl önce... Sen benim yaşamımın güneşiydin, senin doğ’duğun o günkü aydınlığı hiç bir mutluluk sunmadı bana. Minik heyecanlı ellerin umudum, billur tenin yarınım olmuştu.

Biliyorsun ki çok uzun zamandır birlikte değiliz, bugün yanında olmak istedim. 30 uncu yaş gününde sana anneni hediye etmek istedim. Bu kutunun içinde senin için hazırladıklarım var. Tüm yaşamımdan senin için biriktirdiklerim...

İlk karşılaşacağın resmim olacak, sanırım sen bu resmi hiç görmemişsindir. Resmime ve gözlerime iyi bak. Gözlerimdeki ışık seninle gökkuşağı renklerine büründü. Gülümsemem senin tazeliğindir.

Resmimin altına patiğini koydum, kundağın, giydiğinde bir penguene benzediğin uyku tulumun...

Sonrası ise bana dair...

O defterlerde notlarım var yavrum. Kimi aceleyle karalanmıştır. Hayatın telaşına onların da karışıp, akıp gitmesine izin vermedim. Anlık yazılan minik notlar... Yakalayabildiklerim... Işığım olmuşlardı, sana da tutsunlar istedim. Çok özel bir iki kitap ayırdım senin için, altlarını çizdiğim önemli satırları olan. Onlarda beni ararken yorulmanı istemiyorum. Dileğim onlarda seni bulman...

Sana kendimi ve yaşadıklarımı uzun uzun anlatmayacağım. Ne yaşamın ne de kendimin bütününü görebilme becerisine sahip değilim. Sana sunduklarım parçalı bir bulmaca gibi gelebilir. Tıpkı yaşam gibi... Ancak beni çözmeye çalışmanı, parçaları birleştirmeni istemiyorum oğlum. Bütünde değil, parçalarda anlamım... Yaşamdan bulduğun tüm parçalar ise senin bütünün olacak...

Yaşamı da anlamak adına çok zorlama yavrum. Yaşam gerektiğinde sana anlatacaktır her şeyi. Kendine dair hiç düşünmeden, öylece bırak kendini...

Bil ki, annen mutlu yaşadı. Mutluluğun önce kendini sevmekle başladığını öğrendi. Kendini onaylamak, yaşamı onaylamaktır. Yarın sabah uyandığında berrak bakışlarınla aynaya bak, gördüğün yüz ne senden önce bir başkasına verildi, ne de senden sonra bir başkasına verilecek. O sana verilmiş bir armağandır... Başını hafifçe eğerek vereceğin selamı tüm evren alacaktır...

Seni seviyorum.... ''


Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Firari: Faik Karaege


Şans

Geçen akşam oğlum "Hadi bakalım film izleme gecesi" diyerek annesiyle beni PC' nin karşısına oturttu. Anne tarafından patlamış mısırlar hazırlanıp ekran karşısına geçerken "eyvah yandık yine" diye içimden geçirmeden de edemedim. Sevgili oğlumun "Baba muhakkak bu filme gidin" dediği filmlerden beğenmiş olduklarımın sayısının oldukça az olduğunu itiraf ederek, zevklerin ve renklerin tartışılmaması gerektiğini kabul etmek durumundayım.

Epey bir zamandır sinemadan çıkarken etrafıma dikkat ediyorum, birbirine soran gözlerle bakan insanlar görüyorum. Herkes filmi bir taraflara çekiyor, yorum üstü yorumlar yapılıyor. Yönetmen acaba şöyle mi demek istedi yoksa böyle mi demek istediler. Sonunda, çekimler harika idi, animasyonlar süperdi, manzaralar güzeldi, kurgu iyiydi de karar kılınıyor ve sonuç kafalarda bir soru işareti olarak askıya alınıp evlerin yolu tutuluyor. Halbuki bizim zamanımızda ne güzeldi. Ya kovboy filmleri olurdu, ya Jerry Lewis'in komedileri, ya Elvis Presley'in müzikalleri, ya da korku filmleri olurdu. Hiçbirinin de sonunda acaba ne oldu diye çıktığımı hatırlamıyorum. Ha birde arada sonu başından belli olan Türk filmlerini de ekleyelim listeye, onlarında hatırı kalmasın.

Neyse, bu seferkinin de oldukça ilginç bir konusu vardı. Şanslı insanlar toplanıp, birilerinin şansları alınıp birilerininki veriliyordu. Şanslı mı değil mi diye adam gözünü bağlayıp, trafiği yoğun bir otobanı karşıdan karşıya koşarak geçmeye çalışıyordu. Veya yine gözleriniz bağlı ormanda ağaçların arasında bayağı bir koşuyordunuz. Otobandan ezilmeden geçerseniz, ormanda ağaçlara çarpmazsanız şanslı oluyordunuz. Denemek ister misiniz bilemeyeceğim. Ben şahsen denemek istemezdim. Kabul etmek lazım ki böyle bir deneyi başarabilen insanlar muhakkak ki şanslıdırlar. İkinci bir denemede başarma olasılığı ne kadardır orasını da Allah bilir.

Bazı şeyleri denemeye cesaret edemiyoruz ama evlilik gibi bütün bu deneylerden çok daha tehlikeli bir oyuna gözümüz kapalı atlamıyor muyuz? İnsanoğlunun göze alamayacağı tehlike yok demek ki. İyi bir evlilik demek, zaten başlı başına bir şans değil mi? Sonunda ölüm yok ya, kötü giderse ayrılırsınız diyeceksiniz belki. Ama bu tek kişilik bir deneme değil, ne yazık ki. Hele bir de çocuğunuz olduysa daha da kötü. Bazen sonuçları ağaçlara çarpmaktan daha kötü bile olabiliyor. (Bu da nereden çıktı demeyin, her konuyu kadın erkek ilişkisiyle bir şekilde bağlamadan olmuyor işte.)

Her filimden sonra kendimizi genelde baş artistin yerine koyarız ya, bu filmden sonra da doğal olarak kendimi düşündüm, acaba ben şanslı birimiydim? Şans dediğin tartsan tartılmaz, ölçsen ölçülmez. Bir terazisi, bir ayarı olmayan bir nesne. Doğumumdan başlayarak hayatımı şöyle bir gözlerimin önünden geçirdim. Sonuçta tamam şanslı biriyim, ya da hayır şanssız biriyim diye bir şey ortaya çıkmadı maalesef. Bazı konularda evet şanslıydım, bazı konularda da şanssızdım. Hatta bazı konularda şansımı fazla da zorlamadığımı gördüm. İnsan bir yerde şansını birazcıkta kendi mi yaratmalıydı? Hayat, fazla zorlamaya değer miydi?

Dikkatimi çeken bir konuda, başkalarını değerlendirirken çok daha kolay karar vermemizdi. Hemencecik "yahu ne şanslı adam" veya "tuh yaaa, ne şanssız kadın" diyebiliyorduk. Ya da tam tersi tabii. Ama bunda da kriter olarak kendimizi alıyorduk herhalde. Bize göre şanslı veya şanssız. O kişiye sorsak daha değişik cevaplar alabilirdik muhakkak. Örneğin geçen gün baldız bir kedi yavrusu almıştı. Ne şanslı yavru diye konuştuk. Yediği önünde yemediği arkasında, sıcacık bir yuvada yatıp kalkıyordu. Sokaktaki diğer kedilere gelince: Yemek konusunda şanssız oldukları kesindi ama kendilerine göre hiç mi şanslı tarafları yoktu? Özgürce dolaşabilmeleri, bir sürü arkadaşlarının olması, annesini emebilmesi, akşam onun koynunda yatabilmesi. Hayatta en önemli şey karnımızın doyması mıydı?

Demek ki şans denen şey de sonuçta herkese göre değişen bir kavram diye düşündüm. Bu lafta klişeleşti sanki. Herkese göre değişme olayı. Bu hayatta herkese göre değişmeyen bir şey yok mu acaba? Hiç mi bir şeylere bu böyle böyledir arkadaşlar, diyemeyeceğiz? Mutluluklar, sevgiler, aşklar, dinler, inanışlar bile....... her şey herkeslere göre değişiyor. Ne güzel. Hiç canımız sıkılmıyor bu hayatta. Ne kadar şanslıyız di mi? İyi ki doğmuşuz diyesi geliyor insanın.

Sonuçta şansın bir yerde mutluluk gibi hayatı çepeçevre sarmasına karşılık devamlılığı olmayan bir şey olduğuna karar verdim. Bugün şanslıysak yarın şanssız olabiliyoruz. Üstelik bazı şeyleri elde ettikçe ona karşı olan elde etme isteği de geçtiği için başka şeyleri elde etmek için çabalıyoruz. Veya bir şeyler kötü gittiğinde şansımızı başka yerlerde, başka insanlarda, başka işlerde deniyoruz. Ama bazen boşlukta kalıveriyoruz. Canımız hiçbir şey yapmak istemiyor. Umutlarımızı yitiriyoruz. Hayatta hiçbir gayemiz kalmıyor. İşte en şanssız anımız bu anlar olsa gerek. Bu anlarda yanımızda bize destek olacak birilerinin bulunması da en büyük şansımız olmalı. Bir yerde elimizdekilerin farkına varmak ve onlara sahip olmaktan mutluluk duymasını bilmek gerek. Elimizdekileri bir daha gözden geçirmekte fayda var (daha çok manevi olanları). Sevdiğimiz birinin mezarını ziyaret edebiliyorsak, bu bile bir yerde şansımız olmalı. Yoksa elde olmayanlara üzülmek, her zaman şanssız ve de mutsuz biri olarak bu hayattan geçip gitmemiz demek. O da bir seçim tabii.

Şanslı günlerimizin daha çok farkına varmamız, hayatı tebessüm ile yaşamamız dileğiyle.

F.Karaege
faik@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Eski Dost : Engin Esen


BENİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ

Herşey,altı yıl önce başlamıştı...Aynı işyerinde çalışıyorduk, O'na karşı birşeyler hissettiğimden emindim.

Utanarak söylüyorum ki o tarihlerde dört yıl gibi uzun bir süredir devam etmekte olan bir ilişkim de vardı...Ama kendime göre sebeplerim vardı,son yıl tam bir eziyete dönüşmüş,birbirimizi sadece üzmeye,kırmaya başlamış,her görüşmemiz didişme ve ağız dalaşı ile sona erer olmuştu.Gerçekten çok şey paylaşmış,birbirimizi çok sevmiştik.Fakat üzerimizden o 17-18 gibi genç yaşların toyluğunu atmaya başlayıp kişiliklerimiz oturmaya başladıkça,birbirimiz için o kadar da uygun olmadığımız fikrinde birleşiyorduk.Nasıl olur?Birbirimiz için liseden beri çıldırıken birçok deneyime birlikte ulaşmış,yan yana geldiğimizde bedenlerimiz engel olunamaz bir titreme nöbetine tutulurken...Nasıl olur?İşte bu soru,ve cevabından emin olma arzusu,eziyete dönüşen dönemin bir yıl kadar uzun sürmesine,son ana kadar ilişkimize bir şans daha vermemize neden olmuştu.Bunları konuşmuyorduk ama uzun süredir birlikte olmamız,konuşmadan,bakışmadan dahi ne düşündüğünü/düşündüğümü anlamaya yetiyordu.

Nasıl olur?O'nun sevgilim olmasını ne kadar çok istemiş,ne kadar çok uğraşmıştım...Şimdi ise artık kangren olmuş bu ilişkiden nasıl kurtulurum diye uğraş veriyor, her seferinde aklımla kesin karara ulaşırken kalbimle engel oluyor,vereceği tepkileri de düşünerek ilişkiyi suni solunum cihazında bırakmaya devam ediyordum.

Neredeyse bir yıl olmuştu şirkette işe başladığı... Gerçekten çok hoş, çok minyondu, ılımlı bir tavrı vardı. Şirkette çalışan diğer kişiler gibi benim soğuk, kaprisli biri olduğumu düşündüğünden emindim. Mesafeli ve hatta bana karşı kimseye olmadığı kadar çekingen davrandığını görebiliyordum.

Şirketin bir yemeğinde, aramızdaki buzlar çözülür gibi oldu ama bana yine herkesten daha soğuk davranıyordu.Beni uzaklaştırması gereken bu tavrı aslında ters işlemiş ve beni biraz da hırslandırmıştı. O'nun sempatisini belki de sevgisini elde etmeliydim,kesin kararlıydım.Kimi kandırıyorum!O'nu gerçekten elde edip, bana aşık olmasını istiyordum...

Uzun süredir devam eden,kendisinin de tanıştığı bir sevgilim vardı zaten,önce bu ilişkiden kurtulmalıydım.Bunu O'nunla beraber olabilmek için değil,kendim için yapmak zorundaydım,gücümü toplayıp sorduğumda vereceği cevap,gururum haricinde önemli değildi,ilişkimi bitirmem için bahanem olacaktı.Hem artık kimseye bu kadar bağlanmayacak,dizginleri elimde tutacaktım.

Gücümü, cesaretimi toplamam iki haftamı aldı. Ve birgün,hafta içi dışarıda iş için koştururken, ''Tamam.,,dedim. Ve durulmaması gereken bir meydan da park edip telefon kulubesine gidip aradım O'nu. Evet aradım. Sonradan söylediğine göre,sesim ve hitabımdaki samimiyetten, beni duyar duymaz birşeyler olduğunu sezmiş. ''Akşam iş çıkışı bana 15 dakikanı ayırabilir misin canım?,, dedim. Aldığım olumlu cevap, bütün gün oradan oraya boş boş gezmeme,kendi kendime kafamın içinde konuşurken bile sesimin titremesine neden olmuştu. Ne de olsa daha son noktasını koyamadığım bir birlikteliğim vardı.Evet,ilişkimi daha bitirememiş,o cesareti kendim de bulamamıştım.

Zar zor akşamı ettim,ofise dönüp içeri girdim,O'na her zamanki ciddiyetle vermem gereken işleri verdim,O da aynı tavır içindeydi,ama tedirginliğini,heyecanını çok rahat sezebiliyordum.Sadece bana,ofisten birlikte çıkmamamızı,birkaç dakika sonra söylediği yerden O'nu almamı söyledi...

İşten nasıl çıktığımı,buluşacağımız yere nasıl gittiğimi bilmiyorum.Bana çok uzun gelen birkaç dakikalık beklemeden sonra,nihayet geldiğini gördüm.Vaktinin fazla olmadığını söyledi,acaba benim''birkaç dakikanı ayırabilir misin?,,lafıma bozulmuş muydu?Ne de olsa her ikimizde neler konuşacağımızı tahmin ediyorduk...

''Merhaba !,, ''Nasılsın ?,, gibi,o an için çok anlamsız olan bir iki lakırdıdan sonra ikimizinde bozmaya cesaret edemediği bir sessizlik oldu.Sonunda niyetimi belli edip,özel bir arkadaşlığı olup olmadığını sordum.Alacağım cevap hakkında inanın hiçbir fikrim yoktu,ofisten hiç kimseye hakkında birşey soramazdım.Aldığım cevap,yüreğime su serpti ve nefes almadan,O'nu tanımak için bir fırsat istediğimi,eğer birbirimize hoşlanmanın ötesinde birşeyler hissedersek de niyetimin gönül eğlendirmek olmadığını da söyleyiverdim.

Tam beklediğim gibi,öncelikle benim devam eden bir ilişkim yokmuymuş sorusu geldi.Ben de olduğu gibi anlattım(Kısmen!).Uzun zamandır sorunlarımız olduğunu,birbirimize karşı artık birşeyler hissetmediğimizi,didişmekten dolayı,zaten seyrek olan buluşmalarımızın,hep tartışma ile bittiğini ve bir ay kadar önce son noktayı koyduğumuzu söyledim.Tamam,O bilmiyordu ama ben ayrılmıştım ondan kafamda...Üzerimizden tedirğinliğimizi atmış olarak,aslında o anda ikimizinde bildiği cevabını beklemek üzere evine bırakmıştım O'nu...

Uçarcasına eve gittim.Cevabını kestirebildiğimden midir bilemem ama,hiç umurumda değildi o an için...Ama inanın,olumsuz bir cevap alsam da hiç önemli değildi.Hemen telefona sarıldım,hiçbir şeyden haberi olmayan sesi karşımdaydı.''Artık bitti!,,dedim.''Birbirimizi daha fazla yaralamadan,üzmeden,şu aramızda kalan her neyse bitirelim,devam ettirmenin,daha doğrusu,devam ediyormuş gibi yapmanın bir yararı yok.Kendimize birer şans tanıyalım.,,dedim.Aman Allah'ım.Evet yaptım,söyledim en sonunda...Ohh beee!Nasıl rahatlamıştım inanamazsınız,telefonun diğer ucunda,O'nun yüksek bir ses tonuyla neler söylediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.''Neden daha önce söyleyemedim ki sanki?,,diye geçirdim içimden.Ama korkumun nedenini telefonu kapatmamdan 20 dk.kadar sonra kadar fark ettim.Duştaydım.Kapı çalındı,kız kardeşimin açtığı kapıda O vardı.Birşeyler konuşuyorlardı,ama tahmin ettiğim gibi sesinde herhangi bir titreme,üzüntü tonu duymamıştım.Nasıl çıkacaktım duştan şimdi....''Off yaaaa!,,

Duştan çıkar çıkmaz,koridorun sonundaki odama doğru sessizce meylettim,ama kapıyı arkmadan kapatan ben değildim.''Eyvah,başlıyoruz işte!,,Nedenini sormalar,düzeltebileceğimiz konusunda kendinden emin olduğunu,elinden geleni yapacağını söylemeler,bla bla bla,vs....Ta ki,gözlerimde ki kararlılığı görene kadar.Yani,öyle görmüş olmalı ki,gözlerimebakar bakmaz ağlamaya başladı.Tamam,son aşamaya da geçiyorduk.Ama,ne o?Zayıf mı düşüyordum?Sadece ağlıyordu,kısa bir süre sonra bitecekti.Sarıldık.Bilirsiniz,o uzun birlikteliğin vermiş olduğu dostluğu,beraber paylaşmak duygusunu...Gözyaşları artık daha fazla akıyor,boynumdan,yanağımdan aşağıya süzülüyordu.Bana ne kadar da bağlıydı?Sevgisinden de asla şüphe etmemiştim.Ama sürekli tartışıyorduk,ne yapmalıydım ki başka?O çok tanıdık yasemin kokusu üzerime sinmişti,çok özleyecektim bu kokuyu...

Yaklaşık iki saat sonra,teselli edebilecek ne söz varsa söylenecek söylemiş evine bırakmıştım.

Ertesi gün arayacağından çok emindim ama,aramadı.
Bunu nasıl olsa yapacaktım,başka biriyle ilgilenmemin,ve o başka birinin bana vereceği,olumlu ya da olumsuz bir cevabın bunda hiç etkisi yoktu.Sadece,kendimi konsantrasyonumu sağlamama yardımcı olmuş olabilir...

Ne tesadüf ki,bundan iki gün sonra,bayan iş arkadaşlarımın,hafta sonu bir gece eğlenmeye gidelim teklifini aldım.Aslında benden,benim onlardan haz etmediğim gibi hoşlanmazlardı.Amaçları sadece o gece için ulaşım sorunlarını çözmekti.Gelecek olan kişileri saydıklarında ''Tabii,neden olmasın!,,deyiverdim.

Baharın son ayı ve ayın da son günleriydi.
O gece,karşılıklı oturup,herkesin dikkatini çekmek pahasına uzun uzun sohbet ettik.Ve cevabını beklemem oldukça kısa sürdü.Artık özel bir arkadaşlığa yelken açacaktık birlikte,ama aklımdan,iki gece önce ağlayarak bıraktığım kişi geçiyordu...Gül,eğlen bakalım,bu senden fitil fitil çıkar elbet...

İlişkimiz beklediğimden çok hızlı ilerliyordu.Her boş zamanımızı birlikte geçiriyor ve bundan da keyif alıyorduk.O yaz,annesi ve kız kardeşleri ile tatilini geçirdiği belde ye gittim ben de.Birlikte vakit geçirir,belki annesi ile de tanışmış olurdum.Ne de olsa anneler,kızları hakkında herşeyi bilirler,ve onay verirlerse işler daha da kolaylaşabilirdi...Bir haftalık tatilin son günlerinde beklediğim gibi annesi ile tanıştık,bu başbaşa bir konuşmaydı.Benim nasıl biri olduğum,amacımın,kızına ilgi duyma sebeplerim gibi sorular ve cevaplarla geçen konuşma lehime sonuçlanmış,sorgulamadan alnımın akıyla çıkmıştım.Bu benim de çok hoşuma gitmiş,ailesi ve bakış açıları hakkında bir fikir edinmeme sebep olmuştu.

Aylar sonra,artık,annesi ve kardeşleriyle çok ciddi bir samimiyet kuduktan sonra,ailenin reisi ile tanışma zamanının geldiğini söylediler.Haklıydılar,kızları ile ciddi,ileriye dönük bir ilişki yaşıyorduk.Babaları hakkında tek bildiğim,çok iyi yürekli fakat aksi,tutucu,sert mizaçlı bir Anadolu erkeği olduğuydu.O'ndan çekindikleri belli oluyordu.Ama işim gereği yüzlerce insanla birlikte olup,onlarla iş yapmam,beni insan ilişkileri konusunda gerçekten tecrübeli yapmıştı,ve en ufak bir tedirginlik yaşamıyordum.Nihayet tanışma günü geldiğinde,(ben,evlerine biraz erken gitmiş,babaları da biraz gecikmişti,tedirginlikleri daha da artmıştı..)benim rahatlığım onların sinirlerini bozuyordu.Ve kapı zili çaldığında,hepsinin oturdukları yerden hafifçe sıçradıklarını söyleyebilirim.Tanıştırılma ve eften püften,havadan sudan konuşmalardan sonra,konuşmalar,niyetim ve geleceğe ilişkin planlarımla ilgili açıklamalarım ile devam etti.Sonunda da,herkes rahatlamış bir şekilde tatlı bir sohbet,(biraz daha gayri resmi)ile akşamı bitirdik.Kendimden emindim zaten,etkilemiştim babalarını.Bundan sonra herşey daha kolaydı.

Bir yıl sonra nişanlanmıştık,aileler tanışmış,ilişkiler sağlamlaşmış,aile içinde çok sevilir olmuştum.Daha nişanlıyken bile ailesinin yaptığı seyahatlerde ben de yer alıyor,eşlik ediyordum.

Ve askerlik...Kısa dönem ama askerlik işte,ayrı kalmak zordu.''Sabret,dönüşte yuvamızı kuracağız.,,diye teselli ediyordum O'nu...Gerçekten göz açıp kapayıncaya kadar geçen,keyifli diyebileceğim bir askerlik döneminin ardından,başka bir şirkette işe başladım ve koşuşturmaya dalıp,evlenmek için bir yıl kadar bir sürenin geçmesini beklememiz gerekti.Bu arada ben başka bir şirkette işe başlamıştım.

Hazırlıklar...Kim mükemmel olduğunu söyleyebilir ki.Ufak tefek şeylerin sorun edilmesi,bitmek tükenmek bilmez prosedürler,acemiliğimiz.Çok komik bir halimiz vardı.Eğlenmemiz gerekirken,küçük şeyler yüzünden bu tatlı dönemin tadını almayı unutuyorduk...

Ve sonunda hazırlıklar bitip,evimizi yerleştirdikten sonra nikah ve balayı...İşte sonunda herşey bitti,başbaşayız,birlikteyiz...O kadar zamandır beraber olmamıza rağmen ne kadar çok şey var birlikteyapılacak,hepsi ayrı bir keyif,hepsi ayrı bir tat.Birbirimize özen ve saygı,sınırsız bir sevgi duyuyor,bunu her fırsatta belli ediyorduk.Gerçekten hayatımı birlikte geçireceğim insanda yanılmamıştım,kararım doğruydu,şükürler olsun...Bir insan başka ne ister ki?

Ama fazla uzun sürmedi.İki ay gibi kısa bir süre sonra,ilk tartışmamız.Çok küçük bir sorun,ama insan karşısındakini tartışmadan tanıyamıyor.Küçük şeylerin nasıl büyüyebildiğine inanamazsınız.İnsan psikolojisi,karşısındaki geri adım atmayınca daha çok üsteleme,daha çok savını savunma cihetine gidiyoruz.Gözüm korkmadı değil,asıl evlenince birbirinizi tanıyacaksınız demişlerdi.Haklılarmış,her iki taraf içinde geçerli bu.Bu olay böyle dersler çıkarılarak,daha ılımlı olma sözleri verilerek atlatıldı.

Birlikte iyi vakit geçiriyor,aynı şeylere gülüyor,aynı şeylerden tat alıyorduk.Ben zaten O'nu tanıyordum,işte bak onlar ilk heyecanla yapılıp,büyütülen tartışmalar diye düşündüm.

Yanılmışım...Arada yine küçük şeylerin büyütüldüğü,birbirimizi dinlemeden, tek taraflı yaptığımız irili ufaklı tartışmalar yaşadık.Bunlar aslında hep içimizde küçük kızgınlık birikintileri bırakıyordu,ileride bunlar başımıza iş açacaklardı.

Hep mantıklı olmaya çalışıyor,becerebildiğim kadar empati ile O'nu ve düşüncelerini anlamaya çalışıyordum.Ne de olsa bir bayandı,gizem,anlaşılmazlık O'nun doğasında vardı.Herşey düzelip,aramızdaki kırgınlığın silindiği bir dönemde,başka bir tartışma patlak veriyor,bu tartışma sebepleri çok daha önemsiz bile olsa önceki sorunların,küçük kırgınlıkların biriktiği deltalarda birikiyor,artık her seferinde daha çetin tartışmalar yapmamıza neden oluyordu.

Aradan bir buçuk yıl geçmişti,düşe kalka,kah tartışarak,kah gülerek ilişkimizi devam ettiriyorduk.Küçük tartışmalar,gerçekten küçük kalıyor,birbirimize daha ılımlı yaklaşıyorduk.Meğerse bunlar sadece tartışacak gücümüz ve azmimiz kalmamasındanmış.Nereye kadar gider ki böyle?

Ve beklenilen oluyor,bir tartışmanın alevlendiği sırada, bir sonuca varmamamız,tartışmanın uzayıp gitmesi ve gittikçe de sert bir üslup takınmamız,O'nun, ''Ayrılalım o zaman,biryere varamıyoruz.,, demesine kadar gitti...

Bu ilk kez duyduğum,aklımdan geçmeyen birşeydi.O gece ilk defa aynı yatakta yatmadık.İnanamıyorum,neler oluyordu bize?Geçerli bir sebebimiz var mıydı?Hayır,pire için yorgan yakıyorduk,salondaki kanepede uzanırken düşünüyordum bunları ve yarın ilk iş,işyerine bir çiçek gönderecek,gönlünü alacaktım.

Başarılı oldum,sanki bunu bekliyormuş gibi,herşey düzelmiş gibiydi...Ama hayır işte!Ol-mu-yor-du.Bir ay sonra başka bir incir çekirdeğini doldurmayacak sorun ve arkasından gelen anlamsız,sonu gelmez tartışma,bu sefer ben ayrılmamız gerekip gerekmediğini soruyordum.Çocukça mı davranıyorduk yoksa,emin olamıyordum.Ama bana karşı hislerinde büyük kayıplar yaşadığını,bunun çok doğal olduğunu,tartışıp durduğumuzu,içinde kırılacak birşey kalmadığını söyledi.Benim için de aynı şeyler geçerliydi,bu kadar basit sorunların bu kadar kangren olması,ciddi bir sorunla karşılaşmamızın felaket olacağına delaletti..Ama hiç geri adım atmıyor,herşeyi benim tamir etmemi,gönlünü almamı,yapıcı olmamı,çabalayan olmamı bekliyordu.Bence O'nun da sorunları çözmek için sorumluluk alması,çaba sarfetmesi gerekiyordu,evlilik bu değil miydi?Ama,hayır...Hep ben mi uğracaktım,ilişkinin devamını bir tek ben mi istiyordum?

Dayanma gücümüz, sadece bir iki ay daha yetti, ve uzun zamandır aynı yatağı paylaşmamaya,birbirimizin yüzüne gülmemeye,mutsuz insanlar olarak orta da dolaşmaya başlamıştık. Yapacak birşey yoktu,ayrılacaktık. Oysa herşey ne güzel başlamıştı... Hayat ne güzeldi... Gerçekten sebep neydi, O'nun Ayşe, benim Ali olmam galiba... İki ayrı kişilik, birbirine boyun eğmeyen, karşısındakine ayak direyen iki ayrı kişilik...

Artık yeni bir hayat var önümde. Ne kadar çok şeyden uzak kalmışım son zamanlarda, hepsini sindire sindire yaşayacağım. Herşey olup bitene kadar... Geride kalan herşeye alışmak, atlatmak kolay.

Şimdi herşey bittikten sonra düşünüyorum da, aslında bunları yaşamamın sebebi, bir genç kızın hayallerini yıkmak, uzun süre ilaç tedavisi görmesine, aşırı kilo almasına neden olmak, üzüntüsünün baş mimarı olarak yaşadıklarına seyirci kalmak olabilir mi?



Engin Esen
enginesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan


Suç ve Ceza

-Cemil Çiçek-Ziya Paşa-

Adalet Bakanımız Cemil Çiçek basına demeç üstüne demeç vererek halkı hukuk düzenimizin değişmesi için katkıda bulunmaya, bakanlığının çıkarmaya çalıştığı AB’ye uyum yasalarına destek vermeye çağırıyor. Bununla da kalmıyor Çiçek,”halk uygulamaları da takip etmeli” diyor. Salt yasa çıkarmakla Türkiye’nin sorunlarının çözülemeyeceğini, uygulamayı yapanların nasıl yaptıklarının da halk tarafından izlenmesi/denetlenmesi gerektiğini belirtiyor.

Halkımız Osmanlı döneminde padişahın kulları idiler, daha sonra bildiğiniz gibi gelişti Cumhuriyetimizin kulları oldular; ama bir türlü vatandaş olamadılar. Ancak şimdi onlardan bir konuda gelişmiş ülke vatandaşları gibi davranmaları bekleniyor.
Ne kadar gerçekçi bir tutumdur?
Geçelim.

Manzara-i Umumiyeyi özetleyecek olursak, Adalet Bakanımız devletimizi vatandaşlarımıza şikâyet ediyor.”Siz vatandaşlık görevlerinizi layıkıyla yaparsanız, biz de devleti demokratikleştirebileceğiz” demeye getiriyor.

Ve hukuk düzenimizin “Hırsızlık” babındaki suç ve cezaların akıl almaz uyumsuzluğunun altını tekrar tekrar çiziyor Adalet Bakanımız.Hapishanelerimiz ekmek çalan,börek çalan,baklava çalan ve benzerleriyle dolup taşıyormuş ama,banka hortumcuları ya hiç uğramıyorlarmış oralara,yada şöyle kısa bir süre için –herhalde ayıp olmasın babından- kral dairelerine uğrayıp geçiyorlarmış.Hırsızlık söz konusu oldu mu kalıcı mahkumlarımız ise hiç değişmiyorlarmış: yani bildiğiniz ekmek-baklava-börek hırsızları ve benzerleri...

Benim asıl garibime giden şu:
Devlet-i Osmaniye’nin devlet adamlarından Ziya Paşa devletten şekvacıydı, Devlet-i Cumhuriye’nin Adalet Bakanı Cemil Çiçek de öyle.

Cemil Çiçek özetle ne diyor :
”Yasalarımız ve uygulayıcılarımız ekmek-pasta-börek çalanları yakalayıp mahkum edebiliyorlar ama, iş büyük hırsızlara, banka hortumcularına falan geldiğinde, sos veriyorlar. Peki Devr-i Osmaniye’nin devlet adamlarından Ziya Paşa nasıl dillendiriyordu o dönemin benzer hukuk manzaralarını:

“Milyonla çalan mesned-i izzete serefraz
Birkaç kuruşu mürtekibin cay-i kürektir”

Yasaları kimler yapıyor?
Politikacılar ve bürokratlar.
Kimler uyguluyor?
Bürokratlar.
Yaslardan ve uygulamalardan kimler şekvacı:
Politikacılar ve bürokratlar.
Peki bu adaletsiz adalet düzeninin faturasını ki ödüyor?
Bizde adet olduğu üzere her zaman ve YALNIZ HALK!

Ne güzel bir oyun değil mi?!!!
Tanrım, gel de verdiğin şu yarım yamalak aklıma mukayyet ol, yoksa o da gidiyor haberin ola!

Kemal Duykan
kduykan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_166.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.699 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Sana Benzemek

Sana benzemek,
Tüm kavramları aynı anda yaşayabilmek,
Dakikada iki yüz çarpan kalbime "dur" diyebilmek,
Yaşamayı en sevdiğim anda "ölüm"ü kabullenebilmek,
Maviyken yeşil,siyahken beyaz olabilmek,
Biraz ukalalık,biraz dik kafalılık,biraz inatçılık belki,
Belki de
Yıldızları seyrederken ayı,denizi seyrederken kumları özlemek,
Ama hep bir şeyleri özlemek...

Sana benzemek
Bir gün senin de bana benzemen demek.

Ayşe DİKCİ

<#><#><#><#><#><#><#>

KALBİMİN EN DOĞUSUNDA

Aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda
içimde yağmur duasına çıkmış birkaç köy
Birkaç köy sular altında
Kalbimin doğusu,
her resme güneş çizen bir çocuktu.
Gam yükünün kervanları yürürdü dudaklarımda
Kavruk ve çatlaktı dudaklarımın toprakları
Ölümün ötesinde bir köy vardı
Orda, uzakta, kalbimin en doğusunda
Şimdi bana yalnızca
Dertli türkülere duyduğum karşılıksız aşk kaldı
Güzel beyaz bir tay doğururdu her sene hafızam
Yorgundu oysa
Durmadan, durmadan hatırlamaya koşmaktan.
Kalbimin doğusunda bir yalan dünya vardı.
Okyanusları mavi olmayan.
Benim için hayat,
Kalbi kalpazanlıktan kırk sene yatmış çıkmış bir adamdı.
Geçmişim acıyor şimdi, yalnız benim değil
Benim ülkemin geçmişi de acıyor mesela.
Bilirdim oysa ilk badem ağaçları çiçek açar baharda.
Bilirdim çiçek satan çingene kızlarını
Onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara
Bir gül parasına satardı.
Oğlan kıza bir gül alsa
Bilirdim odur en kırmızı zaman.
Adına aşk diyorlardı
Kalbimin doğusunda bir yalan dünya vardı.
Kim bir şairi kırsa
Şair gider uzun bir dizeyi kırar mesela
Bilirim kim dokunsa şiire
Eline bir kıymık saplanacak.
Bilirim kırılmış dizeleri tamir etmez zaman
Yorgunum oysa
Durmadan kendime bir tunç ayak aramaktan.
Aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda
Boş salıncaklar gibi gıcırdayarak konuştum karanlıkla
Kediler gibi mırıldanarak.
Alkolden bir denize bıraktım kalbimi
Kırmızı bir sandal gibi
Arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla
Avuçlarımla konuştum
Allah büyüktür diyen insanlar gibi.
Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi
Yumuşak ve kremalı konuştum onunla.
Boynumda leylaklar açardı baharda
Mor ve pembe konuştum karanlıkla
Gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim
Sözler vardı içimde işe yaramayan
Sözlerle konuştum karanlıkla...
Önce söz yoktu kalbimin en doğusunda
Sözler...
Bir yağlı urgandı acıyı boğmaya yarayan

Didem Madak

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Biri şuna bir pipet verseymiş ya!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://nssdc.gsfc.nasa.gov/imgcat/
Mars dünyamıza iyice yaklaştı ama elimde değil teleskop, dürbün bile yoktu göremedim diyenler için büyük hizmet. Sadece mars değil, güneşsistemi üzerinde keşfedilmiş tüm gezegenlerin özel çekim resimlerinin bulunduğu bir web sayfasının adresini paylaşıyoruz. Tıklayın ve görmedim demeyin.

http://www.felsefeekibi.com/login/nedir.html
Web sayfalarının ön yüzlerinde, yani ilk tıkladığınızda gördüğünüz sayfalarda neler olduğunu hepimiz genellikle tahmin ederiz. Ya arka taraflarında neler olur. Örneğin: ziyaretçilere doğru yolu gösterme çalışmaları için neler yapılır? Sizlere basit bir örnek sunuyorum. Bu örnekte üyelik formunu doldururken "abi bu soru ne demek şimdi?" gibi ilginç sorular soranlar için hazırlanmış bir kılavuz göreceksiniz.

http://www.koert.com/work/newage/index.html
Sayfa içerisinden herhangibir görsel çalışmayı seçip, ekrana yeni açılan sayfa üzerinde mouse'unuzla görsel çalışmalar yapıyorsunuz. ...Playing with color is fun and relaxing. You can make your own intuitve painting in our interactive painter. You don't have to click or select color to get beautiful results. Just move the mouse! It is so easy...

http://www.koert.com/work/pacman.htm
Dilimizdeki adıyla eski ama eskimeyen oyunumuz "DOBİŞKO" ya da gerçek adıyla "PACMAN" oyunu. İyi eğlenceler.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


NapkinRace v1.0 [10.4M] W9x/2k/XP FREE
http://steinware.dk/downloads.php?title=NapkinRace
3 boyutlu bir araba yarışı oyunu. 3 arkadaşla yada 4 bilgisayar yarışçısına karşı oynayabildiğiniz hoş bir oyun. Evet biraz büyükçe ama bedava. Gülü seven dikenine katlanır değil mi?

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030922.asp
ISSN: 1303-8923
22 Eylül 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com

Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri