Atina 2004 Olimpiyatları başlıyor!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 560

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 17 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Ben de önlemimi aldım!..


Merhaba,

5 yıl önceye dönmek isteyen var mı aranızda? Olur mu, olmaz tabi. Öyle br geceyi tekrar yaşamamak için "Unutma Unutturma" diye bağırdık çağırdık ama en önce bizler unuttuk. Yıldönümlerinde andık, nutuklar attık ama 1 arpa boyu yol gitmedik. Allahtan birbirini çekemeyen deprem mühendislerimiz var da, birinin ak dediğine diğeri kara deyip yüreklerimize su serpiyor. Allah korusun o deprem olduğunda neler olabileceğini görmek için şu anda başımızda olan felaketi incelememiz lazım. Haklarını yememek lazım, bu sefer hazırlıklılar. Tencereler, kovalar mevzilenmiş. Elde olan iş makinaları selin önüne set çekmek için yerlerini almış. Selle mücadele koordinasyon merkezi bile kurulmuş. Sayın pek büyük şehir belediye reisimiz gömleğinin kolunu sıvamış görevinin başında. Vatandaş uyarılmış, kum torbaları kapı önlerinde yerlerini almış sızacak suya çelme takmaya hazır. Başkan örnek veriyor, "Florida'da oluyor böyle şeyler, onlarda çaresiz kalıyorlar." diyor. Atladığı ufak bir ayrıntı var yalnız. Orada ki saatte 250 km ile esen bir kasırga, metrekareye yağan 30 kilo yağmur değil. Bir metropolde şehrin göbeğinde 3 çocuk selden boğulup ölüyorsa orada bir yanlış var demektir. Seksen yıl önce düşmanı denize dökmeyi başaran bu millet, deniz kenarına kurulmuş bir memlekette yağan suyu denize dökmeyi başaramamış. Şimdi biz kalkmış ondan olası bir depremde canımızı korusun istiyoruz. Yok öyle yağma. Ne verdin de ne istiyorsun derler adama. Sağolsun belediyemiz önlemleri alıp sıralıyor ama bireysel anlamda bana bir yararı yok. Yani kimse gelip bana senin selden n'aber hemşerim demiyor. Herkesin seli kendine deyip kişisel çaba ve özveriyle gerekli önlemlerimizi alıyoruz. Tek taraflı göz ve burun akışına bükülüp dürülen tuvalet kağıtlarını tıkayarak engel oluyoruz. Kullanılmaya hazır tek kullanımlık kağıt ruloları da hazır kıta bekletiliyor. Evet nezleyim ve akacak sümük burunda durmuyor. Ama ben akıllıyım önlemimi aldım, stokları zulaladım. Artık gerisi Allaha emanet. Tespit ettiği makul sürenin geçmesini bekleyeceğiz. Takdir edersiniz bu halde yazı yazmak pek zahmetli oluyor o zaman lafı uzatmadan biz uzuyoruz.

Bugün size Balkanlardan bir şarkı seçtim. Omega Vibes'dan Diaspora. Günde 10 sefer dinleyebileceğim enstrümental şarkılardan biri. Beğenmeyenler yarını beklesin, onlar için yeni bir şarkım var, Tarık Mengüç'ten Şakşuka:-)) Haydi bana fazla yaklaşmayın kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


ALTMIŞ KONTÖRLÜK AŞK -2

Mesajdan sonra telefon yine çaldı. Arayan numarayı telefonuma kaydedip ilk kez ben de onu aradım. Telefonunu uzun uzun çaldırdım. Ama açmadı. Ona yeniden mesaj yazdım. Mesajımda “ Biliyorum. Siz başkalarını rahatsız ederek mutlu olacak biri değilsiniz. Beni biriyle karıştırdığınızı düşünüyorum. Canınız bir şeye sıkılmış olabilir. Belki de çok yalnızsınız. Bir ses bir soluk istiyorsunuz. O kişi ben değilim. İyi geceler.” diyordum. O gece beni bir daha aramadı. Ertesi sabah telefonuma bu tanımadığım kişiden bir mesaj gelmişti. “ Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Söylediğiniz gibi ben bir sapık değilim. Yazdıklarınız çok güzeldi. Beni af edin.”diyordu. Sabah ona bir yanıt yazdım. Yanıtımda “ Sizi elbette af ediyorum. İşin tatlıya bağlanmasına sevindim. Güzelliklerle kalın emi.” demiştim.

Mesaj trafiğinden iki gün sonra yine akşam otele yeni döndüğüm saatlerde telefonum çaldı. Ama daha önce olduğu gibi bir kez çalıp susmadı. Telefonu açtığımda çok tatlı bir bayan sesi yalvarıp yakarıyordu. Daha önce arayıp özür dileyemediği için üzüldüğünü anlatıyordu. Kontörü bittiği için hatasını telafi etmekte geciktiğini söylüyordu. Çok rahatsız olmadığımı, ortada büyütülecek bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Konuşmama izin vermediği için benimkiler gak guk gibi kaldı. Kelimeleri ağzımın içinde yuvarlamaktan fazlasını yapamadım. Konuşma bitmeden önce benim çok iyi biri olduğumu anlatıyordu.

Diğer erkekler gibi çabuk kızmıyormuşum. Beni rahatsız etmesine karşılık ona çok iyi davranmışım. Olsam olsam sevgi dolu bir insan olabilirmişim. Eğer izin verirsem benimle yine görüşmek istermiş. Benim gibi hoşgörülü insan sayısı çok azmış. Tesadüfen bile olsa benim gibi biriyle karşılaşması çok güzelmiş. Hatta ona arada bir mesajlar yazabilirsem kendini çok mutlu hissedermiş.

Yazdığım birkaç mesajdan çıkarılan sonuçlar anlaşılır gibi değildi. Kulağa sanki gönlümü almak için, kendimi iyi hissetmem için özenle seçilmiş cümleler gibi geliyordu. Bu kadar güzel cümleyi bir arada duymak hoşuma gitmişti. Bana kendimi “Ben neymişim? Meğer ne harika bir adammışım.” diye düşündürdü. O geceki yalnızlığıma da çok iyi geldi. Nasılsa tekrar aramaz diye “Elbette istediğin zaman arayabilirsin” gibisinden yarım ağızla bir şeyler söylemiştim. Konuşma bitince en çok bu sözlerime takıldım.

“Nasılsa aramaz” şeklindeki düşüncemde bal gibi de yanılmışım. Ertesi gün beni yeniden aradı. Hatta bir kez de gece aradı. Kırk yıllık dost gibi oradan buradan konuştuk. Sesi çok hoş ve sımsıcaktı. İtiraf etmeliyim ki; onunla sohbet etmek hoşuma gitmeye başlamıştı. Hatta onu memnun etmek için daha sonra şiir tadında mesajlar bile yazdım. Mesajlarımı yanıtlamadı ama konuşurken onları çok sevdiğini özellikle vurguladı. Mesajlarımın sürmesini, onu bu güzel mesajlardan mahrum etmememi istiyordu.

Bir keresinde telefon edip hiç rica minnet etmeden benden ona kontör göndermemi istedi. “Bütün kontörlerimi zaten sana harcıyorum.”dedi. Benden yararlanıyor mu gibi düşünmek bir yana bu tavrı çok hoşuma gitti. Söylediği doğruydu. Bu kadar pervasız davranması onu kendime yakın hissetmemi sağladı. Seve seve ona istediğinden çok daha fazla kontör gönderdim.

İzmir’deki günlerim sona ermeden ona cep telefonumun emanet olduğunu, sahibine iade edeceğimi söyledim. Bana sürekli ulaşabileceğim sabit bir telefon numarası verdi. Son zamanlarda o bana ulaşmakta zorluk çektiği için çoğunlukla ben onu arıyorum.

Aylarca telefon sohbetlerimiz günlük olağan şeyleri paylaşarak sürdü. Hal hatır sorma ile başlayan diyaloglar, havadan, sudan, işten , güçten, o gün yaşadığımız can sıkıcı bir olay yada günümüzü güzelleştiren sevindirici bir gelişmeden söz ederek biterdi. Zaman içinde rüyalarımızı, umutlarımızı ve düşlerimizi de konuşmaya başladık. Konuştuklarımızın sınırları iyice genişledi. Canım, cicim, tatlım, şekerim, fıstığım, bir tanem gibi sıfatlar cümlelerde çokça boy göstermeye başladı.

Her geçen gün konuşurken kullandığımız cümleler yavaş yavaş utangaç ve çekingen kabuğundan sıyrılmaya başladı. Kelimelerin rengi, İlişkimizin boyutu, telefon arkadaşlığını aşıp flört tadına ulaştı. Yüz yüze olmanın insanı beceriksiz eden gerçekliği olmadığı için samimiyetimiz hızla ilerledi. Telefonda her şeyi kolayca söylemenin arsızlığından kapılıp aşka dair cümleler dillendirmeye başladık. Artık birbirimiz için deli, meczup hatta sefil, perişan oluyorduk..

Son üç aydır telefon tellerinden can bulan, tellerden kan gibi sımsıcak akan bir aşkı paylaşıyoruz. Eğer teller bizi duyabilseydi, ruhumuzdaki tayfunları, içimizdeki coşkuyu hissedebilseydi yemyeşil sarmaşık olurdu. Domur domur çiçek açardı. Bilmiyordu... Öte yandan telefon tellerine mahkum bir aşkı paylaşmanın, sözcüklerin bir adım ötesine geçememenin çaresizliğiyle içim eziyordu.

Bütün anlattıklarım arabesk bir şarkının sözlerine benziyor. “Böyle bir aşk gördünüz mü?” Ben daha önce böylesini ne gördüm, ne de duydum. Üstelik cümleler yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anlatmakta çok yetersiz kalıyor. Başkasına anlatmak , paylaştığım kişinin beyninde istediğim etkiyi yaratmak imkansızlaşıyor. Anlaşılmak bir yana dinleyende mizah yaptığım gibi bir sonuç oluşmasını engelleyemiyorum. Beni anlamak için yalnızlıktan geberiyor olmanız gerek. Bu sizde kocaman bir çöküntü, üstelik depresif bir etki yaratmalı. Yaprak kımıldamayan duygu dünyanızda yalnızlıktan üşüyor olmanız gerek. Belki de zerrece anlaşılmayı bile amaçlamamalıyım. Altmış kontörlük aşkımı içimdeki en uzak köşede saklamalıyım.

Sevgilim, telefonun öteki ucundaki eşsiz çiçeğim. İyiyim işte.. Ne olsun. Bu gün hava çok sıcaktı. “Bu sıcakların sonu iyi değil. Yağmur sıcağı bunlar.” diyorlar. Seni özlüyorum. Eğer elimde olsa ilk otobüse atlayıp sana gelirdim. Elbette sana sarılmayı, kokunu içime çekmeyi istiyorum. Konuşurken gözlerine bakmayı da .. Saçlarında rüyalara dalmayı, “Kırmızı kazağın ne güzelmiş. Bu sabah çok güzelsin ” demeyi, sahilde çay içip, sohbet etmeyi de istiyorum. Keşke mümkün olsa da şimdi sen çıkıp bana gelebilsen. Şu anda yavaş yavaş sahil, parklar, sokaklar tenhalaşıyor. Yine tam senin sevdiğin gibi bir akşam olacak. Güneş denizin üzerinde santim santim sulara gömülerek batacak.

Konuşurken kalan kontörleri saymak yerine seni saatlerce dinlemek istiyorum. Hiç konuşmasan bile zararı yok. Ben seninle susarak da saatler boyunca sıkılmadan oturabilirim. “Acıktın mı, susadın mı?” diye sormak, ekmek arası döner yemek, birlikte şarkılar mırıldanmak istiyorum. Gökyüzünü, yıldızları, geceyi, gündüzü, seninle yaşanabilecek her şeyi ama her şeyi istiyorum. Karanlık inince seni evine bırakmak, sokağın başına kadar seninle yürümek istiyorum.

Ses tonundan senin nasıl olduğunu anlamaya çalışmak istemiyorum. Biten altmış kontörün ardından postane önündeki kulübeden ayrılıp hüzün yüklü olarak evime gitmek istemiyorum. Aklımda binlerce kelime biriktirip hiç birini söyleyemeden telefonu kapatmak ayrılmak istemiyorum.

Nar tanem, ikimiz de suçluyuz. Yağmurda birlikte ıslanmayı bile beceremiyoruz. Ne sen bu kasabaya gelebildin. Ne de ben senin yaşadığın kente... Rüzgarda savrulan saçlarını görmedikten sonra ben bu aşkı ne yapayım. Seni kontör kontör sevmek istemiyorum. Sözcüklerin en tılsımlısı bile bana dudağının sıcaklığı kadar çok şey söyleyemez. Ben seni öpmek istiyorum.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,649,649,649,649,649,649,649,649,649,64
              11 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahvecigillerden : Celal Kılıç


DUBLÖR!

Göçüp gittiğini söylediler bir hafta sonuna yakın.

“Onun gitmesine karar verildi.”

Mavi t-shirt’ünü de yanına almadan.
Yüksek bir ihtimalle, saçlarını tarayamadan, uykudan kalkar kalkmaz giydiği elbisesinde ki hali irdelemeden, ve yarım kahvaltılık masasına son defa oturamadan.

Atanmış olmanın kahrediciliğini yaşayarak bir kere daha...
Gitmesine işaret etmişti tüm idari yetkililer, ittifakla ve oybirliğiyle.

Herhangi bir veda boyutuna girmemiz olağan dışıydı zaten -ki söylenseydi öyle bir cereyan olasılığı ilgili yolcuya, gülmesi bile içten değildi- Gülmeyi bile beceremiyordu ki.
Utangaçtı ya zaten. Bazen yüzüne zor bela sürdüğü değişik kozmetik ürünlerinin tahrif ediciliğinden bile, bi-haberdi. Yüzünü zoraki değiştirme çabası, onun bir türlü ayak uyduramadığı ayak oyunlarından yeterince habersiz olmasından kaynaklanıyordu. Zira süslenmesi; sigara içen birisinin yanında ateş bulundurmamasını hatırlatıyordu.
Ara sıra kendini iddia makamında görmesi sevindiriyordu tüm solo’daki duyularımı. Ve belki en azılı taraftarı kesiliyorduk tüm duyularımızla birlikte.
En cazgır amigo’yu çağıramamız çevresel eksikliğimizden kaynaklanıyordu.

Ama güzel olurdu herhalde onunla denizin kıyısında muştularını seyretmek sabahın. Ve “çay içermisin” sorusuna vereceği yanıttaki utangaçlığını eldeki verilerle değerlendirmek, ve azami puanlamaya tabi tutmak onun tepkilerini.

Utangaçtı çok.
Ve bu yüzden ona utanılmaması gereken bir coğrafya da yaşadığımızı, dağdan ve taştan hakkını söke söke alması gerektiği noktasında çeşitli intihal’lerle desteklenen söylemleri, kulağına fısıldamak.
Ve birde hesabı onun ödememesi gerektiğini ona anlatmak.

Güzel olurdu elbette.

Farkımda olmadığını deklare eden yalnızca gözleri değildi muhakkak.

Cismani bir varlık olmamın gerekliliğini hatırlatıyordu bana her seferinde. Ve o derece suskunluğu, hakkını aramadaki yetersizliği, “ders çıkarılması gerekiyor bu durumdan” diye işaret ediyordu bana.

Birde sana benzeyen o saçlarına.

Alımlılığına.
Suskunluğuna.
Alevi alfabesinde eşi benzeri görülmeyen mahreç bozukluğuna.

İnsanın bütün sabrını yayından fırlatan rahatlığına.

İyiydi muhtemelen.
Yardımseverliği ölçüsünde fark edilebiliyordu ancak. Sesini yükseltmekte bile hesap ediyordu belli ki.

Birde yüzüne sürdüğü kozmik beyazlığı fark ettirmek için öksürdüğünde, ses yankılanıyordu odanın duvarlarında.
Astım olmadığına dair doktor raporunun elimizde olmaması ona teşhiste geç kalmamızı da ihtimaller arasına sokuyordu.

Ama astım değildi belki.
Belki o akşam en rahat halini yaşayabildiği evinde, kardeş kavgalarına kurban gitmeyen bir bardak soğuk suyun eseriydi o öksürük. Belki, daha güzel olabilme uğruna üşümesine vesile olan kendince farklı, kimilerince daha farklı algılanabilen kıyafetleriydi ona bu hali reva gören.

Caddede yürürken en fanatik izleyicisinin farkında olmadan, caka satmayı da ihmal etmiyordu.

Yavaş ve dik yürümeye çalışıyordu. Kollarını nezaketen sallıyor, dördüncü adımda mutlaka eliyle saçlarına dalga veriyordu.

“Dalgalansın saçların, bırak esen yellere.
Durma öyle uzağa, gel gel bir tanem,
Kaçalım bir yerlere...”

Niyetini anlayabilmek zordu.
Çünkü çok konuşmuyordu. Çok açılamıyordu. Ve o yüzden kısayol dosyalarına erişilebilecek derecede davranış türleri hala sır makamında geziniyordu.
Yanındaki ikinci bir kızın varlığından memnun mu oluyor, yoksa o kızın kendini örtebileceğini düşünerek tedirgin mi oluyordu.
Çözümsüzdü o nokta da.
Mevzudaki failin kendisi olma olasılığından habersiz, yaşıyordu işte.
...
Yaşıyordu dublorü olduğu şahsın altıyüz kilometre uzağındaki bir semtin köşesinde.
....
Sonra bir sabah varolduğu mekandan göçtüğünü duyar olduk.
Zayıflığının muhtemel bir tezahürü eşliğinde.
Herhangi bir ısmarladık’ı duyamadık kuru dudaklarından. Ve yüzüne o gün fondoten sürüp sürmediğine dair bilgi veremedi çalışma arkadaşları.
Yalnızca bir Cuma salasından az buçuk önce koltuğundaki boşluğu fark ettik.
Aranılan alternatif masalardaki değişiklikte cabası işte.

Oysa kalmasını hesaba katarak varsayımlar yürütüyorduk. Mesela takriben iki ay sonrasında ortaya çıkacak tabloya dair bir sonuç bildirgesi yayınlayacaktık neredeyse.
Klasik tepkilerinden yola çıkarak, en az üç ayı onun için bekleme odası haline getirmeyi bile göze almıştık.
Ve dördüncü ayında gardını tuz buz edeceğimiz kuvvetle muhtemeldi cebirdeki olasılıklarda.

Sırf onun hatırına.!
Ya da senin.

Ve apansız bir gidişin ganimetten ziyade garabet olduğunu anladık. Hesaplarımızın hiçbirinden haberdar olmadan gitmesinin bir cinnet olduğunu iddia etti kimilerimiz.

“O dalga da batmamalıydı.” Dedi bazılarımız.

Ama direnmedi hiçbir şekilde, direnemedi belki de. Hakkına yazılan hicret fermanını alıp, taşa dahi çalmadan yürüdü sessizce. Ve hakkında yazılan “Süvari Marifetnamesi’nden habersizce.

Belki ona bakarken hiçbir şekilde savunma yapma ihtiyacı hissetmememdi bu denli etkileyen. Belki Hasan Sabbah’ın Fedailerine namzet bir süvari adaylığım.

Ona dair hatırladığım en önemli anım ise; ismini yanlış söylememden ötürü bir hayli içerlemesiydi bana.

Rüzgarlı bir Cuma salası vaktinde gidişine dair haberdi onu gündeme taşıyan sadece.

Ve birde zamanın, senin dublör’lerinden birinin daha canına okumasıydı.

Celal Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,209,209,209,209,209,209,209,209,20
              5 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Beyaz Düşler : Sabiha Rana


BU YAZININ DİLİ YOK

BU YAZININ DİLİ YOK..!! KULAĞI OLUR İNŞALLAH...

SEVMELERİN ADINI HİÇ KOYMAK İSTEMEDİM..!!
SEVDİM, SADECE SEVDİM...
BİR GÜN, BİR ÇİÇEĞİ,
BİR GÜN , UÇ, UÇ BÖCEĞİ,,,
BİR GÜN BULUTTA, BİR GÜN YAĞMURDAYDIM..,
MAVİ UCURTMAM, AMA KIRMIZI BALONUMLA,
ELİMDEN UÇSADA
AMA KUŞUM, AMA BALONUM...
BAKSAMDA ÜZÜLEREK ARDINDAN...
HAYAL ETTİM...
GERİ DÖNER DİYE UMUTLA..
TESELLİSİ ARDINDA TAKILIYDI
UÇAN UÇURTMALAR VE BALONLARIMIN..
YAĞMUR SONRASI ARALANINCA GÜNEŞ BULUTTAN..
GÖKKUŞAĞINDA GÖRÜYORDUM.
UÇURTMAMIN MAVİSİNİ,
BALONUMUN KIRMIZISINI
HAYALELERİMİN ÖTESİ MORRR KIZILI..
BAZI AKŞAMLAR, MOR KIZIL OLURDU,
O ŞEHİRDE
VE BÜYÜSÜ GÖZLERİM DE..
UFKA BAKTIĞIMDA AĞLARDIM...
ARARDI GÖZLERİMLE YÜREĞİM..
GÜNEŞ KAVUŞTUĞU ANDA
ÇİZGİNİN ÖTESİNDE Kİ ŞEHRİMİ...
MELEKLERİ GÖRÜRDÜM..
ELLERİNDE AKŞAM SAFALARI,
SARISI KIRMIZISI, BEYAZI..
PEMBESİNDE ÇİNGENE sabiş,,
TOPLANMIŞ ATEŞİN ETRAFINDA...
PERİ KIZLARI, ÇENGİLER,
NE GÜZEL DANS EDİYOR...
BU GECE EN KUTLU GECE VE EĞLENCE...
YILDIZLARIN EN KUYRUKLU GÖZDESİ...
DÖNE DÖNE DANS EDİYOR
KOLLARINDA BİRTANESİ..
ÇOKMU ÇEKTİM ? SİGARAMDAN..
ELİMDE BİLLUR KADEH, ÇOKMU İÇTİM ?
İÇİNDE KEVSER ŞERBETİ..
ÇOKMU YEDİM ? YILDIZ EZMESİ, AYDA GÜLLAÇ..
GÜNEŞ BUYA ..!!
GECEDEN YAKAR , TUTAR ,BENİ
sabiş DELİ YA..!!
SAMANYOLU SESSİZ, SAKİN
GECEDEN GÜNEŞLENİR...
GÜNEŞSE DEMLENİR GECEDEN
AKLI GELİR, GİDER İNSANLARIN...
OLMADIK AKILLARLA...
ŞAŞIP KALIR, SARHOŞ OLURUM . HATIRLADIKLARIMLA..
BEN HAYAL KURARKEN BİLE ,
KENDİMDEN GEÇERİM...
SEVMELERİ HİÇ SEÇMEDİM..
SEVMELERİN ADINIDA KOYMAK İSTEMEDİM...
BEN SADECE SEVDİM..
SEVDİMDE BİLDİM BİLMELERİMİ...
HER BİLDİĞİM, BİLDİRDİ BİLMEDİĞİMİ...
DEDİM sabiş YİNE NE CAHİLLİK ETTİN ? :(
ÖĞRENMEK İSTEDİM..BİLMEDİKLERİMLE..
BİLDİĞİNİ SANANLAR ÖĞRETTİ ZATEN BİLMEDİĞİMİ...
NELERDE BİLİRMİŞ İNSANIN YAVRULARI
KEÇİLERİ KUZULARI KURTLARI, KUŞLARI..
HAYVANLAR YEMİŞ, OTLARI ÇİÇEKLERİ..
İNSANLARDA, ETLERİ BÖCEKLERİ..
YEMİŞLER, YEMİŞLER, YEMİŞLERLE YEMİŞLER...
İÇMİŞLER, İÇMİŞLER,İÇMİŞLERLE İÇMİŞLER..
GÖRMÜŞLER, GÖRMÜŞLER, GÖRDÜĞÜNÜ GÖRMÜŞLER..
BAKIPTA GÖRDÜĞÜNÜ DEĞİL..!!
SÖYLEMİŞLER, SÖYLEMİŞLER,, SÖYLEDİĞİNİ DEĞİL..
YAPTIĞINI BİLMİŞLER..
HATA NEDİR..? DOĞRU NEDİR ?
ANLAMADAN ÖLMÜŞLER....
ALLAH RAHMET EYLESİN DEMİŞLER,,DEMİŞLER..
ERMİŞLERLE, DERVİŞLER VELİLERDEN BİLMİŞLER..

İŞTE HAYAT..!!

BEN YAPMADIM...:((
HOROZ YAPTI..
HORAZ NERDE ?
DAĞA KAÇTI..
DAĞ NERDE ?
YANDI BİTTİ KÜL OLDU...
AŞIKLARIN GÖNLÜ YOLDUR YOLAKTIR...
BU İLK DEĞİL, SON DA DEĞİL...
İLKİN SONU KARA TOPRAKTIR....
TOPRAK,HAVA,SU,ATEŞ..
İNSANOĞLU BUNLARLA KARDEŞTİR...
YOKSA..!!
KENDİSİYLE KALLEŞTİR...:(((

Sabiha Rana
http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Sami Güzel


İsimsiz Melek

Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti.

Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi..

Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı.

Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi..

Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi..

Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu..

Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?..

İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..

Sami Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,008,008,008,008,008,008,008,00
              4 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahvecigillerden : Deniz Umut Dereli


Karadenizdi gökyüzü

Tartışıyorum Sevgilimle

AŞK, anlatılmadan yaşanması gereken,unutulmadan unuttuğumuz,olduğunda ihanet ettiğimiz insanca bir olgumudur sence?
Ya peki kuşların aşkı olmazmı? Aslanların, balıkların, kedilerin, onların aşkları olmazmı?

Neden ilk gördüğümde seni kalbim titrerdide şimdi sadece gülümsüyorum.Yoksa aşkımız bittimi?

AŞK nedir ki? Biliyorsan söyle bana, çünkü sen kendinden çok eminsin, korkusuzsun.Hatta bu ilişkiye meydan okuyacak kadar biliyorsun aşkı.
Açık söylüyorum ben bilmiyorum aşkı.

Korkuyorumda aslında, ya dışarıda bilen hiç yoksa diye.Ya hepimiz birbirimizi kandırıyorsak.
İnandığımız gerçekler doğrumu sence?

Ben sordukça sen susuyorsun, konuşmuyorsun. Sence delimiyim ben?

Niye bukadar tabu sana aşkı tartışmak? İki cümleden sonra niye bırakıyorsun konuşmayı?

Anladım sen biliyorsun ama paylaşmıyorsun aşkın anlamını.

Paylaşılmayan aşk kavramı diye bir kavram koydun ortaya bari onu tartış. Onadamı hayır!

Peki ozaman bende tartışmak istemiyorum artık.

Gel öpeyim seni şimdi.

Kokun çok güzel.

Karadenizdi gökyüzü
İlk öptüğümde seni.
Dalga dalga saçların,
Düğümlemişti bizi.

Bitti.

Deniz Umut Dereli
denizumut@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Bir Kış Mevsiminde Sinop - 1

Önümüzde 4 günlük Kurban Bayramı tatili, bir de gezi planımız vardı. Fakat gitmeyi düşündüğümüz yere bu karda kışta ulaşmak, bizim için bir hayale dönüşmüştü. Trenle yolculuk yapmak istemiştik, ama bütün yollar kar altındaydı ve herkesin trene bineceği tutmuştu. Yer bulmak mümkün değildi, gidemiyorduk! Hayalimizi bir baska zamana erteleyip, yeni seçenekleri düşünürken, tatilin başlamasına 2-3 gün kala, Sinop fikri ortaya çıktı.

Sinop, yaz aylarında gerçekleştirmeyi düşündüğümüz büyük Karadeniz gezisi öncesinde, hem bir ısınma turu olacak hem de daha önce hiç tanışmadığım Karadeniz kıyılarını az da olsa tanımam için, güzel bir fırsat olacaktı.

Hızla yaptığım araştırma sonunda, Tarihi Sinop Cezaevi, Sinop Kale surları, Balatlar Klisesi, Sinop Müzesi, Hamsilos Koyu (Fiyordu), İnce burun, Soğuksu ve Akgöl yaylaları Sinop'da görülmesi gereken yerler olarak belirginleşti. Sinop, Karadeniz'in Bodrum'u olarak anılıyormuş bölge insanı arasında. Özellikle balıkçı limanı, sahilde bulunan kale etrafındaki çay bahçeleri, Sinop sakinlerinin yaz akşamları buluştuğu yerlerin başında geliyormuş.

Internet'de Sinop otelleriyle ilgili çok da bilgi bulamadım; bulduklarım arasından Hotel Diyojen'le konaklama konusunda anlaştık.

Bir arabada, beş kişi gidecektik, Cumartesi sabahı 8:30'da toplaştığımızda, araba tepeleme dolmuştu bile, ekip de herzamanki gibi süperdi. 2 amatör fotoğrafçı, 1 film yönetmen adayı ve kamera uzmanı, 1 bankacı ve 1 gezgin.

Yola çıkmadan karayollarından Çankırı - Ilgaz - Kastamonu geçişindeki yol-kar durumunu sorup, yolculuğa uygun olduğunu öğrendik ama, telefondaki sese güvenmeyip, Gerze'de kalan arkadaşlarımızdan da yolun son durumunu onaylatıp, saat dokuz gibi kontak açtık.

Güzergahımız; Ankara - Çankırı - Ilgaz - Kastamonu - Hanönü - Sinop şeklinde akacaktı.

Arabayla, hele bir de bu şekilde tepeleme yolcuyla dolu bir arabayla yolda olunca, sık sık mola vererek, arkada oturanları birbirlerine yapışmasınlar diye indirip, havalandırmak gerekiyor.

İlk mola benzincide depoyu doldurmak ve kahvaltı etmek için verildi. Çaylar içildi, 2. çaylar arabaya alındı ve Çankırı'ya doğru yola düşüldü. Pırıl pırıl bir hava da gidiyorduk, yol da trafik neredeyse hiç yoktu. Sinop'a gidenlerin çoğu, daha uzun olan Samsun yolunu kullanıyormuş.

Ilgaz'a yaklaştığımızda, yolda olmasa da çevremizdeki kar gittikçe kalınlaşmaya başlamıştı. Genel istek üzerine, sağa çekip, belimize kadar gelen karın içine attık kendimizi. Bir süre karlarda debelenip, sudan çıkmış kedi gibi olunca, yeniden arabaya doluştuk. O sırada sürücü bendim. Arka üçlünün, ön kaloriferde kurutmak üzere, çıkartıp verdikleri çoraplarını konsola bir güzel yerleştirdim. Bayılmamaya özen göstererek, yavaştan Ilgaz'ı tırmanmaya devam ettik.

Yoldaki bir kontrol noktasında, kibar bir polis memuru tarafından durdurulduk, 5-6 km. sonra gizli buzlanma olduğu ve zincirsiz zorlanacağımızı söyledi.

Bagaj'da zincirimiz vardı,
Araba da yeterince ağırdı,
Kameralar da hazırdı, diyerekten yola devam ettik. Birkaç ufak patinaj dışında zorlanmadık. Zaten dağın kuzey yamacı, yani iniş kısmında daha çok kar vardı, burayı da yavaşça iniverdik.

Fotoğrafçılarla ve video kameralı yönetmenle yolculuk yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, onlar "dur!" deyince duracaksınız! O karenin içine sığdıracakları "O an"ı farketmişlerse, koşulsuz itaat gerekiyor.

Böyle dura kalka, fotolar çekerek Taşköprü'yü geçip, Hanönü'ne vardık. Buranın etli ekmeği ünlüymüş. Kasabaya girişte, solda, aynı isimdeki pidecide mola verdik. Küçük, temiz görünüşlü dükkana girip, güneş alan bir masanın çevresine yerleştik. Siparişleri verdik; herkes etli ekmek ve ayran istedi. Günlük gazeteleri gözden geçirirken, güneşin tatlı sıcaklığında demlenmeye başladık. Mutfağa giderek, ustanın marifetlerini izledim bir süre. Pideler pişinceye kadar, Hanönü'nde minik bir tur attık. İnsanları sıcacık, ufak bir yerleşke. Minik meydanındaki eski evlerin bakımsızlığı, boyandıkları canlı renklerin sarmalamasıyla gizlenmişti. Sıra sıra dizilmiş manav tezgahlarından yolluk olsun diye biraz meyva alıp, lokantaya döndük. İştahla etliekmek ve ayranlar tüketilirken, göz ucuyla, yan masadaki bir tepsi ev baklavasından "nasıl yeriz acaba"nın hesapları da yapılıyordu. Dükkan sahibi o kadar gönlü bol biriydi ki, aslında o tatlıyı bayram için evine yaptırmış olmasına karşın, birer porsiyon ikram ediverdi.

Yemekten sonra, lokantanın yanındaki kıraathanenin önünde güneşlenen iki yaşlı amcanın masasına konuk olduk. Çaylarımızı yudumlarken, sıcak sohbetlerine kattılar bizi. Daha genç görünenin yaşını sorduk. Ben ve yönetmen arkadaşın yaşının toplamı kadarmış! Maşallah diyerek helalleştik ve yolumuza devam ettik.

Sinop'a, Hotel Diyojen'e vardığımızda hava çoktan kararmıştı. 2 yıldızlı, deniz kenarında, havuzu da olan, aslında yazlık bir otelmiş.

Yerleşip, biraz dinlendikten sonra, şehre indik. Akşam vakti, marinanın içine çekilmiş balıkçı tekneleri ne kadar çoksa, mevsimden dolayı olsa gerek, sokaklar da o kadar sakin ve sessizdi. Pıtrak gibi çoğalan "Ne alırsan 1 Milyon" mağazalarının camlarından baktık; Sinop'a özel, dünyaca ünlü hediyelik kotra ve taka maketleri satan dükkanlara göz attık. Birkaç lokanta dışında genellikle her yer kapalıydı.

Meydandaki birkaç otele girip çıktık, kaldığımız otelin kalitesinden hiç de farklı değillerdi, ama fiatları da yarısı kadar ucuzdu. Geceyi Diyojen'de geçirip, ertesi gün bunlardan birine taşınmaya karar verdik. Otellerde sohbet ederken, rakı-balık yapabileceğimiz yerleri de öğrendik. Son akşam dahil, tüm akşam yemeklerimizi yediğimiz Saray Lokantasını da, böylece bulmuş olduk. Temiz, fazla büyük olmayan, ferah bir mekanda az fakat lezzetli çeşitleriyle hizmet veriyordu. Karadeniz'in has balığı hamsi tava, herkesin favorisi oldu. Yemek üzerine verdikleri ılık ve taze irmik tatlısı da çok lezzetliydi. Yolunuz Sinop'a düşerse, tavsiyem, mezelerle karnınızı fazlaca doyurmayın, bol ve lezzetli salatayla taze balığın keyfini çıkartın.

Ertesi sabah erkenden kalktık. Diyojen gerçekten hoş bir otel, fakat yaz için daha uygun. Hesabı kapatıp, şehrin içindeki Denizci Otel'e yerleştik. Burası daha küçük; ahşap, sade dekorasyonu ve sıcak ortamıyla daha samimi bir yer. Çantaları odalara bırakıp, hemen dışarı çıktık.

Yarımada üzerine kurulu Sinop´un iç ve dış liman olmak üzere iki ayrı kıyısı var. İç limanda Karakum ve Zeytinlik plajları yer alırken, dış liman Akliman ve Hamsaroz´a kadar uzanıyor.

Bugün, Hamsilos Koyu (Fiyordu) ve İnce burun'u görmeyi planlıyorduk. Fiyord, dik yamaçların oluşturduğu bir vadinin dip yüksekliğinin, deniz seviyesinin altında oluşu nedeniyle deniz suyuyla dolmuş haline verilen ad. İl merkezinin 11 km. dışında, dünyada örneği çok az olan, Türkiyenin tek fiyord tipi koyunu da içeren Hamsaroz körfezine doğru yola çıktık. Mükemmel doğası, denizle buluşan yemyeşil çam ormanları, denizin bir nehir gibi kara içine girdiği bir koydu burası; 1. derecede doğal SIT alanı ilan edilmiş.. Ayrıca Akliman piknik alanının da çok yakınındaydık. Hamsilos koyunda balık tutulabiliyor, dalgıçlık yapılabiliyor veya denize girilebiliyormuş.

Arabayı, fiyordun girişindeki yüksek tepeye parkettik ve çevreyi keşfe başladık. Kayalıklar çok keskin ama girintili çıkıntılı olduğundan, üzerinde hareket etmek nispeten kolaydı. Şiddetli esen Karadeniz rüzgarına rağmen, fiyordun denizle kavuşan yerlerine kadar inebildim. Rüzgar yere sağlam basılmazsa, devirecek kadar şiddetliydi buralarda.

Dönüşte, gelirken yol üzerinde gördüğümüz ufak balıkçı barınağında durduk. Akliman adını alan bu yerde, avlanma mevsimi olmadığından, tekneler çekilmiş, ağlar onarılıyordu; balıkçılarla sohbet ettik. Yönetmenimiz gezinin başından beri "belgeselleştirdiği" yolculuğumuza, bir röportaj da burada ekledi. Hamsilos'daki deli rüzgar yerini usulcacık, dingin bir melteme bırakmıştı. Çevrede piknik yapılacak masalar vardı. Buradan İnce Burun'a devam ettik. İnce Burun, Türkiye'nin en kuzey ucu; Sinop'tan yaklaşık bir saat uzaklıkta. Yol boyunca, sanki Antalya Konyaaltı'nı andıran uçsuz bucaksız kumsallar geçiyorduk. Sol tarafımızda bir askeri havalimanı vardı, ama çok sakin gözüküyordu. Yaz mevsiminde buraların, iğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu söylendi.

Burundaki fenere gitmek için tabelaları takip etmek yeterli; yalnız, sahilden içerilere kıvrılan yol, sizi, sanki bir çiftliğe girecekmiş havası uyandıran bir girişe yönlendiriyor; ha bitti ha bitecek denen, orman içinden giden bir patikaya sapılıyor. Yol gerçekten çok bozuk, sabırla giderseniz, sonunda fenere varıyorsunuz.

Fener, Karadeniz'e hakim yüksekçe bir yere inşa edilmiş. Ucundan görülen manzara, Çanakkale Conkbayırı'ndan görülenleri anımsattı bana; sağınızda, solunuzda upuzun bir sahil uzanıyor. İki tane bekçi köpeği karşıladı bizi, "buralar bizden sorulur haa!" diyerek efelendiler önce, sonra baktılar ki dostuz, zararsızız, arkadaşımız oldular. Fenerin denize bakan tarafında 2 tane mezar vardı; birinde isim var, diğeri isimsiz; sadece taşlarla çevrilmiş; yıllar önce fenerde çalışanlara ait oldukları söylendi.

Fenerin inşa edildiği evin çevresinde bir samanlık, ardiye, bir de minik ağıl vardı. Evin kapısını çaldık, bizi, 250 yıldır nesilden nesile, bu feneri bekleyen ve işleten "Çilesiz" ailesinin kızı karşıladı. Sohbetimiz sırasında, kendisine burada yalnızlıktan sıkılıp sıkılmadığını sorduk; sıkılmadığını, istediği zaman şehire inebildiğini, böylesi bir yerde, dingin bir hayat geçirmekten keyif aldığını söyledi, yavaşça, tane tane ve anlaşılır konuşmasında, yaşından beklenmeyen, "gizli" bir bilgelik havası algıladım. İzin alarak fenere çıktık. Daracık merdivenlerden tırmandık; o mercekli camın, karanlık gecelerde gemicilere umut veren hareketini izledik. Evin çıkışında, artık bize alışmış köpeklerle fotoğraflar da çekildikten sonra, Gerze ilçesine doğru yola koyulduk.

Gerze'yle Sinop'un arası yaklaşık 40 km. Samsun yolu üzerinde olduğundan, Sinop'a giderken veya dönüşte uğrayabilirsiniz. Otomobille 30 dk. kadar sürüyor, yol keyifli ve güzel. Gerze, bir zamanlar güzel evleri ve gül bahçeleriyle ün salmış. 1956 yılında çıkan bir yangında, bölgedeki Bağdadi tarzda yapılan ahşap evler, çoğunlukla yanmış. Onların yerine kâgir binalar yapılmış.

Ama hemen hepsi, iki katlı ve bahçeli. Ancak bazı eski evlerin kapı tokmakları, hâlâ görülmeye değer. Hemen her evin bahçesinde yer alan güller beldeye ayrı bir keyif katıyor. Gerze'yi ünlü yapan bir diğer unsur da, Rusya'dan kaçarak Gerze'ye sığınan beyaz balina Aydın; adına bir park bile inşa edilmiş.

İlçeye vardığımızda öğle yemeği zamanı gelmişti, karnımız da zil çalıyordu. Arkadaşlarımızın evinde molamızı verdik. Gerze limanına bakan, geniş manzaralı evde dinlenirken, Sinop'a özgü yöresel yemek, Nokul'la burada tanıştık. Börek gibi açılan hamurun içine kıyma, kuru üzüm veya ceviz dolduruluyor, fırından taze taze ve sıcacık çıkınca da tadına doyum olmuyor. Cevizli olanı çok beğendim.

Gerze limanı ve mendireğinde, soğuk havaya rağmen sıkı bir yürüyüş yaptık. Balıkçı barınağının arkasındaki minik çay bahçesinde, çay molamızı verdik. "Buralarda yazın iğne atsan yere düşmez" diyordu çayları getiren genç.

Vedalaşıp Sinop'a döndüğümüzde, saat akşam altıya geliyordu. Biraz dinlemek için odalara çıktık. Televizyonu kurcalarken bir de ne göreyim, odalarda 300 kanallı uydu sistemi var! Yıllar önce MTV'nin Hindistan versiyonunu izleyip çok eğlenirdim. Burada onu görünce yine çok eğlendim. Hintlilerin müzik klipleri beni öldürüyor; şarkıcı, yanında partneri seke seke koşarak, şarkılar söylüyorlar, arkadan en az 40 kişilik bir dans ekibi onları kovalıyor. Bu kliplerdeki popülasyon inanılmazdır. Kanalları kurcalarken, buluşma saatimiz gelmişti bile, lobiye indik, yeniden Saray lokantasına yollandık. Ekip, balık yemeğe doyamıyordu, aynı menü, ne eksik ne de fazla, yenildi, içildi. Keyifler de aynıydı. Lokantadan çıktığımızda çok geç değildi, hemen yakındaki Yalı kahvesine geçtik. Burası, hemen balıkçı teknelerinin önünde, şirin bir kahvehane. Taptaze çaylar, kahveler geliyor gidiyor; okey, tavla, çin daması oynanıyor; Sinoplularla koyu sohbetler yapılıyordu. Duvarlarda Sinop'un eski halini gösteren fotoğraflar, resimler vardı.

Geç saatte, kaloriferleri 16:00'dan sonra çalışan, otelimize geçtik. Yeterince ısınmıştı odalar. Biraz Hindistan MTV'si ve Uzakdoğu kanalları arasında dolaşırken uyumuşuz.

Arkası Yarın

Fotograflar: Serpil YILDIZ

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,719,719,719,719,719,719,719,719,719,71
              7 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.212 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Yel değirmenleri

Ufuksuz bir yaşamdayım sanki,
Ne berisi, ne de ötesi var.

Sanki sonsuz düzlüklerde biteviye dönen bir yel değirmeni gibi,
zamanı çevirir bir şeyler beklerim.

Garip bir dünya, öylesine yalnızım ki
Kanatlarımın arasından geçen yelden bile
bir şeyler beklerim.

Yel bende yaşar, yel bende konuşur,
Sonunda yel ben olurum ,

Umutlarım tükendiğinde
     Yanıtlarım bittiğinde,
          Yaşam üzerine...

Kemal Türkmen

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Şansa bak!

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


bir zeytin dalı

http://www.tariszeytin.com.tr
İster uzman yazılarını okuyun ister güvenerek alışveriş yapın! Hele özel tasarım bir zeytinyağı tabağı var ki aklım kaldı, belki kendime bir ara hediye alırım onu :) Sadece zeytin veya zeytinezmesi (gerçi aklım bir de yeşil zeytin ezmesinde kaldı!) almanız gerekmiyor, zeytinyağı, sabun, aksesuar, kuru incir, lezzet sepetleri hepsi pek leziz... Kısaca "Tariş" ne verdiyse bakın, istediğinizi alın!

http://www.zeytinim.com/
Taylıeli zeytin ve zeytinyağı işletmesi, sitelerinde alışveriş de yapabiliyorsunuz. İstanbul ve Ankara'da yaşayanlar mağazalara gidebilirler. Özenli üretim ve bol çeşit var.

http://www.adatepe.com/index.php
Refika'nın hikayesi yanında Türkiye'nin ilk zeytinyağı fabrika müzesi olmaları da çok etkileyici! Özellikle seramik şişelerdeki zeytinyağına "hayır" diyebilecek bir mutfak düşkünü düşünemiyorum. Satış noktalarını da sitede bulabilirsiniz. Olmadı Nazım'ın dizelerini ana sayfada okuyup içinizi aydınlatmak için ziyaret edin derim.

http://www.esiad.org.tr/
Zeytin üstadı Nedim Atilla'nın Batı Anadolu Zeytinyağı Kültürü kitabı ile ilgili kısa bir yazı ESIAD sayfasında. Bir de zeytinin barışla bağlantısı var ki en az yazıdaki "Burhaniye-Bergama Usulü Çığırtma" tarifi kadar iç açıcı.

Ayşe Nur

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Popup Killer Version 1.51 [69KB] W98/Win2k/XP FREE
http://www.pablovandermeer.nl/popup_killer.html
Hala bir pop-up savar programınız varsa size önerebileceğim en güzel programlardan biri. Biraz titiz çalışarak sizi rahatsız eden herşeyden kurtulabilirsiniz. En büyük özelliği ise tek başına çalışan bir tek dosyadan meydana gelmesi. Bu siteye dikkatlice bakın işinize yarayacak birşeyler mutlaka bulacaksınız.

Yukarı




ABONE OL
AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
Forum Alanı
İletişim Platformu
Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
Kütüphane
Kahverengi Sayfalar
FİNCAN/SİPARİŞ
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
KMFM (TEST)
KM JUKEBOX (Yeni)
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları












Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu



Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040817.asp
ISSN: 1303-8923
17 Ağustos 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com