KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 362

 9 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Editörüm çok yaşa!...


Merhabalar,

Aslında sağlam adamımdır. Öyle kuru gürültüye pabuç bırakmam. Hele rüzgar, fırtına vız gelir tırıs gider. Ama gelin görün ki o rüzgar bir pencereden girip diğerinden çıkarken sırtınızı yalamışsa yapacak birşeyiniz kalmıyor. Ben de şu anda teslim bayrağını çekmiş cereyanzedeyim. Üzerinize afiyet nevazil oldum efendim. Burnumu silmek için 2 saat önce yanıma aldığım tuvalet kağıdı bitmek üzere. Matbaanın etrafı papatya tarlası görünümünde. Nazik burnuma, akan sıvıları altetmek üzere bandırılmış ardından buruşturulup bırakılmış tuvalet kağıdı topakları papatyaları andırıyor. Burundan geçtim, kafayı biraz geride tutunca yerçekimine karşı koyabiliyorum ama ya gözlerimden akan yaşa ne demeli. Biraz önce şöyle bir aynaya baktım, bakmamla kaçmam bir oldu. Ağlamaktan şişmiş maymun kıçı gözler, kızarmış, üstüne beyaz beyaz kağıt parçacıkları bulaşmış bir burun ile pek güzeldim doğrusu. Yahu bukadar kısa zamanda bu kadar akacak sıvı nerden nasıl çıkar? Anlayacağınız durum vahim. Dua edin aramızda teller uydular falan var. Kahve Molası basılı bir gazete olaydı siz görürdünüz, yarın tüm Türkiye nevazil olmuş hapşırıyordu. İşte buda nevazilin yan etkisi. Hababam sallıyorsun, kimse gülmüyor, geçmiş olsun deyip geçiyor. Bu güzel girizgahtan sonra aranızda fazla kalamayacağımı anlamışsınızdır umarım. Hayır ikinci rulo var mı yok mu bilmiyorum. Birde tuvalet kağıtsız kalırsam vay halime.

Dün o kafayla yazarken yemeğe katılacak yazarlar arasında sevgili Betül'ü saymamışım, bugün hakkettiğim fırçayı yedim pek tabiki. Efendim yemeğimize Sayın Betül Ayhan ve Faik Karaege'de katılıyorlar, tüm sevenlerine gururla duyurulur. Bu arada genel istek üzerine, yetkimi kullanarak başvuru tarihini 10 Ekim Cuma akşamına kadar uzattım. Acıtmadan başvurabilirsiniz. Haappşuuuu.... Çok yaşa Cem.... Sende gör Cem....

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 Misafir Kahveci : Ziya Akça Kayar


HÜZNÜN MEVSİMİ DEĞİLDİR SONBAHAR!

İlkokulda mevsimleri anlatırken klasik olarak sorulurdu;
"Sonbahar'ın geldiğini nasıl anlarız?"
"Hava daha erken kararmaya başlar,sıcaklık düşer,göçmen kuşlar sıcak ülkelere doğru uçarlar,ağaçların önce yaprakları sararır sonra da dökülür"…Ve ardından bir hüzün çöker!..

Nedense Sonbahar mevsimi insanlarda sadece ve sadece hüznü çağrıştırır.Sanırım iklimin değişmesi ve gelecek olan soğuk ve kasvetli Kış'ın habercisi olması nedeniyle böyle bir izlenim bırakır bizlerde.

Sonbahar ayrılıkların mevsimidir,insanlar genelde Hazan'da ayrılır ve ilkbahar' da yeni aşkların başlangıcı yaşanır.

Peki hiç olaya farklı bir açıdan bakmayı düşündünüz mü?

Bütün bu ayrılıkların,kara Kış'ın habercisi olmanın,hüznün sebebi; doğanın kendini bir yılın yorgunluğunu üzerinden atarak yeni başlangıçlara hazırlamış olabileceğini aklınıza getirdiniz mi?

Doğa da durağan bir olgu değildir,devamlı hareket halindedir ve bunun tabii sonucu olarak o da yorulur ve dinlenerek kendini yenilemeye ihtiyaç duyar.Eğer ağaçlar yapraklarını dökmese kış boyunca yeterince besin alamadıkları için kendi ölümlerine neden olacaklar ve her yıl binlerce ağaç yok olacaktır.Göçmen kuşlar sıcak memleketlere doğru uçmasa bir çok kuş türünün adını bile öğrenemeyecek ve asla çocuklarımıza "Seni leylekler getirdi evladım" diyemeyeceğiz. Bunların yanında en önemlisi; doğa kendini yenileyemez bir hale gelecektir. Kış mevsiminde güçlü ile güçsüz ayırt edilecek ve ölümlerle birlikte bahar da olacak doğumlar birbirini dengeleyeceklerdir.

Eğer hayatımızda hep mutluluk olsa ve hüznü yaşamamış olsak acaba bulunduğumuz koşulların kıymetini ne kadar bilebilecektik? Yaşadığımız hüzünle birlikte bizde tıpkı ağaçlar ve diğer canlılar gibi kendi üzerimizden bir yılın yorgunluğunu atarak,kalbimize ve duygularımıza mola verdirerek yaşanan mutlu ve coşkulu anların kıymetini anlayacak ve daha sonra gelen Bahar'la birlikte yeni ufuklara doğru yelken açmanın sabırsız beklentisi içine girmekten kendimizi alamayacağızdır.

Her gün en sevdiğiniz yemeği yemek belki başta size cazip gelebilir ama, hayatta en sevdiğiniz yemekten gün gelecek nefret bile edeceksiniz, sonra araya çeşniler katılmasını isteyecek ve sevdiğiniz yemeğin özlemini çekmeye mahkum edeceksinizdir kendinizi.

Arada sırada baharatlı ve acılı yemeklerle damağınıza idman yaptırmazsanız,her zaman tatlı yemekler damağınızın tat alma duyusunu öldürecektir. Acıyı tatmayan tatlının ne demek olduğunu bilemez.

Sonbahar'ın hüznünü, kışın kasvetli,soğuk ve karanlık günlerini yaşamayan gelen baharın ve yazın doğaya katmış olduğu hareketi, canlılığı, cıvıltıyı sıradan bir olaymış gibi algılar ve kanı kaynamaz asla.

Gece olup da uyumasak bir sonraki gün nasıl aynı tempoda işlerimizi yapardık? Vücudumuzun diri ve ayakta kalabilmesinin sebebi değil midir uykularımız?

Sonbahar hüznün mevsimidir derler,yanlış bence;Sonbahar evrenin coşkusuna kavuşmak için kendisini istirahata çektiği gecedir.

Ziya Akça Kayar
ziyaakca@kahveciyiz.biz

Yukarı

Tanju Akdeniz

 Misafir Odası : Tanju Akdeniz

   Başkaları

"Başkalarının ne düşündüğü beni ilgilendirmez" dediğiniz oldu mu hiç? Sizi bilmiyorum ama Charles Handy, Ruhun Arayışı adlı kitabında Amerikalıların yüzde 63'ünün başkalarının kendini ilgilendirmediğini düşündüklerine ilişkin bir araştırma sonucundan söz ediyor 1. Kalan yüzde 37'nin -en azından bir bölümünün- "beni tanımayanı ben hiç tanımam" şeklinde bir tavır sergileme olasılığını da hesaba katarsak nasıl bir sosyal iletişim ortamının olabileceğini varın siz düşünün...

Adından daha önce de söz ettiğim Francis Fukuyama, Güven adını verdiği kitabını, bireylerin başkaları ile işbirliği yapabilme yeteneği üzerine kurar. Üstelik bu kendiliğinden sosyalleşme daha önce hiç tanımadığınız insanlara güven duyabilmeyi şart koşar. Fukuyama'nın "Birbirine güvenmeyen insanlar, en nihayetinde kendilerini yalnızca müzakereye, anlaşmaya ve dava etmeye iten bir formal kurallar ve düzenlemeler sistemi altında birbirleriyle işbirliği yapabildikleri bir toplumda bulacaklardır." 2 saptamasını bir felaket habercisi olarak görmemek için fazlaca saf olmak gerekir...

Toplumların kazandaki kurbağa örneği yavaş yavaş içine sürüklendikleri bu durumu ilk gören Fukuyama değil elbet. Tocqueville, demokratik toplumların bir kusuru olarak gördüğü bireycilik konusunda bizi yarım yüzyıl önce uyarmıştır: "Bireycilik, topluluğun her üyesini yığının diğer üyelerinden koparır, ailesi ve arkadaşlarından ayırır; böylece bireyin kendi etrafında küçük bir daire oluşturmasına imkan verir; sonra da kişinin toplumu kendi gidişatına bırakmasına yol açar. Bireycilik demokratik toplumlarda boy gösterir; çünkü bu toplum yapısında, aristokratik toplumlardaki insan guruplarını birleştiren sınıf ve diğer sosysl yapılar yoktur. Bu da insanların ailelerinden başka ilişkilenecekleri bir yapının olmamasına yol açar. Dolayısıyla bireycilik, ilk olarak, yalnızca kamu yaşamının erdemlerini tüketir, fakat uzun dönemde bütün diğer alanlara saldırır, yok eder ve bütünüyle direkt bir bencillikle yoğrulmuştur."3

Çevrenizde huyunu suyunu bildiğiniz, güveninizin tam olduğu kaç kişi var? Kırk? Elli? Yoksa İki-üç mü? Yüz kişi olsa ne farkeder? Yüz kişi ile kendi etrafınızda fazlasıyla yeterli bir güven çemberi oluşturabilirsiniz belki, ama toplum ölçeğine çıktığınızda milyonlarca hatta milyarlarca insana güvenmek zorundasınız. Yüzbinlerce kişinin çalıştığı bir şirketin yöneticisinin ilk yapması gereken çalışanlarına güvenmektir. Sadece güvenmek...

Güvenilir olmanın ya da başkalarının güvenini kazanmanın yolu basit olduğu kadar zordur da. Kişisel çıkarlarımız, ihtiraslarımız ve egomuz başkalarınınki ile sürekli bir çatışma içindedir. Hangi durumda bireyci yönünüze kulak verirsiniz: Size güveni tam olan biri ile girdiğiniz bir çatışmada mı, yoksa size güvenmeyen biri ile girdiğinizde mi? Hangisini daha büyük bir iç huzuru ile kandırabilirsiniz? Güven kazanmanın ön koşulu güvenmektir. Güveni sarsmamak daha sonra gelir.

Başkalarına güvenmenin ön koşulu da kendine güvenmektir. Özgüveni yüksek toplumların başarılı olması tesadüf değildir. Galatasaray'ın Avrupa Şampiyonluğu olmasaydı Dünya Kupasında final oynamayı hayal bile edemezdik...

"Elalem ne der" ile "ben ne derim" çatışmasının bir paradoks yarattığı gerçeğine teslim olup, Amerikalıların yaptığı gibi birini ya da diğerini seçmek yerine, ikisi arasında bir denge bulmayı seçmeliyiz. Bir an için sizin dışınızdaki tüm insanları yok eden bir felaket sonrası evrende tek başınıza kaldığınızı düşünün. Şimdi dostluk, arkadaşlık, güven gibi kavramların sizin için ne ifade ettiğini yeniden tanımlamayı deneyin...

Başkalarına her zaman ihtiyacımız var. Başkalarına güvenmek, onlarla işbirliği yapmak zorundayız. Yine de benden duymuş olmayın: İnsanlar sadece güvendikleri insanlarla daha iyi ilişki kurarlar. Önce kendinize güvenmeyi öğrenin. Kimbilir belki de etrafınızda güvenebileceğiniz insanların sayısı kendiliğinden artıverir...

Tanju Akdeniz

1 Charles Handy, Ruhun Arayışı: Kapitalizmin Ötesi: Modern Dünyada Ruhun Arayışı, çev. Nurettin Elhüseyni, Boyner Holding yayınları, Mart 1988, İstanbul, s. 145.
2 Francis Fukuyama, Güven: Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması, çev. Ahmet Buğdaycı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2000, İstanbul, s. 43.
3 Alexis de Tocqueville, Democracy in America, Vintage Books, New York, 1945, s.104.

Yukarı

 Misafir Kahveci : Belgin Ayhan


GÜZ MASALI

Her sonbahar birlik olup ağlayan, yapraklar kadar eskiydi. Ve kış mevsimi bitti mi, onlar kadar gri.. Küçücükken de dolaşırdı bu taze ekmek kokusu etrafında, büyümüyorken de.. Yıllardır kendi kendineydi, belki doğduğundan beri, ve daha kötüsü, hiç de umurunda değildi..

Yalnızken kaleme sarılmakla kurtarıyordu kendini yoklukta boğulmaktan. Bir de, bir ıslık tutturuyordu; bestesiz, sahipsiz..

Her gün günaydın dediği insanlar değiştiğinde, artık biraz daha anlamsızlaşıyordu her şey, her seferinde.. Başka insanların merhabalarına alışırken, yaşlanamıyordu..

Ve bir şey eksikti sanki, onca yıldır yoktu, ve olmayacaktı gibi. Yağmur solduğunda uykusunu çalan, gece yarıları karanlığı ağırlayan, yüzünü yastığıyla barıştırıp gözlerini düşlere bırakan..

Sanki bir şey eksikti. Bir mevsim belki, ilkbaharsı, yazsı.. Belki bir manzara, gece yolculuklarından hatıra.. Belki bir umut, belki yarın, belki… Bilmem ki

Anka kuşu muydu o yokluk, Kaf dağı mıydı? Bir peri mi eksikti hayallerinin tenhasında, neydi elinde hiç kalmayan?

Hayal kırıkları arasında parçaları toplayıp kendini yeniden yaptı. Yoktu ama bir yarısı, tamamlanmalıydı, bu çocuğun bir masalı olmalıydı..
Sonra, yazmaya başladı..



Bir yoktu, bir vardı..
Kısacıktı o zaman saçları, günleri uzun , gülleri beyazdı. rüyaları kedersiz, adresleri belliydi, ve gitmiyordu yüzünden neşesi. İçindeki yüksek sesliliği dağları aşmıyor, yağmurları saklanıyordu..
Derken bir gün çıkageldi bir bulut ve konuşmaya başladı onunla:

"Merhaba," dedi önce, "beni tanıdın mı?"
"Evet" dedi küçük, "Sen bahar müjdecisi değil misin! Hani karları eritir, mayıs çiçeklerine doğum günü hediyesi verirsin. Sonra, yaz vakti toprak kavrulduğunda, yere döküp kendini, kuraklığı vazgeçtirirsin. Sen O'sun biliyorum; bolluk, bereket, umut bir çiftçiye… Hoş geldin, bana sevdayı mı getirdin?"

"Hayır!" dedi bulut. "Ben senin sandığın şey değilim. Rüzgarı da çağırıp yaza gitmesini emrederim. Sonra ağaçlar çıplak kalır, yerler sarıya boyanır, güneş alçalır yavaş yavaş, ve sonra ben gelirim. Fırtınalar estirir, kasırgaları alevlerim. Şimşeklerle yağar yere soğuğum, ve siz üşümeye başlarsınız. Sevda getirmeye gelmedim. Şimdi gözlerine bir buğu sermeliyim.."

"Neden" dedi küçük. "Yoksa üzmek mi istiyorsun beni? Oysa ben seni her görüşümde uçsuz ormanları hatırlıyorum. Olmasaydı çölle birleşirdi gök ufuk yerine diyorum. Mavinin yanında gözlerim seninle buluştuğunda okyanuslarda buluyorum kendimi, gelmeyince özlüyorum, dualarda arıyorum yüzünü, düşlerimden soruyorum; seni seviyorum…"

"Hayır!" dedi bulut. "Sen beni sevemezsin. Bilmezsin çünkü acılarımı, anlamazsın. İçimde yüklü duran ırmaklar dokunamazsın, ıslığımı mutluluk şarkısı sanıp aldırmazsın. Oysa ben, bulutum.. Yüzüm beyazdır ama gözlerim gri. Karlar benden kaçıp da sığınır dünyaya, seller benden vazgeçince evsiz bırakır çaresizleri.. Güneşe geçit vermeyen benim, pamuk tarlalarını çamura bulayan da.."

"Olsun," dedi küçük, "güneşi değil, seni seviyorum."

"Hayır!" dedi bulut. "Benim gibi olmadan beni sevemezsin. Ve sen, küçücük ellerinle, beni bilemezsin."

"Öyleyse" dedi küçük, "beni de sen yap."

"Hayır!" dedi bulut, ve yağmaya başladı sonra susarak. "Gitme" demek istedi çocuk, boğazına düğümlendi kelimeleri, çözemedi. Ağlamaya başladı sonra susarak, hıçkırarak, boğularak yağmura karıştı gözyaşları. Biraz daha ağladı, sonra biraz daha. Baktı ki, bulutla beraber akıyor artık toprağa, onunla beraber yağıyor.

Yine ağladı sonra, gözyaşları susana kadar..
Baktı ki, bir parçası da kendisiydi artık bulutun, kendisi de bir parça yağmur ülkesiydi. Ve izin vermişti beyaz yüzlü sevdalısı şarkısına eşlik etmeye.

Gözleriyle ağlayıp yüzleriyle güldü sonra küçük.. ölene kadar güldü, bahar gelene kadar..
Uzuyordu saçları ama günleri kısalmaya başlamıştı. Güneş boynunu büküyordu yavaş yavaş, rüyalarında ayrılıklar görüyordu.

Ve artık biliyordu ki bulutu sevmek için, yağmak gerekiyordu..

Belgin Ayhan

Yukarı

 Misafir Kahveci : Cüneyt Pala DK


KAMBERLİ DÜĞÜN

O yunanlı değildi. Ama pek Türk de sayılmazdı. Kuşaklar boyu Selanik'in köyü Portaraz'da yasamışlardı. Tarlaları buradan ta ilerideki tepenin arkasına dek uzanmakla kalmıyor oradaki küçük ırmağı ve hayli ötesini de kapsıyordu. Çok verimli topraklardı.

Yine bir akşam üzeri Nazlı ikiz kardeşiyle oyuna dalmış, yemek akıllarından bile geçmemişti. İkiz olmalarına rağmen aslında çok farklıydılar. Örneğin Resmiye siyah zeytinsiz kahvaltıya oturmazken Nazlı tam bir beyaz peynir hayranıydı. Resmiye anası gibi düz ve koyu kahverengi saçlıyken, Nazlının babasından aldığı açıkça belli olan kına kızılı saçları iki kalın örgü seklinde başının her iki tarafından ayak bileklerine kadar dökülmekteydi.Okula gitmemiş olsalar da ikisi de birer zeka küpüydüler.

Nazlı adı gibi nazlıydı amma gençliğinde komşu köyden yağız bir delikanlı kalbine talip olunca adına yakışır nazı ettiyse de sonunda hayır demedi. Abisinin askerlik arkadaşı olması da cabası. Zaten öyle tanışmışlardı. Yoksa zordu öyle çeşmeye su almaya gidiyorum masalları, çünkü dört kilometreydi köylerinin arası. Dört sene nişanlı kaldılar ve ilginçtir bu dört sene boyunca Mustafa 'ayıp olur' diye Portaraz'ın içinden bile geçmedi. Sonra vakti gelince gayet mütevazı ve klasik bir üç gün üç gecelik köy düğünü ile bir gün kalpleri resmi olarak da birleşti. Tam 11 çocukları oldu. Bunlardan ikisi ölü doğdu diğer ikisi ise daha bebek iken hastalanıp öldü. Önce Kamber sonra da Abdurrahim.

1924 yılında Abdurrahim son günlerini yaşarken, o ve ailesi gemi ile Yunanya'yı terketmiş Türk topraklarına doğru ilerlemekteydiler. Uzun ve zorlu bir yolculuktu bu ve gemide olabileceğinden çok insan vardı. İki köyün yaşayanları bir gemiye tıklım tıklım bindirilmişti. Nazlı oğlunu kalbine yakın tutuyor ve Mustafa da onun gemide ölmemesi için dualar ediyordu. Çünkü eğer ölürse ana kucağı yerine Ege'nin kucağında olacağını çok iyi biliyordu. Abdurrahim kara gözüktüğünde son nefesini vermişti. Akrabalara teslim edilen küçük vücut ailenin yurt topraklarında ilk ve en genç taviziydi.

Geminin ilk durağı Smyrna yada şimdiki adıyla İzmir'e bağlı Urla limanı idi. Birçok aile burada indi ama oluşan izdihamda Nazlı ile Resmiye birbirlerini kaybettiler. Resmiye birkaç akrabasının peşine takılıp Urla'da inerken ailenin despot başı "kapitan" lakaplı Yaşar Dayı dahil geri kalanı aynı gemiyle Mersin'e vardılar. Yaşar Dayı buradan Konya'ya yöneldi ve diğerlerine de kıyı şehirlerinde kalmamayı salık verdi. Bunun nedeni kendisinin Yunanya'da aşiret lideri olmasıyla yaptığı ün idi. Mustafa ve Nazlı oradan da bir otobüs bozmasıyla Nevşehir'e vardıklarında üç günden uzun bir süredir yoldaydılar. İki sene sonra Kamber Derinkuyu'da doğdu ona Yunanya'da ölen ilk ağabeyinin adını yaşatma görevi verildi.Yine Derinkuyu'da ikinci doğan çocuklarına da İzmir'e vardıklarında hayata veda eden Abdurrahim'in adını verdiler. Sülbiye ve Nail'de burada dogduktan sonra aile 1937'de Başşehir Ankara'nın yolunu tuttu. Nevriye Ankara'da doğdu, onu Rafet izledi ve o son oldu. Zaten yeterdi on yılda on beş milyon genç yaratmış kadar olmuştu Nazlı ana.

Sülbiye ve Nevriye tabiri caizdir Almancı'ya varırken, Nail, Abdurrahim ve Rafet 'yerli malı Türkün mali, herkes bunu kullanmalı' dediler. Peki Kamber'e ne oldu? dediğinizi duyar gibiyim. Demeseniz de anlatacağım ya..

Yıl 1946. Kamber büyüdü askerlik çağına geldi, "en büyük asker bizim asker"lerle uğurlandı. Acemiliğini de askerliğini de garip ama gerçek Urla'da o anasının 22 sene önce gemiyle es geçtiği limanda sınır memuru olarak yaptı. Askerliğinin bitmesine yakın Manisa'yı öylesine bir dolaşmak istedi. Gerçi pek öylesine değildi bu isteği. Nazlı anasının ikiz kardeşinin izini Urla'da yitirdiğini biliyordu.Kendince hesaplamaları sonucu bu yakın ama kayıp akrabaların ya İzmir'e ya da Manisa'ya yerleşmişliğinin olasılığıydı onu çeken. Onların izini bulmak imkansıza yakın olsa da hiç olmazsa yaşadıkları yerleri hissetmek ve böylece biraz hasret gidermekti amacı.

Güneşli bir gündü, çarsı iznine çıkmış alacaklarını almış Manisa'nın parklarından birinde oturmuş Sipil dağını seyrederek çıtır simidini yemeye koyulmuştu. Arada bir de güvercinlerle paylaşıyordu öğle yemeğini. Birden oradan geçmekte olan Manisa'nın biricik çöpçü onbaşısı hoşsohbet Ahmet emmi nereden geldiğini sonradan kendisinin de merak edeceği bir cümle sarf etti:
- Selamünaleyküm, hayrola asker emmi yalnız, yalnız ne oturuyorsun ööle?

Ahmet emmi hiç suflöre gerek duymadan gerekeni söylemiş ve kontak kurulmuştu. Sanki baş aktörleri ve figüranları ile Ankara'lı Kamber'in gelmesini bekliyordu Manisa yıllar boyu. Onun geleceği günü ve saati saniyesi saniyesine biliyorlardı. Dile kolay, tam yirmi iki yıl!

Acaba Kamber tam parka girerken gür sesli yönetmenin ACTION! demesiyle son rötuşları atan makyözlerin de ortalıktan kaybolduğunu ve Manisalı Ahmet emmi'nin içinden ona kadar sayıp onun peşinden parka daldığını farketmemiş miydi?
-Ve aleykümselam dedi o da mütevazice

Çok geçmeden konuşlandı Ahmet emmi bankta Kamber'in yanına.
-Şafak kaç, Allah erdirsin
-Sağ ol usta, bir haftam kaldı. Urla'da askerim. Sonra ver elini Ankara

Derken dayanamadı Ahmet emmi ve patlattı repliğini:
-Memleket nere?
-Ankara ama aslen Yunanya'dan göçmeyiz
-Öyle mi? Bizim hanım da oradan göçme... Neresinden?
-Portaraz, Selanik'in köyü
-Hay Allah, sen bizim hanımı tanırsın o zaman, o da oralı, Resmiye.. Resmiye Bilir.

O anda kanı donuverdi Kamber'in. Atmaktan çok elinden düşürdüğü koca bir simit parçasını didiklemeye koyuldu parkın güvercinleri. Ama gözü güvercinlerde değildi onun. Uzaklara dalmış gitmişti birden. Hayal meal hatırladığı ve annesinin anlattıklarıyla boşluklarını doldurduğu çocukluğu geldi gözlerinin önüne.
-Ben..ben Nazlı Bilir'in oğluyum
diyebildi sadece..
-Gel gidelim dedi Ahmet emmi bizim eve, anlat bizim hanıma

Gittiler. Tam parktan çıkarlarken kamera önce ikisini arkadan gösterdi ve Allah'tan ümit kesilmez dercesine Sipil dağının yüceliğinde koydu noktasını ve ekran karardı.

***

Askerliği bitince Kamber, Ankara'dan anasını alıp Manisa'ya getirdi ve ikiz kardeşleri yirmi iki yıl tekrar birleştirdi. İki kardeşin de gözlerindeki sevinç gözyaşları görülesiydi. Ben de görmüş olmak isterdim ama o zamanlar babam Nail on yasında ve annem Rezzan ise henüz doğmamıştı. Ben de onların sevincinin bir parçasını hikayelerini anlatarak yaşamak istedim, 57 yıl sonra olsa da..

Cüneyt Pala DK Ankara

Yukarı

Nuray İnöntepe

 Kahvecistan Konsolosu : Nuray İnöntepe


   Ahmet Altan'a mektubumdur...

Başın Sağolsun Ahmet Hanımbey Kardeşim

Ey benim isim özürlü bu kardeşini utandırmamak için Ahmet Hanımbey lakabını kendi kendisine alıp takınıveren, gani gönüllü kardeşim...

Uzun bir süredir kahvehaneye uğramamandan anlamıştım bir terslik olduğunu... Çok geçmeden öğrendik ki hepimizin takadını kat kat aşan bir terslik, nehirlerin kuruması, rüzgarların durması, güneşin hiç batmaması gibi olağandışılıkla kuşatıvermişti Kahve Molasının bahçıvanı, marangozu ve yazarı Ahmet'imizin o hergünkü hayatını... 40 yılı aşkın bir zamandır birlikte gülüp birlikte ağladığı, ona kardeş kadar yakın olan kuzeni Tuğrul Şavkay'ın hiç beklenmedik bir anda gelen ölüm haberi onun dünyasındaki bildik herşeyi yerinden kaldırıp bir çırpıda bambaşka yerlere koymuştu da adres defterinden akrabalarının telefon numaralarını bulamıyor, hergün yüzlerce kez çevirdiği numarayı çevirecek kadar dahi aklına, belleğine ve bedenine hükmedemiyordu... Gözlerinin önünde beliren alevler Tuğrul'un eşini, annesini ve acılı yakınlarını görünce parmak uçlarına kadar inmişcesine yakıyordu ellerini... O en ağır saattler atlatılıp cenaze merasimi tamamlandıktan sonra dahi inananmıyordu bu yaşadıklarının gerçek olduğuna... Tuğrul Şavkay'ı hiç görmeyenler dahi bu ani haberle sarsılmışlarken onun yakınları ne olmazdı ki... Ahmet'ciğimiz de yüksek ateşlerle yatağa düşmüş, kederi koynunda acısını dindirmeye uğraşıyordu ona ulaştığımda... Tekrar geçmiş olsun, başınız sağolsun Ahmet...

Bu kadar üzüntü yeter Ahmet Hanımbey... Artık lütfen kendini topla ve hayata en az o buradaykenki kadar doğal ve neşeli bir şekilde yeniden katıl. İnan bana bu senin yapamayacağın bir şey olsaydı, bunu senden istemeye kesinlikle yüzüm olmazdı. Fakat o kılı kırk yaran şüpheciliğiyle hiç bir kalıba girmeye razı olmayıp sınırtanımaz bir biçimde her kavramı, her olguyu defalarca sorgulayan ve çoğunlukla da onlar hakkında ogüne kadar elde edilmiş kavrayış ve yorumların derin birer yanılgı olduğunu keşfederek belediyenin bahçesindeki fıskiyenin havuzundaki bütün yimbeşlikleri toplamayı başarmış kurnaz bir çocuğun zafer sevinciyle karşımıza dikilen Ahmet Hanımbeyin bunu yapabileceğinden adım kadar eminim. Eğer ki yapamıyorum de ve harbiden pes et, ben de adımı değiştirmezsen ne olayım... Zaten kensdimi bildim bileli yaşadığım en büyük ikilem bu; bu sayede isteyerek de olsa ondan kurtulmuş da olabilirim...

Söyleyin bana Ahmet Hanımbey; söyleyin Allah aşkına ne olduğunu dahi bilmediğimiz bu ölüm denen tabiat olayına bu kadar keder ve üzüntü atfetmemizin neresi ne kadar doğru sizce? Kimbilir; belki de ölenler için bu olay hiç de o kadar kederli, hiç de o kadar acı, hiç de o kadar olumsuz birşey değildir...


Biliyorsun ben iki yılı aşkın bir süredir bir gölün kenarında yaşıyorum... Sabah güneş doğarkenden akşam güneş batana kadarki bütün vakitlerde, hatta ayışığı altında bu gölle haşır neşirim... Bedenim ve ruhumla doyulmaz bir tad alıyorum bu su birikintisinden... Günün her saatinde halden halden girişiyle apayrı güzellikler peydahlanıyor ona bakanların gözlerinde... Onu hayat gibi, hayatı da o gibi görüyordum bazen... Sakin, sevecen, toprak kadar uysal, kar tanesi suyu kadar temiz...

Geçenlerde merak edip yollara düştüm bu gölün bir sonu varmı diye... tüm Batı sahilini dolaşıp tam karşı kıyılara kadar uzandım... Oradan Marmara Deniziniz İzmit'e uzanan Körfezini andıran genişçe bir körfeze düştü yolum... Körfez gittikçe daraldı, daraldı ve sonunda bizim Sakarya Nehri büyüklüğünde dev bir akarsu halini aldı... Öyle ahenkli akıyordu ve berrak sularının içinden gözüken taşlar öylesine davetkardı ki gölün bu akan haline girip yüzmeden edemedim... Kah koyverip akıntıya kendimi onunla birlikte kıvrıla kıvrıla ilerledim, kah çocuklaşıp ona kafa tutarcasına akıntıya karşı yüzerek ona gücümü gösterdim... Sonra tekrar arabaya atlayıp nehri takibe koyuldum; gölün sonu yoksa da onun devamı olan bu nehrin de bir sonu olmalıydı elbet.... Dura kalka, bir haritaya bir nehre bakaraktan bir saat kadar yol aldıktan sonra heşeyi bilen bir işaret çıktı karşımıza... Gerçi Almanca yazıyordu ama, "nehrin sonunu görmek isteyenler, buradan yaya olarak devam etsinler" gibi bir şeyler yazılı olduğunu hemen ilk bakışta anlamıştım... Arabayı kilitlemeye dahi vakit ayıramadan, ayaklarım birbirine dolaşırcasına bir telaşeyle okların gösterdiği yöne doğru hızlandım.... Yüksek bir yerden aşağıya dökülen bir su sesi takıldı kulaklarıma... ilerledikçe sesin şiddeti de artıyordu... Karşıma çıkan basamakları aceleyle tırmandım ve ayaklarımla birlikte bütün bedenim bir başka aleme gitmişcesine ben, kulaklarım ve gözlerimden ibaret bir varlık olarak o gördüklerime yapışıp öylece kalakaldım.


Aşağısı 400 metrelik bir uçurumdu 200 metre genişliğindeki o koca nehir, 60-70 metre mesafeden fooooş diye aşağıya dökülüveriyordu...


Saniyede tam 1650 ton su damlacıklara ve toplu iğnenin ucundan bile daha küçük zerreciklere ayrılarak aşağıya uçuyordu...


Orada tanık olduğum enerji bütün duyularımı ve sezilerimi sonuna kadar doldurmaktaydı. Kayaları yıkıp deviren, taşları oyan ve önüne ne konsa yıkıp geçecekmiş görünen bir enerjiydi manzaranın tamamı...


"Tanrım" dedim kendi kendime, "ölüm ve ölümden sonrası böyle bir şey olmalı... Geride kalan o sakin göl ve ağır kanlı nehir de Dünya hayatı"...


Bu manzarayı görene kadar göldeki ve ağır kanlı nehirdeki o durağan suları hayat olarak algılıyordum... Oysa şimdi bu şelalenin enerjisi ve coşkusu karşısında ne kadar da sönük kalmışlardı. Göle takılıp kalsaydım, bu enerjiyi, bu coşkuyu belki de asla kavrayamayacak, gölden ayrılan her damla su için üzülüp yas tutacaktım belki de...


Bunlar yaşamın evreleri Ahmet Hanımbey Kardeşim. Hangi evre diğerinden daha iyi, daha güzel bilemeyiz ki... Henüz doğmamış bebeklerin evresi gibi, ölüm ve sonrasını kapsayan evre de belirsiz ve bilinmez bizim için... Kebeklerin kanatlarındaki desenlere, okyanuslardaki balıkların renklerine, meyvelerin kokusuna ve tadına, insanların ve doğanın mükemmel güzelliğine sorarsan, herşeye muktedir olan bu Allahın yarattığı hayatın hiç bir evresi sanıldı kadar kötü değildir bence...

İlk fırsatta bir şelale bulup ziyaret et Ahmet Hanımbey Kardeşim, göreceksin, oradan coşkuyla dökülen sular sana tekrar buralara gelmenin yolunu gösterecek...

Bir kucak sevgim var sana, sanırım o şelale enerjisini kuşanacağın vakte kadar sana yetebilir... Yetmezse haber ver, bir kucak daha göndereyim...

Sağlıcakla kal!

Nuray Beğy Kardeşin

Nuray İnöntepe / Bregenz- AVUSTURYA

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_178.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.506 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


KARANLIK GECELERİ SEVERİM BEN

Karanlık geceleri severim ben
Umutlarımı sönük yanan mum ışığına bıraktığım anları
Beklerim gelecek ve bitirecek
bu sessizliği
hasretimin içinde sakladığım
o şehri
bana düşman edenlere kanmadan devam edeceğim sevmeye
ancak bütün erdemsizliklerle yaşamı bize daraltanlara da
kinimi nefretimi yönelteceğim onurumla
ve asla yenik düşmeyeceğim kendimle
neredesin çığlıklarımın yansıması
neredesin karanlığımın sönük çağrısı
gel de gör gecenin bende ki o görüntüsünü

saatlerce konuşmadan oturabildiysek eğer
söylemek isteyip de söyleyemediğimiz şeylerden
korktuğumuz içindir
ya da istediğimiz sözcüklerin dansı değil de
dokunuşlarla arzu dolu gözlerin çakışmasıdır
şiddeti içeren sevişme anlarımızda
saldırmak kabullenmektir şeytanın isteklerini
öyle ki
zevke tırmanmanın tek patika yolunda
kaybetmektir olan
demek ki beklemek yenilgiyi ertelettirmenin
gelecek zamana bırakıp
o zaman sevişmenin sanal anıdır
güçlü bir kadının zayıf anlarını
kurnazca saldırıya hazır beklemek kalleşliktir
donjuan uşaklığının diğer bir adıdır
bizdeki maçoluğun saklayamadığı hayvanlık
zor geliyorsa eğer sapkınlığımızı dizginlemek
ya hayvanları izlemeli
ya da şeytanın kitabını almalıyız

birden çoğul günlerimin yalnızlığına bıraktım korkularımı
kendimle baş başa bıraktığım kalabalıkları da yenileyerek
ne olduğunu ve olması gerekeni sordukların da karşıma geçip
savurdum ve uzaklaştırdım onları gecemden

Kürşat Ural

<#><#><#><#><#><#><#>

KARARIYOR

Şiir serüvenime başladığım yıllar aklıma geliyor
Üzülüyorum

onu ilk gördüğüm anı düşünüyorum
heyecanlanıyorum

okul günlerimi hatırladığımda
bir iç çekiyorum

yürüdüğüm sokaklar da
benim gölgem saklı kalmış

gecelerini unutamadığım beyoğlu
yüzleri belli belirgin aklımda kalanlarla kararıyor

uzaklaşıyorum oradan
İstanbul bensiz kararıyor

Kürşat Ural

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


HUMPHREY BOGART

Birbirinden akıllı, yakışıklı, görgülü, başarılı iki genç laz iş adamı. (Fıkra işte böyle başlar.) New York'ta iş gezisindeler. Beşinci caddede olağan dışı bir süitte kalıyorlar.

Bir ara sormuşlar:
- Ha puranın en iyi lokantası nereyedur ?

Hemen rezervasyon yapılmış ve gitmişler öğle yemeğine. Sofra düzeni mükemmel, yemekler ve ortam harika, dahası sofra adabı olağanüstü. Karşılıklı yemek yiyorlar ama, Temel’in gözü hep arka masada. Bir ara Temel demiş ki:
- La, Ali İksen arkadaki herif Humphrey Bogart’tır.

Ali İksen hiç başını kaldırmadan yemeğine devam edip:
- Humphrey Bogart öldü, öldü! demiş.

Temel’in gözü yine arka masaya takılı kısa bir süre sonra şaşkınlıkla Ali İksen’in kolunu sarsıp:
- “La, Ali İksen herif kımıldayy !

denizce.com

<#><#><#><#><#><#><#>



Tabanvay taksi!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu


KAHVE MOLASI : Yemek Daveti

Kışa girmeden yapalım dedik bir yemek,
Yemek bahane elbet, maksat muhabbet,
* * *
Yemek dediğin değil mi bir nebze atıştırmak,
Önemli olan yazar-okur dostluğumuzu katıştırmak,
* * *
Yatışır birkaç lokma ile açlığımız nasıl olsa,
THEO Restaurant'da kadehler neşeyle dolsa,
* * *
O neşeyle sirtaki bile beklemez gönlümüz,
Felekten bir gece daha çalacaksa ömrümüz,
* * *
Belki de milli maç sonrası Bağdat Caddesi'ne çıkarız,
Kırmızı-Beyaz, Kırmızı-Beyaz diye ortalığı yıkarız,
* * *
11.Ekim.2003 - Cumartesi gecesi sıvayalım kollarımızı,
Bekliyoruz yazar-okur tüm Kahve Molası dostlarımızı...

Yemek bedeli 35 milyon olup, katılmak isteyenlerin Editör'e mail atmaları önemle rica olunur.

Son Bildirim Tarihi : 10.Ekim.2003 (Genel istek üzerine uzatılmıştır:-)))))

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.istanbul.edu.tr/iletim/egitim/webdersleri/ana(1).htm
İstanbul Üniversitesi resmi web sayfaları üzerinde, istediğiniz gibi bir web sayfası hazırlayabilmeniz için gerekli tüm bilgileri içerisinde barındıran bir döküman. Hatta döküman ötesi ders notları diyebiliriz. Her zaman elinizin altında bulunması gereken sağlam bir kaynak.

http://www.ikizdere.ws/
İkizdere neresidir bilen var mı? Bilmeyen var mı demek daha doğru olur sanırım. ...Bu site tamamen tanitim amacli olup herhangibir ticari cikar amaclamamaktadir. Tek amacimiz Ikizderemizi en iyi sekilde icerde veya disarda yasayan yerli veya yabanci insanlara en guzel sekilde tanitmaktir ve birazcikta olsa ikizdere turizimine katkida bulunmaktir...

http://www.nenehatun.com/
Erzurum'lu aklı başında bir grup, (ayrıntılı bilgiye ulaşamadığım için böyle yazıyorum), gerçekten hoş bir web sayfası tasarlamışlar. Dadaşların diyarından seslerini tüm dünyaya ulaştırabilmenin keyfini yaşıyorlar. Başarılarının devamını diliyorum.

http://atomfilms.shockwave.com/contentPlay/shockwave.jsp?id=real_hussein
Please stand up isimli şarkının Saddam Hüseyin için yorumlanmış hali ve flash animasyon olarak hazırlanmış video klip.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


KnockOut v1.3 [36k] W9x/2K/XP FREE
http://www.sunflowerhead.com/software/knockout/
MS Outlook ve Word'un arkaplanda çalışıp çalışmadığını gözlemleyen bir programcık. Ne gereği var, çalıştığını biz bilmiyeceksek kim bilecek derseniz yanılırsınız. Sizin çalışmıyor dediğiniz zamanlarda bu 2 programın geriplanda çalır kaldığına kimileriniz sıkça şahit olmuştur. Bu durumlarda makine kitlenmelerine kadar varan sonuçlarla karşılaşmak mümkün olmaktadır. Bu program görev çubuğuna oturup size haber vermekle kalmıyor ayrıca menüsü sayesinde Outlook'a hızla erişmenizide sağlıyor. MS Outlook 97 ve sonrası gerekiyor.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031009.asp
ISSN: 1303-8923
9 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri