Atina 2004 Olimpiyatları başlıyor!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 563

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 20 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Dopingli Hüseyin!..


Merhaba,

Dün tylolhot dedim höt diye üstüme yürüdünüz. Ben de korktum bütün gün bir tane bile içmedim. Şaka bir yana gösterdiğiniz ilgi için sağolun varolun. Bu illet, ilaçla 1 hafta da ilaçsız 7 günde geçermiş zaten. Ama gene de mutluyum çünkü nevazil gribe çevirmedi. Tat ve koku almaktaki yoksunluğumu bir kenara bırakırsak turp gibiyim. Yani doping işe yaradı. Yaşasın. Doping bizde işe yaradı da, Şahbaz kızımızı madalyadan etti. Buna cahil cesaretimi demeli yoksa alenen cahillik mi karar veremedim. Bu kadar sıkı kontrole ne halt yemeye yaparsın sonra da başın önde memlekete dönersin. Allah akıl fikir versin ne diyeyim.

Bu doping olayı gündeme düştüğünden beri hep aklıma Hüseyin geliyor. Hüseyin 15 yıl önceden tanıdığım bir karadenizli ofisadam. Daha önce anılarını anlatmışmıydım hatırlamıyorum ama ender bulunur stand-up'çı uşaklardan biriydi sağolsun. Biriydi diyorum çünkü şimdilerde n'aptığı konusunda en ufak bir fikrim yok. O dönem, reklamcılıkla iştigal ettiğim yıllara rastlıyor. Hüseyin de bizim ajansın ofisadamı. Ofisadam çünkü ofisboy denilmesine gıcık oluyor. O sıralar reklamcılar ve matbaalar arası halı saha futbol turnuvaları meşhurdu. Ajanslarda çalışan kadın sayısı erkek sayısının birkaç katı olduğundan takım toplamak falan hep sorun olurdu. Neyse bir haftasonu bilmemneydi ofsetle maçımız var. Erkek kıtlığında 6. oyuncu bizim Hüseyin. Daha önce oynarken görmemişiz ama çok iddialı. Güvenilir kaynaklardan aldığımız haberlere göre Hüseyin 1 hafta önceden çalışmalara başlamış antremanlarını sürdürüyor. Cumartesi sabah saat 10:00 sularında Haydarpaşa'daki sahada toplaştık. Ama Hüseyin namevcut. El-mahkum 5 kişi soyunduk çıktık sahaya. Maç başlamaya az kala Hüseyin göründü. Keşke görünmeseydi. O yağız laz uşağı gitmiş yerine çamaşır makinasında yıkanmaktan partal otel havlusu haline gelmiş bir adam gelmiş. Perişan, surat sapsarı ancak tellere tutunarak ayakta durabiliyor. "N'oldu len Hüseyin? Nedir bu halin?" "Abi sorma ya, sabah kalktım doping olsun diye 3 tane çiğ yumurtayı bir bardağa koyup içtim, sonra da hafif bir ter atayım diye 15 dakika kadar koştum. O saatten beri çıkarıyorum. Kımıldayacak halim yok. İsterseniz kaleye geçeyim diye geldim." Güler misin ağlar mısın? Allah senin tependen baksın emi Hüseyin. Yattık yerlere tabi. Biz çıkıp 5 kişi oynadık, 5 yiyip bitirdik maçı. Nasıl beğendiniz mi karadeniz usulü dopingi?

Epeydir yoğunluğu nedeniyle bizleri yazılarına hasret bırakan sevgili Cumhur Aydın'dan haber var. Kendisi trafik güvenliği konusunda Türkiye'nin yetkin ve etkin kişilerinden biri biliyorsunuz. Bugün Kanal B (Başkent Üniversitesi TV) de 18:00-19:00 arasında Murat Atak'ın sunduğu "Bir Konu Bir Konuk" programına "Trafik Güvenliği" hakkında söyleşmek için konuk oluyor. Kanal B Digiturk 25.kanaldan izlenebiliyor. Ayrıca aynı program Radyo Başkent'ten de canlı yayınlanacak. Konuya yada Cumhur'a ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir program olacağı kesin. Tüm sevenlerine duyurulur. Bu arada kendisinin her hafta Çarşamba günleri TRT Radyo 1'de "Trafik Programı" olduğunu da hatırlatmakta yarar var.

Bugün sizlere gene çokça beğeneceğinizi umduğum bir bir şarkı seçtim. Bence hakkettiği yeri yakalayamamış bir gerçek müzisyenin eseri. Ömer Faruk Tekbilek'ten One truth, I love you. Bu uzun şarkıyı da gözlerinizi kapatarak dinlemenizi öneririm. Mevlana dergahından Osmanlı saraylarına kadar pekçok yere girip çıkacağınızı garanti ediyorum. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Sağlıcakla kalın, hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

11 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket


CEVİZİMİN İÇİ

Gerinip, gerinip arka bacaklarından aldıkları çıkış ivmesi ile hızla birbirine doğru koşan iki koçun tokuşmasından, boynuz ve alın kemiklerinin temasından çıkan tok bir ses duyulur. Bu mezalim bir seferle de kalmaz, yoruluncaya veya biri diğerinin üstünlüğünü kabul edinceye kadar sürer gider.

Genel de insanların tokuşması da, o güne değin en çok çalışan, en gelişmiş ve adeta en sağlam yerleri olan dilleri ile olur ve ortalığı "lak, luk, lak, luk" sesleri kaplar. Gerçi bazı insanımsılar, düşünme ve konuşma yeteneklerini yok saydıklarından, ellerini, ayaklarını ve kafa vuruşlarını da katarlar bu söyleşiye....Yürekleri ile tokuşmayı bir türlü düşünemezler veya düşünmek bile istemezler. Çünkü insan olduklarını bir süre için bile olsun anımsarlarsa , işte o zaman canları çok acıyabilir.. Kabukları ile tokuşurlar da tokuşurlar... Özlerinin hiç farkında olmadıkları için...

Çevremize baktığımızda insanların pek çoğunu sadece dış kabukları ile görür ve tanırız. O insanların özündeki titreşimler, o kalın kabuğu (nato mermer nato kafa diye bir deyim anımsıyorum, çocukluk yıllarımdan) aşıp çevreye yayılabilir mi?...Veya tam tersi, az da olsa çevrede var olabilen özün titreşimleri o kabuğu aşıp içindeki öze erişebilir mi?... Oldukça zor, hatta imkansız... Çünkü nerede ise hepimiz, özümüzle doğduğumuz andan itibaren kalın bir kabuk edinmek üzere yetiştiriliriz, sosyal çevre tarafından. Adeta, tavuğun yumurtası gibi dış çevre ile temas ettiğimiz anda üzerimizdeki incecik zar, sertleşip kalsifiye oluverir.

Erkekler koçtur, aslandır, prenstir ve her şeyi yapabilmeye muktedirdir. Dişiler ise prensestir, her şeye layıktır, narindir, çabuk solmamaları için, hiç dokunulmamaları gereken, cam bir fanus içinde yetiştirilen nadide birer çiçektirler...O nedenle dişileri ileri ki yaşamda çözmek daha zordur. Çünkü kabuğa bile erişebilmek için, önce o fanusun kaldırılması gerekir. (İstisnalar kaideyi bozmaz değil mi?.. )

İlerleyen yıllarla birlikte kabukları iyice gelişmiş ve kalınlaşmış bu iki varlık karşı karşıya geliverir. Aşk denilen o duygusal sarhoşluğun içinde kabuk öz ayrımının hiç farkında olmadan (1+1=1) şeklinde tek ve bir bütün olduklarını hissederler. Her iki özden yayılan titreşimler geçici bir süre için, kalın kabukları görülmez ve zahiri bir hale getirmiştir adeta....Ama bir süre sonra söze bile gerek yok dercesine yaşanan duygusal titreşimler, cıvıltılara, fısıltılara dönüşür, ondan sonra yumuşak konuşmalar da kabukların tokuşmaya başlamış olmasının gürültü ve şamatasına...Cıvıltılar ve fısıltılar ara kademesinde kabuklar çatlatılıp, özler yaşanmaya devam edilirse, olması gereken sevgi ve saygı uzun süreler belki de bitimsiz süre gidebilir. Gerçek dostlukları da olduğu gibi.....Ama kabuğu sıyırıp atabilmeyi ve özü ile yaşayabilmeyi becerebilen kaç kişi tanıyoruz çevremizde?...

Şimdi metaforumuzu ilişkilerden bireye indirgemeye çalışalım...Kabuğumuz ne kadar sağlamsa dış etkenler, sosyal yaşamın zorlukları ve acıları bizi o kadar az rahatsız eder diye şartlanmış bireyleriz aslında...Tüm enerji ve gücümüzü, sınıfsal, mevkisel, parasal, şöhretsel değer yargıları ile kabuğumuzu güçlendirmek için kullanırken, yaşamımızı tüketir gideriz farkında olmadan. En yoksulumuz bile büyük ikramiye çıksa da kabuğumu şöyle bir sağlamlaştırsam hayalleri ile yaşar. Yaşamın her birimiz için aslında en büyük ikramiye olduğunun farkında bile olmadan. Azınlık bir kısmımız da, içimizdeki öz büyümeye yüz tutar, kabuğumuzu zorlarcasına...Acı verici ıstıraplı bir dönemdir bu.. Bu dönem de giderek kabuğumuzun incelmeye başladığını görürüz bir süre sonra. Bu yolda istikrarla yürüyebilenlerin kabuğu erir gider veya çatlayıp parçalanarak ortadan kalkar. Bu yolun sıkıntı ve acısına dayanamayanların ise kabuğu inatla kalın kalır ve bu sefer de öz çürür, kurtlanır, erir gider...

Halbuki, doğadaki kabuklu tüm meyveler bir iç saat gereği zamanı gelince çatlayıp açılıverir. Özlerine kolayca ulaşılsın ve özdeki tohumlar çevreye saçılıp, soyları devam etsin diye...Aslında özün tadı da sadece bu tohumları çevreye yayabilmek adına yenmesi içindir. Yani özün de bir özü ve nedenselliği vardır doğada...

Ancak insanoğlu, kendisini o kadar evrenin merkezine koymuştur ki, kendine önem verip gözlemlemekten o denli haz duyar ki, çevresinde ve özellikle doğada neler olup bittiğinin hiç farkında bile değildir, veya hiç önemsemez ve aldırmaz....En kalın kabuklu meyvelerden ceviz gibidir insanoğlu...Sert bir şeyle kendisine vurulup kırılmayı bekler. Onu kıracak sert bir şeyle karşılaşmazsa, cevizin içi gibi, kendi özü de kurur, çürür, kurtlanır gider (daha çok erkeklerin kulağı çınlasın)....Kestanenin ise iki kabuğu vardır. Biri dikenli ve sert, içteki kabuk ise daha ince, yumuşak ve narin (bu sefer de daha çok dişilerin kulağı çınlasın)...

Ancak ve ancak, doğada şeftali gibi, elma gibi, üzüm gibi, armut gibi kabukları zar gibi olan ve çoğu zaman kabuğu ile bile yenebilen meyvelerde vardır.

HAYDİ BAKALIM!.... 10 puanlık uzmanlık (pardon insanlık) sorusu?..

HANGİSİ GİBİ OLMAK İSTERDİNİZ?....

Ümit Yoket
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,789,789,789,789,789,789,789,789,789,78
              9 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülendam Z.Oğuz

 Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz


   Haylaz Menekşe

Fransız okulundaki ikinci yılımın Kasım ayı. Babam biraz önce beni okulun önünde indirdi. Orta kapıdan giriş yapmak zorunda kaldım. Vakit çok erken, ortalıkta kimsecikler yok. Mevsim de, vakit de okulun dış duvarları gibi gri mi gri. Issızlıktan ve iç kıyıcı renklerden tedirgin, ürperiyorum. Yüzyıllık kahverengi muşamba kaplı merdiven basamakları ufak ayaklarımın altında gıcırdıyor ve ortam daha da korkunç olsun diye efekt yapıyorlar adeta. Bir de "güm güm" kalp atışlarım!

Sınıfın kapısı, daha da beter bir gıcırtı ile açılıyor tarafımca. Hemen iç avluya bakan camın yanındaki sırama geçiyorum. Sanki başöğretmen kürsüde konuşuyor da onu dinliyorum dikkatlice. Kafam dik. Korkmayacağım ya..
Kaskatıyım!

"Babam da niye bu kadar erken bıraktı sanki okula beni?" Gün hala tam ağarmadı.
"O da ne?" Sıranın altındayım, titriyorum. Rüzgarlı tepe filmindeki gibi, dışarıdan rüzgara karışmış birtakım uğultular geliyor. "Yok, tamam. Hayaletler var bu rahibe dolu okulda. Beni almaya geldiler. " Ayin gibi birşey sanki dışardan kulaklarıma ulaşan. Hani korku filmlerinde olur ya.. "Sunak falan da vardır belki iç avludaki kilise de.. Ve kurban arıyorlar. Hazır ve nazır burdayım, ne güzel!"

Camlarına vitray deseni yapıştırılmış sınıf kapısının ardında bir gölge beliriyor. Sıranın ayaklarına yapışmış, nefesimi bile tutuyorum, kıpırdamaksızın. "Tanrım, çok korkuyorum, yardım et!"

"Est-ce qu'il y a une élève, là-bas?" diye sesleniyor gölge, kızgın.. O kadarını anlayabiliyorum artık. "Orada bir talebe mi var?" diyor. "Beni yiyecek mi? Yedirecek mi?" Öylesine korku içindeyim ki, ne cevap var, ne kıpırtı benden. Simdi önümde yere kadar inen bir etek altında iki siyah çoraplı ayak! Kafamı çarpıyorum sıranın altına. "Evet" diye yanıtlıyorum ama kendimde zor duyuyorum titrek sesimi.

Beni "ham!" yapmadığı gibi sevip okşuyor, şükür! Zaten kısa bir süre sonra da diğer talebeler tek tek sınıfa gelmeye başlıyor ve ışıklar yakılıyor..

O gün derslere kendimi veremiyor, hep iç avludaki kiliseye bakıyor, biraz büyüdüğümde öğretmenlerimizden rahibe olanların yaşadıkları yasak odaları görmek için sabırsızlanıyorum. Çünkü bunlar mantar gibiler, bir bitiyor, bir yok oluyorlar.

Gri renk ile özdeş okulumuz talebeleri o vakitler sadece dişi idiler ve mezun olanlar ise "menekşe" ünvanı alırlardı. Kimisi Lady Menekşe, kimisi Hercai Menekşe ve kimisi ise Haylaz Menekşe çıktılar bu okuldan.

Yedinci sınıfa gelip de biraz ele avuca gelmeliği aşınca, gri'den başka renklerle tanıştım.

Hep bir kapı vardı, rahibelerin bize kesinlikle yasak bölge diye tanımladığı. Bilmeden hedef gösterdikleri, tabii haylaz olana.

Ders sırasında bir bahane ile sınıftan çıktım. Doğrudan bu kapıya yöneldim. "Yine kapı gıcırtısı, heyhat!" Korkmadım bu kez ama ikinci sınıftaki ürpertinin aynısı sırtımdaki şeftali tüyleri ayaklandırmaya yetti. Yerler sanki bir ekstra asır daha geçirmiş bir muşamba. Bu kez ayak ucunda La Fontaine tilki'si gibi ilerliyorum hedefe kilitli. Merdiven trabzanları da eski mi eski ve dokununca sallanıyor. Sağdaki oda "gel bana çocuk!" diyor adeta. Teper miyim bu teklifi? Gidiyorum, zaten kapı da açık! Keşke deseydi bir de "ardına dön ve çık!" -da demiyor kerata.

İlk kez görüyorum; bir rahibe, ellerini birbirine kavuşturmuş ahşap dua taburesinin üstünde, diz çökük dua ediyor. Gözleri kapalı, derin bir huş'u içerisinde Tanrı ile sohbette. Ben ise kapının pervazından kafayı uzatmış sepetçe seyre dalmışım, ağız deseniz, bir karış açık. "Aaaa.. böyle mi oluyor bunlarda..?"gibisinden, falanlardayım yani.. Bir seyir, bir seyir.. Dalmış gitmişim ben de.. Huş'u kaplı ya ortam.. -Ki aniden, hiç de okulda görmediğim bu rahibe gözlerini açıyor. O anda işte, onu önündeki aynadan kestiğimi farkediyorum. Tabii o da benim gözümün içine bakıyor aynı zamanda. "Ayna.. Ayna, söyle bana, dünyada var mı benden daha güzeli?" demiyor tabii. Gerçi dese de, durum feci. Çünkü ilk anda gördüğü ben! Yani güzel tabii ki ben! Ve olay kamera şakası gibi!

Yerinden kalkıyor, dimdik bir korkuluk misali ve bu sefer yüzü tam bana ortalanmış geliyor. Kıpırdayamıyorum, yerime zımbalanmış gibi. Sıkı bir tokat şaklıyor sağ yanağımda. O an uyanıyor ve tazı gibi geldiğim gıcırtılı yoldan patırtılı bir sekilde, tek elimde iğneler batan yanağımda geri koşuyor, yasak kapıdan dışarı çıkıyorum.

Sınıfa girdiğimde öğretmen malum ihtiyac odasından niye bu kadar geç kalmış olduğum konusunda hafiften kondursa da, aldırmıyorum. Karizma gitmiş bir kez!

Ama bazen gaddarcasına da olsa, çok güzel şeyler öğrendiğim bu gri okulun pembiş yanaklı haylaz bir menekşesi olarak, daha nice dolu dolu okul anılarını bu olgun yaşlarda tebessümle anmaya devam, mutlu yaşıyorum.

Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   YİRMBEŞ-OTUZ-OTZBEŞ-KIRK

Kadın dediğin bir gonca gül dalında...
Bugünü gonca
Ya geriye kalan yarınlara?


Otzbeş yaş sendromu "üçüncü" dünya ülkelerinin göbeklerine "en birinci" dünya ülkelerinin açık unutulan bir lab. kapısından, elim bir hata eseri, bulaşan son model bir virüs gibi hızla ilerlemekte. Haber ajansımıza geçilen son bilgilere göre dünyanın dört bir yanındaki otzbeş-kırk yaş arası erişkinler cinsiyet, dil, din, ırk ayrımı olmaksızın ilgili merkezlere başvuruyorlar. Otzbeş ila kırk yaş arasında geçirilen örseleyici beş yılın duygusal travmasından kurtulmanın yolunu bulduğunu iddia eden ilgili merkezler ise kapılarını açmamakta direniyor!

Ne haber ama!

Ne münasebet canım! Ben bir yaşında mı doğdum?
Yattığım yerden düşünüyorum. Her defasında baştan parmak hesabı yapıyorum. Sağ elimden sol elime kalkulusda bir fark yaratamıyorum. Annem gibi olmaya başladım! Yaş 32.5, asla 33 değil...

Yirmbeş-otuz yaş sendromu!
Nedir bu acele bir anlasam? Yirmbeşlerden otuzlara giderken bir dürtüklenme, bir baskı, bir geç kalmışlık hissi peydah olmaz mı insancıklara?
Ohooo! Yapacak ne çok şey var; daha uygun aday bulunacak, aşık olunacak-illa ki aşk! aşık değilsen bile öyleymiş gibi hayal ediver gitsin-evler kurulacak, düğün dernek hazırlığı yapılacak, bembeyaz kuğular gibi gelinlikler dikilecek, damatlık ölçüleri alınacak-kariyerbırakılmayacakikidersinarasınagelinlikdamatlıkprovasısıkıştırılacak-imza atılacak...
Kalan borçları ödeme planı balayı sonrasına ertelenecek, balayında şanslı isen kavga edilmeyecek, eve dönülecek... Bu kadar! Ya sonra? Sonrası sizin sorun yaratabilme hayal gücünüze, kıskançlığınızın patolojik boyutuna, güvensizliğinizin derinliğine, özsaygınızın yetersizliğine bağlı oranda gelişiyor elbette! Sınırlarınız ile bire bir örtüşüyor...

Yak bir sigara Fatma hanım! Sinir bastı bak yine!
Bir sabah gözlerini açıp, yanında yatmakta olana bakıp "allahımmmm, ben ne yaptııııımmmm" diyen az mı sanıyorsun? Bunu diyene de şükür, bir de aynada kendi yüzünü tanıyamayanlar var! Uyuma kardeşim, dünya senin türevlerinle kaynıyor; üç aşağı-beş yukarı, türevinin türevi, yemediyse, integrallerin var. Lakin aynısın işte! İnsansın! Bal gibi sendromlara da kapılır hata da yaparsın...
Yiğitçe, mertçe, en cesurundan "ben bu hatayı yaptım!" diyebilenler elini kaldırsın!
Hadii, elleri görelim elleri...
(ben elimi kaldıramıyorum. kolumda bandaj var, elimi kaldıracak halim yok, konuşamıyorum çünkü çenem de bandajlı. zırıl zırıl depresyon, eni konu eziklik, çorbanın tadını bozacak miktarda empati, iki dumur ölçüsünde "ne oldum!" hali, bolca korku...)

"Yuvayı dişi kuş yapar! Kızım senin dilin de çok sivri, ondan dolayı oluyor bunlar!
Az susacaksın, erkek kısmının karşısında biraz daha az şey biliversen olmaz mı?
Hem erkekler akıllı kadın sevmezler! Akıllı da sayılmazsın ya, zekisin işte!"

Akıllıolmayanzeki kadın ne demeye bir de güzel olur ki? Gülse (g.a.g.) ne güzel de söyledi.
Hem akıllı hem güzel hem de komik olabilirim! Halt ettik be Gülse...

Erkeğini iyi anlaman şart, sen adamın iplerini eline almayı beceremedin. İki naz yapacaktın, azıcık da timsah gözyaşı.. Bak nasıl parmağında oynatıyorsun!! Akıllı kadın akıllı olduğunu belli etmeyen kadındır...
Sahtecilik haaa! Ne münasebet! Ben dinlemeyi bilmem mi sanıyorsun? Anlamaya çalışmam diye mi düşünüyorsun? İllaki de benim dediğim olacak diye diretip, ayak koyup inat mı ettim sanıyorsun? Ya da üstün olduğum yönleri adamın gözüne gözüne mü soktum sence? Susup sabırla beklemekten bi-haber miyim yani? Cilveli değil miyim yoksa? Bakımsız gezip yirmi kilo almış olma ihtimalim mi var, allah aşkına?

Ya sabır, ya sabır!
Alooo, adam kafamı kırıyor diyorum!
Ya sabır, yaaaaa sabııııııııır!
Vah dostum vah! Bak, sen de derin düşünemiyorsun!
O zaman seni de derin düşünmeye sevk edelim. Saati bilmem kaç yüz milyon eski türk lirasından elli dakikalık zaman dilimleri satın alalım sana da.

Aile terapisi... Yüzyılın icadı!
(hemen heyecana gelmeye gerek yok. kuş kondurmuyorlar, bilesin.)
Öyle bir durum var ki sen 10.000 kelime ile türkçe konuşurken, karşındaki 10.000 kelime ile türkçe anlayıp, 1000 kelime ile de kendini ifade etmeye çalışmakta direniyor. "Anlamıyoruuuum" ayağı yapıyor çünkü anlamaması lazım. Anlarsa işi bitik. Sen istersen anlamak için çırpın, o anlatamamakta ısrarlı... Anlar ise vicdanı onu yiyip bitirecek! Anlamaz ise bu kız çekip gidecek. En iyisi anlamıyormuş gibi yapıp anlatamamak ve günü kurtarmak elbette. Detaya ne gerek var ki? Evlilik kurumu evcilik oyunundan mütevelli bir hale indirgeniyor, muhatabın sadece bu oyunu oynamak istiyor. Ne terapisi kardeşim? Sağır-kör-dilsiz terapisine dönüyor iş.
(Lanet olsun!... Çözüm yok! Bırakıp gideceksin!)

Allah aşkına def'olun odamdan!!!
En nihayetinde kadıncağız da kafayı sıyırıyor. Yani bunu da yaşadım. Birlikte alınan seanslara son verilirken kısa boylu, tombiş ama şirin mi şirin-muska-terapistimiz öfkesine hakim olmayı başarıp bizi odasından kovduktan az sonra kulağıma eğiliyor; "sen varlığın! ile onu sürekli tehdit ettiğinin bilincinde misin? seni taşıyamıyor olmasın?" diye soruveriyor.

Nasıl yani ya? Cebime mi koyacağım kişiliğimi, olduğum beni? Beni "ben" yapan yetilerimi?
Hadi diplomaları yırttık, istifa ettik diyelim... Nasıl unutacağım kim olduğumu? O unutabilir mi kiminle evli olduğunu, demeyin, mümkün mü cidden?

Muhatabım kendi kafasından geçen düşüncenin devamında ağzından dışarıya kaçan! söyleminin boyutu ile düşüncesinin şahsında yarattığı duygusal iz düşümünün motor korteks tarafından indüklenen hareketlerine ne denli "aca-ip ters" kaçtığının bilincinde değilmiş gibi yapa-dururken, sürekli, ruhumdaki suçiçeği kabuklarını koparıyor, hem de zor kullanarak.

Buyrun, çukunun yanında birkaç tane de anti-depresan alın, çekinmeyin!
Terapinin sonucunda kuş konmasa bile kolumdaki bandaja üç nokta kondurup elime de bir baston veriyorlar.

Demek acıyorsun ona? İyi halt ediyorsun! Daha kaç suçiçeği kabuğu kendi kendine düşmeden koparılacak, nereye kadar yaralanabilirsin? Gücün nedir, küçük Jeanne d'Arc, söyle bana??
Omurgada taşınan izleri aynada göremiyorsunuz ama kabuklar düşmüş değil işte.
Yirmbeş-otuz yaş sendromundan aldığım hasar otzbeş- kırk yaş sendromuna girmeyeceğim anlamına gelmiyor. Olsun, durun bakayım, tam iki-buçuk yılım daha var. Bu süre içinde hayatı çözmek adına daha çoook ilerleme gösteririm.

Sık sık gözünüze çarpan şu saksıya bir daha baksanıza, şu minik çiçeğin dibinde ne sohbetler gömülü bir bilseniz?

Heyy! Tuba Çiçek, sen nerelerdesin allasen?

Kadın dediğin bir gonca gül dalında...
Yakandayken ruhuna ağırlık veriyorsa
Ne olur, dalından koparma.


Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,449,449,449,449,449,449,449,449,44
              18 Kahveci oy vermiş.
28 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Simitçi

Gözlerinin içi güler bizim simit satıcısının, ona doğru yaklaşmaya başladığınızda anlar adeta simit alacağınızı.. Öyle ya, istatistiklere göre ona pek adres soran olmamıştır ya da saat ! Çoğu kez; "Bir simit verir misin ?" sorusuyla karşı karşıya kaldığından, yanına gelinmesini beklemeksizin camlı dolabına hamlesini yapar gülümseyerek. Gülümser, çünkü; bir simit daha satma ihtimalinin yüksek olduğu adımlar kendisine doğru gelmektedir. Biraz merak dolu bir gülümsemedir bu zira acaba kaç tane simit satın alacaktır kendisine doğru yaklaşan kişi. Ve hatta yanında birkaç tane de gravyer peyniri isteyecek midir ? İnşallah huysuzluk etmez diye düşünür bir yandan da. Yine başına sıkça geldiği üzere ona; "Taze mi simitler ?" diye soranlar ve üstelik bazen elle mıncıklama operasyonu yapıp; "Ooo, bunlar bayat galiba !" diyenler de çıkmıştır. Az önce kimsecikler yok iken kendisi bizzat mıncıklamış ve hala taze olduğundan emindir ama yine de camlı arabasında alttan ısıtma sistemi mevcut değildir sonuçta. Çoğunlukla kendisine doğru yaklaşanları tanır, bu mekana yerleşeli epey olmuştur zira. Acaba alıcılarda kendini tanıyor mudur ? Gerçi bir tabelası yoktur yerleşik düzene sahip dükkanlar gibi ama yine de kendisinin dükkan sahibi olduğunu düşler. Bu düşler; bir dükkanı olsa ufacık, her daim durabilse simitleri sıcacık, kaç tane satardım kimbilir biçiminde şekillenir genellikle. Sonra aklına dükkan kirası gelir, vergisi, stopajı derken bir anda o düşlerden çark eder. Yok yok, böyle daha iyidir, biraz daha sermaye yapabilsem, menüyü zenginleştirmek en iyisi der. Örneğin; yanında bir gazoz ya da simidin can dostu sıcacık bir çay olsa fena mı olurdu ?

"Nerde bu adam ya, tezgahın başında kimsecikler yok" diye ilerler abonelerden biri. Ama simitler yerli yerinde durmakta ve bir miktar da para bulunmaktadır camlı dolabın içinde.. "Tamam" der simit müptelası, "Bende dolabın içine parasını koyar, simidimi alırım". Öyle de yapar, hatta bozuk paralardan parasının üstünü bile alabilmiştir. İyi de olmuştur, bazen bir torba 50 bin liralık metal para vermektedir para üstü olarak simitçi.. Ve "Değiştir şunları..!" dememiştir hiç bir zaman. İşte fırsat eline geçmiştir, istediği biçimde bozuk para üstü almanın sevinci bir anda simitçiyi merak etmeye dönüşür. Biraz bekler.. Simidini de orada yemeye karar verir bu bekleyişte. Dün de beklemeye karar vermiş ama yeterli vakti olmadığından sadece simitini alıp gitmiştir. Ama, bugün bekleme azmiyle yanıp tutuşmaktadır. "Adamın bu saatlerde çişi mi geliyor acaba ?" diye düşünür ve hatta dün kaçta burada olduğunu anımsamaya çalışır ama çıkamaz işin içinden. Zaten; "Çok saçma olur" der saatine bakarak.. "Dün, tam 9:38'de buradaydım, böyle dakika bazında çiş olur mu ? Hadi canım sende der..!". "Kuru kuru da simit pek çekilmiyor, yanına bir de gravyer peyniri alayım bari" diye tezgaha ilerler ama peynirin kaç para olduğunu ne çare ki bilememektedir. "Ne güzel, ofiste çayımla beraber simidimi yerken neden merak ettim sanki şimdi bu simitçiyi" diye bir yandan yutkunur, bir yandan da söylenir. Çevresine bakınır dikkatlice ama bir anda simitçinin yüzünü hatırlamadığını farkeder, "Nasıl bir tipi vardı ?" diye düşünür ama bulamaz...

Tanesinden 150 bin lira kazanacağım diye göbeği çatlamaktadır simitçinin. Yüz simitte 15 milyon ama hepsini bitirebildiği günler sayılıdır. "Buna da şükürler olsun" der içinden. Haftada 75 milyon, ayda 300 milyon. "Emekli parası" diye düşünür. "Hiç olmazsa banka önlerinde kuyruk beklemiyorum" der haline şükrederken. Kuyruk sırasında; "Hiç olmazsa onların sohbet edebilme şansı var ama" der. "Ben, burada hiç kimseyle konuşamıyorum ki !" diye düşünür. Lisenin tam karşısına konuşlandırmıştır camlı arabasını ve havalarda yavaş yavaş soğumaya başlamıştır. Hem simitleri eskisi kadar sıcak olamayacak, hem de soğuklarda daha fazla çişi geldiğinden dükkanı tek başına bırakmak zorunda kalacağı dakikaları artacaktır. "İnsanlar bir simit parasına tenezzül etmiyorlar bu bölgede ne olacak canım" der, bir koşu karşıdaki çarşıya gitmek üzere ayrılır camlı simit arabasının yanından...

"Yok arkadaş, geleceği yok bu simitçinin, bu kadar dakika çiş molası olur mu ?". "Başka bir durum var ama neden merak ediyorum sanki !" diye düşünürken, birisi gelir karşıdan sanki simit alacak gibi elini cebine daldırdığını gözler ."İyi de simitçi ben değilim ki, ne akla burada merak edip simitçiyi bekledim, şimdi ben sanmasın. Boşver sansın ne çıkar ki ? Adamcağıza bir hayrımız olur bari" deyip arabanın yanına iyice yerleşir.

Taze mi simitler ? Bayat herhalde ki ziyan olmasın diye kendin yiyiyorsun ?
- ....... ( Sorduğu soruya bak, simitçilik oynamasam benzetirdim bir güzel seni ! )
Kaç para simit ?
- 300 bin..
Işıklardan önceki simitçide 350 bin, nasıl iş ? Versene bir tane bakayım şuna..
- Olmaz, elletmem, bak ben bile ellemiyorum, poşet eldiven giyiyorum
50 bin lira daha ucuz olunca kıl oldum ufaktan, ellemeden almam
- Bela mı arıyorsun kardeşim ? Çok istiyorsan git öbür simitçiye 50 bin fazla ver ! Sahiden 350 bin mi oradaki simitler ? Bilmiyorum inan, belki de elletme parası alıyordur o 50 bini...
Yok ya,orası tam bankaların önü, geçen hafta o da 300'e satıyordu
- Hmmm, gerçi burası da lisenin karşısı ama ben 300'e satıyorum
Tezgahı boş bıraktığın olmuyor mu ? Mesela tuvaletin gelse ne yapıyorsun ?
- Karşıda bir çarşı var, oraya gidiyorum, vukuat olmuyor genellikle.. Bugün oldu mu yoksa ?

Bence de olmadı, sağol birader, yerime baktığın için... Çay söylesem, içer misin ?

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
              8 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Misafir Kahveci : Belgin Eryavuz


ENGELSİZ YAŞAMLARA ENGELLİLERLE BERABER

Engelliler; yaşamlarını henüz daha doğarken yada yaşam sırasında çeşitli nedenlerle başkalarına ya da birşeylere bağlı olarak yaşamak zorunda olanlar. Onlarda bizim gibi;onlarda bizim yakınımız ,canımız,bizimle beraber yaşayacak olan varlıklarımız. Nasıl bir engeli olursa olsun tüm engellileri (hiç ayırt etmeden) önce kabullenmeli, (onlardan asla utanmamalı); sonrada hayatımıza, yaşantımıza davet etmeliyiz. Neden mi? Çünkü onlar varlar,yaşıyorlar; ama yaşarken insanca yaşamak,insanca davranılmak istiyorlar. Düşünsenize; kendi iç dünyalarında zaten hiç de kolay olmayan çok zor bir savaş veriyorlar, diğer savaşları ise biz sağlamlarla; sağlam olduğumuz için onları anlamayan, sadece acıyan, zaman zaman utanan,hatta saklayan,yaşamalarına izin vermeyen bizlerle.

Halbuki hiç bir sağlam birey unutmamalıdır ki, yarın aynı durum kendilerinin ya da canlarından çok sevdikleri yakınlarının başına gelebilir, herhangi bir yerde,herhangi bir şekilde.Hasta olmadığımız, hiç bir yerimiz ağrımadığı zamanlarda sağlığın ne derece önemli olduğunu hiç düşünmeyiz aslında; taa ki bir hastalık kapımızı çalana değin. İşte o zaman sağlıklı günlerimizin,gecelerimizin kıymetini anlarız. Tıpkı buna benzer engelli olmakta.Şu anda rahatça yürüyebiliyor, istediğimiz yerlere girip çıkabiliyor,zıplıyor,araçlara ayırt etmeksizin binebiliyoruz diye engellileri hiç düşünmeyiz aslında. Onlar sırasında evlerinden bile dışarıya çıkamazlar.Nasıl çıksınlar ki?Önlerinde devasa merdivenler yada kullanamadıkları asansörler... Hadi bir şekilde dışarıya çıktılar diyelim. Tekerlekli sandalyeleri ile yürüyebilecekleri ne doğru dürüst bir kaldırım,ne bir cadde;ne de binecekleri bir araç bulabilirler.Engelleri kocaman kocaman üstlerine gelir.Neden mi?Çünkü bizler sadece sağlam bireyler için düşünür, onlar için evler, banyolar, yollar, asansörler, merdivenler, sosyal yaşam alanları yaparız. Engelliler gelirse ne yapar, bu mekanları nasıl kullanırlar acaba diye bir an dahi düşünmeyiz. Hatta "otursunlar oturdukları yerde, bizim aramızda ne işleri var ki" diye bile düşünenlerimiz ne yazık ki var ve sayıları azımsanmayacak ölçüde fazla. Bu ve buna benzer düşünceler nasıl bir anlayış, nasıl bir duyarlılık, nasıl bir yaklaşım tarzıdır anlamam mümkün değil. Neden engellileri gerçekten içimize almayı, sosyalleştirmeyi, insan gibi yaşatmayı beceremiyoruz?

Bu kadar zor mu? Değil bence. Önemli olan onları (engeli ne olursa olsun) yürek gözümüzle görebilmemizde yatıyor. Bir kez onların gözlerine içten ve samimi olarak bakarsanız, ne denli sıcak, ne denli iyimser, hayata sımsıkı sarılmış, inanılmaz güzel bakışlar sizleri yakalar inanın buna. Onlardan öyle güzel elektrik alırsınız ki; hayata bu denli bağlı olmadığınız,yaşama bu denli asılmadığınız ve hemen her şeyi dert ettiğiniz için kendinizden utanırsınız bile.

Kendim güzel bir bahar havasında deniz kıyısına indiğimde, o muhteşem kokuyu, güneşin sımsıcak ışınlarını içimde hissettiğimde, hep aklıma tekerlekli sandalyede olup, o kıyılara gelemeyen insanlar gelir. İçimden kocaman bir engelli otobüsü ile onları da bulunduğum yerlere getirmeyi, güzellikleri paylaşmayı, gözlerindeki yaşam ışıltısını görmeyi dilerim. Ne büyük bir mutluluktur bu Tanrım. (Ama eminim günün birinde böyle bir organizasyonu yapacak kuvvetim olacak.)

Tüm sağlam bireyler! sizlere sesleniyorum; lütfen onları unutmayalım, kendi başımıza bir şeyler gelmesini beklemeden onlar için bir şeyler yapalım. En azından onları yürek gözümüzle sevmeyi deneyelim.

Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,569,569,569,569,569,569,569,569,569,56
              9 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Kader Yılmaz


SUSKUN... KESKİN!.. -2-

Murat üzüntüyle başını kaldırdı.Evin çocuğu elinde biralarla marketten geliyordu. 'Bazen babam da içerdi'dedi Murat. Her seferinde annem görmeden bana da verirdi. Bir gece yine yemek yerken içiyordu. Annemin orada oturduğunu unutarak:
-Gel bakalım oğlum , artık sen iyice büyüdün. Babayla içki arkadaşı ol!dedi.
Annem kadehi benim elimden alarak:
-Oğlumun küçücük ciğerlerini mahfetmene izin vermeyeceğim ,dedi.
Babam anneme kızgın kızgın bakarak:
-O senin oğlun olduğu kadar benim de oğlum ,dedi.
Annem :
-Senin oğlunsa oğlun gibi davran!diye azarladı onu.
Babam:
-Nasıl davranıyormuşum ona?
-Öğreteceksen iyi bir şeyler öğret ,kötü şeyler değil, dedi.
Babam sinirden köpürmüştü:
-Senin gibi kitap mı yalasın yani?diye çıkıştı.
Annem:
-Keşke kitap okusa da adam olsa ,içki içmekten iyidir herhalde ,dedi.
Babam:
-Sen bana cahil mi diyorsun? Diyerek yerinden kalktı ve anneme vurmaya başladı.Annemin ağzı ve burnu kan içinde kalmıştı...
Babam sinirle iskemlelere bir iki tekme atarak ceketini alıp çıkıp gitti.

***

Murat gözlerindeki yaşları sildi.Başını kaldırdı.O anda küçük çocuk 'Goool!'diye bağırarak babasının boynuna atladı....Murat sigarasının külünü yere attı.Murat şimdi sokakta futbol oynuyordu.Annesi mutfak camından:
- Murat ! Murat ! Haydi oğlum eve gel , birazdan baban gelecek ,yemek hazır !diye seslendi.
- Tamam anne !' Oynuyoruz şurada..
- Ama baban gelecek.Sonra sana da bana da kızacak.
- Tamam dedik ya ,sen gir içeriye !
Murat arkadaşlarına döndü.
- Haydi , top oynayalım
- Annen dövecek!
- Boşver annemi sen! Oynuyor musunuz ?
- Oynuyoruz , ama mızıkçılık ve kızmak yok!
- Bu sefer söz ,erkek sözü!
- Tamam o zaman.
İçlerinden biri topu Murat ' a doğru attı ve oynamaya başladılar...
Murat topu göğsüyle tuttu .Yere indirdi ve koşmaya başladı...karşısına çıkana ilk önce sağdan ,sonra soldan çelme atıyor, onları şaşırtıyordu.Kaleciyle karşı karşıya geldi.Bir an durdu ve bütün gücüyle topa vurdu.Goooool!
-Murat oğlum buraya gel !Bu ses...babasının sesi!Murat korkarak babasına baktı.Babası keyifli keyifli gülüyordu.Murat babasının güldüğünü görünce koşa koşa yanına geldi.Neşeyle:
-Baba ,baba nasıl gol attığımı gördün mü?diye sordu.
-Aferin lan!İyi oynuyorsun!dedi babası ve Murat'ın ensesine bir tokat attı.Murat dengesini kaybetti.Yere düştü.Dizi taşa vurdu , kanamaya başladı.Babasının onu sevmiş mi yoksa dövmüş mü olduğunu da anlayamamıştı.Kanayan dizini tuta tuta babasının arkasından eve doğru yürümeye başladı.Hala dizi kanıyor ve ensesi de çok acıyordu....
Murat durduğu yerde kıpırdadı.Elini ilk önce dizine götürdü , sonra ensesine...'iyi'dedi.'iyi dizim kanamıyor ya ensemdeki acı ?Orası da acımıyor.bu daha da iyi!'Sonra gülmeye başladı kendi haline.'Oğlum Murat Sen iyice kafayı yedin .Aradan o kadar yıl geçmiş sen hala acıyacak mı sanıyorsun? Hay Allah cezanı versin!'

***

Hava sıcaktı.Murat 'ın vücudu ter içinde kalmıştı.'Kahretsin!Leş gibi koktuk.Şimdi banyo yapmak lazım.'diye söylendi.'Eskiden yazın annem bahçede yıkardı çamaşırları.Çamaşırdan sonra ise muhakkak kalan suyla beni yıkardı.Canım anam benim!Beni yıkar, giydirir kucağına alır.Öper, kokar'Ah benim canım oğlum!Yüreğim oğlum ,mis gibi olmuş.Misk-i amber gibi kokarmış oğlum'der sever ,gül kokulu göğsüne bastırırdı.Murat telaş içinde 'Şimdi böyle ter içinde ,leş gibi koktuğumu görseydi ne çok kızardı bana...' dedi.'Ne güzel de kızardı! Acı bir siren sesi Murat'ı kendine getirdi.Sesin sahibi bir ambulanstı.Murat 'ın yüzünde acı belirdi.'Aah zavallı kim bilir nesi var?Allah yardımcısı olsun.Çok zor şey 'dedi.Ambulans Murat'ın yanından hızla geçip gitti.

***

Ambulans kan içindeydi.Hasta kadın ise ızdırap içinde kıvranıyordu.Bütün vücudu terden sırılsıklam olmuştu.Yüzü korkunç görünüyordu.Hemşire endişeli ,yanındaki adama:
-Kadın çok kötü.Kurtaramayacağız galiba ,diye fısıldadı.
Adam hemşireyi onaylar gibi başını salladı.
Ambulans hastaneye girdi.Kadını hemen doğum odasına aldılar.Kadın bayılmıştı...
Hemşire korku içinde doktora:
-Doktor bey biz ilk müdahaleyi yaptık,ama kanı durduramadık ,dedi.
Doktor yanındakilere:
-Hemen ameliyata alıyoruz,dedi.
Çocuk doğduğunda ameliyathanede bulunanlar derin bir sessizliğe gömülmüşlerdi.Doktor tükenmiş bir ses tonuyla :
-Çok güç bir ameliyattı.Neyse ki; bunu da atlattık.Çok şükür! ,dedi.Bebeği bacaklarından tuttu.Poposuna bir tokat attı.Bebek tokatın acısını bütün bedeninde duymuş gibi ağlamaya başladı.Doktor:
-Bizi çok uğraştırdın kerata ,Seni kurtardık bakalım anneni kurtarabilecek miyiz?dedi. Ve o anda elektrikler kesildi. Doktor elinde bacaklarından tuttuğu bebekle ortada öylece kaldı...Bebekse umutsuzca ağlıyordu...

***

Hemşire çocuğu odaya getirdi. Anne çocuğu kucağına aldı
- Aman Allah'ım ne kadar güzel !Baksana Hasan !... Haydi onu kucağına al.
-Ben , ben onu nasıl tutacağımı bilmiyorum ...
Anne :
- Korkma Hasan . Bak , bak nasılda gülümsüyor ! dedi heyecanla.
- Aaaa! Gerçekten gülümsüyor ! Beni tanıdı galiba?
- Tanır tabii ! İnsan babasını tanımaz mı?
Hasan çocuğunu kucağına aldı.
- Bu minicik şey benim çocuğum mu?dedi . Gülmeye başladı.
-Adı ' Murat ' olsun. Bütün her şey onun istediği gibi olsun , dedi. Ve küçük Murat'ın yanağına bir öpücük kondurdu.

***

Babam eline ceketini alıp gitti ve o gece eve gelmedi...O gün bütün gün doya doya dışarıda oynadığımı hatırlıyorum.Şaşılacak şey annem içeriye girmem için bana bir kere bile seslenmemişti.Akşam üzeri eve gittiğimde annemi odaki divanda ağlarken buldum.Yüzü sapsarıydı. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Annemin yanına oturdum.
-Anne niye ağlıyorsun? Sana ne oldu böyle? Diye sordum.
-Yok birşey oğlum ,dedi annem.
-Ama çok kötü görünüyorsun.
-İyiyim ben.
-Anne benim karnım acıktı.
-Sana yemek ısıtıp ,koyayım da ye.
- Babamı bekelemeyecek miyiz?
- Hayır!
- Ama babam kızacak...
- Baban artık sana kızmayacak.
-Demek babam bana kızmayacaktı ha !Bu çok güzel bir haberdi.Artık bağırmalar, dövmeler olmayacak yaşasın!diyerek annemin boynuna sarıldım.Annem :
- Dinle beni Murat .Bundan sonra baban bizimle yaşamayacak.O gitti! Dedi.
Şaşırmıştım.Annem ne söylüyordu anlayamıyordum.Babam nereye gitmişti? Niye bizimle artık yaşamayacaktı?Biz ona ne yapmıştık? Yoksa bizi sevmekten vaz mı geçmişti?İyi ama ben onu çok seviyordum.Peki ben, bundan böyle ben babasız ne yapacaktım?...Boğazıma birşeyler takılmıştı.Konuşmak , birşeyler söylemek için kendimi zorluyor ,konuşamıyordum .Annemin yüzüne aptal aptal bakıyordum. En sonunda
- 'Baban bizimle yaşamayacak, gitti ' de ne demek?diye sordum.
Annem tekrar bana sarıldı.Bağıra bağıra ağlıyordu .Annemi ittim.Yüzüne baktım.
- Nereye gitti.
- Bizim olmadığımız bir yere.
- Bizi sevmiyor muymuş yani?
- Hayır yavrum.
Annemin yanından sessizce kalktım.İçim yanıyordu.Doğruca yatak odasına gittim. Hırsla dolaptaki eşyaları yere atmaya başladım.Ta ki aradığımı bulana kadar..Orada , dolabın en altında duruyordu... Babamın hediyesi; Fenerli forma!Formayı aldım , büyük bir kinle yırtmaya başladım.
-Senden nefret ediyorum!Nefret! Nefret! Sen beni istemiyorsan ,sevmiyorsan ben de seni sevmiyorum.Formanı da istemiyorum, seni de...! Ağlıyordum.Hem de katıla katıla ağlıyordum ama hiç kimse sesimi duymuyordu....

***

Gece olmuştu.yol boyunca kimse yoktu.Murat sustalıyı elinde döndürdü.Eve doğru baktı.Evin beyinin evinden çıkıp kapı önündeki taksisine doğru yürüdüğünü gördü.Koşarak karşı kaldırıma geçti.Evin beyi binmek için taksisinin kapısını açtığında:
-Hey! Diye bağırdı.
Evin Beyi merakla Murat'a doğru baktı.
-Buyrun!
- Beni tanımadın mı?
- Tanıyamadım?
Murat sinirli sinirli:
- İyi bak belki tanırsın ,dedi.
Evin beyi Murat'ın yüzüne dikkatle baktı.
-Pardon Beyefendi tanıyamadım.
- Ben İstanbul 'dan buralara senin için geldim.
Murat'ın sözleri karşısında Evin beyi şaşırmıştı.
- Benim için mi? Diye sordu.
Murat :
- Evet senin için ,dedi.
Evin beyi :
- Bakın beyefendi ,beni herhalde birisiyle karıştırdınız ,dedi.
Murat dişlerinin arasından hırsla tısladı.
-Hayır bir karışıklık yok .Ben seni arıyorum!
Evin beyi kızgın :
-Kimsin sen?Niye beni arıyorsun?diye sordu.
Murat cevap vermedi.Evin beyine tiksinerek baktı.
Evin beyi korkuyla:
-Git buradan polis çağırırım bak!diye bağırdı.
Murat büyük bir kinle:
-Gidemem , dedi.Ben bu anı yıllarca bekledim!
Ve evin beyinin üzerine çullandı..

Murat , evin ölü beyi , evin beyi ölü, ölü evin beyi ve sustalı ! Ve gece karanlık... Gece sessiz ... Gece dilsizdi.....

Kader Yılmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak Türk rock müziğinin güçlü erkek vokallerinden Teoman'ın son albümü "En Güzel Hikayem"i, ardından Rus - Çeçen Savaşı'na farklı bir bakış açısı getiren "Deliler Evi"ni ve son olarak Mustafa Sait Bey'in 100 yıl önce kaleme aldığı, ressam kişiliğini de yansıtarak renklendirdiği kitabını "Avrupa Seyahatnamesi"ni paylaşacağım.

EN GÜZEL HİKAYEM / TEOMAN :

Rock son yıllarda yükselişe geçen bir trend aslında. On yıl önce ülkemizde bu kadar popüler olmayan müzik türü günümüz Türkiyesinin müzikseverlerini kendinden geçiriyor. Bu trendi ülkemizde sağlam temellere oturtup popüler olan isimlerden biri de kesinlikle Teoman'dır genç kuşak içinde. 90'ların başında sınırlı bir kesim tarafından dinlenen Teoman için bugün herkesin iyi ya da kötü fikri vardır mutlaka. Bazıları onu hiç sevmediler, sevemediler. Bazılarıysa hayran oldular bu güçlü sese. Şimdiyse o altıncı albümü "En Güzel Hikayem"i sevenlerine sunuyor.

Farklı çizgisi ile her zaman benzerlerinin arasından sıyrılmayı başaran Teoman, altıncı albümünde müziğini farklı bir tonda yapmış bu sefer. Teoman daha slow, tabiri caizse daha soft şarkılar yerine çok daha sert şarkılar yaratmış albümün özellikle ilk 4 parçasında. Bu parçalarda hard rock yapan sanatçı, sonraki şarkılarla midtempo devam ediyor. Ve finali 11 dakikalık muhteşem bir düetle bitiriyor.

En son Mor ve Ötesi'nin prodüksiyonunu üstlenen Tarkan Gözübüyük'ün hem bas hem ses olarak renk kattığı albümde davulda Kurban'dan Burak Gürpınar'ı buluyoruz.

Bu albümde dikkatinizi çekecek olan önemli bir noktada Teoman'ın son albümlerinde gördüğümüz "cover"a gitmeyişi. Önceki albümlerinde eskiden popüler olan pek çok şarkıyı kendi tarzında "cover"layarak albümüne koyan sanatçı "En Güzel Hikayem"de kendi söz yazarlığını ön plana çıkartmış. Yani daha saf, daha katışıksız bir Teoman albümü ile karşı karşıyayız.

Türk rock müziğinin başarılı ismi Teoman'ın "en güzel hikayesi"ni dinlemek istiyorsanız bu albümü kaçırmayın.

DELİLER EVİ (HOUSE OF FOOLS) :

Savaş insanların birbirine üstünlük tasladıkları, kazansalar bile gerçekte kendilerinden pek çok şeyi kaybettikleri tarihsel bir yüzkarasıdır. Nedeni ne olursa olsun asıl sebebi insanoğlunun zaafları olan bu olay, üzerinden yıllar geçse de herkesin üzerinde derin yaralar bırakır. Yani başlatanlar da insanlardır zarar görenler de. Dünyadaki en zeki yaşam formu olarak geçinen insanoğlunun zayıflıklarının kölesi olması nasıl bir paradokstur, nasıl da aşağılayıcı bir durumdur aslında. Savaştan sadece savaşa katılanlar değil savaşla ilgisi olmayan siviller de zarar görmektedir tabii ki. Başta kadınlar ve çocuklar gibi görünse de bir grup daha vardır gerçekte zarar görenler arasında. Her zaman unutulan bir kesim. Kuşkusuz böylesi bir durumda en aciz kalan kesim yani hastalar. Çünkü onların kendilerini savunacak güçleri bile yoktur. Savaşla örülü bir ortamda en çaresiz hastaların başında ise akıl hastaları gelir haliyle. "Deliler Evi" de bu konuyu kendine merkez alıyor ve Rus - Çeçen savaşı sırasında sınırdaki bir akıl hastanesinde yaşananları beyazperdeye aktarıyor.

1996 yılına Rus - Çeçen savaşının başladığı ilk dönemlerde İnguş sınır bölgeleri Çeçenler tarafından istila edilmiştir. Bu sınıra yakın bir bölgede bir psikiyatri kliniği bulunmaktadır. Zaten toplumdan dışlanan insanlardan oluşan hastane sakinleri olanlar ve yakında olacaklardan habersiz bir şekilde yaşamaktadırlar.

Hastanede bulunan Janna da arkadaşları gibi her gece onları eğlendiren treni bekler ancak tren geçmeyince çok şaşırır. Ertesi gün ise hastane çalışanları gelmeyince bir terslik olduğunu anlamaya başlayacaktır bütün hastalar. Gerçek hayatla hiçbir bağı olmayan bu hastanede birden karmaşa çıkar. Bir klinik dolusu hasta artık kendi başlarının çaresine bakacaktır. Şimdi hiç kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordur. Serbest kalanların bir kısmı hastaneden kaçmaya çalışır ve başarırlar. Ancak yakınlara düşen bombadan korkan hastalar en güvenilir yer olarak gördükleri hastaneye geri dönerler. Savaş artık sınıra dayanmış, hastaneye yaklaşmaya başlamıştır.

Janna ise günlerini akordeonu ile geçirmektedir. Çaldığı parçalar hastaları sakinleştirmektedir. Janna'nın akordeonun yanı sıra ilgi duyduğu bir başka şey ise hayali nişanlısı BryanAdams'tır. Kendine bir sığınak oluşturmuş olan genç kız, yarattığı dünyada mutludur. Nişanlısı Bryan Adams ona aşk şarkıları söylemektedir. Ancak genç kızın hayal dünyası savaşın hastaneye yaklaşması ile bozulacaktır.

Çeçen birlik hastaneyi basar ve hastalarla birlikte kalmaya başlarlar. Janna ise Çeçen asker Ahmed'e aşık olur. Fakat bunun nişanlısı Bryan Adams'ı kıracağını bilmesine rağmen kendisini düğününde giyeceği beyaz şapkayı düşünmekten alıkoyamaz. Rus askerlerinin gelmesi ile Janna hayal dünyasından çıkmak zorunda kalacak ve acımasız dünyayla karşılaşacaktır. Artık tek yapabildiği elinde akordeonu ile barışın geri gelmesi için dua etmektir.

Yaşanmış bir olaydan uyarlanan "Deliler Evi", usta yönetmen Andrei Konchalovsky imzasını taşıyor. Janna'nın sevgilisi olarak rol alan Bryan Adams ise sadece görüntüsü ile değil bir de şarkı vererek filmi zenginleştirmiş.

Yönetmen yakın geçmişte yaşanan Rus-Çeçen savaşını arka planda anlatırken tarafsız ve hassas bir şekilde işlemek için filmde hem Çeçenlerin hem de KGB'nin istediği değişiklikleri yapmış.

2002 Venedik Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü alan ve geçtiğimiz sene Cannes Film Festivali'nde büyük ödüle layık görülen "Deliler Evi" Rus - Çeçen savaşının arka planını gözler önüne seren etkileyici bir film.

AVRUPA SEYAHATNAMESİ / MUSTAFA SAİT BEY :

Bir dönem üç kıtaya hakim olan Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerine gidiyoruz yani 19. yüzyılın sonlarına. Koca imparatorluk isyanlarla milliyetçi akımlarla sarsılmış, parçalanmaya başlamıştır. Devlet yeni döneme ayak uyduramamış bir zamanlar küçük gördüğü Avrupa'nın çok gerisinde kalmıştır. Her ne kadar son bir iki yüzyılda reformlar yapılmışsa da Osmanlı bir türlü Batı'yı yakalayamamıştır. Bunun üzerine bazı ülke aydınları Batı'ya karşı abartılı bir hayranlık beslemişler ve ülkelerini küçümsemişlerdir. Ancak bazı aydınlar ise Avrupa'ya giderek oradaki yaşam biçimini, şehirleri ülkeleriyle kıyaslamış ancak hayranlıklarını abartıya vurmadan gördüklerini anlatan birer gezgin olmuşlardır. Onlardan biri de hem aydın hem gezgin hem de ressam kimliğiyle öne çıkan Mustafa Sait Bey. İstanbul'da başlayıp Marsilya, Cenova, Cenevre, Paris ve Viyana'ya kadar giden Mustafa Sait Bey bir yandan gördüğü şehirleri anlatıyor bir yandan da ressam kimliğiyle gördüklerini resmediyor yüzyıl öncesinden. Kiminde az kiminde çok kaldığı bu şehirleri bir yandan da İmparatorluğun başşehri, dönemin İstanbul'u ile mukayese ediyor tabii ki.

Mustafa Sait Bey'in kaleme aldığı "Avrupa Seyahatnamesi" 19. yüzyılın sonunda yazıldığından dolayı eski harfli Osmanlıcadan günümüz Türkçesine sadeleştirilmiş ancak 90 yıl öncesinin üslup ve deyişlerinin korunması amacıyla günümüz yazım kurallarının yer yer dışına çıkılmış.

Mustafa Sait Bey'in 50'den fazla resim ile süslediği "Avrupa Seyahatnamesi" dönemin büyük Avrupa şehirlerini yakından tanımak ve eskiye bir yolculuğa çıkmak için kaçırılmaz bir kitap.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
0 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.212 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Aklın Okyanusunda Sorular

Aklın okyanusuna açılmayı bilmeyen anlar mı hayatın gizemini
Dalgaların altında kalmadan cüce hissetmeden kendini
Ve kutup yıldızını anlamadan yol bulmaya çalıştığında
Uzayın niye karanlık olduğunu bilmeden
Ve güneşin niye aydınlatmadığını kendi sisteminin anayollarını
O zaman
Hayatın umudunu bir soğanın cücüğünde arayacaksın ve olur olmaza karışmayacaksın
Senin mutluluğuna dokunmuyorum ben
Sevgi değil aşk değil benim söylediğim
O denli çok şey var ki bilmediğim
Ve o denli az zaman var ki bu kadar bilinmeyene karşı akıl erdiremediğim

O nedenle aklın okyanusunda boğulmadan
Aşkın denizlerinde boğulmak tercih edilir bir sebep oluyor
Bu küçük gezegende ilk teması sağlamak için
Canlılığın sesini duymak için
Aşkın sesi bu kime ve neye hissederseniz hissedin
Doğumla insanın taşıdığı iki duygudur acı ve haz
İşte aşktır bu aynı zamanda
Aklın okyanusunda gördüğüm ilk kara parçası sığınmak için

Sorular öğrendikçe sorulan sorular
Okyanusta yol bulmaya yarar doğru verilmiş cevaplar,
Her yanlış yanıt kaybolmaya yarar
Her kayboluştan bir tecrübe çıkar
Güven
Dostluk
Nefret
Düşmanlık
Ve nice diğerleri
Doğru ve yanlış cevapların eserleri

Akıl okyanusundaki geminin kaptanı biliyor tüm cevapları
Bizler gemiye alınmaya layık görülmüş tayfaları
Hayatımız kolay değil

OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Soldaki ağacı kurtarmak istemiş!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.alternatifraft.com/hometurk.html
Alternatif Outdoor, Türkiye 'de ilk defa başlattığı rafting, nehir ve deniz kano sporlarını 1991 yılından bu yana aktif doğa sporcularının hizmetine sunuyor. Alternatif tatil arayıcılarına duyurulur.

http://www.clubmeditation.com/
Meditasyon ve Yoga turları hakkında bolca bilgiye alternatif programa ulaşabileceğiniz bir site

http://turkce.hospitalityclub.org/indextur.htm
Başka kültürlerden insanları tanımak ister misiniz? Yolculuk etmeyi sever misiniz? Başka insanlara yardım etmeyi sever misiniz? Eğer bu sorunların yanıtları "evet" ise burası tam size göre bir yer.

http://www.seyahatname.com.tr/giris.asp
Yaz biterken son turlar hakkında bilgi alabileceğiniz ve son şansınızı en iyi şekilde değerlendirebileceğiniz bir site.

Cem

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Pix2Fone 1.0 [47KB] Win9x/2k/XP FREE
http://pix2fone.com/download.php
Rengarenk ekranlı cep telefonları aldı başını gdiyor. Nasıl resim yüklerim diye kara kara düşünmeye paydos. Alıyorsunuz bu programı çalıştırıyorsunuz. Ondan sonra telefonun modeline göre yapmanız gerekenleri o size söylüyor. Valla henüz deneyemedim ama deneyenler iyi olduğunu söylüyor. Sonucu bana da bildirin olur mu?

Yukarı




ABONE OL
AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
Forum Alanı
İletişim Platformu
Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
Kütüphane
Kahverengi Sayfalar
FİNCAN/SİPARİŞ
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
KMFM (TEST)
KM JUKEBOX (Yeni)
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları












Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu



Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040820.asp
ISSN: 1303-8923
20 Ağustos 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com