Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 611

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 28-29 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Atatürk diyor ki!


Posta Kartı olarak yollamak için tıkla
10.Yıl Nutku'nu izlemek için... W.Media
10.Yıl Nutku'nu dinlemek için...
Türk Milleti!

Kurtuluş Şavaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!

Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımzı asla kâfi göremeyiz; çünkü, daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.

Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmis asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.

Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebaruz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk milleti!

On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene!

          

22 mesaj var. Ata'ya mesaj Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Zülfiye ve Zülfü

Güzel bir gündü oysa. Pastırma sıcakları yaşanıyordu ama yine de akşam yatağına ulaşmakta hayli zorlanmıştı Zülfiye. Romatizmadan diyemezdi ama yine de dizlerinin bağı tutmuyor, bacakları artık onu taşımakta zorlanıyordu. "İyice kocadın be Zülfiye" dedi, içinden. Tam yatağın kenarına uzanmak üzere oturmuştu ki; penceresinin yarı açık durumda olduğunu farketti. Yine eskimiş tahta döşemelerin gıcırtısı kulağını tırmalayacaktı. Allahtan, müstakil evde yaşıyordu baba yadigarı. Yıllardır, kimseye rahatsızlık vermemişti ama yine de şu döşeme tahtalarının gıcırtısına sinir oluyordu. Pencereye ulaştığında çiçeğinin dalının da rüzgardan takıldığını görüp itina ile düzeltti. Bir gayretle kendini yatağına bıraktı ve başucu lambasını da söndürdü.
"Ne çabuk geçti şu Ekim ayı, bugün 28'i, ne kaldı ki ay sonuna ?" diye mırıldanıp kendini uykunun kollarına bırakıverdi. Ertesi gün, cumbalı evin penceresinden süzülen güneşin ilk ışıklarıyla uyandı Zülfiye. Pırıl pırıl bir gün olduğunu penceresini açarken iyice farketti. Güzel uykuya rağmen yine yorgun hissettmişti kendini.

En heyecanlı günlerinden biriydi Burcu'nun. Günlerdir prova üstüne prova yapmışlar, defalarca aynı hareketleri tekrarlamışlardı ama yine de heyecanını yatıştırmakta güçlük çekmekte idi. İlk kez katılacağı organizasyon nedeniyle içi içine sığmıyordu. Tüm hazırlıklar bütün hızıyla sürüyordu. Öğretmenleri; her biri ile tek tek ilgileniyor, heyecanlarını yatıştırmaya çalışıyordu. Gözüne kaçan makyajı temizlerken, sulanan gözlerinden birden yaşlar boşanmaya başladı. Ulviye Öğretmen; "Keşke, onlar da yaşasalardı ve seni bu gece izleyebilselerdi, ah benim talihsiz kızım, üzülme lütfen" diye teselli etmeye çalışıyordu. Geçen yıl, bir trafik kazasında kaybetmişti onları Burcu. Gözyaşlarını sildi ve tekrar kendine çeki düzen verdi. Bu program nedeniyle babaannesini de ihmal etmişti günlerdir. "Hediyesini aldım nasılsa, gece eve geldiğimde verir, kutlarım artık doğumgününü" dedi. Ulviye Öğretmen'in; "Haydi kızlar çıkıyoruz, kapı önünde sıralanın, göreyim sizi" komutuyla hayallerinden sıyrıldı Burcu.

Yine heyecanını yatıştırmakta zorlanan insanlardan birisi de Burak idi. Dedesi, emekli albay Zülfü'nün ısrarı sonucu katılmıştı gruba. Bir de Ulvi Öğretmen. O da çok ısrar etmişti. Etrafındaki arkadaşları en az onun kadar heyecanlı ve bir o kadar da merak içindeydi; "Acaba, karşılarına kim çıkacaktı ?". Dedesi Zülfü, yıllar önce aynı sahneyi yaşamış ve endişelenmemesini ona söylemişti. "İnşallah, dedem sağ salim gelir bu akşam" diye düşündü. Vakit iyice gelmişti. Ulvi Öğretmen'in; "Haydi gençler, dışarı çıkıp, provalarda söylediğim gibi tek sıra olun, sessizce lütfen" sesiyle yerinden kalktı Burak.
"Ulvi Bey, genç kızlar çok heyecanlı...
- Sormayın Ulviye Hanım, genç erkekler de öyle. Ama başaracaklar Hocam.
"İnşallah başaracaklar..."

Kendisine ayrılan masaya doğru ilerledi garsonun arkasından. Masada zarif bir hanımefendi oturuyordu. Hemen garsonun cebine yüklüce bir bahşiş bırakmış ve kulağına birşeyler fısıldamıştı. Garson; "Tamam efendim" diyerek ayrıldı.
- İyi akşamlar, bendeniz emekli albay Zülfü.
"İyi akşamlar efendim. Tesadüfe bakın ki, benim ismim de Zülfiye"

Gülüşmelerden sonra sohbete dalıverdiler. Akşamüstü çiçeklerini sularken korna sesiyle irkilmişti Zülfiye. Bir araba cumbalı evin önünde durmuş, içinden inen bir hanım kendisine el sallamıştı. Zorlukla ilerlemiş, yine tahta döşemelerin gıcırtısına sinir olmuş ama kapıyı açabilmişti :
"Buyur kızım, hayırdır inşallah ?"
- "Teyze'ciğim, ben Kandilli Kız Lisesi öğretmenlerinden Ulviye. Merak etmeyin, Burcu iyi, okulumuz bir sürpriz hazırladı, sizi götürmeye geldik"

"İşte, benim buraya gelişim böyle oldu Zülfü Bey." dedi Zülfiye Hanım. "Apar topar hazırlanıp geldim velhasılı". Garson, elinde bir gül ile masaya yaklaşıp; "Buyrun efendim" deyince Zülfü Bey'in işaretiyle Zülfiye Hanım'a yönelmiş ve gülü ona takdim etmişti. Ulviye Öğretmen evin salonunda beklerken, heyecanla saçlarını taradığını ve radyodan; "Tel tel taradım zülfünün, tellerine gül bağladım" şarkısının çaldığını hatırladı Zülfiye Hanım. Ve gülümseyerek teşekkür etti Zülfü Bey'e :
"Siz, nasıl geldiniz anlatsanıza Zülfü Bey..."

- Merhaba, benim adım Burak, kavalyeniz olmaktan onur duyacağım..
"Merhaba, benim adım da Burcu.. Ve çok heyecanlıyım..."
- Ben de...

Sevdim bir genç kadını,
Ansam onun adını,
Herşey beni ona bağlar,
Kalbim durmadan ağlar.....

- Bakın Zülfiye Hanım, şu soldaki benim torunum, onu izlemeye geldim. Kuleli Askeri Lisesi son sınıf öğrencisi. İsmi Burak...
"Dans ettiği de benim torunum, ismi Burcu.."
- Tıpkı benim gençliğimdeki gibi dans ediyor kerata ..! Ee, ne de olsa göbek adı Zülfü ..!

Alkışlarla nefis bir tango gösterisi bitmişti, Burak, Burcu'ya döndü :
- Seni, dedem Zülfü ile tanıştırabilir miyim ?
"Elbette... Zülfü mü ? Benim de göbek adım Zülfiye... Babaannemin adı.. Hatta bugün onun doğumgünü... Tam 81 yaşında..."
- Cumhuriyet gibi desene... İlginç... Dede'ciğim, seni tanıştırayım, bu Burcu..
- Ben de seni tanıştırayım evlat, Zülfiye Hanım ..!

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun... Hep birlikte nice 29 Ekim'lere...

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,409,409,409,409,409,409,409,409,40
              10 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   Cumhuriyet Bayramı Töreni

Bugün Cumhuriyet Bayramı ve en uzun şiiri yine ben okuyacağım... Bando törende güm güm çalarken, şiirimi en yüksek sesimle okuyacak, seslerini bastıracağım. Protokole sıralanmış temsilcileri ve öğretmenlerimi ayağa kaldıracak, küçük bedenime selam durduracağım... Şiirlerimle tüm dinleyicilere "ben yarınım, geleceğim, çocuklarınızın, torunlarınızın selam duracağıyım" diyeceğim. Yine Atam' ı saygı ile anacak, ömrümce yolundan yürüyeceğim.

Orta birinci sınıftayım. Ergenlik dönemime çok az kaldı... Bu sene diğer senelerden daha çok büyüdüm. Şu anda okulun en uzun kızlarındanım. Annem geçen sene törende giydiğim pantolonun paçalarını -uzun geldiği için kıvırdığı kısmı- uzatacakmış. Pantolonunun boyu uzadı ama, bu sefer de dar geliyor. Şimdi bir tören boyunca eğilirsem patlar telaşımı nasıl bastıracağım? Tek sorunum pantolon değil tabi. Şimdi ben o beyaz gömleği kambur olmadan nasıl giyeceğim? Bir sürü telaşım var... Yine de acaba babam yeni bir pantolon alır mı telaşına hiç düşmemeliyim. Biliyorum ki dört çocuğu, bir memur maaşıyla okutmak güç. Yenisini nasıl isterim? Küçülmeliyim, büyümemeliyim... Bu hafta yemek yememeliyim!?!

Okula gittiğimde Türkçe hocamız Sami Yılmaz karşıma dikildi. Ne diyeceğini biliyorum; derhal kütüphaneye gitmemi ve şiir seçmemi söyleyecek. Yanında aynı sınıftan arkadaşım Burcu'da var. Şiirleri ikimiz okuyacakmışız. Peki diyip, koşar adım sınıfa çantalarımızı bırakıp, kütüphanenin yolunu tutuyoruz. Burcu ilk kez şiir okuyacak bizim okulda.
İlkokulu başka mahallede okuduktan sonra, sene başında ortaokul için bizim okula kayıt oldu. İyi bir kız... Fakat çok burnu havada. Bulunduğumuz yerdeki en zengin ailelerden birinin kızı. O yüzden herkese tepeden bakıyor.

Burcu, geçenlerde bana grayfurtun ne olduğunu bilip bilmediği sordu. "Al başına belayı... Ne sanıyor bu kız beni. Memur çocuğuyum diye aç mı geziyoruz, her şeyden mahrum mu yaşıyoruz? Sinirlenmemeli, sakin olmalıyım" diye teskin edip kendimi, "Babam grayfurtu her sabah sıkar, içine portakal suyu da ekleyip içer" dedim. Gözleri yine tepeden bakıyor... İnanmadı. Nasıl bir şey olduğunu tarif etmemi bile söyledi. İçmekten nefret ettiğim ve zorla içmek zorunda kaldığım bir meyveyi bildiğimi kanıtlamaya çalışacağım asla aklıma gelmezdi. "Portakal iriliğinde, hatta daha iri, limon renginde ve ekşiliğinde, turunçgillerden bir meyve" dedim. Sonunda süngüsü düştü. Yanımızdaki arkadaşlarımız Sevda ve Şahinaz kahkahalarla güldü... Bense düştüğü duruma çok üzüldüm. Yaşadığımız yer, Sinop'un Ayancık ilçesine bağlı, küçük bir nahiye... Belki de haklıydı. Burada yaşayan çoğu kişinin grayfurttan haberi bile yoktu. Belki adını hiç duymamışlar, görmemişlerdi bile. Bu küstah tavırlarının suçunu onda aramamalıydım. Ailesi nasıl davranacağını öğretmemişse, o böyle davranmakta belki de haklıydı...

Kütüphanede şiir arayışımız nedeniyle, ilk iki ders için izin almıştık. Raflarda dizili tüm şiir kitaplarını masanın üzerine indirdim. Bir kitabı ben, diğer bir kitabı Burcu inceliyordu. Beğendiğim bir şiir bulduğumda "İşte buldum, bu şiir harika" diye zıplıyordum yerimde. Burcu gözlerini kısmış, tepemden elimdeki kitabı süzüyor. Ardından "O şiiri ben okuyacağım" diye tutturdu. Her şeyi almaya alışmış, yoktan anlamayan birine "hayır" demedim. Kendime birkaç kitap daha karıştırdıktan sonra, bir şiir daha buldum. Burcu yine aynı kısık gözler ve kıskançlıkla şiirime bakıp "Bunu ben okuyayım, deminkini sen oku" dedi. İçimden bildiğim tüm küfürleri edip, ikinci kez "peki" dedim. Önceki şiirden de vazgeçip, yeni bir şiir daha buldum... En güzelini. Burcu yine atladı tabi. "Yeter kızım. Amma bencilsin. Allah'ın hakkı üç deyip atlama yine. Yok öyle paşa paşa diğer ikisinden birini oku yada başka bir şiir bul" dedim. Sabırlıyımdır ama, peygamber sabrı yok bende. Çünkü; okulda yeni diye gösterebileceğim tüm anlayış haklarını bir günde tüketti. Şiirlerimizi bir kağıda yazıp Burcu'nun yüzü asık, ben neşeyle sınıfımıza çıktık. Birkaç teneffüs sonra Sami Yılmaz (Tükçe hocamız, biz ona Sami Yemezyahni deriz. Aman sakın duymasın!!) yanıma gelip, Burcu' nun benim şiirimi istediğini, benim neden vermediğimi sordu. Tabi ki daha önce bencilliği yüzünden vazgeçip, kendisine verdiğim iki şiirden haberi yok. Ne diyeceğim şimdi? Bencilliğini anlatmalı mıyım? Düşündüm ve onun gibi müzevir olmak istemediğime karar verdim. Birkaç şiir önerdiğimi, fakat bir türlü seçemediğini söyledim. Şiirimi vermeye hiç niyetim yoktu. "Hocam; siz önerseniz bir şiir de, onu okusa" diyerek, Sami Beyin şiir seçimindeki başarısını övüp, kurnazca şiirimi vermekten kurtuldum. Burcu da, hocanın seçtiği şiiri okumak zorunda kaldı. Alamadığı şiir yüzünden duyduğu kinini, her karşılaştığımızda bakışlarıyla kustu... Ta ki, tören saatine kadar.

Günlerce süren çalışmalardan sonra nihayet 29 Ekim geldi. Annem kahvaltımı bitirdikten sonra çiğ yumurta içmemi söyledi... Tören provaları sırasında sesim kısılmıştı. Hatta Burcu, bu durumuma kıs kıs gülenlerin başında gelmişti. Yine de ona kızmıyor, acıyordum. Kinlenmemeli, başarımı törende ispatlamalı ve utandırmalıydım... Bu ona verebileceğim en büyük ders olacaktı. Çiğ yumurtamı bir çırpıda kafama dikip, zorla içtim... Ardından ılık bir su eşliğinde. Annem ütülü tören kıyafetlerimi getirdi. Yeni pantolonumu ve gömleğimi görünce, annemin boynuna atıldım. Sonra, koşarak ceketini giymeye çalışan babamın yanına gittim. Kocaman öpücüklere boğdum tonton yüzünü... Her sene okul birincisi olup, kendisini gururlandırdığım, karşılaştığı öğretmenlerimin övgülerinden koltuğuna karpuzlar sığdırdığım için; her karnemde takdir aldığım, karşılığını beklemediğim için bu ödülü hak ettiğimi söyledi. Çok mutluydum... Yeni pantolonum, yeni beyaz gömleğim ve kamburlaşmamam için en küçük numarasından sutyenim vardı artık. Annemin yanına dönüp, neşeyle giydim yeni kıyafetlerimi. Evden çıkıp, bahçede okula birlikte gitmek için bekleyen arkadaşım Sevda' nın yanına gittim. Çok güzel olduğumu söylediğinde sevincim ikiye katlandı. Bu dopingle kim tutardı ki beni.

Tören başlamadan okul müdürümüz Cemil Bey yanına çağırıp, şiiri bando resmi geçit yaparken okumamı söyledi. On dakika sonra başlayacak törenler için hazırlanmış okulun arkasındaki top sahasına koşarak gittim. Sıra bana geldiğinde, şiirimi okumak için kürsüye çıktığımda çok heyecanlıydım. İçimden bildiğim tüm duaları tekrar edip, rezil olmamak için Allah' a yalvardım. Bando spor sahasının tamamını rap rap ve güm güm sesleriyle dolaşırken, ben mikrofon elimde, en yüksek sesimle şiirimi haykırmaya başladım. Bando protokol önünden geçerken sustu, herkes ayakta selam durdu, ben son sesimle şiirimi haykırmaya devam ettim. Şiirim bittiğinde annem elindeki mendilde kuru yer aramaktaydı. Protokolde oturan il temsilcileri, okul müdürüm ve öğretmenlerim elleri acıyana kadar alkışladı. "Teşekkür ederim Allah'ım" diyerek, bitirdiğim şiirin ardından izleyicilere de teşekkür edip, protokolü selamladıktan sonra kürsüden indim. Arkamda, benden sonraki sırasını bekleyen Burcu' nun gözleri yere bakıyordu. Yanından geçerken kafamı havaya kaldırıp, burnumu onun küstah burnundan daha da yükseklere kaldırdım. Yine de sadece onun duyabileceği fısıltıda başarılar diledim. Burcu' da güzel okumuştu şiirini... Bir iki yerinde unutması dışında. O günden sonra bir daha bana karşı bir küstahlığını görmedim. Hatta çok iyi dost olduk. Bir yıl sonra babası genç yaşta öldüğünde ise, o küstah kız tamamen kayboldu. Alçak gönüllü, sevecen, yardımsever, önceliği karşındaki insanlara tanıyan bir kişiye dönüştü. Bu dönüşüm en çok beni sevindirdi. Çünkü; içinde sakladığı kırılgan, hassas kızı sergilemekten kaçınmıyordu artık ve sadece ben değil, herkes biliyordu içindeki güzelliği.

Cumhuriyet Bayramı törenimiz, toplu okuduğumuz Atatürk'ün Genliğe Hitabe'si ve Gençliğin Ata' ya Cevabı ile son buldu. İl genelinde en iyi okul seçildiğimizin ilan eden plaket, okulumuza bir hafta sonra geldi. Müdür Cemil Bey beni odasına çağırıp, önce anlımdan öptü, sonra en çok benim şiirimden etkilendiklerini, bu plaketi benim sayemde aldıklarını anlattı. Çok mutlu oldum ve gururlandım.

Ben; Atam'a layık, Türkiye'me layık, aileme layık, genç olmaya aday 12 yaşında bir kız çocuğuyum.

.......

Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
20 Ekim 1927


Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,119,119,119,119,119,119,119,119,11
              9 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   CUMHURİYET BALOSU

Çok değerli büyüğüm, dostum Cemal Yalçın'ın anılarından birini paylaşmak istiyorum sizinle.

Yıl: 1933
Yer: Artvin

1933 yılında Cemal Bey ve ailesi, o zamanlar kaza olan Artvin'de ikamet etmektedirler. Dönemin kaymakamı Ömer Bedrettin Uşaklıgil'dir ve Cemal Bey'in babası Şükrü Yalçın Bey'de Cemal Bey'in tabiriyle Tahrirat Başkatibi'dir. Cemal Bey henüz ilkokul 3. sınıf öğrencisidir. İlkokul 1. ve 2. sınıfta da Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılmıştır ama o sene herşey farklı gelişmektedir. Çünkü o sene Cumhuriyet'in 10. yılıdır ve yurdun dört bir yanında 10. yıl kutlaması için hazırlıklar yapılmaktadır.

Eylül ayının sonunda Kaymakamlıkdan bütün Devlet memurlarına bir bildiri dağıtılır, bildirinin konusu; Cumhuriyet Balosu'dur. Ve Artvin'de görevli ne kadar devlet memuru varsa eşleri ile birlikte Cumhuriyet Balosu'na davet edilir.

Kaymakamlıkdan bu davetiye gönderildikten sonra Artvin'de neredeyse diğer meseleler unutulmuştur. Herkes, heryerde sadece bu baloyu konuşmaktadır. Tek konu balo oluvermiştir. Kasabada yaşayan ne kadar memur ailesi varsa biraraya geldiklerinde sadece balo konuşulmaktadır artık. Tabii özellikle de bayanlar. Herkesi bir telaş almıştır. Cemal Bey'in elinden dikiş gelen annesi kendi elbisesini dikebildiği için şanslıdır, çünkü kasabada yaşayan bütün memur eşleri o geceye özel kıyafet diktirebilmek için terzilerin kapısını aşındırmaktadır. Kadın erkek, herkes o gece için hazırlanmaktadır.

Cemal Bey'in hafızasında kalan ve onu en çok etkileyen şeylerden biri, annesinin, yıllardır uzattığı simsiyah saçlarını balo gecesi için kestirmesi olmuş. Sadece bir balo için yıllardır gözü gibi baktığı saçlarını kestirmesini anlayamamış bir türlü Cemal Bey. Nedenini annesine sorduğunda ise annesi kısa saçın, kendisini daha modern göstereceği için kestirdiğini açıklamış. Annesinin söylediğine göre Cumhuriyet artık 10. yılına girmiştir ve Cumhuriyete yakışır şekilde yaşamak gerekmektedir.

Balodan bir kaç gün önce merkezden (Ankara'dan) Cemal Bey'lerin evine kocaman koliler gönderilmiş. Herkes merakla kolilerin açılmasını beklerken babası kolilerin Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından bir gün önce açılacağını söyleyince ev halkının merakı bir kat daha artmış. Kapının girişine konan koliler hakkında ev halkının herbirinden farklı yorumlar yükseliyormuş. Merkez'den gelen koliler ev ahalisinin balo telaşını az da olsa hafifletmiş, gündem balo ve koliler arasında gidip gelmeye başlamıştır.

Balo gecesinin sabahı yani 29 Ekim 1933 sabahı, bütün kasaba halkı Kaymakamlığın önünde toplanmış. Bir sebep kutlamaların başlaması ama diğer ve önemli bir sebep ise, Kaymakamın özel olarak o gün için yaptırdığı Atatürk büstünün açılışı imiş. Kaymakamın yaptığı konuşmanın ardından, alkışlar eşliğinde büst açılmış. Cemal Bey'e göre bu seramoninin en ilginç tarafı ise, Atatürk henüz 10. yıl nutkunu okumamıştır ama 10. yıl nutkunun sonunda yer alan ''Ne Mutlu Türküm Diyene'' sözü, kaymakam tarafından büstün altına yazdırılmıştır. Yani Cemal Bey ''Ne Mutlu Türküm Diyene'' sözünü 10.yıl nutku okunmadan öğrenmiştir.

Balo gecesine saatler kala, evde telaş son safhadadır, anne ve babası baloya hazırlanadursun çocukların aklı hala kapıdaki kolilerdedir. Kolilerin başında bekleyen çocuklar annelerinin odanın kapısında belirmesi ile adeta donakalmışlardır. Annelerini 3 sene önceki teyzelerinin düğününde bile bu kadar bakımlı görmemişlerdi çünkü. Bir anda bütün gözler annelerine çevrilmiştir. Herkesin yüzüne gururla karışık bir gülümseme gelip oturmuştur. Hazırlanan anne ve baba dışarı çıkmak üzeredir ki, baba daha fazla dayanamaz ve biraz sonra gelecek kaymakamlık görevlisine kolileri teslim etmesini söyler evde kalanlara. Ve kolilerin sırrını açıklar. Kolilerin içinde havai fişekler vardır... Gece olduğunda bütün yurtta havaya havai fişekler fırlatılacaktır, 10. yıl şerefine. Merkezden yurdun dört bir yanına bu gece için yollanmış Cemal Bey'in deyimiyle ufacık bir savurganlıktır bu. Ne savurganlık ama.....

Baloyu ve baloda yaşananları maalesef bilmiyor Cemal Bey, ama sabah kalktıklarında anne ve babasının mutlu hallerinden çok güzel geçtiğini tahmin ediyor.

Yazımın başında da söylediğim gibi, yer, henüz şehir bile olmamış Artvin, sene bundan 71 yıl önce.

Cumhuriyetin 81. yıl kutlamaları için hazırlıklar yapılırken, katedilen ya da katedilemeyen mesafeyi hepbirlikte görelim istedim.

Cumhuriyeti daha yoğun hissedebileceğimiz nice 81 yıl yaşamak dileğiyle.

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,298,298,298,298,298,298,298,29
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci Çırağı : Ceyda Ergül


Beyaz, Gururlu Martılar...

Yazları Heybeliada'ya geldiğinizde bembeyaz martılardan sonra beyazlar içinde olan "Deniz Lisesi" dikkatinizi çeker.Bütün binalar,dış demirler,direkler,neredeyse herşey beyazdır.Her tarafı yemyeşil çamlarla kaplı adaya bir tezatlık yapar bu bembeyaz "Deniz Lisesi".Uzaktan bakıldığında,ihtişamıyla göz kamaştıran ışıklarının,geceleri apayrı bir görüntüsü oluyor.Vapurla Heybeliada'ya gelirken bu beyaz tezatlık, ister istemez dikkatinizi çeker.

Gündüz güneşle parıldayan "Deniz Lisesi" gece de kendi ışıklarıyla eşsiz bir tablo çizer.Deniz Lisesi, eminim ilk bakışta çoğu insanın kafasında huzur,barış,güven gibi kavramları çağrıştırıyor.

Bu bembeyaz binaların içinde beyaz üniformalı subaylar bir bütünlük oluşturuyor adeta.Ben deniz subaylarını beyaz martılara benzetiyorum.Martılar kanatlarını gererek,asil bir havayla uçarlar gökyüzünde.Deniz subayları da omuzlarında parlayan ispaletleri ve asil havalarıyla bilinir herkesce.

Onları böylesine farklı kılan "acaba üniformaları mı" diye düşündüğümde, bunun böyle olmadığına karar veriyorum.Çünkü bir insanı ancak aldığı eğitim ve bulunduğu ortam bu kadar değiştirebilir.Disiplinle yetişmenin verdiği o tatlı sert bakışlar, hepsinin üzerinde hakim.Dışarıdaki insanların arasına karıştıklarında, onları bembeyaz üniformalarıyla,dimdik duruşları ve kararlı adımlarıyla diğerlerinden ayırmak çok kolay.Eminim hepimiz imreniyoruz onların yaşamlarına.Pek kimsenin beceremediği birşeydir disiplinle yaşamak.Saat gibi işleyen hayatları ve onların değişmez kuralları, onları bu kadar disiplinli kılıyor.Bu beyaz ve gururlu martılar içimize huzur ve güven duygusu veriyorlar.

Çünkü onlar Türkiye Cumhuriyetinin yılmaz bekçileri!...

Ceyda Ergül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              8 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


SUYUN TENİNDEKİ KELİMELERİ OKŞAMAK

Dört, beş yıldır bir şeyler yazmaya karşı duyduğum heves sürekli artıyor. Hatta diğer uğraşılarımı, hobilerimi kaldırıp bir kenara atmama neden oldu. Bazen ortaya çıkan cümleler beni bile şaşırtacak kadar güzel olabiliyor. Çoğu zaman da ruhsuz ve fukara anlatımlar içinde kıvranıp duruyorum. Yazmakla, günlük psikolojimiz arasında çok yakın bir ilişki olduğuna inanıyorum. Keyfim tıkırsa, günüm iyi geçmişse ve o günün akşamında bir şeyler yazmak için masanın başına oturmuşsam, ortaya çıkan yazıya mutlaka mizah kırıntıları saçılıyor. Hüzün kesinlikle insan duyarlılığımızı çok üst seviyelere çıkartıyor. Ama karaladığınız cümleler bütün duyarlılığınıza rağmen, onu okuyan kişiye yaşam sevinci iletecek, umut, sevgi yansıtabilecek yetenekten yoksun oluyor.

Doğal olarak yazdıklarım okunsun ve beğenilsin istiyorum. Çünkü günlük tutmaktan uzak, daha çok paylaşmak, okunmak bir yana hatta beğenilmek beklentisindeyim. Bu nedenle yazdıklarımın mesleki bir bültende yayınlanmasına izin veriyorum. Yazdıklarımın Internet aracılığı ile hobisi benim gibi yazmak olan diğer insanlara ulaşması, okunması için çaba harcıyorum. Yazmakla ilgili tutumumun ve çabalarımın zavallı egomun doyurulmasına yönelik olduğunu kabul ediyorum. Yine de “Ben bir şeyler yazıyorum.” demekten hiç hoşlanmıyorum. Çünkü bir şeyler yazdığımı söyleyince karşımdaki insanlarda oluşan tepki her zaman canımı sıkıyor. Söylediğim için mutsuz oluyorum.

Önce “ Ooo yazdığınızı bilmiyordum. Neler yazıyorsunuz? Yazdıklarınızı okuyabilir miyim?” gibi artık çok alışık olduğum bir tepki görüyorum. Bu hoş ve insana beğenilme hazzı yaşatan ifadelerin içinde hep muzip, alaycı bir anlam seziyorum. “Sen de mi yazıyorsun? Yazmak gibi ciddi birikim gerektiren asil ve soylu bir uğraş kala kala sana mı kaldı? Sen de yazıyorsan bu işin iyice suyu çıkmıştır. Senin her tarafın yazar olsa kaç yazar?” gibisinden alay ve küçümseme kokan bir samimiyetsizliği fark ederim. İşte bu his, bu sezgi, bu algı yazmaya duyduğum ilgiyi söylediğime, söyleyeceğime beni pişman eder.

Diyelim ki o anda yazdıklarımdan bir, iki tanesi tesadüfen elimin altında ve çıkarıp “Yazdıklarınızı okumayı çok isterim.”diyen zat-ı muhtereme uzattım. Kaşlarını çatar, dudağını sarkıtır ve yüzüne ciddi bir ifade takınıp okumaya başlar. Bazılarının sanki sesli okuyacakmış gibi boğazını temizleme hareketleri yaptığına bile tanık oldum. Sanki dünyanın en büyük yayıncısı, en büyük eleştirmeni az sonra dünyayı yerinden sarsacak bir yeteneği keşfedecek. Oysa gerçek; amatör bir kelime hırpalayıcısının, cümle katilinin yazısını kitap okuma alışkanlığı bile edinememiş dandik birinin okuduğu kadar olağan, gündelik ve soluktur.

Yazımı okuyanla aranızda genellikle “ Helal olsun. Hiç beklemiyordum. Bayağı da güzel yazıyormuşsun yahu. “ cümleleriyle bir konuşma başlar. Asıl fırtınanın biraz sonra bu cümlelerin ardından geleceğini çok iyi bilirim. Noktalama işaretlerinin doğru kullanılması ve dilbilgisi kurallarına uygunluk bakımından genellikle eleştirilirim. Bu eleştiriler haklı ve yerindedir. Çünkü defalarca okuduğum halde her zaman aynı yanlışları yaparım. Kendi yanlışlarımı görmek konusunda çok dikkatsizim. Ayrıca yazıp bitirmek, yazdığım şeyden çok çabuk kurtulmak gibi aceleci bir tavrım vardır. Eleştiriler içeriğe yönelmeye başladıkça hakaret halini almaya başlar. Adını bile duymadığım bir yazara öykündüğümü söyleyenler bile oldu. Benim yazılarım filanca kitapla, falanca yazarın arasında kendini kaybetmiş kişiliksiz cümlelerden ibaretmiş. Mümkündür, olabilir…

İnternetten aldığım tepkilerden söz etmek bile istemiyorum. Bazen öylesine entelektüel cümleler yazılıyor ki tek bir kelimesin bile anlamıyorum. Yazıdaki bir cümleden hareket edip uzun uzun uzun psikolojik tahliller yapandan tutun da daha neler neler. Meğer benim bilinç altım tam bir çöplükmüş. Yazılanları ciddiye alsam kendimden nefret ederek yaşamak bir yana, intihar edip bu sefil yaşamı topluma zarar vermemek için imha etmem gerekir.

Yazdıklarımı özellikle yakın ahbaplarımdan, komşularımdan ve iş arkadaşlarımdan saklamaya özen gösteriyorum. Örneğin, sevgiliyle kaçamak bir buluşmayı anlattım diyelim. Bu hiç tartışmasız zaten olmuştur. Onların asıl merak ettiği bu kızın kim olduğu ve nerede buluştuğumuzun ayrıntılarıdır.

İki yıl kadar önce gecenin hayli geç bir saati çok sevdiğim bir arkadaşım aradı. Telefonda “ Siz yengeyle çok iyi anlaşıyordunuz. Ne zaman boşandınız abi?” diye sormaz mı? Önce gerçekten ne demek istediğini anlamadım. Hatta telefonun öteki ucundaki insanın benim sandığım kişi olup olmadığından şüpheye düştüm. Arayan arkadaşımdı ve hiçbir yanlış anlaşılma falan da yoktu. Ben de kafa bulmak için “ Hiç sorma. Bir şey anladıysam arap olayım. Oldu bir kere. Boşandık işte. ” deyiverince iş iyice dramatik bir hal aldı. Az kalsın telefonda ağlaşmaya başlayacaktık. Dayanamadım, “Sana boşandığımı kim söyledi? Kimden duydun?” diye sordum. Aldığım yanıttan ağzım iki karış açık kaldı. “Abi, sen kendin yazmışsın. Kimseden duymadım. İnternetten okudum .” demez mi? Hadi buyurun. Kolaysa şimdi gel de edebiyat yaptım diye anlat…

Yakınlarıma göre öykü, deneme yada kurgu, düş gücü gibi kelimelerin hiçbir anlamı yok. Beni tanıyanlar yazılarımı, sanki herkesten gizlediğim günlüğümün sayfalarını ele geçirmiş gibi heyecanla, her cümleye inanmaya hazır bir psikolojiyle okuyorlar. Hiç kimseye kitaptan, kitap yazmaktan tek bir cümle ile bile bahsetmediğim halde sanki kendi aralarında anlaşmışlar gibi “Hani, kitap işi ne oldu? Senin kitap daha çıkmıyor mu? Çıkınca bana da bir tane imzalayacaksın. Tamam mı?”diyerek benimle kafa bulmaya bayılıyorlar. Ben de onlarla daha fazla gereksiz yere didişmemek için “Eli kulağında. Önümüzdeki ay çıkıyor.”deyip geçiştiriyorum.

Aslında bu kitap muhabbetinin içinde sandığınız gibi öyle psikolojik bir destek filan yok. Benimle resmen dalga geçiyorlar. Beni, yazma merakımı, bu küçük kasabadaki can sıkıntılarına çerez ediyorlar. Gerçekten bir yanlışlık falan olsa, hani kitabım çıksa, hele hele hata-kaza beğenilse ve çok okunsa hepsi hasetlikten çat diye çatlar. Küçük yerlerin sessiz ve çok derinden rekabetleri, hiç bitmeyen sidik yarışları vardır. Kitap konusundaki takılmalar aslında bunun gerçek olması ihtimalinin zayıflığı, hatta imkansızlığı düşüncesi üzerine kuruludur. Yani böyle bir şey olsa olsa ya kırmızı kar yağınca, ya çıkmaz ayın son perşembesinde yada şubatın otuzunda ancak gerçekleşebilir.

Anlattıklarımı sizler yaşasanız, benim karşılaştığım tepkilerle karşılaşsanız iyice hırslanır belki de başarmak için daha çok çalışırsınız. Yani kötü komşu sizi kitap sahibi veya yazar yapabilir. Oysa yazmaya başladığımdan günden beri önüme büyük veya somut hedefler koymadığım için bunlar beni motive etmiyor. Yazmanın sesli düşünmek, kendi kendine konuşmak gibi rahatlatıcı bir etkisi var. Ve ben bu etkiyi seviyorum. Düşüncelerimi, düşlerimi, aklımdan geçenleri kağıda dökmek, kağıda söylemek beni huzurlu kılıyor. Yazdığım zaman soyut düşünceler, ipsiz –sapsız hayaller, aklımı kurcalayan suskun sözcükler olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşüvermişler gibi hissetmemi sağlıyorlar.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,389,389,389,389,389,389,389,389,38
              8 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 KONTRA MİZANA : Tamer Soysal


ABD'DE SEÇİMLERE DOĞRU (4)...

IV . 11 Eylül, Neo-Conlar ve "Önleyici Müdahale Doktrini"

"Milyonlarca insanın bir sanrıda rol oynaması,
o sanrıyı makul yapmaz."
Erich Fromm

"Birleşik Devletler, gücü, konumu ve prestijine karşı meydan okumalara karşılık verirse bu bir "hukuk sorunu" yaratmayacaktır."
Dean Acheson (ABD'li Devlet Adamı)

11 Eylül saldırılarının ardından ABD önce Afganistan'a sonra da Irak'a girdi. ABD'nin 1990 sonrası değişen Dünya konjonktüründe gücünü devam ettirecek hamleler yapabilmesi için ABD Dış Politikasının hazırlayıcılarından Huntington'un ortaya attığı "Medeniyetler Çatışması" fikrini işleyecek yeni düşmanlara ihtiyaç vardı. Önceleri bu düşman "kırmızı" yani "komünizm" idi. Ve kırmızıya karşı ABD "yeşil"i yani "Ilımlı İslam Projesi" ni kullanmıştı. Ancak düşman olmadan saldırı olmazdı. Yeni düşman yaratılmalıydı. Bu düşman ise "terör ve teröristler" oldu. 11 Eylül saldırılarından sonra Dünya'nın en büyük gücü eğer bu saldırılardan gerçekten habersiz olsa ve gerçeği ortaya çıkartmaya çalışsa ve Dünya'da terörü değil barışı hakim kılmaya çalışan bir ülke olsaydı, sonraki süreçte nasıl davranırdı? Elbette ABD'nin yaptığı ve yapacakları gibi değil. Teröre karşı gelen bir süper güç yıllarca Filistin, Çeçenistan, Bosna, Keşmir, Doğu Türkistan'da meydana gelen teröre neden dur demedi, neden hiçbir girişimde bulunmadı ve bulunmuyor? Mesele gayet açıktır. Zaten 1997 baharında kurulan 'Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nin hazırladığı Eylül 2000 Raporu ile yine aynı ekibin 26 Ocak 1998'de dönemin başkanı Bill Clinton'a yazdıkları ve internette de yayınlanan mektupta açıkça ifade edildiği gibi amaç mevcut gücü korumak ve enerji ihtiyacını gidermektir. Sözkonusu projeyi Dick Cheney, Eliot Cohen, Steve Forbes, Francis Fukuyama, Donald Kagan, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz gibi "Neo-Con'lar" olarak bilinen siyasetçiler ile önemli entellektüel olarak gösterilen kişiler oluşturuyor. Yeni Muhafazakarlar (Neo-Conservatism) olarak tanımlanan ve kamuoyunda neo-conlar ya da şahinler grubu olarak bilinen çoğunluğunu musevilerin oluşturduğu bu grup Eylül 2000'de "Yeni Bir Yüzyıl İçin Strateji, Güçler ve Kaynaklar-Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi Raporu" adıyla yayınladıkları raporda 1 "Önleyici Müdahale Doktrini-preemptive strike" adı verilen yeni bir savunma stratejisine geçilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Yeni stratejiye göre bir ülke, kendisini tehdit etmeyen ama gelecekteki tehdit etme ihtimali olan başka bir ülkeye saldırabilecekti. Bu yeni anlayış geleneksel savunma anlayışını kökünden değiştirip hem Uluslararası Hukukun yerleşmiş ilkelerini hem Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın şart ve kararlarını ihlal ediyordu.

Bu doktrinin temelleri ise 1993 yılına dayanıyor. 21 eylül 1993'de Johns Hopkins Üniversitesi'nde dönemin Başkanı Bill Clinton'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Anthony Lake, yeni bir stratejinin başlangıcın ilan ediyordu. Soğuk savaş döneminin stratejisi "containment-kuşatma" yerini "enlargement-genişletme" doktrinine bırakıyordu. Containment doktrininin temel hareket noktası komünizmin bastırılması ve komünizmi SSCB sınırları içinde hapsetmekti. Oysa yeni doktrin "saldırgan" bir dış politikayı gerektiriyordu. Söz konusu genişleme, hem yönetilen ekonomilere karşı bir Pazar ekonomisi genişlemesini, hem de otoriter ve zorba sistemlere karşı -burada kast edilen ABD çıkarlarına ayak direyen yönetimlerdir- temsili demokrasinin genişlemesini ifade eder. 2 Bu bağlamda demokrasi de 1983'de Ronald Reagan'ın başlattığı "project of democracy-demokrasi projesi"nde vurgulandığı şekliyle kendi amaç ve menfaatlerini gerçekleştirmekte bir aygıt konumuna indirgenmiş olur. Yani bugün sık telafuz edilen "demokrasi ihracı"nın temel hareket noktası "pragmatizm" olmuş olur.

Bush, 11 Eylül saldırılarından sonra bu doktrine dört elle sarıldı ve dış politikasını "yeni-muhafazakarlar-neocon"lar olarak bilinen gruba emanet etmiş oldu. Yeni doktrin kapsamında ABD'ye karşı gerçekleştirilebilecek faaliyetler ABD'nin gücü ve girişimleri ile caydırılabilecek; "rogue states-serseri devletler" kitle imha silahları ve füze sistemlerine sahip iseler, önleyici müdahale ile saldırılarak etkisiz hale getirilebilecektir. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi Raporu'nun ortaya koyduğu yeni strateji "Engagement and Enlargement" yani "Angajman ve Genişleme"olarak yeni hedeflere -ki bu yeni hedefler ABD çıkarlarının yoğunlaştığı Orta Doğu, Orta Asya ve Doğu Asya'dır- angaje olup genişleyebilecektir.3 Bunun anlamı ABD'nin istediği yeri işgal edebilmesidir. Bunun için gösterilen meşruiyet sebebi ise basittir: GÜÇ. Bu durumu Noam Chomsky'de yeni strateji doktrini ile ilgili görüşlerini açıklarken şöyle ifade ediyor: "Önleyici Savaş Doktrini, ABD'nin -yalnızca ABD'nin, zira başka hiçbir ülke bu hakka sahip değildir- kendisine meydan okuma potansiyeli olduğunu iddia ettiği herhangi bir ülkeye saldırma hakkına sahip olduğu anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ABD her ne nedenle olursa olsun bir ülkenin bir süre için kendisini tehdit ettiğini iddia ederek bu ülkeye saldırabilir. Irak bu doktrinin ilk alıştırması idi." 4 Chomsky ayrıca bu doktrinin ilk örneğinin 1963'de Kennedy yönetiminin Küba'ya saldırısı sonrasında o dönemin devlet adamı Dean Acheson'un ortaya attığını belirtiyor. Acheson "Birleşik Devletler, gücü, konumu ve prestijine karşı meydan okumalara karşılık verirse bu bir "hukuk sorunu" yaratmayacaktır." şeklindeki beyanatı ile o dönemde bugünkü "Önleyici Savaş Doktrini" ni ortaya atmıştı. Ancak Chomsky o dönemde bu politikanın sürekli bir devlet politikası haline getirilmediğini ancak şimdi 11 Eylül sonrası bunun resmi bir devlet politikası olarak benimsendiğini söylüyor. Chomsky ayrıca 11 Eylül saldırılarının arkasında Irak olduğunun da medya aracılığıyla halka benimsettirildiği iddiasında.. Şöyle diyor Chomsky: "Halkın % 50'si Dünya Ticaret Merkezi'ne düzenlenen saldırılardan Irak'ın sorumlu olduğuna inanıyor. Bu durum Eylül 2002'den sonra ortaya çıktı. Gerçekte 11 Eylül saldırılarından sonra bu rakam % 3 civarındaydı. Hükümet-Medya propagandası bu rakamı % 50 civarlarına çıkardı. " 5

Yeni stratejik doktrin başka bir alanda Pentagon'da (Savunma Bakanlığı) ayrı bir kutuplaşmayı da beraberinde getiriyor. Silahlanma hem ülkesel bazda hem dünya ölçeğinde büyük paraların döndüğü önemli bir kar aracı.. Pentagon ve Amerikan Genelkurmayı geçmişte "platform esası" denilen büyük ve ağır savaş makinelerinin savaş bölgesine gönderilmesine dayalı stratejiyi benimsemişlerdi. Andrew Marshalll adlı savunma sanayii uzmanı tarafından hazırlanan "Revolution in Military Affairs(RMA)-Askeri Meselelerde Devrim" raporuna göre 6 soğuk savaşın sona ermesinden sonra geleneksel savunma stratejisi değişmeliydi. Yeni stratejiye göre ordu uzun menzilli uçabilen akıllı füzeler, casus uydu sistemleri, bilgisayar virüsleri gibi yepyeni savaş tekniklerini kullanmalıdır. Bu doktrin uzun süre tartışıldıktan sonra 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak saldırılarında temel savunma anlayışı olarak benimsendi. Ancak silahlanmada büyük çıkarlar sözkonusu ve bu iki grup arasındaki çatışma muhakkak ki devam edecek.

Bush kabinesinde üç tane asker kökenli politikacı vardı. Başkan Yardımcısı Colin Powell genelkurmay eski başkanıydı. Yine Başkan Yardımcısı Dick Cheney petrol şirketleri yöneticisi ve Savunma eski Bakanı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'da yine Searle ilaç şirketi eski yönetim kurulu başkanı ve dış politikayı koordine eden kişi. Yani kabinede üç tane askeri uzman var. Bir de genelkurmay başkanı var. Bu durum da ABD yönetiminin saldırgan politikalarını göstermesi açısından ilginç.

Peki diğer başkan adayı John Kerry savaşa nasıl bakıyor? Kerry elbette Dünya barışının tesisini, küresel adaleti, kaynakların meşru dağılımını hedefleyen ve bu yönde iradesini koyan bir aday olsaydı akıbeti bugün yıllardır Demokrat Partiden aday adayı olarak kalan Lyndon LaRouche gibi olurdu. Kerry açıklamalarında ABD'nin "önleyici savaş doktrini" ni eleştirmiyor. Kendisi de zaten 20 yıllık senatör olarak ABD dış politikasında alınan pek çok karara olumlu oylarıyla destek vermiş. 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak müdahalelerine de Senatoda olumlu oy vermiş Kerry. ABD'li ünlü gazeteci William Safire'de Kerry'nin saldırgan politikalara bakışını değerlendirdiği yazısında 7 Kerry'nin askeri sertlik yanlıları tarafında olduğunu belirtiyor ve hatta Afrika'ya da müdahale edilmesi ve asker gönderilebileceğini söylüyor. Safire, Kerry için "Amerika'nın en yeni neocon'u" nitelendirmesini yapıyor. Kerry "ABD'nin her zaman önleyici saldırı yapma hakkı vardır" diyerek yeni savaş stratejisine de destek veriyor. John Kerry'nin 1 Ağustos 2000 yılında imzaladığı "Hyde Park Deklarasyonu" da Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinde ifade edilen yeni savaş stratejisi ile benzerlikler içeriyor. Her ikisi de ABD'nin Dünya hakimiyetini pekiştirmesi ve askeri güç kullanmasının altını çiziyor. Kerry sadece müdahalelerde uluslararası güçleri bu kadar dışlamadan müdahale yapma yanlısı. 8

11 Eylül ile ortaya atılan iddialar ile ilgili araştırmalar yapmak üzere Cumhuriyetçi ve Demokrat üyelerin oluşturduğu 10 üyeli 9/11 Komisyonu çalışmalarını 22 Temmuz'da yayınladığı "Sonuç Raporu" ile sonlandırdı. 9 20 ay süren soruşturma sonucu 2 milyon belgenin incelenmesi ile ortaya konulan Sonuç Raporu 567 sayfadan oluşuyor. Raporda hem Clinton hem Bush yönetiminin öngörü eksikliği ve tedbir alma eksikliği içinde oldukları vurgulandı. Raporda istihbarat kurumlarının yeniden yapılandırılması gerektiği, teröre savaşın daha etkin şekilde sürdürülmesi gereğinin altı çiziliyor. Ancak raporun seçim öncesi dönemde seçim sonuçlarını direkt etkilememe endişesi taşıdığı da görülüyor. Oysa komisyonun soruşturması sırasında komisyona ifade veren kişiler ABD'nin 11 Eylül saldırılarından çok önce bu saldırıları planladığını belirten sağlam dayanaklar ortaya koymuşlardı. Raporu hazırlayanlar da Amerikan Devleti olduğu için önsel olarak şu kabulle araştırma yapıyorlar: "ABD Dünya'nın Süper gücüdür. Bu gücü devam ettirmek için ne gerekiyorsa onu yapmalıdır." Evet, bu önsel kabul doğruyu, iyiyi, güzeli ve adaleti değil, gücün tahakkümünü beraberinde getiriyor. Oysa daha saldırılardan 2 ay sonra eski CIA ajanlarından Michael Ruppert, açıklamaları ile ABD'nin 11 Eylül'den daha önce haberdar olduğunu belirtiyordu. Ağustos 2001'de Boston'da El Kaide'nin önemli yöneticilerinden birinin yakalandığını, örgüt yöneticisinin uçuş dersleri aldığını, Boeing uçakları konusunda da eğitim aldığının ortaya çıkartıldığını buna rağmen hiçbir girişimde bulunulmadığının altını çiziyor. Ayrıca Ruppert, Rus istihbaratının da 25 terörist pilot intihar saldırısı için eğitim alıyor uyarısını CIA ve FBI'ın dikkate almadığını belirtiyor. ABD yönetiminin saldırılardan önceden haberi olmasına rağmen harekete geçmediğini belirten Ruppert, "uçaklar 08.15'de kaçırıldı ancak 09.05'e kadar ABD Başkanı Bush bu konuda uyarılmadı. Genelkurmay ise uçakların kaçırıldığını bilmesine rağmen tam 1 saat 15 dakika sonra uçaklarına kalkış emri verdi." dedi. Ruppert Ladin ailesi ile Bush ailesinin 20 yıldır dost olduğunu, Dünya uyuşturucu üretiminin % 70'inin Afganistan'dan geçtiğini, bu uyuşturucudan elde edilen kara paranın 350 milyar dolarının ABD bankalarına gittiğini söylüyor. Yani, Afganistan'a girmede sadece zengin enerji kaynakları ve Avrasya'yı kontrol altında tutmak değil, uyuşturucudan gelen paralar da önemli bir etken..

Emekli Pakistanlı general Hamid Gül, United Press International'a verdiği röportajda "ABD 11 tane istihbarat servisine yılda 40 milyar dolar harcıyor. Bu, 10 yılda 400 milyar dolar eder. Buna rağmen Bush yönetimi bu saldırının sürpriz olduğunu söyleyebiliyor." şeklinde görüş belirtiyor. 10

ABD'de seçime doğru 11 Eylül'ü sorgulayan kitaplar üst üste çıktı ve bunların hepsinde 11 Eylül olmasaydı da ABD'nin Irak'a girmek için bahane aradığı ve saldırıların daha önceden haber alındığı halde engellenmediği fikri işlendi. Önce eski Hazine Bakanı Paul O'Neill'in belgelere dayalı olarak anlattıklarını temel alarak yazdığı "Sadakatin Bedeli (The Price of Loyalty)" kitabını yazan Ron Suskind adlı gazetecinin 11 Eylül ile ilgili çarpıcı açıklamaları 11 sonra, ABD'de terör, istihbarat ve ulusal güvenlik konularında yıllarca resmi görevler almış ve bu konuların uzmanı olan Richard Clarke'ın yazdığı "Bütün Düşmanlara Karşı (Against All Enemies)" kitabı 12 11 Eylül ve Bush konusunda çarpıcı yanları açığa çıkardı.

Son olarak ABD'nin köklü gazetecilerinden The Washington Post Muhabiri Bob Woodward, "Saldırı Planı (Plan of Attack)" adlı kitabını çıkardı. 13 Yine eski CIA ajanı Michael Ruppert'ın "Petrol Çağı'nın Sonunda Amerikan İmpatorluğu'nun Çöküşü" kitabı da 11 Eylül eleştirileri ile dolu. Yine Michael Moore'un yaptığı 9/11 belgeseli ve "Ahbap, Memleketim Nerede" adlı kitap Bush'a 11 Eylül süreci ile ilgili ağır eleştirilerde bulunuyor. Bütün bunlardan Bush'un seçim öncesi olumsuz etkilendiği bir gerçek. Ancak 22 Temmuz'da açıklanan 9/11 Komisyonu Sonuç Raporu beklendiği kadar sert ve açık değildi. Bush bu yüzden çok etkilenmedi ve hatta üzerine de alınmadı ve Clinton'u suçladı.

1 Bkz. Thomas Donnely, "Amerikan İmparatorluğunun Yeniden İnşası: Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi", Chiviyazıları yayınevi, İstanbul 2004
2 Alain Joxe, "Kaos İmparatorluğu", İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.145 vd.
3 Atilla Sandıklı, "ABD Dış Politikası ve Yeni Güvenlik Stratejisinin Türkiye'ye Etkileri",
http://www.harpak.tsk.mil.tr/dscgi/ds.py/Get/File-97/11_KASIM_AYI_HABER_MAKAKE_2003.doc
4 Chomsky Söyleşisi "Irak bir deneme idi", http://www.zmag.org/Turkey/ibdi.htm
5 http://www.zmag.org/Turkey/ibdi.htm
6 RMA'lar için bkz. Alain Joxe, "Kaos İmparatorluğu", İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.149 vd.
7 William Safire, "Amerika'nın en yeni neocon'u", çeviri için: http://www.zaman.com.tr/?bl=yorumlar&trh=20041011&hn=98840
8 Bkz. Francesco Beytlehem, "ABD seçimleri", http://instituteus.com/turkce/index.php?p=3
9 Sonuç Raporu için bkz. http://www.9-11commission.gov/report/911Report.pdf
10 Bkz. Aydoğan Vatandaş, Mustafa Aydın; "11 Eylül Senaryosu-Kod Adı: Kılıçbalığı", Karakutu Yayınları, 2002, s.108
11 Konu ile ilgili bkz. Tamer Soysal, "Paul O'Neill, 11 Eylül ve ABD"; http://www.kmarsiv.com/sayilar/20040127.asp#tamersoysal
12 Bkz. Tamer Soysal, "Bütün Düşmanlara Karşı",http://www.kmarsiv.com/sayilar/20040414.asp#tamersoysal
13 Bkz. Tamer Soysal, "Bush, Kerry ve İsrail", http://www.kmarsiv.com/sayilar/20040512.asp#tamersoysal


Tamer Soysal
tsoysal@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
              9 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Ata'ya hepimiz adına açık telgraf

"Ey Büyük Atatürk STOP Daha yükseklere tırmanmamız için bizlere bıraktığın aletleri, yol haritasını ve pusulayı devlet dairelerinden birinin arşivindeki tozlanmış bir sandıkta kilitli bulduk STOP Yazdıklarını okumayı ve onları başkalarına aktarmayı, seni anlatıp yüceltmeyi, kısacası bu işin edebiyatını artık bir kenara bırakıyor ve senin gibi bir tırmanıcı olabilmek azmiyle derhal yola koyuluyoruz STOP Bizden öncekilerin sebep olduğu gecikmeden dolayı özür dileriz STOP Bu çetin tırmanış için gerekli koşullara ve olanaklara sahip olmayı beklemeden harekete geçiyoruz STOP Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızda mevcut olduğunu hepbirlikte göreceğiz

NON-NON-NON STOP"


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Destan'dan

Dağlarda tek tek
ışıklar yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle
ışıltılı,
öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
Posta Kartı olarak yollamak için tıklanasıl ve
ne zaman
geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere
inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla
duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında
O'nu gördü
Paşalar onun arkasındaydılar
O, saati sordu.
Paşalar: "Üç" dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak
çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına
kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde
yaylanarak
ve karanlıkta akan
bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovası'na
atlayacaktı

......

Ayın altında kağnılar gidiyordu
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru
Toprak öyle bitip tükenmez
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
      hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleri ile
Ve onlar
      ayın altında dönen ilk tekerlekti
ayın altına öküzler
      Başka ve küçük bir dünyadan gelmişler gibi
            ufacık, kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayın altından akan
            toprak,
                        toprak
                                    topraktı.

Nazım HİKMET

<#><#><#><#><#><#><#>

ONUNCU YIL MARŞI

ÇIKTIK AÇIK ALINLA ON YILDA HER SAVAŞTAN,
ON YILDA ONBEŞ MİLYON GENÇ YARATTIK HER YAŞTAN;
BAŞTA BÜTÜN DÜNYANIN SAYDIĞI BAŞKUMANDAN;
DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN.

Posta Kartı olarak yollamak için tıkla TÜRK'ÜZ, CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!

BİR HIZLA KÖTÜLÜĞÜ GERİLİĞİ BOĞARIZ;
KARANLIĞIN ÜSTÜNE GÜNEŞ GİBİ DOĞARIZ.
TÜRK'ÜZ BÜTÜN BAŞLARDAN ÜSTÜN OLAN BAŞLARIZ;
TARİHTEN ÖNCE VARDIK, TARİHTEN SONRA VARIZ.

TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!

ÇİZEREK KANIMIZLA ÖZ YURDUN HARTASINI,
DİNDİRDİK MEMLEKETİN YILLAR SÜREN YASINI.
BÜTÜNLEDİK HER YÖNDEN İSTİKLÂL KAVGASINI;
BÜTÜN DÜNYA ÖĞRENDİ TÜRKLÜĞÜ SAYMASINI.

TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!

ÖRNEKTİR ULUSLARA AÇTIĞIMIZ YENİ İZ;
İMTİYAZSIZ, SINIFSIZ KAYNAŞMIŞ BİR KİTLEYİZ.
UYDUK GÖRÜŞTE BİLGİ, GİDİŞTE ÜLKÜYE BİZ;
TERSİNE DÖNSE DÜNYA YOLUMUZDAN DÖNMEYİZ.

TÜRK'ÜZ CUMHURİYETİN GÖĞSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ,
TÜRK'E DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE, TÜRK İLERİ!

F. Nafiz Çamlıbel - B. Kemal Çağlar

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin


OLUR ŞEY DEĞİL

Öğretmenler Ankara'da bir toplantı yapmışlar, toplantıya iki üç öğretmen hanım da katılarak salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.

Öğretmen hanımların toplantıya gitmelerini hoş görmeyen Meclis'in sarıklıları Gazi'ye şikayete gittiler.

Gazi kızarak "Kimmiş Öğretmenler Derneği Başkanı? Çağırın onu!" demiş ve birkaç dakika sonra içeri giren başkan Mahzar Müfit’e gürleyen bir sesle çıkışmıştı:

- Siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu?

Mazhar Müfit şaşakalmıştı. Gazi'den bu laflarıda mı işitecekti? Sarıklılar muzaffer bir edayla gülüyor. Sarıklılar neşe içinde; Gazi'nin sesi hep aynı tonda sürüyor.

- "Olur şey değil, olur şey değil !"

Mazhar Müfit hâlâ ayakta ve hâlâ ne diyeceğini şaşırmış durumda yanıt vermeye çalışıyor:

- "Efendim vallahi..."

- "Bırak bırak ben hepsini biliyorum; toplantıya öğretmen hanımları da çağırdınız. Ama onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türk hanımının ahlakına mı? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı?

Yukarı

 Kıraathane Panosu



MARA KONSER

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.ataturkiye.com/
Atatürk için hazırlanmış en kapsamlı ve en hoş dizayna sahip sitelerden biri. Mutlaka uğramalısınız.

http://www.geocities.com/cicekanne/dedem.htm
Sevgili Ayla Saloğlu'nun (Çiçekanne) dedesinin Çanakkale savaşı sırasında tuttuğu günlük. Okumaktan zevk alıp gurur duyacaksınız.

http://www.ada.com.tr/ataturk/
Seçilmiş Atatürk fotoğraflarından hazırlanmış bir sayfa. İzlemeye değer.

http://www.kmarsiv.com/postcard/step11.asp?cat_fldAuto=5
Kahve Molası'nın Atatürk resimlerinden oluşan Posta Kartlarını dostlarınıza yollamak ister misiniz?

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041028.asp
ISSN: 1303-8923
28-29 Ekim 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com