Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 570

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 1 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Barış Günü!?... Aloo kime söylüyoruz?...


Dünya Barış GünüMerhabalar,

Bugün 1 Eylül 2004 Dünya Barış Günü, batıkbank hayırlı günler diler. Üşenmedim araştırdım. Gördüm ki Dünya, bir barış günü tarihi tayin ederken bile zorlanmış. Her kafadan bir ses çıkmış, barış haftası denmiş, 1 gün olmuş 1 hafta. 11 Eylül 2001 den sonra birileri asıl barış günü bu olmalı demiş. Bir başkası 21 Eylül olsun bana ne demiş ve onun istediği de olmuş. Böylece barış bir koca aya yayılsın, yuvarlana yuvarlana büyüsün istenmiş ama olmamış. Şu yanda ağzında zeytin dalıyla usanmadan uçup bir türlü konacak yer bulamayan beyaz güvercin gibi hasret kalmışız barışa. "Yurtta sulh Cihanda sulh" diyen bir önderin çocukları olarak hasretiz adam gibi bir barışa. Hasret sadece bizim değil tüm insanlığın. Ve dünya binlerce kilometre öteden savaş çığlıkları atan yöneticilerden, kardeşine kıymaktan çekinmeyen sakallı canilerden kurtulamadığı sürece de hep hasret kalacağız ne yazık ki. Çocuklarımın barışa hasret kalmadıkları bir dünya için gelin bugün birşeyler yapalım. En yakınımızdan başlayalım barışmaya. Ne dersiniz?

Sizin varmıdır bilmiyorum ama benim için bazı şarkılar özeldir. İlk duyduğumda arka arkaya defalarca dinler sonra bir kenarda korumaya alır, sırası geldikçe çıkarır çıkarır tekrar dinlerim. Sanırım hepimizde hiçte hoş olmayan anılar bırakan 1999 yılının hemen ertesinde Candan Erçetin bir şarkı söylemişti, "Elbette". İşte bu şarkı da benim için özellerin başındadır. Umutları tazelemek için gelin bugün hepbirlikte söyleyelim bir kez daha;

"Güneş her akşam batıp hergün doğuyorsa
Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa

En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa

Neden korkulur hayatta söyleyin bana
Ben neden hep aynı kalayım söyleyin bana

Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım
Elbette daldan dala konup sonra uçacağım
Elbette bazen hızla dönüp bazen duracağım
Elbette bazen söyleyip bazen susacağım

İnanmadım asla inanamam
Herşeyin bir sonu olduğuna

Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim
Elbette önce çekip gidip sonra döneceğim "


Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

7 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


SAVUNAN DÜNYA

Orta öğrenim gördüğümüz yıllarda, tek kanlı olan televizyonumuzda savaşla ilgili "Savaşan Dünya" isimli bir belgesel vardı. BBC yapımı olan bu belgesel dizide, savaşa tarafsız bir bakış sunulur; seyredenler olarak ta savaşın ne kötü bir şey olduğunu geniş açılı bir anlayışla öğrenirdik. Dünyamızda artık savaşların tarihin tozlu raflarında dizilen kitaplarda kaldığını düşünür, geçmişte yaşananları belleklerimizde sadece film kareleri şeklinde kalacak zannederdik. Öyle ya insani boyutlarda olması koşulu içerisinde, her ne nedenle olursa insanın insanı öldürmesinin saçmalığının artık insanlarca kavrandığını düşünürdük. İnsanoğulları daha ilk günden beridir, aç gözlülüğünün sonucu olarak hep savaşmıştı. Bu açgözlülük bin dokuzyüzlü yıllarda neredeyse tüm insanların savaştığı dünya savaşlarına dönüşmüş, yüzbinlerce insan ölmüştü. Çekilen acılar ve kaybedilmiş değerler, insanoğlunun bu kötü oyunu artık bir daha oynamama inanç ve erdemine sahip olduğu fikri oluşmaya başlamıştı. Ama ne gezer, doğada kendi türündeki canlılara savaş açıp onları yok etme niteliğini kazanmış olan insanoğlu bu özelliğini geliştirerek, savaşmaya devam etti. Hem de bu tüm türünü kaybetmeye yol açacak bir nükleer savaşa doğru sürüklenerek.

İnsanoğlu öznel niyetlerini, kendini yok edecek bir düzeye yükseltmeye devam ededursun, diğer canlılarda bu tür bir kaybedişe asla rastlanılmaz. Kendi türüne karşı hemen hemen hiçbir saldırı özelliği geliştirmeyen canlılar, daha çok savuma ağırlıklı bir yaşam sergilerler. Kendi türü dışındakiler için bile bu tür stratejiyi benimseyen hayvanlar kamuflaj, ölü taklidi yapma, kötü koku çıkarma, bağırma vb. yöntemler geliştirmişlerdir. Bu yöntemlerden en farklı olanlardan birine Habeşistan maymunları ve uzunkuyruklumaymunlarda rastlanılmaktadır. Bu maymunlar, özellikle savunaklarının sınırlarını savunmada eşeysel organlarını kullanmaktadırlar. Ancak savunma ağırlıklı bu etkinlikte, erkek eşey organlar kullanılıyor olmakla birlikte, etkinliğin içinde eşeysel güdülere rastlanılmaz, yani tamamen savunma ağırlıklıdır. Bu savunma yöntemimde, kendi küme üyeleri yiyecek toplamayla uğraşırken, birkaç erkek, sırtları kümeye dönük olarak oturur ve eşey organlarını sergilerler. Bir yabancı yaklaştığında, bu "nöbetçi" lerin eşey organları erekte bir yapı kazanmaktadır. Gözdağı verme amaçlı jestlerin bire bir benzerlerine insanlarda rastlanılmamıştır. Büyük medeniyetler ve yerleşim çeşitliliği geliştiren insanoğlunun yaşam yerlerinde bu tür bir jesti sergilemesi ne kadar ilginç olurdu. Elbette sadece ilginç olmaz, çok kısa sürede karşılıklı ve sonucu hiçte iyi bitmeyecek kavgalara yol açabilirdi.

Bununla birlikte, insanoğlunun kurduğu medeniyet ve oluşturduğu çok çeşitli kültürlerde eşeysel anlam taşımayan ve savunma amaçlı benzer etkinliklere rastlanılmaktadır. Bazı medeniyetlerde savunma amaçlı olarak dikilmiş fallus yontularına rastlanılmaktadır. Yine eski Yunanistan'daki yol kavşaklarına, yerleşim birimi sınırlarına ve evlerin girişlerine, üst bölümü erkek başı biçiminde yontulmuş, erekte bir erkek eşey organı bulunan küçük taş direkler (herme) dikilirdi. Çeşitli kültürlerde kullanılan bunlara benzer nöbetçi figürleri de, "cin"leri ve kötü ruhları uzak tutmak için, sırtları korudukları nesneye dönük durumda, evlerin ve tapınakların önüne yerleştirildikleri gözlenmiştir. Fallusun bu biçimde sergilenmesi, eşeysel olmayan uyarı işleviyle, bir güç ve hiyerarşik üstünlük gösterisi olarak değerlendirilmektedir.

Şimdide sanat, kültür ve bilgi birikiminde çok üst düzeylere çıkmış günümüz modern insanının savunma amaçlı sistemleri gözümüz önüne getirelim. İlkel uygarlıklarla veya maymunlarla karşılaştıralım. Sizce hangisi daha acımasız, ilkel ve kötü niyetlidir? Üstelik son yıllarda dünyamızda yaşanan olaylar dudak uçurtacak cinstendir. İnsanın günümüzün saldırganlıklarına karşı durmaya çalışanların, sergileyecekleri erkeklik organlarının ya da fallus yontularının, durdurucu bir etki yapmasını umut etme hayali ne kadar anlamlı ve hoş bir fantezidir. Yaşananlar ve yaşamayı beklediklerimiz "keşke biz insanoğuları havyanlar kadar olabilseydik" temennisini daha yakıcı olarak ortaya çıkarmaktadır. Günümüzde, insan olmanın yüreklerimizde artırarak saldığı utanç duygusu taşınabilirlikten çok uzaklara dörtnala koşmaktadır.

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Yetişkin Olmadan Yetişmek Gerek

Meslek hayatıma yeni atıldığım yıllardı. Taptaze bir mühendis. Kirlilik zerre kadar yok. İyi güzel de vakit geçmiyor bir türlü. İşten çıkıp bekar lojmanına gidiyorsunuz, sonra restaurantta bir akşam yemeği, sonra da tekrar bekar lojmanına dönüş. Ertesi gün yine iş... Henüz kimseleri tanımıyorum. "Yok bu böyle olmayacak, en iyisi sosyal bir faaliyet bulabilmek" dedim. Geçenlerde gözüme ilişmişti, futbol oynayan birileri vardı. "Bu akşamüstü onlara takılayım, belki içlerinden birisinin mazereti vardır, kenarda hazır ve de nazır beklersem ( spor kıyafetleriyle ), kimbilir beni de alırlar belki" dedim. "Gayet güzel oynarım, bir kere oynatırlarsa bir daha vazgeçemezler" ukalalığı ile hazırlandım. Gerçekten de şansıma birisi gelmemiş, "Sen oynar mısın ?" deyince içlerinden biri, balıklama atladım asfalt kaplı sahaya. Bir müddet sonra yıldız oyuncu olduğum anlaşılmıştı... Bir takım elbiseye transfer teklifi bile aldığımı hatırlıyorum. Hatta; bir supervisor'ın ( Roger idi ismi ) bana taktığı lakap; "Bay Gol" idi.. Hey gidi günler heyyy...!

Takımın santraforu olmuştum. Turnuva maçları, vs.vs. artık günlerim daha dolu geçiyordu. Çok güzel bir çim saha bile yaptırdılar. Asfalt saha maçlarından kurtulduk. Üstelik bu saha büyük olduğundan hünerlerimi daha da rahat sergileyebiliyorum. Hemen hemen hepsi 40 yaş civarında birlikte top oynadığım abilerim, bense henüz 23 yaşında, eee, tutabilene aşkolsun...! Bekar lojmanına çok yakın saha.. Çoğu zaman erken gelip, birkaç koşu yaptığım oluyordu. Ne zaman erken gelsem, bir kenarda 7-8 yaşlarında oğluyla çimenlerin üzerinde güreşen, şakalaşan, alt alta üst üste, kıkır kıkır bir baba vardı. İsmi Metin, çok sevdiğim bir ağabey. Birgün dedim ki;
"Bayılıyorum bu muhabbetinize, acaba benim de böyle günlerim olur mu ?". Bana; "İnşallah olur ve şayet senin de olursa özgürce sev, sevebildiğin kadar sev, birgün yuvadan uçup gidiverecekler..." dedi. Meğerse; oğlu İzmir'de yatılı okul kazanmış, P.tesi sabah erkenden gönderiyorlar, Cuma akşamını da iple çekiyorlardı.

Filmlerdeki gibiyim, sigara üstüne sigara, koridorda... Hemşire nihayet göründü kapıdan ve "Müjde, bir oğlunuz oldu" dedi. Annem seslendi; "Saat kaç ?", duvarın üstündeki saate baktım; "5'e çeyrek var" ... "Sende tam 5'e çeyrek kala doğmuştun" dedi. Kız bekliyordum, o zamanlar yeni çıkmıştı ama ultrasona girmemiştik. Eeee, şimdi ne halt edecektim, şaşkın şaşkın kalakaldım. Kız olsaydı ismi bile hazırdı, bildiğiniz gibi "Ezgi" olacaktı. Ama şimdi ? Düşün, taşın, sonunda "Muhsincan"ı uygun gördük. Birleşik isim; Nüfus Memuru kazara yanlış yazmasın diye bir kağıda kocaman kocaman yazdığımı hatırlıyorum...

Bildiğiniz üzere; her sene bir yılı "Bilmemne Yılı" ilan ederlerdi eskiden, şimdi var mı bilmiyorum. Olsa olsa "Savaş Yılları-1, 2, 3,,..." diyorlardır. Aksine o yıl, yani 1986 yılı meğerse; "Dünya Barış Yılı" ilan edilmiş. Ve meğerse; her 1 Eylül günü "Dünya Barış Günü" olarak kutlanırmış ( bunu biliyorsunuz ). Yani; sevgili oğlum, Dünya Barış Yılı'nın Dünya Barış Günü dünyaya gözlerini açmıştı. Bilseydik, belki de ismini "Barış" bile koyabilirmişiz. İsmi Barış olmasa da dünya ile barışık olmasına özen gösterdik. Huyu da öyle gerçekten... Ve bugün o bir birey olarak aramızda... 18 yaşını bitiriyor bugün... Metin Ağabey'in;
"Özgürce sev, sevebildiğin kadar sev, birgün yuvadan uçup gidiverecek..."
cümlesiyle irkildim birden...

Sevebildim mi acaba ..?

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
              15 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak


AMİN & MİRA - 1

Zamanın akmadığı bir yerdeydik. Herkes ve herşey olduğu yerdeydi. Sanki çağlar ötesine geçmişcesine ya da yüzyıllar sonrasındaydık. Neredeydik? O vardı bir de ben. Gözleri vardı ve gözlerim. "Gülüncegözlerikaybolanadam"ım, başkahramanım. Piskoposum. Tenini, kokusunu, duyusunu bilmeden tanıdığım ve belki çok sonra tapınacağımı hissettiğim. Neyse işte, aşk mıydı yaşadığım bilmiyorum? İnsan hiç tadına varmadığı bir meyveye uzaktan baktığında ne hissederse, benimde aşka bakış açım öyleydi bugüne değin. Biri bana aşkı yaşatmalıydı.
Zamanı gelmiş miydi? Zamanı var mıdır böyle şeylerin?
-"şimdi çilek olsa da yesem.."
-"git manavdan al o vakit."
-"doğru söylüyorsun, ben 1 Kg. çilek alıp geleyim."

Değil ki... böyle değil işte. Zaman kavramı olmamalı aşkın. Aşk, adına ve sanına yakışanı yapmalı. Hiç değilse okuduğum onca kitap, dergi, literatür bunları söylüyordu... daha bir sürü ıvır zıvır...

...
G.G.K.A (GülünceGözleriKaybolanAdam) yanımda. Ellerimi tutuyor, gözlerime bakıyor ve her zamanki sükûnetiyle susuyor. Sanki söylemek istediği çok şey varmış ama konuşamıyormuş gibi. Sanki konuşmaya kalksa bütün bu büyü "pof!" bozulacakmış gibi... Evet, aramızda elle tutulmayan, gözle görülmeyen, söze dökülmeyen bir şey var. Ama galiba ikimizde bunun adını bir türlü koyamıyoruz. Ne güzel, tıpkı Kadir İnanır-Türkân Şoray başrolleriyle "Selvi Boylum, Al Yazmalım" filminin setinde gibiyiz... Çevremizde olup bitenler umurumuzda değil. Devinimi durmuş herşeyin. Başkaları da var mı etrafımız da? Olsalar da bize ne? Yemyeşil bir bahçedeyiz. Güneş, tüm görkemiyle çimenlerde, rengârenk çiçeklerde, ağaçların yapraklarında ve dokunabildiği her köşede çapkınca gülümsüyor bize 'yakaladım sizi' der gibi. Biz de gülümsüyoruz birbirimize, en kocaman gülücüklerle... G.G.K.A, birden kucağına alıyor beni ve dönmeye başlıyoruz. Çimlerin üzerinde dönüyoruz. Ağzı kıpırdamıyor, o munis gülümseyişle sadece gülüyor ama ben ne dediğini rahat bir şekilde duyuyorum... ben de ağzımı açmadan ona cevap veriyorum, kalp atışlarım hızlanıyor, soluksuz kalacakmışım gibi göğüs kafesim bir inip bir kalkıyor .. "Evet Sevgilim, Evet, Evet, milyon kez Evet!"....

***
Uyandım... gülümsüyordum... Etraf çok karanlıktı ve çok sessiz... Yanımda dertop olmuş uyuyor. Elimin altında bir dal çıtırdayınca sıçrayarak uyanıyor tilki uykusundan. Bebek gözlerindeki panik, karanlığa rağmen farkediliyor;
-Ne oldu?
-Korkma, sadece elim bir dala takıldı... Toparlansak iyi olacak. Gitmeliyiz...

Eliyle saçlarını düzeltiyor. Derin bir iç çekiyor;
-Haklısın. Gitmeliyiz. Nereye kadar ve nereye?.. diyor, sesi endişeli. Kalbimin atışlarını duymamaya çalışarak, onu üzmemek için kendi sıkıntımı ve sorularımı kendime saklıyorum;
-Gidebildiğimiz en uzak noktaya... merak etme, her şey düzelecek ve çok mutlu olacağız. Ama şimdi gitmemiz gerekiyor.

Kadın; doğum yaptığı anda anne sevgisi ve şefkatini öğrenir. Bunu ona kimse öğretmez, kendiliğinden oluşur bu güdü. Emzirmeyi, beslemeyi, ağladığında acıktığı için mi, ağrısı olduğu için mi ağladığını bilir. Aşkta böyle miydi? Tıpkı ilk bebeğini kucağına alan bir anne gibiydim ama ne yapacağımı birileri kulağıma fısıldamıştı. Biliyordum. Her soluk alışımda, güzel yüzüne her baktığımda, içimde tarifsiz duyarlıklar dalgalanıyordu. Anne oluyordum, şefkatle başını okuşuyordum. Çocuk oluyordum, ürktüğümde göğsüne sığınıyordum. Kadın oluyordum, dudaklarım şehvetle aralanıyordu... aşk bu muydu? Hissettiklerimi kendime bile izahta güçlük çekiyordum ama hep onunlaydım, hep yanındaydım. Doğum anlarından itibaren gövdeleri herhangi bir uzuvlarından yapışık ikizler gibi kimse bizi ayırmayı başaramıyordu. Ya da her neyse, zor işti...

Oturduğumuz ağacın altından üzerimizdeki tozları, yaprakları temizleyerek kalkıyoruz. Gökyüzüne bakıyorum. Havada boğucu bir sessizlik ve nem var. Yıldızsız bir gece. Saatle işimiz yok ama, geceyarısını henüz geçmiş olmalı. Gece, geniz yakan türden acımsı, kekre kokular salgılıyor, sessizliği boğuyor insanı, epey uzun olacak belli...

-İz bırakmamalıyız arkamızda, diyor. Öyle panik ve korkuyla dolu ki. Bazen kızıyorum bu haline. Gözünün takıldığı ayrıntılara karşı öyle duyarlı ve şüpheli ki, bazen hak veriyorum ama gene de kendi sabırsızlığımı bastırmayı; başka biri olsa çocuk gibi azarlayacağım yerde susmayı biliyorum nedense. Aşk, sabır işiymiş aynı zamanda. Anne gibi. Sabır ve karşılıksız emek işi...
-Bu kadar korkmana gerek yok!, diyorum, mümkün olduğu kadar sakin bir tınıyla.
-Nasıl böyle düşünürsün? Buldukları anda, buldukları yerde öldürecekler bizi!
-Ölmekten korkmuyorum ben. Senin yanında hiçbir şeyden korkmuyorum. Hem sonra, ne kadar korkarsan o kadar paniklersin. Soğukkanlılığını yitirirsin ve korktukların başına gelmeye başlar.
-Haklı olabilirsin ama yapamıyorum işte. Daha ne kadar kaçabiliriz böyle?
-Kaçabildiğimiz, gidebildiğimiz en uzak, en ücra yere. Bizi bulamayacaklarından emin olana kadar kaçmak zorundayız ya da, bizi affedecekleri zamana dek, diyorum... söylediklerime inanıyor muyum acaba?
-Of! Saçmalama lütfen! Firavun'dan daha kalpsizdir O! Ölüm emri verdi duymadın mı?
-Ben buna inanmıyorum. Senin dediğin kadar taş kalpli biri değil O. Mutlaka O'nun da zayıf noktası, kalbinin 'hayır' diyemeyeceği küçücük bir alan vardır.
-O'nu tanımadığın ve şimdiye kadar kötülükle karşılaşmadığın için böyle düşünmen çok doğal. Ama değil işte!
-Neyse, bırakalım şimdi bunları, daha sonra konuşacak bol bol vaktimiz olacak. Yerdeki izlerimizi mümkün olduğu kadar kapatıp bir an evvel hareket etmeliyiz....

Elleriyle yüzümü tutuyor, saçlarımı okşuyor. Geceden daha zifir gözlerine dalıyorum, alnımdan öpüyor ve sımsıkı sarılıyor;
-Tanrım! İyi ki varsın. Seni çok seviyorum. Bütün korkularım sana zarar verilecek diye. Sana bir şey olursa diye... Beni bırakma, beni sakın bırakma...
-Söz veriyorum, öyle bir şey olmayacak. Hele bu saatten sonra... hadi, gidelim artık...

Kendi iç seslerimizi ve sorgulamalarımızı birbirimize hissettirmekten çekinerek sessizce yürümeye başlıyoruz. Belli bir rotamız yok. Adım atarken bile temkinli davranıyoruz, öyle karanlık ki sanki bir adım ötemiz boşluk... daha koyu olamazdı. Yönümüzü bilmiyoruz. Ağaçların arasından bir ışık bulma umuduyla ilerliyoruz sadece. Aç ve susuzuz. Ama bütün bunların yine de önemli olmadığını düşünüyorum. Önemli olan tek şey, biribirine kenetlenmiş ellerimizin başka kuvvetler tarafından ayrılmasını engellemek. Bu yüzden kaçıyoruz.

Aşkı ilk itiraf ettiğimiz ve kabullendiğimiz gün, destan ve masal olmuş aşk hikayelerdinden konuşmuştuk. Onların; kavuşamadıkları için efsaneleştiğinden ve daha sonra yüreklerinde besleyip büyüttükleri aşkın 'ilahi aşka' dönüştüğünden, tasavvufa yöneldiklerinden ve bu yüzden yüzyıllar boyunca anlatıldıklarından... Biz efsane olmak istemiyorduk. Hemen hemen bütün hikayeler; zengin kız/fakir delikanlının -ya da tam tersi- birlikte olmalarına izin vermeyen aileleri yüzünden, kötü kalpli cadılar yüzünden, krallar yüzünden ayrılmalarıyla son buluyordu. Ancak ebedî istirahatgâhlarında biraraya gelebiliyorlardı. Aşk; zorluklarla mücadele etmeyi gerektirdiği için yaşanıyordu ve güzel olan da dağın zirvesine ulaşmak çabasıydı. Biz; dağın zirvesindeydik zaten ama aşağı çekilmek isteniyorduk taarruz güçleri tarafından. Biz; korkusuzduk. Tüm korkularımız, ikimizden birine bir şey olduğu takdirde geriye kalmaktı. Ya hep, ya hiç. Ölümde bile elele...

Dilden dile dolaşmak, gönülden gönüle konmak, öldükten sonra bile anılmak niyetinde değildik. Aşk; dedikleri gibi kavuşmaların ardından son bulacaksa -ki biz buna izin vermeyecektik-, olsundu. Yerini başka bir şeylere bırakacaksa, alışkanlığa, sevgiye, bir yastıkta kocamaya varacaksa sonu, olsundu. Dışarıdan bakıldığında sıradan gibi gözüken ama içimizde bölünerek çoğaltacağımız, sadece torunlarımızla paylaşacağımız bir ömür sürmek istiyorduk... hepsi hepsi bu. Neden karşımıza aşamayacağımız engeller koyuyorlardı bizim? Neden geçmişlerimizle, birbirimizi tanımadan önceki hayatlarımızla, hatalarımızla yüzleşmek zorunda bırakılıyorduk? Biz; sevmiştik, 'yaşamda ve ölümde' diye yüreklerimizle yemin etmiştik zaten. Kime ne? Kim ne karışır?...

Fakat işin tuhafı biz de bir masal yaşıyorduk. Bu dünyaya ve kurallarına ait değildik. Biz; ya bir masaldan çıkıp senaryonun sonunu inatla değiştirmeye çalışıyorduk ya da bir masalın içine balıklama dalmış tüm tehlikeleri göze alarak hayallerimizi somut hale dönüştürmek için uğraşıyorduk. Her ne yapıyor olursak olalım, amaç aynıydı; beraber ömür sürmek ve yaşlanarak elele ölmek...

İşte bunu Mira'm O'na açıklamaya çalıştığında önce kahkahalarla tepinerek gülmüş, sonra da öfkeyle böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylemiş. Biliyordum, tepkisini az çok tahmin ediyordum. Hattâ Mira'ya "boşuna uğraşacaksın, anlatmaya çalışma, bunu hiçbir adem-oğluna sözcüklerle anlatamayız biz" dedim. "Başka şansımız yok, deneyeceğiz" dedi. Ve işte şimdi yollardayız, iki firari...

Yürüyorduk. Sakin görünüyorduk. Ayaklarımızın altında ezilen topraktan ve küçük dal parçalarından başka ses duyulmuyordu. Nefes alışlarımız bile öylesine sessizdi. Ve ikimizin aklından da aynı şeyler geçiyordu. Belki cümlelerin yerleri değişiktir, paragraflar yer değiştirmiştir ama ben o'nun yürürken, otururken, derinlere dalıp gittiğinde, ayak uçlarına bakarken, yere eğdiği başının üzerindeki konuşma balonunu okuyabiliyordum. Mira'yla ilgili, geçmişinle ilgili hiçbir şey sormamıştım, 'kimsin?' dememiştim ama onu çok iyi tanıyordum. Bunu nasıl başarıyordum? Aramızdaki empati nasıl ve ne zaman bu kadar hissedilir hale gelmişti, bilmiyorum. Aynı şeyleri düşünüyorduk. Beni çok iyi tanıyordu. Konuşmaya başlamadan ne söyleceğimi biliyordu. Ben içsesiydim; düşünen ve mantıklı yanıydım. Yaralandığında, canı acıdığında düşünmeden kanımın son damlasını zerk edeceğimi biliyordu. Benimse duyguyla harmanlanmış, aşkla yoğrulmuş, kutsandığım, yanında huzur ve cesaret bulduğum, güvendiğim, sığındığım tek ikâmetgâhtı. Birbirimize tırnakları içiçe geçmiş kadranlar gibi sımsıkı sarılmıştık. Birbirimizin aynası olmuştuk. Kötü ve çirkin yanlarımızın silindiği, çıkarların, riyâların yaşanmadığı, nankörlüklerin, kin ve öfkenin barınmadığı kocaman ve sonsuz bir alanda bulmuştuk birbimizi. Hem çok benziyorduk hem de iki kutup kadar uzak aykırı yanlarımız olduğunu biliyorduk. Ve buna 'aşk' demek bile yeterli olmuyordu...

Arkası yarın

Zeycan Irmak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Alper Kutay

 Kahveci : Alper Kutay Erke


   Eylül ve Romantizm

"Gidiyor" dedi, "Gidiyor Alper, topu topu bir haftası kalmış, ne yaparım ben şimdi, hangi duvara vurayım kafamı, hangi masayı yumruklayayım!!!" "Dur bakalım, hayırdır kim gidiyor, nereye gidiyor?" "Ebru" dedi sesine gizemli bir tonaj vererek, "memleketine dönüyormuş, bir daha gelmeyecekmiş, bir daha göremeyecekmişim O'nu, gel otur şöyle de anlatayım, beni bir tek sen anlarsın..." "Romantik yazar" olarak geçinmenin dezavantajları bunlar oluyor işte. "İyi de bana ne söylüyorsun, ben aşk doktorumuyum?" diyecek oluyorum, karşımda bir arkadaştan ziyade sıkı bir okuyucumun olduğunu farkedince yutkunuyorum; sonra adam bir daha benim yazılarımı okumayacak, bir okuyucuyu kaybetmek ne demek bilir misiniz?

İlgilensem, bir saat kızın tasviri, bir saat nasıl tanıştıkları, bir saat anıları, bir saatte yaşadığı ayrılığın ızdırabı sürecek. Kendime günde yarım saat bile ayıramadığımı düşündükce dehşete kapılıyorum tabiki...

Ancak bir müddet sessiz kaldıktan sonra bu umursamazlığın bana yakışmadığını(!) hissedip "umarım kısa sürer" düşüncesi ile giriyorum konuya. "Hayatın kanunu bu arkadaşım, çok mu seviyordun Emel'i?" "Sevmek lafı hafif kalır Alper, aşığım yahu, sırıksıklam; bu arada adı Emel değil Ebru!" "Alıştır bunlara kendini, zor iştir aşık olmak, sabır ister. yürek ister, hüner ister, cesaret ister. isterde ister, sonra bir bakmışın vere vere iki dirhem bir çekirdek kalmışın. Hem nankördür aşk, "hani senedin küreğin, ne verdin ki sen bana" deyip çekip gittiğinde anlarsın çektiğin küreklerin beyhude olduğunu. Biliyormusun zannettiğin kadar da zor olmaz, Esra gider bir başkası gelir...

Benden böylesi bir cevap beklemiyor olacaktı ki kısılmış gözleriyle suratıma uzun uzun bakıp, "Esra değil, Ebru" dedi...
Hızımı alamamıştım, sonra konuşmasına fırsat vermeden devam ettim; "Bilmezmisin ki sen Eylül ayı ayrılık ayıdır, bir yaz sabahı ansızın başlar sevdalar sonra bir sonbahar gecesi yağan yağmurlarla temizler kalıntılarını. Öyle bir an gelir ki hatırladığında bir tebessüm bile yaratmaz suratında; kentin kalabalık sokaklarında kaybolur hayali de aklına geldikce acırsın şu haline... Hadi boşver en iyisi şimdiden unutmaya alışmak, hem sana gerçekten değer verseydi Esma bırakıp gidermiydi hiç?"

"Alper" dedi derin bir "offf" çekerek, "Esma değil Ebru!" sonra ağır ağır devam etti konuşmasına. "Sen işin kolayına kaçıyorsun, böyle üç, dört cümleye sığdırılacak kadar kolay mı yani bütün herşey? Sen hiç aşk yaşamadın mı, ya da yaşadıkların bu kadar basit mi oldular, bir günde unuttuğun oldumu hiç? O gidiyor ama giderken herşeyimi de beraber götürüyor, ben bu kadar kaptırmazdım kendimi, nasıl oldu bilmiyorum ama meğer ne çok seviyormuşum O'nu..."

Konuyu fazla açılmadan sonlandırabilmek için oynadığım kelime oyunlarından sıkılmaya başlamıştım. Doğru, bu kadar basit değildi herşey, insan ne kadar uğraşsa kendini kandıramıyordu bir türlü. Her ne kadar duygusallık bir kadına daha çok yakıştırılsa da ara sıra biz erkeklerinde o kadınsı yönü ağır basıyordu... Sonra yeniden konuya dönüp konuşmamı sürdürdüm, "O zaman sen de git arkasından, madem unutamayacağını ve O'nu bu kadar sevdiğini söylüyorsun, git Esen'le beraber, belki de O'da bunu bekliyordur senden"
"Evet" dedi, "ben de düşündüm bunu, ama o kadar kolay değil ki bu kenti, daha ötesi dostlarımı, çevremi bırakıp gidebilmek. nereye dönsen, ne yapsan sonunda ayrılık var, haklısın galiba en iyisi unutmak, ah şu Eylül'ler olmasa...

Bu son cümlesinden hiçbir şey söylemeden müsade isteyip yanından ayrılırken bir kere daha sesleniyordu arkamdan;
-Unutmadan Esen değil, Ebruuu

Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 TEYZUŞ : Ferda Önler


Adım Adım, Gün be Gün, Güney-Batı Akdeniz...

II. BÖLÜM

Beldibi, 5. Gün

Sabah uyandığımda gün çoktan ağarmış, ortalığı sıcak basmıştı bile. Çevremizi kuşatan ağaçlarda, sahnedeki yerlerini almışçasına mevzilenmiş Ağustos böceklerinin senfonisi eşliğinde keyifle yaptığımız kahvaltı sırasında günün programı bir kez daha gözden geçirildi.

Bugün, Beldibi'ndeki son günümüz; artık buradan ayrılıyoruz...

Gruba dahil olmasını beklediğimiz arkadaşlarımızdan Özcan'ın kampa geldiğinde saat 10:00 olmak üzereydi. Epey bir sohbetten sonra toplanmaya başladık. Çadırlar söküldü, kamp malzemeleri toplandı, bagajlara yerleştirildi ve soluğu denizde aldık.

Öğlen yemeğinden sonra, saat 14:00 sıralarında kampingden ayrıldık. FİNİKE'ye doğru izleyeceğimiz güzergâh üzerinde gezip görülecek öyle çok tarihi mekan var ki... Yola çıktıktan sonra ilk durağımız, Phaselis oldu. Antalya-Kumluca karayolunun 57 km.'den güneye dönüldüğünde yaklaşık 1 km. sonra Phaselis'e ulaşılıyor. (Kemer'e 15 km.)

Cennet gibi iki koy arasında harikulade bir yer. Adeta büyülüyor insanı. Baştan başa dolaştık bu antik kenti. Şehrin tarihi hakkında söylenebilecekler kısaca şöyle:

Rodosluların egemenliği, kısa süreli Pers ve İskender yönetimleri dışında M.Ö. 160'a kadar devam ediyor. Sonra da Lykia birliğine katılıyor. Phaselis uzun süre korsanların saldırısı altında kalıyor. Kısa bir dönem Korsanlar şehir yönetimini ellerine geçiriyorlar ama Romalı komutanlar korsan egemenliğine son veriyorlar. Phaselis Bizans döneminde bir piskoposluk merkezi olarak öne çıkıyor. M.S. 3. yüzyıl sonrasında da önemini yitiriyor.


İkinci durağımız ise, Olympos'tu. Olympos, Kemer ile Adrasan arasında. Antalya -Kumluca yolundan Olympos'a gitmek için Ulupınar'dan "Harabe" levhasının olduğu yola sapmak gerekiyor. Ana yoldan sapıp, yaz döneminde suları neredeyse tamamen çekilmiş bir dere yatağını izleyerek yaklaşık 9 km. içeri doğru gidildiğinde, tarihi kalıntılar arasından denize ulaşılıyor. Dar fakat nefis güzellikteki yol bizi Olympos'un sahiline kadar indirdi. Harabeye ulaşmak için çayı geçip geniş kumsalda biraz yürüdükten sonra Olympos'un içinden geçen çay kenarına ulaştık. Çayın yanından giden patika yol bizi harabenin içine götürdü.

Antik Lykia'nın en önemli liman kentlerinden olan Olympos, tarih boyunca mitolojiye konu olmuş. Ünlü Bellerophontes efsanesi burada geçmiş.

Konumunun elverişliliği nedeniyle korsanların barınağı olan Olympos, bugün sahip olduğu tarihsel değerleri, 3200 m'lik muhteşem sahili, endemik bitkileri, caretta carettaları, Khimaira'sı, tüm sportif etkinliklere olanak veren muhteşem doğası ile tüm dünyaca bilinmekte.

Burada, başrolde yer aldığım komik bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Öyle ki, üzerinden yıllar geçtiği halde, o geziyi paylaşan dostlarla ne zaman bir araya gelinse, hâlâ yüzlerimizde aynı gülümseme ve atılan kahkahalarla hatırlanır... Hatta, aynı ortamda bulunmasam dahi, dostlarım adımı anarak kulaklarımı çınlatırlar mutlak! Olay, aynen şöyle yaşanmıştı:

Olympos'un olağanüstü doğasına ve gizemli atmosferinde gezinmeye kendimizi iyiden iyiye kaptırmış olduğumuz bir sırada, ben hayretler içerisinde bir şeyi fark edince derhal arkadaşlarımı yanıma toplamış; az aşağımızda, suları neredeyse tamamen çekilmiş olsa da halen akmakta direnen derenin, cılız ve sığ sularını göstererek dikkatle bakmalarını söylemiştim. Bunun üzerine, hemen hepsinin ilk tepkileri aynıydı:

- "Ee, ne var bunda?.. derenin kalan suyu da akıyor ya işte!.."
- "Yahu arkadaşlar, size de ters gelen bir şey yok mu; yani, bu suyun akış yönünde?"
- "Yooo, bizim bildiğimiz dereler hep böyle akar!.."

şeklinde verdikleri cevaba karşılık, benim de son derece ciddi bir tavırla:

- "Hadi canım sizde! Görmüyor musunuz? Bu dere ters akıyor! Yani, karadan denize doğru değil; tam aksine, denizden karaya doğru akıyor Olympos deresinin suları!.. Bakın, iyice bakın suyun üzerinde rüzgarla oluşan kıpırtıların yönüne... Söyleyin bakalım; sular ne tarafa doğru gidiyor görünmekte acaba?.."

dememle birlikte, o anda bir kahkaha tufanı kopup, çevremizde yankılanmıştı!..

Meğer benimkisi, su ve gölge oyunlarının yansımalarıyla oluşan basit bir göz yanılgısından ibaret imiş! Çünkü, o sırada denizden vadiye doğru esmekte olan rüzgar, doğal olarak suyun üzerinde de o yöne doğru bir akıntı hareketi görüntüsü yaratmaktaymış!..

Ama, o günden sonra adım; "dereleri ters yöne akıtan Ferda'ya" çıkmıştı bir kere!

Benimle dalga geçmedikleri pek bir şey kalmadı sayılır; bilinen tüm fizik-tabiat kanun ve kurallarını tersine çevirmemden, asırlar sonra Olympos'ta yeni bir ZEUS mucizesi veya efsanesi yaratmamdan tutun da, PEGASUS'un ağzından çıkan alevleri, suları denizden karaya doğru akan bu derenin söndürmüş olabileceği varsayımına kadar mitolojik öyküler bile irdelendi... Hatta arkadaşlardan biri hemen oracıkta, yılların bildik Karadeniz türküsünü (Ordu'nun Dereleri) benim için:

"... Olympos'un dereleri... aksa, yukarı aksa!
Vermem seni ellere... ZEUS üstüme kalksa!.. "

şeklinde yeniden uyarlamıştı. İşte, bu da böyle bir anıydı; o günlerden hatırda kalan...

İnsan elinin henüz değmediği, bu nedenle de doğal yapısını olduğu gibi muhafaza edebilmiş, nefes kesen güzellikte bir koy ile sona eren vadi içerisinde kalan ve adeta mitoslar kaynağı, tarihi kalıntılar diyarı Olympos'tan ayrıldıktan sonra Çavuş Köyü'ne (Adrasan) vardık.

Hiç tanımadığımız, kendileriyle ilk kez karşılaştığımız yöre halkından gördüğümüz olağanüstü ilgi ve bir o kadar da sıcak karşılama üzerine bir saatten fazla bir süre orada kalıp, onlara konuk olduk. Bizlere ikramda bulunmak için adeta birbirleriyle yarıştılar. Söylediklerine bakılırsa, o güne değin köylerine giren "ilk" yerli turistlerdik!..

Bana göre bu sözler çok anlamlıydı; sadece yabancıların ziyaret ettiği, tek bir Türk turistin henüz adım atmadığı, belki de varlığından dahi haberdar olmadığı bir köy!.. Başta, ben utandım kendimden; daha önceki geçişlerimizde uğramadan geçip gitmekten ötürü!

Kim bilir burası gibi daha nice köyler, beldeler vardı; yabancılarca keşfedilmiş olmasına karşın bizler tarafından varlığı bilinmeyen, yanından öylesine geçip gidilmiş, nice cennet köşeler?.. Yeterince merak etmediğimiz ve değer vermediğimiz için veya ilgisizliğimizden, araştırmadığımızdan, önemsemediğimizden dolayı öğrenemediğimiz; dolayısıyla kıymetini de bilemediğimiz daha nice yerler?..

Bu geziden aldığım en büyük 'ders', bu olmuştu işte!

Bizleri o gece köylerinde ağırlamak için çok ısrar ettikleri halde, zamanımızın kısıtlılığı nedeniyle oradan ayrılıp tekrar yola çıktık. Orman içinden geçen yolu izleyerek KUMLUCA üzerinden akşamın geç saatlerinde FİNİKE'ye vardık. Geceyi geçirmek için konaklayacağımız bir pansiyon bulup kendimizi yataklarımıza attığımızda günün yorgunluğu etkisini derhal göstermiş, her birimiz derin bir uykuya dalmıştık...

Uykuya dalana dek kulaklarımda Çavuş Köyü'nün sıcak insanlarının içtenlik dolu o sözleri yankılanmıştı;

- "Sizler, köyümüzü görmeye gelen ilk gençlerimizsiniz. Hele bir yol izin verin de, sizi gönlümüzce misafir edelim. Yatıracak damımız, paylaşacak aşımız, edecek bir kaç tatlı lafımız vardır bizim de elbet... Biz, 'bizden gayri - dilini bilmediğimiz nice elin yabanına' açtık yöremiz nimetlerini. Bir kere de 'bizden olana' sunsak, gönlümüz daha bir şen olur ya..."

Hay, ülkemin güzel insanı... yaşadığın yöre bakir kalınca, yürekleriniz de nasıl bakir kalıyor!.. Keşke, hiç değmese buralara "yaban elleri"! Keşke, hiç izin vermeseniz yörenizi ve yüreklerinizi bozacak "yaban"ların girmesine!.. (Sözüm, ne yerli ne de yabancı turistlere değil elbet!)
Ekip biçtiğiniz, her çeşit sebze-meyvenin yetiştiği değerli arazilerinizi ucuza kapatıp, yerlerine tatil köyleri, "yazlık" mekanlar yapacak; güzelim sahillerinizi, denizlerinizi kirletip, balıklarınızı ve balıkçılığınızı öldürecek, yüreklerinizdeki insan sevgisinin yerine "para" hırsını koyacak, içimizdeki "yaban"ları keşke hiç sokmasanız yörenize!

Merak etmeyin, çok sürmez burasını bulmaları da... Gelir ve öyle bir yerleşirler ki, gitmek bilmezler bir daha! Hatta, sizleri bile yerinizden ederler de; ruhunuz duymaz! Siz, siz olun; yine de her gelene "bizdendir" diye kucak açmayın! Elin yabanından çok daha yabandır kendi değerlerine, kadir-kıymet nedir, bilmez onlar!

PHASELIS


Rodoslular tarafından M.Ö. 693 yılında bir liman kenti olarak kurulduğu bilinen Phaselis, uzun yıllar Lykia'nın doğu kıyısının en önemli liman özelliğini korumuştur.

Phaselis'in üç limanı vardır; Kuzey Limanı, Savaş Limanı veya Korunmuş Liman ve Güneş Limanı. Girişte karşınıza çıkan antik liman, kuzey liman diye adlandırılıyor. Hemen yanı başında ve sağda küçük orta liman ve liman caddesinin bitiminde de güney liman yer alıyor. Bunlardan en önemlisi güneydekidir.

Kent, Romalılar döneminde piskoposluk merkezi olmuştur. Phaselis'de bu gün toprak üstünde bulunan kalıntıların büyük bir bölümü Roma devrinden kalmıştır. Bu kalıntılar; liman, kale duvarları, Zeus Mabedi, Kral Antonius Caravella yolu, ayrıca yirmi sıralı tiyatro kalıntıları bulunmaktadır.

Agoranın yanında iki tapınak bulunmaktadır. Bir tanesi Phaselis için çok önemli bir tanrı olan 'Athena Polias' adına yapılmıştır. Diğeri ise 'Heista' ve 'Hermes' içindir. Caddenin kenarlarında bina harabelerine, bir kilise ile bu harabelerin arasında piskopos evlerine rastlanmaktadır.

Kentin ortasında, 20-24 m. genişliğindeki bu muhteşem caddenin güney ucunda 'Hadrian Kapısı' bulunur. Caddenin iki yanında gezinti yolları ve dükkanlar vardır. Bunların da yakınında Hamamlar, Agora ve Tiyatro gibi kamu yapıları bulunur. Bu yapıların tarihinin İ.Ö. I. ve II. yüzyıla kadar uzandığı ileri sürülmektedir. Kent merkezi ile, 70 m. yükseklikteki plato üzerine kurulmuş olan yerleşim yeri arasında su kanalları vardır. Şehrin su ihtiyacını karşılayan su kemerleri Roma stili inşaa edilmiş olup hala çok iyi bir durumdadır.

OLYMPOS

Olympos İ.Ö. II. yüzyılda kurulmuş bir liman kentidir. İ.S. XV. Yüzyıla kadar varlığını korumuştur. Antik kent eşsiz güzellikteki bir vadinin iki yakasındadır. Vadi ve kentin denize ulaştığı yerde kumsal, çok güzel bir plaj oluşturur.

Akçay deresinin iki yanına kurulmuş antik kent son derece etkileyicidir. Kentin iki yakasını birleştiren antik köprülerden eser kalmamış. Karşı yakada bulunan Tiyatro, hamam yapıları, bazilika gibi kalıntıları görebilmek için sudan geçmeyi göze almalısınız.

Kuruluşu Helenistik döneme ulaşan Olympos, Lykia Konfederasyonunun üyesiydi. Adını 2375 metre yüksekliğindeki Tahtalı dağından alıyor. Olympos Anadolu ve Ege'deki dağ zirvelerinin ortak adıdır. Bir denizci kenti olan Olympos, bir süre korsanların egemenliğinde kalmış ve tıpkı Phaselis'te olduğu gibi Roma komutanı İsauricus tarafından kurtarılmış.

Limanın uygunluğu ve gemilerin Akçay üzerinden kent içine kadar girmesinin yarattığı olanaklarla Roma döneminde zenginleşmiş. Bu parlak dönem M.S. 3. yüzyıla kadar sürüyor ve sonra kent Ceneviz ve Venedik'li korsanlar tarafından kullanılıyor.

Şehri gezmeye deniz tarafından başlıyoruz. Sağda dik bir yamaçla yükselen tepede akropol var. Akropol'e dönüşte çıkmak üzere yola devam ediyoruz. Sağda, anıtsal bir mezar gözünüze çarpacak. Solda dere yatağı var karşı kıyıya geçmek zorlaşıyor. Dere üzerinde Antik dönemden kalma bir köprü var ama yalnızca bir ayağı kalmış.
Derenin karşı tarafında Bizans bazilikası görülüyor. Karşıda ayrıca 3000 kişilik tiyatro varmış ama yalnızca kapısı ayakta kalmış. Yolun devamı, ören yerinin diğer giriş kapısına gidiyor.
Şimdi geriye dönelim ve ağaçların arasındaki patika yola girelim. Patika yol Roma tapınağına çıkıyor. Tapınağın kapısı ayakta. Kapı girişinde bir heykel kaidesi var ve bu kaidenin üzerinde Roma İmparatoru Marcus Aurellius'un heykelinin olduğu anlaşılıyor. Tapınak da onun anısına yapılmış. Patika yolun solu, sular altında ve sazlık. Altı şehir agorasıymış. Yolda geçilen bir kapı, kilise ve tapınak kalıntılarına açılıyor. Patika bir süre sonra şimdi kurumuş olan antik su yoluna giriyor. Su yolunun sonunda anıtsal mezar ve 2 kaya mezarı görülebilir. Kazı sırasında Roma dönemine ait olan ve 5. yüzyıl sonlarına kadar kullanılan mozaikli bir yapı ortaya çıkarılmış. Zeminindeki harika mozaikler, ödenek ayrılıp çevre koruması sağlanamadığı için kumla örtülmüş.

Olympos'ta son durak Akropol. Patikanın bitiminde solda yaklaşık 50 metre yüksekliğindeki Akropol'e mutlaka çıkın. Nefis bir manzarayla karşılaşacaksınız. Bir yanda yeşillikler içindeki Olympos kenti kalıntıları, öte yanda ise kilometrelerce uzunluktaki Çıralı sahili.


Çıralı

Kumluca yönünde Kemer'den sonra 28. km'de sola Çıralı ayrımı var. Yakınlarındaki Yanartaş (Khimaira) ve Olympos antik kentleri nedeniyle son yılların gözde tatil beldesi durumuna gelen Çıralı köyü, sapaktan 7 km sonra ve deniz kenarında.

Olympos'dan yaya olarak bir saatte ulaşılabilen Çıralı ilginç bir doğa harikasıdır. Yerli halkın "Yanar" dedikleri bu dağda, doğal gaz sızıntısının oluşturduğu ve binlerce yıldır hiç sönmeden yanan alevler yükselir gökyüzüne.

Yanartaş (Khimaira)

Çıralı girişinde köprüden geçtikten sonra sola dönüp pansiyonların ve portakal ağaçlarının arasından geçen toprak yola girin. Sizi Yanartaş - Khimaira ören yerinin girişine kadar götürecek toprak yol 3.5 km sürüyor. Yol, Çıralı'dan çıktıktan sonra bir açıklığa geliyor ve sola kurumuş dere yatağına yönelmek gerekiyor. Ören yeri girişinden Yanartaş'a hafif eğimli patika yolla çıkış yaklaşık yarım saat sürüyor. Yukarıdaki antik kent Khimaira'nın sakinleri de bu patika yolu kullanmışlar. Arada bir durup vadiyi ve uzaktan Çıralı sahilinin doyumsuz güzelliğini seyredip soluklanabilirsiniz. Khimaira antik kenti kalıntıları ve hemen yukarısındaki volkanik alan size tüm yorgunluğunuzu unutturacak.

Bir Lykia kenti olan Khimaira ile ilgili fazla bir bilgi yok elimizde. 5. yüzyılda yapılan üç nefli kilise, örenin girişinde bulunuyor.

Yeraltından çıkan ateşlerin kutsal sayılması Homeros metinlerine dek dayanır. Buna göre Khimaira adlı canavar, soludukça ağzından ateşler çıkmaktadır. Kanatlı ata, Pegasos'a binerek canavarı öldürmeye çıkan Bellophontes ise başarılı olur.

Kent kalıntılarının hemen üzerindeki 100 m çaplı volkanik alanda hiç sönmeyen ateş antik çağlardan beri yanıp duruyor. Alevler, bir doğal gaz kaynağının yeryüzüne çatlaklardan çıkmasıyla oluşuyor. Çatlaklar depremlerle oluşmuş. Eskiden gücü daha fazla olan ateş, daha sonra sayısı daha çok ama gücü az alevlere dönüşmüş.

Adrasan

Olympos-Adrasan ayrımından 18 km sonra Adrasan köyüne (Çavuş Köy), 4 km sonra da Adrasan koyuna (Çavuş Koyu) ulaşacaksınız.

Adrasan koyu, 2 km uzunlukta bir kumsala sahip. Koyun çevresi çam ağaçlarıyla örtülü. Açık denize karşı korunaklı bir doğal liman görünümünde olduğu için balıkçılık gelişmiş. Sahilden 4 km içerdeki Adrasan köylüleri seracılıkla uğraşıyorlar. Her mevsim taze sebze bulmak mümkün.

Adrasan henüz ülkemizde yeterince tanınmıyor. Bu nedenle de hala sessiz, hala bir köy havasında. Ya köylü sıcaklığı ve misafirperverliği? Turizm insanları öylesine hızla değiştiriyor ki. O nedenle kesin bir değerlendirme yapmak zor.

Adrasan'dan Kumluca'ya devam edildiğinde Kumluca çevresinde üç antik yerleşimden daha söz edilebilir.

Kumluca şehir merkezinin 2 km kuzeyinde Hacıveliler köyü yakınlarındaki Corydella bunlardan biri. Ama bu antik kent büyük ölçüde tahrip olmuş. Taşları taşınmış ve bir bölümü çevredeki köylerin ve Kumluca'nın evlerinin temellerinde kullanılmış.
Görülebilecek kalıntılar açısından biraz daha zengin olan Rhadiopolis'e Hacıveliler köyünden gidilebilir. 3 km'lik toprak yol oldukça kötü. Bir Lykia şehri olan Rhodiapolis çam ağaçlarıyla örtülmüş. Şehrin ortasında küçük bir tiyatrosu var. Tiyatronun kuzeyinde Bizans kilisesi, tepede de Helenistik kule bulunuyor.
Tiyatrosunun ve diğer kalıntılarının taşlarının sökülüp ev yapımında kullanıldığı bir diğer antik yerleşim de Kumluca'nın güneydoğusunda Beykonak-Mavikent yoluyla gidilebilecek Gagae'dir. Gagae Kumluca'dan 16 km uzaklıkta.

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


BİR SEN BİLMİYORSUN

bir sen bilmiyorsun

senden sonra ..

o uykusuz gecelerimdeki karanlığı
o karanlığın kocamanlığını
o kocamanlığın verdiği yalnızlığı
o yalnızlığın sensizliğini
o sensizliğin sessizliğini
o sessizliğin tüketişini

bir sen bilmiyorsun

o suskuların boğuşunu
o boğulmamak için çırpınışlarımı

o çırpınışların nedenlerini
o nedenlerin nedeni pişmanlığı

bir sen bilmiyorsun

Mehmet Güneş

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Düğün dediğin ancak böyle anlatılır!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Bana günlük düzenli olarak gelen iki adet sanal gazete var. Bir tanesi hepinizin malumu, benim ilk göz ağrım ve canım ciğerim www.kmarsiv.com duymadık demeyin, üzülürüm. :))) Diğeri ise Türkiye genelinde çıkan tüm gazetelerden derlenmiş haberleri ile kenthaber. Niye kenthaber ismini aldıklarını araştırmaya çalışırken, bu sanal gazetenin yapısının temelinde tüm illerimizin ve hatta K.K.T.C.'nin de içinde bulunduğu iller sayfasına sahip olduğunu farkettim. Tabi böyle olunca yaşadığım kent olan İstanbul'un kent haberlerini takip edebileceğim http://www.kenthaber.com/sayfalar/iller.asp?IlKodu=34 kısayolundaki web sayfasını web listeme dahil ettim. Yaşadığınız kent ile ilgili haberleri takip etmek için sizlere tavsiye ediyorum.

Benim gibi İstanbul'da yaşayanlar için bir tavsiyem daha olacak. İstanbul'un dünden bugüne tarihiyle ilgili bir çok bilgiyi ve görüntüyü bulabileceğiniz sağlam bir web çalışması http://www.azizistanbul.com . Mesela Abdülhak Hamit'in Çamlıca için yazdığı şiir ...Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?.. Küskün duruyorsun. Bir şey kuruyorsun. Seyrinle ıyan et bana, ilhâm ile söyle: Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?..

Canınız çok sıkıldığında ve bilgisayarınızın karşısındaysanız ne yaparsınız? Sakinleşmeniz için benim en popüler web sayfamı sizlerle paylaşmak istiyorum. http://www.go2sleep.be/ Bu web sayfasını ayrıca, uyku problemi olanlar için de tavsiye ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Skype 1.0.0.29 [9.21M] 2k/XP FREE
http://www.skype.com
İlk olarak geçen ay önermiştim. Aradan geçen 1 ayda kullanıcıların sayısı 20 milyonu geçmiş. Program da beta sürümden normal sürüme geçmiş. Gerçekten mükemmel bir P2P internet telefonu ve Instant Messenger. Icq benzeri bir rejistrasyonla mükemmel bir ses kalitesinde internet üzerinden telefon görüşmesi ve yazılı chat yapabiliyorsunuz. Tabi konuştuğunuz bilgisayarda da aynı programın yüklü olması gerekiyor. Özellikle kablonet ve ADSL kullanıcıları, mutlaka deneyin memnun kalacaksınız.

Yukarı




ABONE OL
AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
Forum Alanı
İletişim Platformu
Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
Kütüphane
Kahverengi Sayfalar
FİNCAN/SİPARİŞ
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
KMFM (TEST)
KM JUKEBOX (Yeni)
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları












Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu



Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040901.asp
ISSN: 1303-8923
1 Eylül 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com