Atina 2004 Olimpiyatları!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 566

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 25 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Umarım kaçırmamışsınızdır!..


Merhabalar,

Olimpiyatların belki de en güzel gecesiydi. Eğer seyretmediyseniz çok şey kaçırdınız demektir. Hırsın, çalışmanın, mücadelenin, savaşmanın, paylaşmanın, zaferin, zaferi yaşamanın, centilmenliğin özetle sporun en güzel yüzünü göremediniz demektir. Elvan'ın uykusuz ve huzursuz bir gecenin ardından öğleden sonra aldığı bir kararla 1500 seçmelerine katılması, o yorgunlukla son 100 metredeki müthiş atağıyla yarı finale kalışı, 400 metre kadınlardaki olağanüstü çekişme, 1500 metre erkeklerde ancak üçüncü olimpiyatta elde edilen altın madalyanın Faslı sporcuya yaşattıkları, ya sırıkla yüksek atlamada ki o zerafet dolu kapışma, gelen dünya rekoru, hepsi hepsi görülmeye değerdi. Göremediyseniz sizin adınıza üzgünüm. İlk olarak 1972 Münih Olimpiyatlarını seyretmiştim televizyonda. Saydım 32 yılda bu dokuzuncusu olmuş. Ve bu seferki diğerlerinden biraz farklı. Memleketimin çocukları ya da kendini memleketimden hissedenler artık kürsülerde boy gösterebiliyorlar. Güreşin ve son zamnlarda halterin dışında varlık gösteremeyen sporcularımız birkaç adım öne çıkmış, artık biz de varız diyorlar. Nedendir bilinmez yüzmede hala nal topluyoruz. Biryerlerde yanlış yapıyoruz. Tez elden teşhiş konulmalı ve yüzme sporu dört tarafı denizlerle çevrili bir Avrupa ülkesinde hakettiği yere çıkmalı. TRT gene aynı tekdüze yayın anlayışıyla yayınını sürdürüyor. Yunanistan tarafından gösterilen veya gösterilmeyen yarışmaların müsebbibi tabi TRT değil ama gece saat 01:00 de TRT3 yayınını kesmesi tam bir işbilmezlik. Eğer anlaşmalar yüzünden böyle davranmıyorsa çok ayıp ediyor. Koy gündüz seyredemediğimiz o güzelim maçların tamamını, seyredelim cümbüşü. Onlar da haklılar, herhalde uykuları geliyor, çok yoruluyorlar ya.

Dün koymaktan son anda vazgeçtiğim Elvan'ın fotoğrafını bugün kullanıyorum. Finale kalsın ya da kalmasın ben onunla gurur duyuyorum. Ve Etopya'da doğmuş olduğu aklımın ucuna bile gelmiyor. Evet bu tür yarışmalarda insan biraz daha milliyetçi oluyor ancak 202 memleketten binlerce sporcunun biraraya geldiği bu büyük organizasyonlarda artık bireysel başarıları sahiplenmek yerine takdir etmek onur ve gurur duymak gerekiyor sanırım. Mesela bu gece Faslı atletin başarısını seyrederken en az Elvan'ın başarısı kadar zevk aldım. Kıyasıya geçen bir yarışın ardından sarılıp birbirlerini kutlayan o rakipler artık sporun vatan millet sakarya kavramlarını çoktan aşmış olduğunun göstergesiydi. O yüzdendir ki ben de Elvan'ı rengi ile değil sporcu kimliğiyle ve kimin için yarıştığıyla değerlendiriyorum ve o kara kızla gerçekten gurur duyuyorum. Tıpkı Süreyya ile gururlandığım gibi.

Günün şarkısında kişisel beğenimizden yola çıkıp etnik müzik örnekleri verirken canım Anadolumu nasıl atlarım. Bugün sırada sanatçı kimliğiyle örnek biri var. Bu türküyü ondan can kulağıyla ilk kez Salkım Hanımın Taneleri'nde dinlemiştim. O güzel filmin kısa ama en can alıcı sahnelerinden biriydi. Her seferinde gözyaşlarımı silerek seyrettim. Biliyorum siz de çok seviyorsunuz. Yavuz Bingöl'den Sarı Gelin. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


KİRLENME

1987 yılı Ağustos ayıydı. Evliliğimizin ikinci gününde, yaşamı birlikte paylaşmaya karar vermiş iki mutlu insan olarak Alanya'ya gelmiştik. Mütevazı bir pansiyonda kalıyorduk. Her gün sabah erkenden uyanıyor, yollara düşüyor, çevreyi keşfediyorduk. Bir gün yolumuz Manavgat Şelalesi'ne düşmüştü. Ne güzel bir manzaraydı, sanki rüyalar alemindeydik. Eşimle şelalenin kenarına oturup, saatlerce beyaz köpüklerin büyülü danslarını heyecanla izlemiştik. Sonra bir tur otobüsü ile kırk kadar turist gelmiş, kıyı bölgelerine dağılmışlar ve inanılmaz manzarayı seyre dalmışlardı. Ne bir satıcı vardı, ne bir alıcı. Şelale, güneş ve bu güzel manzarayı seyreden insanlar vardı.

Yıllar sonra çeşitli nedenlerle bu doğa harikası yere defalarca gittim. Her gidişte Manavgat Şelalesi ve çevresinin yok oluşunu üzülerek izledim. Önceleri bol duman çıkartan mangallı piknikçiler, sonra yavaş yavaş artan ve bu manzarayı kapatan çirkin dükkânlar oluştu. Develer bile geldi. Eminim ayıların korunması konusunda yasal düzenlemeler olmasa ayı ve ayıcılar bile orada olacaklardı. İpini koparan kim varsa, buradaki çirkin ama karlı pastadan pay alma yarışına girdiler ve bu güzelim alanı yok ettiler. En son geçen hafta araştırma nedeniyle oradaydım, o yerde olmaktan, bu güzel ülkenin bilgili bir insanı olarak utanç duydum, istifra etmemek için kendimi zor zaptettim. Can çekişen Manavgat Şelalesi ve çevresi akıl almayacak kadar kirletilmiş ve yok edilmişti.

Yine son yıllarda ne zaman Antalya'ya gitsem ve yüksekçe bir yerden onu seyretsem, bir zamanlar çok güzel anılarımın olduğu bu şehrin nasıl yavaş yavaş yok edilişinin acımasız kareleriyle yüreğim burkulur. Bir zamanların temiz, sakin, yeşilliklerle bezenmiş bu yer yüzü cennetini, doğal coğrafik ve paleocoğrafik özellikleriyle taş yığını halindeki Siverek'e benzetirim. En küçük bir yağmurda bile sellerin oluştuğu güzelim Antalya şimdilerde zoraki makyajla güzelleştirilmeye çalışılıyor. Genç güzel şehir kısa zamanda yaşlandı, kirletildi, yüzü beton rengine dönüştürüldü ve artık hiçbir makyaj onu eski haline getiremez. Oysa uzmanlar şehrin bu kötü gidişinin önlenmesine yönelik ne kadar uyarılarda bulundular, ancak hiç birimiz ne yazık ki dinlemedik. Entel korkuları dedik gülüp geçtik. Marmaris'ten, Bodrum'a ne kadar çok örnek verilebilir, yok edilmiş doğal güzellikler üzerine.

Çevre Bilimi derslerinde en sıklıkla anlattığım konulardan biridir çevremize karşı tutarsız ve iki yüzlü oluşumuz. Çevrenin kirletilmesine yönelik olarak en şiddetli tepkilerin dile getirildiği uluslarası bir çevre toplantısının öğle oturumu için dışarı çıktığımızda, toplantıyı düzenleyen üniversitesinin merkezi ısıtma ünitesi üzerindeki simsiyah dumanı görünce yüzümüzde garip ve acı bir gülümseme oluşmuştu. Pek çoğumuz arabamızla yolculuk yaparken, yediğimiz ve içtiğimiz çeşitli nesnelerin ambalajlarını dışarı atmıyor mu? Sigara izmaritlerini yere atmayan bir aydın görebildiniz mi hiç? Bırakın çevreye yararlı olmayı, kaçımız çevreye hiç zarar vermeden yaşadığını iddia edebilir? Öğrencilerimin yok olan bir çevre için ne yapmalı sorusuna en genel yanıtım, hep "Diyojen" tavrıdır.

Kirletilen, kirlenen ve yok olan sadece çevremiz mi? Değil elbet. Bütün bunların anaforu içine girmiş olan bizler de kirlenip, eriyor ve hızlı bir şekilde kaybolma sürecine hızla yaklaşıyoruz. Son yıllarda toplumda rastlanılan ahlak dışı olaylardaki aşırı artış, kirlenmemizin boyutlarını gösteren en önemli göstergedirler. Şüphesiz ki çevremiz ile birlikte gördüklerimiz ve ruhlarımız ile birlikte yaşama ait değerlerimiz de kirleniyor. Saygı yok olurken sevgi bulutları üzerimizde gezmiyor artık. Bu tükenmişlik içerisinde kurduğumuz dünyalarda, kendimize taktığımız prangalarımızla kalabalıklarda sürgün hayatı yaşıyoruz. Ne garip tanıştıktan sonra ilk sorulan sorular işin, maaşın, etki gücün vb. ile ilgili oluyor. Geleceğimizi kaybediyoruz, biz kaybediyoruz. Bir dosta arada bir yazmayı çoktan unuttuk, aramadan önce ise kontür hesabı yapıyoruz. Sonra da soruyoruz ne oluyor bize diye soruyoruz. Kirlettiğimiz ve yok ettiğiz çevrede, bizde kaybolup gidiyoruz.

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              8 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Ebru Yalçın


KİM ONARABİLİR?

Örselenmiş bir çocukluğu kim onarabilir? Kim yeniden sevginin dilini öğretebilir? Yanlış öğretileni düzeltmek öyle zor ki, kim böyle bir sorumluluğu alabilir?

Bazı insanların affedemedikleri vardır. Bazıları uzaktır merkezden. Sandalyenin kıyısında, odanın çıkış kapısına yakın, şehirlerin ücra köşelerinde yaşarlar. İlişkilerin çemberinin dışında olurlar. Dokunan elleri sıcacık hissedemez bazıları. Bakışlardan insan seçer, bakışlardan insan tanır bazıları. Her yer varla yok arasındadır. Hayatın sırat köprüsünün üzerinde yürüyebilir bu insanlar. O köprü öyledir ki çocukluğu talan edilmişlerle doludur. Ve koçun sırtında değillerdir; umutlarının sırtındadırlar. Moloza çevrilmiş bir çocukluğu hangi tır toplayıp götürebilir başka yerlere? Renkli oyuncaklar mı? Renkli yaşamlar mı? Renkli gözler mi? Bakışları ötede, çocukluğu eksik kalmış bir insanın geleceğine kim onay verebilir?

Bazı insanların affedemedikleri vardır. Görüntülere, seslere bürününr çıkarlar karşılarına. O zaman sığınaktır karanlık odalar. İnsanlar uzaktır, yollar gibi… Sevgiler tuzaktır, kapanlar gibi… Bakışlar yalandır, hayatın adı gibi… Bazıları sevgiden başka neyle beslenebilir? Örselenmiş bir çocukluğu kim onarabilir?

Ebru Yalçın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,719,719,719,719,719,719,719,719,719,71
              7 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Adnan Bilen


GARDA HÜZÜN VE AYRILIK.

Bir şehrin istasyonunda yalnız başına bir tabureye oturmuş sanki yıllardır bir gideni beklemekteydi kadın, uzun boylu esmer ve bir hayli yaşı olgun görünüyordu. Trenin ilk sireniyle birden irkildi ve elinde kırmızı bir mendille vagona yanaştı, ağlamaklı bir sesle bayım... Makinist kafasını sallayarak hayır kızım hayır...yine yok diye karşılık verdi. Sonra tekrar oracıkta bulunan bir bankın üzerine oturarak, çantasından çıkardığı yarım bir sigarayı ateşledi, kadının sigara dumanı bir anda yüzünü görünmez kıldı.

Bir an duraksayıp kaldı kadın, yanımda oturan uzun boylu ve hayli yaşı ilerlemiş biri de uzun bir seferden dönmüşlüğün yorgunluğuyla kafasını camdan çıkararak uzun uzun seyretti kadını, kadın da onu ... Her ikisinin bakışları da uzun bir noktaya dikilip kaldı, her ikisi de birbirinden ayrı ama aynı hislerde odaklaşan bir tavır geliştiriyorlardı birbirlerine, birden kadın oturduğu tabureden kalkıp, tren camına doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Adam hiç kıpırdamadan sanki kadının kaybolmasını bekliyor gibiydi. Neden sen Adam; bilmiyorum, sanki yıllar öncesinden birbirlerini tanıyormuş gibiydiler, ikisinin de gözlerinde yılların verdiği bir kasvet, umut ve belirgin kızıllıklar vardı.

Kadın, tren kapısına yanaşarak, içeri girdi, adamın önündeki boş olan koltuğa oturarak, düşünmeye başladı, ve soru işaretlerini çözmeye başladı.

Adam yada kadın konuşursa bu sıkıntı gidecek gibi hissettim kendimi. Korkudan ve şaşkınlıktan çok derin bir yaranın sızısını duydu içinde. Kadın, içinde duran ve sürekli reddettiği, görmezden geldiği, yaşamın günlük ayrıntısında boğulan o yarayı elle tutarcasına hissetti. Hep kanamıştı. Yalnızdı ve yenikti. Bir süre düşündükten sonra gözünden akan yaşları eliyle gizleyerek, ağlamaya başladı.

Bir süre sonra sanki hiç ayrılmamış gibiydiler. Ama aşk da yoktu ve hiç bir zamanda olmayacak gibi görünüyordu. Bunu ikiside biliyordu, kadına bir cesaret verip konuşma sırasını erkeğe vermek gerekiyordu, ama yerinde şaşı kalan ismini sonradan öğrendiğim Rıdvan, hiçte öyle bir girişimde bulunmak içinden gelmiyor gibiydi. Ve ikiside sessizliği kabullendiler. Aradan geçen uzun yıllarda Kadın Rıdvan'ı sevip sevmediğini hatırlamaya çalışıyordu.

Adam da kadını unutmamıştı elbet. Giyilemeyecek kadar dar ve eski elbiseler gibi bir sandıktaydı kadın. Ara sıra özlemle bakılan, her şeyden ve herkesten uzakta yalnız olunca çıkarılıp okşanan bir lise takım elbisesi gibi. Adamın artık üzerine hiç uymayacak olan ama giydiği o mutlu zamanları özlemle andığı bir takım elbise gibiydi kadının anısı.

Uzun bir suskunluktan sonra kadın içinden birşeyler konuşmaya başladı. Kadın çok önceden yapması gerekeni yaptı, adamın ellerini tuttu, Adam da bayramlarda bile yapamadığı gibi eli öpmeyi başardı. Tıpkı liseli iki aşığın yaşadığı şeylerdi bunlar. Tren hüzün yerine içini sevince bıraktı. Adam anlattı, kadın dinledi, ve son durakta, adamın anlattığı aşka dair onca güzel şeye karşın, kadın kısık bir sesle "Yalan" dedi. Ve kaldığım yerden başladım, yazmaya,

Ey şair
yine bölük pörçük anlattın
yine eksik bıraktın bir şeyleri
gün devrilmekte ama sen
tutmamışsın acımızın çetelesini
Sen sus artık, bize bundan sonrasını
yaşayan anlatsın

Adnan Bilen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              9 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Sıfır Noktası : Meltem Tolunay


LAIKA *

LAIKA Artık yaşamak istemiyorum. Günler ağır bir sandığı yokuş yukarı itercesine geçiyor epeydir. Lustral'li uykulardan bile gece yarıları uyanıp, intihar yöntemleri düşünmeye başladım. Yaşanacak her şeyi yaşadım, tadılacak her duyguyu tattım, yapmak istediğim her şeyi yaptım. Bundan sonrası sonu gelmez bir tekrardan ibaret.

Daha önce de ölmek istediğim oldu. Hızla giden bir arabadan kapıyı açıp kendimi yola atmanın, yüksek bir yerden atlamanın eşiğinden döndüğüm. Yapmadığıma yapamadığıma göre hala bir şeyler umut ediyormuşum o zaman.

Beni şimdilik engelleyen, iki şey var. Birincisi ölümün bir son olmadığına, başarısız olduğum bu hayatın bir benzerini yeniden yaşamam gerektiğine olan inancım, diğeri ise arkamda "anneleri intihar etmiş" etiketli iki çocuk bırakmak. Onun için sık sık keşke kaza geçirsem ya da hastalansam diyorum, böyle olunca sonuç değişmese bile olaya yüklenen anlam değişiyor çünkü.

Ölümü istememin sebebi derin bir huzura olan ihtiyacım. Sürekli şunu hayal ediyorum; yatağımdayım, hava hafif serin, rüzgardan perdeler dalgalanıyor, uzaktan sesler geliyor ama ben onları sadece bir uğultu olarak algılıyorum. Ve o rüzgarlarla birlikte benim de son nefesim pencereden uçup gidiyor. Orada öylece sanki çok yorulmuşum da derin bir uykuya dalmışım gibi ölüveriyorum.

Mutsuzluğum durgunluğum yüzümden okunuyor. Böyle zamanlarda en zor şey, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya çalışmak. İnsanların sevgisi bile ağır bir yük oluyor. Kimseyi görmek, kimseyle konuşmak istemiyorum, sevdiğim yemeklere çatal uzatmıyor, kitap okumuyor, müzik dinlemiyorum. İnsanlarsa beni "neşelendirmek" için çalışıyorlar. Oysa tek istediğim sessizlik. Bahçedeki bir ot gibi tasasız, yalın, rüzgarla sallanıp, yağmurla ıslanmak, konuşmamak, hep susmak. Sonra küçük bir çocuğunun ayakkabısının altında ya da hoyrat bir darbeyle sessizce ezilip yok olmak.

Ölüm sözcüğü hala bir tabu nedense. Söylendiği ortamlara bir bıçak gibi giriveriyor. İnsanlar ilk duyduklarında dehşetle bakıyorlar bana. Sonra benim zaten bildiğim ve belki de beni bu hale getiren, bu düşünceden vazgeçmem için sebepleri sayıp döküyorlar.Yani Goethe'nin dediği gibi "Nasıl oluyor da bir insanın mutluluğunun kaynağı aynı zamanda acılarının da kaynağı olabiliyor." misali. Bir insanın bilerek bunu seçmesi onların da yaşama olan inançlarını sarsıyor, sanal değerler, peşinde koşulan hedefler, sahip olunmak istenenler bir anda mermer büstlerinde sallanmaya başlıyor.Herkes aynı şeyi yaşar, aynı şeyi isterse yapılan seçimlerin doğruluğu teyit ediliyor, normal kabul edilenin dışı, her zaman çok tehlikeli.

Genelin aksine ne kendimi ne de kimseyi cezalandırmak için ölmek istiyorum. Kendimi ve başkalarını affettim. Sevdiklerime onları sevdiğimi söyledim. Çoğuyla şakayla karışık onlar farkında olmadan helalleştim. Defterlerimi kapadım, artık tasfiye sürecindeyim. Sorgulanacak bir şey yok. Yaşamım sanki yarısı boş bir kaset gibi, şarkıları dinledim şimdi kaset boşa sessizce dönüyor.Benimse sabrım yok "stop"a basmak istiyorum.

Kendimi öldüreceğimden korkan arkadaşlarım, zamanlı zamansız arayıp, "nasılsın?" diyorlar. "İyiyim" diyorum. Onlarsa hala ses tonumdan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorlar, yalnız kalmamam için sürekli görüşmek istiyorlar. Her birine bir bahane buluyorum.

Önceleri herkes beni sevsin istedim. İdol olmak. Sonra anladım ki böyle bir şey mümkün değil. O zaman çıtayı aşağı çektim, "sadece benim sevmesini istediğim insanların beni sevmesi de yeter" dedim. O da olmadı. Bir sonraki aşama "onların beni sevip sevmemesi önemli değil, ben yine de onları sevebilirim" oldu. Şimdi ise hiç bir duyguyu istemiyorum hayatımda.Yani belki biraz Simon & Garfunkel durumu :

Ben bir kayayım,
Ben bir adayım
Ve bir kaya acı çekmez
Ve bir ada asla ağlamaz

Geçen yıl çok sevdiğim arkadaşım Oya bir gün bizi kolumuzdan çekiştirerek Berber'in Kocası filmine götürmüştü. Filmde başrol oyuncusu Anna Galiena hiç bir neden yokken birden koşarak evden çıkıyor ve kendini köprüden aşağı atıyordu. Bıraktığı mektupta ise "bu aşkı seni hala seviyorken bitirmek istedim" gibi bir şey yazıyordu. İşte ben de hayatı tam da burada, her şeyi ve herkesi geride bırakmışken bitirmek istiyorum.

GAME OVER.

* Sovyetler tarafından uzaya yapılan ilk yolculuklar sırasında dönemeyeceği bile bile denek olarak uzaya gönderilen köpeğin adı.

Meltem Tolunay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,367,367,367,367,367,367,36
              14 Kahveci oy vermiş.
19 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Bekir Gürgen


BİR!

BİR! Sıranın sonumu? başımı?, sorunların başlama noktası gibi geliyor.
Bencilliğin doğduğu kıyılara bakan, kendimizden bir parçayı içine koyup kapattığımız kabuk sahibi.
-1 ve +1 sonsuzluk; varlıkları güvene dayalı ve ihtiyaca.

Karşılaştığımız renginin sarı yapraklarda bazen okumaktan, bazen hayalden yeşile hatta kahve rengine döndüğünde siyahın adını hatırlamayıp bir in ertesine tek olmanın verdiği bocalamayı koyup eşittir i "bir başıma" cümlesiyle süslemek. Türevin günahını taşıyan kendi ile çarpıldığında kendisini bulup şaşıran. Boş taraflarını gizleyip doluymuş gibi tavırlarla kendini asla (kare as, kupa as, sinek,..... rengi çok önemli değil.) eş tutan. Vs.

Bircilik yazık yazılar.
Boşluk, bilinmeyen efradı ile düşmanlarını korkutur. Liderdir, başına buyruk. Sorumluluk bilmesi gereken, yaşamasını becerirken omuz ucundan gururu eksilmeyen. Ve fotoğraflarda hüznü taşıyan. Öz benlikten yakın bir tavır. Birey olma aslında işin başı. Silahları çatıp barışın adına her gece, gecenin yapışan karasına bürünüp doğduğu anı yoran. BİR başlangıçların adamı, adam olmak isteyene. Yalnızlık ve sessizliğin (yalnızlığın ve sessizliğin içi boştur) içerisinde yanına bir daha koyduğumuzda paha eden. Ucuz olmanın kıyasını edememesine karşın yakasına taktığı kırmızı kurdelenin bir ödülden öte zorlukların başlangıcı olduğunu bilmeyen saflığı vardır.

Yolu en fazla bir kilometre uzar.

Alışkanlık yapar.

İnsanın birimi sevgisi olsa gerek. Ölçüsünü kendisi bile tartamadan kıyasıya duyduğu ihtiyacı sevgi zanneden berduş gönülleri sarhoşluk ertesindeki pişmanlıklarda arayan yalancılar. Kararını ne verir bilinmez. Dünya nimetlerinden faydalanırken küçük dünyasının acizliğini geri plana itip yıldızların tadını çıkarır. Oysa şiir içindir gecenin parlamaları; oda bencil olmasına karşın sevgi barındırır.

Birdendir her şey kendimizi alıştırmadan dikilir karşımıza kazası.
Güldüren taraflarını yaşamak isteriz. Heyecanın yüzünü bular tebessümlere. Savunmasız hallerimizi çizer; durun bakıyım şöyle yanılmıyorsam.'' Kandırılmaya hazır, düşlenenin küçük bir parçasının görüldüğü anlarda kavuşma hevesi ile atılıp ulaşmanın ucunda asılı kalan, bir omuzun varlığında ejder saklayan ........" aşkta saklanan kazaları vardır gönüllerde yüzüp bir vurgun bekler.

Birdir bir....
Eşek olmadığı sürece problem yok: Hayatın parolasını engeli aşarken söylemek lazım. En azından kendimize. Sıradaki belki veya umut yakın olduğu kadar. Bu bile çaresizliği kazıyor küçük, umut evet çaresizlik. Birle bir şey yapamamanın çaresizliği. Sevgi onun yanında daha güçlü kalıyor. Oda tek başına vasıfsızca duruyor insanın yüreğinde.

Oyun gibi. Zorunlulukların anahtarı anlaşılamamasına rağmen, Bir sözcüğe takılıp sallandıkça basitleşiyor, ricadaki zorluğu bekleyen. Ve öbür taraftayız kendimizi eleştirmeyi başardığımızda. İnsandan uzaklaşıyoruz nebzede olsa. Koynumuzda sakladığımız öfkemizi kullanarak gelmek istediğimiz yerde kaybettiğimiz, geri dönüp atlayamayacak olmamız. Kumar değil. Kumarın sayfaları daha eskidir tanrılar dönemlerine denk gelir. Onların kaybettikleri bizim hayatlarımız, beşerin ruhu. Tökezleyip düştüğümüzde utanıp söylemediklerimizin acısını utançla örtmeye çalışırız. Bir özür beklerken kızaran yüzümüze güler, bağışlaması kazandığımız anlamına gelmez.

Bir basittir.
Bilmek için yüreğimizdeki çukurları, çürümüşlükleri, küskünlükleri, saymakla başlaya biliriz. Bir olmak güçtür; arkalarında sakladıkları duyguları sözcüklerin içerisinde saklarlar. Çekip çıkarmadan önce bilmek için güvenin basamaklarında oturmak gerekir.
Sarhoş halleri vardır. Yanlarına kendisinden bir şey koyduğunuzda dostsunuz. Mesela gözlerinin içine bakmak. Tüm gizledikleri o iki camın arkasından görünecekmiş gibi gelir. Oysa gizledikleri kendilerine sakladıkları şeyler bir çırpıda ulaşılabilecek basit şeylerdir. Küçük bir dokunmanın kapıları aralar. Küçük parçalar; elde ettiklerinizle yetinmeniz gerekir bütüne ulaşmak zamana hatta ömre yaymakla mümkün galiba. Hepsini aynı anda istediğinizde gözlerine bakmanıza bile izin vermez.

Basit demişken yağmuru severler, denizi, bulutu, toprağı, böceği, şiiri..... kışın burunlarının üşümesinden zevk alırlar. Hayal kurmasını severler ellerinde bir fincan kahveyle sabah edip.
Sıkılmazlar yanınızda ama bilmem kaçıncı düşte sessizce tebessümle sizi izler.

Bir başka. Bir kadeh. Bir garip. Bir den. Bir tek. Bir şey. Bir gece. Bir ben. Bir ağaç. Bir damla. Bir tane. Bir gün. Bir başıma. Bir yaprak. Bir adam. Bir kadın. Bir çocuk. Bir heves. Bir telaş. Bir ölü. Bir yetim. Bir sokak. Bir şehir. Bir köy. Bir sabah. Bir şey. Bir koku. Bir nazar. Bir heyecan. Bir umut. Bir ışık. Bir ten. Bir....

Küçük cümlecikler gözlerinizi kapatıp her birini ayrı bilmeye çalıştığınızda bir in büyüsü sızar usulca içinize. bunların öykülerine takılmakta var elbet. Ama başka sayfaların adamları onlar. Büyü yoksuluysanız yapacak şey yok Okuduğunuz kadarı kalır elinizde. örnekle desteklersek:
- bir şeyde yüreğim.
- bir uçta dolaştı gözler.
- bir tane yemindi küsmeler.
Bu cümlecikleri açmak isterdim. Ama kısa olmaları galiba insana benzemelerindeki sebep. İnsanca!?

bencilliğin orta yerine oyuncu çizecek olursak. dekoru olmayan bir sahne. ışıklar var boş sahnenin köşeleri var. fon karanlık derin bir siyah yapışacakmış gibi ellerinize;
bir varmış bir yolmuş geçerken zihinden masalın tam ortasında buluruz aradığımızı. Perdeye hacet yok. Hayatta nasıl başlamayı ve bitirmeyi sezemiyorsak .

sahnenin bir kenarına itilmiş ışıklarda,
gözleri derin
haykırır birde susar usta.
ağlamayı bekleyenleri ağlatır.
vicdansızlar,
buruk kalır,
kelimelerin süsünde.

gülmeye geldiğinde sıra,
ağızlar dolar.
uslu, edepsiz kıkırdamalar serpilir,
karanlıktan sahneye.
sözcüklerin yerini bir yüz alır,
gamzelerini derinleştirip.
yaptığının
marifetin rengi,
bencilce bir tebessüm.
yalnızlığı, sessizliği dolduran
sade, usta bir tebessüm.

hallerin içinde samimi.
içinizi okurcasına sızar kuru gününüze.

sizin hallerinizi takar,
bir beze sarar gözyaşlarını
sizin sevdanızı söyler,
sizin gününüzü yaşar,
bir
perdelik boşlukta.
perde kapanınca unutsanız da.
sizi size çağırır.

Zıtlıkları, bölümleri, çarpımları, kendisini vermesine karşın boşlukta sonsuzluğu saklar...
Aradıklarınız orada birin içindedir. Hayatının içine girdiğinizde sizi şaşırtacak, heyecanlandıracak, gözyaşlarına dahi bir umudu çizecek gücü vardır.
Ve alışkanlık yapar.

Bekir Gürgen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
0 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Alper Kutay

 Kahveci : Alper Kutay


   Mevsim Gibi...

Mevsim kadar soğuktu sesi, bir o kadar da nezaketsiz. Ne tuhaf dedim içimden, ikimizde mevsime uymuştuk, o soğukluğunu almıştı kendine, ben de romantizmini...

Her Sonbahar yıllanmış bir şarap tadı verirdi bana ve sarhoşluğuma bırakırken kendimi, önce günahlarım açardı bir bir hafızamda, sonra masumluğumun hükmündeki anılarımla affederdim kendimi.

Minicik bir yavruyken evime alıp beslediğim Tekir'i geçen haftaıssız bir tarla başında bırakıp kaçışımı düşünürken tarifsiz bir pişmanlığın içinde yuvarlanıp sonra alnının üzerine tel tel inen saçları, boncuk boncuk parlayan gözleriyle bir çocuğun siyah beyaz fotoğrafıyla gülücüklere bırakırdım suratımı.

Yaprak dökümleri başladığında sanki o kel kalmış ağaçlar bir daha hiç yeşermeyecekmiş gibi gelirdi, sonra ağır bir yağmur kokusu sararken sokakları, zavallı dedemi ve onun romatizma ağrılarını hatırlardım. Hatırladığım başka şeyler de olurdu, mesela saman alevi gibi parlayıp sönen yaz aşklarım, bir yudumluk sevdalım, bir solukluk heveslerim... Bir de kronikleşmiş olanları vardı ve her Sonbahar'da tıpkı dedemin romatizmaları gibi işte böyle azardı...

Bu gece onu istemişti canım, daha önce hiç istemediği kadar; çok zaman geçmişti sesini duymayalı, simasını ise unutmuştum bile... O köprünün altından çok sular geçmişti oysa, O'ndan sonra kaç gönül hikayesi yaşadığımın hesabını dahi bilmiyordum. Hep son sevgili hatırlanacak değildi ya, bu gece o düşmüştü aklıma köpeklerin serenatlarında...

Nasılda harap etmiştim kendimi ayrıldıktan sonra, hiç unutamam, hatta yaşayamam sanmıştım, sonra nice sevdalar girmişti aramıza da bir ismi kalmıştı hatırladığım, bir de bir kaç güzel anı...

Kaldırdım, saatlerdir bir hasım gibi bakıştığımız telefonun ahizesini; şimdi uykusunun en tatlı yerindedir, kimbilir belki de efkarlanmıştır yine, balkona çıkmış yağmuru seyrediyordur. Belki Nazım'ın bir şiiri takılmıştır diline ve tıpkı bana okuduğu gibi okuyordur ıslak şehrin kuşbakışı tasvirine...

Mevsim kadar soğuktu sesi, bir o kadar da soluk ve renksiz. "Merhaba" dedim fısıldarcasına; sustu...

Beklediğim sessizlikti bu, onca zaman geçmişti üzerinden, santim santim keşfettiğim coğrafyası ne kadar yabancılaşmıştı kimbilir... Merhabası benimkisinden daha canlıydı, ama yine de soğuktu, tıpkı mevsim gibi...

Duyar duymaz tanımıştım o sesi soğukta olsa, o da beni tanımışmıydı acaba, yoksa merhabama karşılık verilmiş bir refleks miydi o merhabası?...

O hep bu saatlerde arardı beni, bilirdi uyumadığımı, bilirdi onu düşündüğümü; hayellerinden bahsederdi bir gece boyunca, sonra yeni aldığı elbisesinden, komşu kızıyla yaptıkları çay sohbetlerinden, okuduğu romanının kahramanlarından...

Uykusunun geldiğini cümlelerini bölen esnemelerinden anlardım, o veda edip telefonunu kapatırken, ben ahize kulağımda öylece kalırdım. İşte vakit yine o vakit ve üzeri on delikli kırmızı çevirmeli telefonumu da değiştirmemiştim henüz. peki ya biz, biz de aynı biz miydik hala, değişmeyenler sınıfında neler kalmıştı acaba?

Mevsim kadar soğuktu sesi, bir o kadar da heyecansız... Beni tanıyıp tanımadığını soracak kadar bile cesaret bulamıyordum kendimde. Sonra tıpkı eskisi gibi ben susuyordum, o konuşuyordu; ama soğuktu bu sefer sesi. küstahtı, patavatsızdı!!! Bir küfür gibi dövüyordu beynimi her cümlesi! Mevsimi bir kağıt gibi yırtıp atmak, telefonu parçalamak, hakim olamadığım ellerimi kırmak istiyordum şimdi! Dışarıda yağmur yağıyordu ve acımasız şehrin sokakları maviliğine doğru yol alıyordu... Sesi kadar soğuk mevsimi içeriye almak için penceremi açarken, taksi ve otel masrafları hariç tenine biçtiği fiyatı kulaklarımda yankılanıyordu...

Alper Kutay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,208,208,208,208,208,208,208,20
              5 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahvecigillerden : Dilara Erdem


2 haftada 5 havalanı ...

NewYork City

Uçakta verilen minik hindili sandviçimi yiyip, yanına da 5$ ekstra ücret ödeyerek edinmiş olduğum kırmızı şarabımı afiyetle içtikten çok değil, yarım saat kadar sonra Newark Havaalanı'na indim. Bu defa akıllılık edip cam kenarından yer aldığım için, New York'a yaklaşınca ışıl ışıl bir manzara karşıladı beni önce. (Karar verdim, burası dümdüz bir memleket) Daha sonra da arkadaşım Bezen.. (Kendisi benim üniversite yıllarımdan arkadaşım olur.) Chicago'ya geleceğimi öğrenince "İşte, gün bu gündür Dilara, sonrasında ölsen bırakmam seni" diyerek beni kendi evinde misafirliğe ikna etti.!

Havaalanı çıkış kapısı önünde buluşma ve eşyaları arabaya atma eylemlerinden sonra, hızla eve doğru yola koyulma aktivitemizi bir çırpıda anlatıp geçebilirdim, ama değinmek istediğim -bence- ilginç bir nokta olduğu için bu kısmı uzatacağım bir miktar. Arabaya bindikten sonra, arkadaşımla farklı bir dünyaya daldığımız ve sevinç nidaları eşliğinde -sanki 4 gün boyunca beraber olmayacakmış gibi- her şeyi bir çırpıda konuşmaya kalktığımız için kaybolduk!! Exit'i kaçırdık yani... İlkin, endişe etmeye gerek yok falan dedik; amma velakin saat gecenin on buçuğu, ilerlemekte olduğumuz caddeler de koyu renkli Amerikan vatandaşı, göçmen arkadaşların sınırları içerisinde kalmaya başladığı için bir miktar heyecan yaptık.. Daha sonra arkadaşım arabada bir GPS cihazı olduğunu hatırladı.. Önce cihazı açmayı başaramadık..Cihazı açtık, bu defa ışıklarını açıp, evin yolunu tarif etmesini sağlayamadık. Neyse, hemen bu konularda uzman kişi olan eşe telefon edildi, daha sonra biz de cihazımızda "Home" kısmını işaretlemeyi başardık. Bundan sonrası pek bir keyifliydi benim için.. Küçük bir cep telefonu ebadında olan bu alet, bulunduğumuz noktadan eve bir yol haritası çıkardı.. Daha sonra da sesle uyarı mekanizmasını da devreye sokarak, "X sokağından sola dön, Y exit'inden sağa dön" gibi direktifler eşliğinde yarım saat içerisinde bizi New Jersey, Rutherford'daki evimizin önündeki garaja kadar getirdi.. (Bayıldım bu alete ben. Hatta daha sonra da beni Kennedy Havaalanı'na götürürlerken de bu cihazı kullandık. Sırf ben eğleneyim diye:)

O akşam takdir edersiniz ki sohbet, muhabbet, dedikodu yapıldı; keyifli purolar ve birer birer açılan leziz biralar eşliğinde bol bol eski günler yad edildi.. Biraz, birbirimizden uzak yıllar boyunca geçirilen hayat tecrübeleri paylaşıldı. Elin gavur Amerikalıları çekiştirildi, bazı bazı tenkit edildi, Amerika'da devletin bazı uygulamaları beğenildi; Arada Türkiye konuşuldu; orada da bir parti eleştiriler yapıldı. Ama, ne yazık ki devletin hiçbir uygulaması takdir edilemedi!! Ertesi gün zinde olmamız gerekliliğinden hareketle sabaha karşı bir vakit yatıldı!

Sonraki gün, yani güzel, ılık ve güneşli bir Cumartesi günü yapılabilecek en keyifli şey yapılarak güne başlandı: Kahvaltı.. Hem de Türk usulü.. Gözünü sevdiğim beyaz peynir, domates, her ne kadar enteresan boyutlarda olsalar da salatalık, omlet olarak bize eşlik eden yumurtalar, reçeller, bal ve tabi ki tavşan kanı çay.. Çok fazla çay seven biri olmamama rağmen, 3 ince belli bardak içtim vallahi. Arkadaşlarım, yerleştikleri mevkide ilk aradıkları şey olan "Türk Bakkalı" konseptine uyan bir dükkan buldukları için ne kadar mutlu olduklarından bahsettiler. Zaten, daha sonra öğrendim ki, bulundukları bölge neredeyse bir Türk beldesi imiş. Arkadaş gruplarını kendilerinden başka 8 çift Türk oluşturmaktaymış ve onlarda bu bölgede ikamet etmekteymiş.. İşte tam o esnada, o gruptan bir çift arayarak günlük program soruldu. Benden bahsedildi, ki zaten Bezen benden bahsetmiş, herkes beni sormakta. En akıllıca yapılacak hareketin, bu güzel havada Central Park'a gitmek olacağına karar verildi. Tabi, bu öneriye hiç mi hiç itiraz edilmedi.

Kocaman bir jeepin arka koltuğunda, biraz trafik yoğunluğu yaşayarak, Central Park'a yakın bir sokakta arabayı park ettik. Tanrım ne muhteşem, ne kocaman ve de ne kadar yeşil bir yer burası? Koşanlar, paten yapanlar, bisiklete binenleri aşıp, açık alana doğru ilerledik. Karşılıklı 3'erden 6 adet oyun sahası..Orada da da insanlar grup halinde beysbol, frizbi ve basketbol topuyla oynanan bir nevi Amerikan Futbolu oynuyor. Aralarındaki boş ve yemyeşil alanlara ise bir sürü insan yayılmış güneşleniyor. Bikinilerle hem de.. Gözlüklerimin arkasından bir ben bakıyordum herhalde.. Daha önce de belirttiğim üzere, burada en çok hoşlandığım şey, kimsenin kimseyle ilgilenmemesi, kıyafetine, saçına, başına bakmayışıydı.. Bu kadarı da fazla değil mi diyebilirsiniz, ama benim özlemini çektiğim bir görüntüydü bu: Ben, Seymenler Parkı'na koşmaya gittikten sonra, üzerimdeki şortla bile güneşlenmek adına uzanamadığım için!

Ne yapıldı? Tabi hemen ayakkabılar çıkarıldı ve kendimizi yeşil çimenlerin yumuşacık örtüsüne doğru bırakıverdik. Bir sürü fotoğraf çektik, Bezen'in eşi elinde kamera ile bizi kameraya aldı.. Bu sebeple ona bir sürü şaklabanlık yapıldı, arada birkaç tane top ve frizbiye hedef olundu, ama Allah tan yara alınmadı.. Çevre iyice gözlendi, birkaç gökdelen ve Gotik tarzda binanın çevrelediği Central Park gerçekten çok, ama çok sevildi. Hele "Quiet Place" diye bir yerinden geçtik ki, 5-6 tane insan oturmuş katlanabilir sandalyelerine, resim yapıyorlardı. Ve ortam gerçekten de sessizdi, çıkan tek ses sanıyorum ki duyduğumuz kuş ve böcek sesleriydi..

Sonraki istikamet Time Square olarak belirlendi. Herhalde en görülesi New York mekanı.! Arabayı başlangıç sokaklarından birine park ettik. Parkmetreye para attık, sokaktaki satıcıdan birer şişe su aldık ve kendimizi kalabalığın aktığı yöne doğru bırakıverdik. Anlatabileceğimi sanmıyorum.. Daha doğrusu doğru kelimeleri seçemeyeceğim endişesi taşıyorum.. Hani derler ya, "anlatılmaz görmen lazım" diye!

Tamam ben tarihi, eskinin korunmuşluğunu severim asıl. Amerika'ya da oldum olası gıcığımdır. Ama demişler ya, hayatta büyük konuşmamak lazım! Bu Time Square yaşayan bir cadde. Gerçekten yaşıyor.. Bir kere, o kocaman binaların, daha doğrusu gökdelenlerin ihtişamı; onların sağında solunda, önünde yer alan kimi zaman hareketli, ayda en az 1-2 defa değiştirildiği söylenen reklam panoları dinmeyen bir dinamizm olduğunu ilk bakışta gösteriveriyor insana. Sokakların birinden diğerine geçtikçe, Brodway'e de ulaştık. Oynanan oyunların- Aida, Beauty and the Beast, Phantom of the Opera- , sinemalarda gösterilen ya da gösterilecek olan filmlerin- Colleteral, Bourne Supremacy, I Robot- devasa, bazıları hareketli afişlerini, Marriot Otelini, Virgin Plakçısını, Loews Tiyatrosunu, Morgan and Stanley Binasını, birkaç tane Starbucks cafésini, Chase Manhattan Bankası'nın dev binasını ve daha nicelerini arkamızda bırakarak Trump Gökdeleni'ne kadar yürüdük ve Manhattan'ı tavaf ettik. Bu arada şanssız bir şekilde birkaç güvercinin sözüm ona "şans "için bıraktıkları küçük "hediyeleri"ni de elbiseme aldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ağzım 1 karış açık halde, sağa sola bakarken yukarıdan gelen bombardımanı fark edemedim haliyle.( Neyse ki biraz su ve mendil ile halloluyor bu "hediyelerin" ortadan kaldırılma işlemi.. Keşke bir bilet alsaydım.!)

Time Square'de çekilen video görüntülerimiz ve bol fotoğraftan sonraki durağımız, tabi ki, bir Starbucks oldu. Ben kahveyi, özellikle iyi yapılmış latté'yi çok severim. Ama bu defa, Bezen'in bana anlatmaktan sıkılmadığı, Frappuchinoları denemek için soluklandık. Karamelli ve bol kremalı bir frappuchinoya hayır diyemediğim için, sizlerden özür diliyorum. (Enfesti!)

Daha sonra Soho'ya gittik. Neredeyse University of New York'un sınırları içerisinde, tuğlalı ve daha az katlı binaların çevrelediği bu sokak bir çok café, farklı bir çok milletin mutfağından eserler sunduğu değişik restoranlar, etnik ve enteresan mağazalar ve de tabi değişik ırktan bir sürü öğrencinin keyif içinde yaşayıp gittiği, bir yer izlenimi uyandırdı bende. Öğrencilik yıllarımı özledim birden.! Dante Café'de 5,50$'lık Tiramisu yedik, ama aromalı purolarımız içemedik.! Dışarıda oturmamıza rağmen, kokusundan insanların rahatsız olabileceği endişesini taşıyan garsonumuz, bize kalktıktan sonra içmemizi salık verdi. Utandık ve eve kadar bir daha puroları paketinden çıkarma girişiminde dahi bulunmadık.. (Sözün özü, benim sigara içme eylemini gerçekleştirme oranım, Amerika seyahatim süresince minimum seviyelerde dolaştı.)

Akşam yemeğini pas geçip, bir miktar peynir ve güzel Merlot şarabımız eşliğinde Cumartesi günümüzü tamamladık. Dönüşte, Manhattan'ın gece manzarasını seyreylemek için Boulevard East'de arabamızı durdurup, daldık gittik gördüklerimize.

Ertesi gün bol alış-veriş yaptıktan sonra, sonraki günlerde sırasıyla Natural History of Art Müzesi, Metropolitan'ın ne yazık ki yarısından az bir bölümü ve Madame Tussaud Müzesi, Empire State Binası, Rockofeller Binası, 5th. Avenue (5. Cadde), bir akşam tesadüfen denk geldiğim açık hava sineması eski film gösteriminin yer aldığı Bryant Park (ki insanlar katlanır masa ve sandalyeleri, yer örtüleri, battaniyeleri ve termoslarıyla yayılmış, Gary Grant'isiyah-beyaz bir filmini seyrediyorlardı), Battery Park, uzaktan da olsa Statue of Liberty- Özgürlük Anıtı ve de en hüzünlü olan Ground Zero'yu (İkiz Kulelerin yıkıntılarının olduğu bölge) gördüm. Son gördüğüm yer dışında her şey keyifliydi. Sonuncusu için hissettiklerim ise hüzün, acı ve diken diken olan tüylerimin verdiği ürperti hissiydi diyebilirim. Alanın büyüklüğü karşısında gerçekten şoke oldum ve sağda solda kiminin ön cephesi, kiminin tepesi hala yıkıntı halinde ve revizyonda olan binaları gördükçe burada olmadığım için şükrederken, olanlar içinse dua ettim! Akşam yemekleri için tercihim, Time Square'de Red Lobster, birkaç Mexican Restorantı, bir Chinese ile sevgili Bezen'in mutfağı oldu.

Yarın Houston

Dilara Erdem
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,719,719,719,719,719,719,719,719,719,71
              7 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.233 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


YÜZÜM ile YERYÜZÜM

Yeryüzünde ne varsa
Benim yüzümde o var:
Kırışıklıklardaki karışıklıklar

Yeryüzünde ne yoksa
Benim yüzümden o yok
Zifir karanlıktaki kör ışıklıklar

Yeryüzünün geçmişi ve
Kanla kirlenmişliğinde
Boşu boşuna akan temiz kanım var

Daha kirlendi terimle
Daha çok üretim diye
Çöplükten taşıyor zehirli atıklar

Yeryüzünde ne varsa
Benim yüzümde o var:
Başlangıç meridyeni
İki kaş arasındaki derin çizgi…
Ve durmadan keyifle emer dudaklar
Sigaranın zehirini

Yeryüzünde ne yoksa
Benim yüzümden yok:
İnsanlık henüz çok geri

Armağan KONYALI

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Okul otobüsü dediğin böyle olur!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.psikoturk.net/
Psikolojik pekçok test bulabileceğiniz psikiatri kaynak sitesi. Kendiniz ölçmek için bir fırsat.

http://www.yesilelma.com/
Kilo problemi olanlara yardımcı olmayı iş edinmiş sitelerden biri daha. Güzel hazırlanmış ama epeydir güncellenmemiş bir site. Belki işinize yarar.

http://www.superevariders.com/html/index.php
Motosiklet tutkunlarının buluşma mahalli. Tak kaskını gir içeri...

http://www.turkrock.com/
Adı üstünde Türk rockçıların buluşma noktalarından biri. Güzel bir çalışma.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


SoundClick MP3 Player 1.1 [7.4MB] Win9x/2k/XP FREE
http://www.soundclick.com/software/DownloadPlayer.cfm
Çok hoş bir media player alternatifi. Dilerseniz bir ek yüklemeyle kendi gelişmiş mp3'lerinizi hazırlayabilirsiniz. Flash destekli bu mp3'leri dostlar arasında gönül rahatlığıyla dağıtabilirsiniz:-))

Yukarı




ABONE OL
AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
Forum Alanı
İletişim Platformu
Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
Kütüphane
Kahverengi Sayfalar
FİNCAN/SİPARİŞ
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
KMFM (TEST)
KM JUKEBOX (Yeni)
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları












Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu



Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040825.asp
ISSN: 1303-8923
25 Ağustos 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com