KIRK1YAMA
HİKAYE TOPLULUĞU

Sedat Tüvar
Müge Ünal
Turan Bozkurt
Leyla Ayyıldız
Mehtap Akdeniz
Gülendam Oğuz
Gültekin Gök
Gülseren Bağlar
Betül Ayhan
Seyfullah Çalışkan







Adrese Teslim Günlük E-Gazete



LODOS

1 - Yazan: Sedat Tüvar

Eylül 2000/İstanbul

Lodos'a teslim olmuş, Üsküdar - Beşiktaş seferini yapan vapur, Boğazın tam ortasında şiddetli rüzgardan oluşan dalgalarla boğuşarak Beşiktaş'a doğru yol alıyordu. Geminin kıç tarafında sırılsıklam olmuş bir çift, tek vücut olmuş, oturuyorlardı. Cem ve Selin... Selin, Cem'in sağ kolu ile sağ göğsü arasında kaybolmuştu. Her ikisinin de bakışları yeni restore edilmiş Kız Kulesine yönelikti.
Rüzgarın şiddetinden salep tepsisine zor hakim olan garson, katlar arasında dolaşıyordu. Bir ara Cem' e seslendi:

- Abi hooop, salep ister misiniz?
- İstemez sağ ol.

.......

Selin, bir yıl önce sevgilisi Yusuf'tan ayrılmıştı; altı ay boyunca eve kapanmış, hiçbir arkadaşı ile görüşmemiş, ailesine tanıştırdığı, evlenmeyi düşündüğü adamın onu aldatıp, hiçbir açıklama yapma ihtiyacı bile hissetmeden yüzüstü ortada bırakmasını bir türlü hazmedememişti. Ailesine konuyu pek fazla anlatmamış, sadece annesine "Anlaşamıyoruz, artık bitti" demişti. Yaşadığı sorunlar içinden çıkılmaz bir hal alınca, iş motivasyonu bozulmuş, işinden de ayrılmıştı. Aylar sonra böyle devam edemeyeceğine karar vererek, kendisini sokağa atmıştı.

Sokağa çıktığı ilk akşam Beyoğlu'nda biraz dolaşmış, kendini bir bara atmış, aklına ilk gelen içkiyi ısmarlamış, birkaç yudum alıp, bırakmıştı. Göz göze geldiği tüm erkeklere nefretle bakmıştı. Barmen ile havadan sudan konuşurlarken Cem de onların sohbetine katılmıştı. Alkolün etkisiyle Cem ile sohbete başlamışlar, ona Yusuf'u anlatmıştı; yaşadıkları iki sene, son zamanlardaki yalnızlığından bahsetmişti... Cem ise; onu dinlemekten çok, izlemişti.

Aynı gecenin sabahına doğru, Dolmabahçe yokuşundan aşağıya doğru, el ele inmişlerdi. Selin'i evine bırakan Cem; sıkı sıkı elini tutan, birkaç kez de yanağının öpülmesine izin veren bu kadının, o hemen bitiveren geceyi kendisi ile mi, yoksa Yusuf'la mı geçirdiğini pek anlamamıştı. Aslında ilk gece için bu çok da önemli değildi.

.......

Biraz sonra Selin vapurdan inecek, Cem ise aynı vapurla geri dönecekti. Her zaman olduğu gibi eve gitmeyi hiç istemeyecekti. Şimdiden onu özlemeye başlamıştı bile, vücudunun bir parçası kopacakmış gibi acı çekiyordu. Arada bir, başını öne doğru eğip, sol eliyle Selin'in saçlarını arkaya doğru iterek yüzüne bakıyor, suç işlemiş bir çocuğun, babasına mahcupça bakışı gibi bakan bir çift gözle karşılaşıyordu.

Son seferini yapan vapurun son yolcuları; günün tüm yorgunluğu yüzlerinden okunan yeni kapanmış lokantaların aşçıları, garsonları, bulaşıkçıları; mesaiye kalmış muhasebe, banka elemanları ve yorgunluklarını üzerlerinden atmak için meyhanelere takılmış akşam sarhoşları idi.

Hepsi de birazdan sevdikleri veya sevmedikleri, içinde birileri olan evlerine varacak, çocukları ile oynayacak, eşlerinden günlük magazin, zam, her türlü taze haberleri alacaklardı. Ama hiç olmazsa yattıkları zaman yanlarında birinin sıcaklığını hissedeceklerdi. Veda vakti yaklaştıkça hep aynı sessizlik çöküyordu üzerlerine. Normal zamanların; mutlu, eğlenceli anlarının aksine; Cem üzgün ve gergin, Selin ise daha ağırbaşlı ve anlayışlı oluyordu. Ayrılma anına kadar Cem'e sarılarak, parmakları ile teker teker oynayarak, rasgele vücuduna küçük öpücükler kondurarak sakinleştirmek için çaba sarf ediyordu.

Cem için Selin; karşı sahilin prensesi, Selin için Cem; karşı sahilin yakışıklısı idi. Prensesini karşı sahile bıraktıktan sonra, kendi sahiline dönerken, her defasında yaşadığı bu şehirle baş başa kalıyor, bazen onunla dertleşiyor, bazense kavga ediyordu. Selin sık sık ona "İçim acıyor!" diyordu. Selin'in içinin acısı Yusuf'tu, onu unutamıyor, Cem ile uzun uzun sevişmelerinin ardından bile, bazen onun adını ağzından kaçırabiliyordu. Cem de her seferinde "Yeter artık!" diyordu. Selin de bu duruma çok üzülse de, çok sık yaşanıyordu bu olay... "Canım" dediği, "Sen benim her şeyimsin" dediği adamı yavaş yavaş öldürdüğünü bilmeden yapıyordu bunu Selin.

Bazen kucağına uzanıp, ağlayan bu kadına Cem de katılıyor, birlikte dakikalarca gözyaşı döküyorlardı. Selin, ilk defa bir erkeğin kendisi ile birlikte ağlamasına şahit oluyordu. Kızmasına, üzülmesine müsaade etmek istemiyor, vücudunu Cem' e cömertçe teslim ediyor, onun kendisini mutlu etmesini sağlıyor, kendisi de karşılığını fazlası ile alıyordu.

Cem, daha üçüncü buluşmalarında, Selin'i evine bırakırken gözlerine bakıp, şöyle sormuştu;

- Bir şey rica etsem yapar mısın?
- Tabi ki, söyle.
- Söz mü?
- Söz .
- Aynaya bak ve ona deki "Cem seni seviyor."
- Eee sonra?
- O sana ne derse, onu bana yarın söyle, ama ne derse desin...
- Yapamam.
- Söz verdin.
- Ya bir şey söylemezse?
- Nasıl yani bön bön bakarsa mı?
- Evet aynen öyle.
- Sen dediğimi yap, mümkünse konuştur onu, lütfen.
- Peki.

Aradan aylar geçmiş, Cem tüm ısrarlarına rağmen cevabını alamamıştı.
Aradığı kadını bulmuştu oysa... Onun yemek yiyişini zevkle izliyor, kulağına söylediği şarkıları bir bebeğin ninni dinlemesi gibi dinliyor, elinden tutup, kalabalıklar arasına dalıyor, birlikte film afişlerinin önünde seçimler yapıp, beğendikleri filmlere giriyorlardı. Karşılıklı rakı içiyor, sahilde dolaşıyor, yağmur altında sırılsıklam olsalar da uzun yürüyüşler yapıyorlar, dertleşiyorlardı. Cem, bazen bütün bir gece uyumayarak kafasında oluşturduğu bir efsaneyle sevgisini anlatıyor, Selin de ona lisedeki arkadaşlarından, annesinden, babasından, yakın zamanda kaybettiği dedesinden ve en çok da Çerkez güzeli "nur yüzlü" dediği, üstüne toz kondurmadığı anneannesinden bahsediyordu.

Her şeyi paylaşıyorlardı. Birbirlerine sarılıp geceler boyu sokaklarda dolaşıyor, şarkılar söyleyip, tenha köşelerde, karanlıklar içinde, köprü altlarında, apartman girişlerinde, ağaç diplerinde hemen hemen her yerde sarılıp, öpüşüyorlardı. Aradan altı ay geçmiş, ama Selin; o sihirli cümleyi asla söylememişti.

Bir gece, bir parkta yürürlerken, ağaçlar arasından aniden fırlayıp gelen kahverengi - siyah tüylü iri bir sokak köpeği Cem'in bacaklarına dolanmış, Selin çok korkmuştu. Cem hayvanın tüylerini okşayıp, sakinleştirmiş, serseri mayın gibi dolaşan köpeği bir kedi yavrusuna çevirmişti. O koca köpeği çöktürmüştü dizleri dibine.

Köpeğin kulağına doğru eğilip, Selin'in de duyacağı şekilde, "Söyle, seni de seven yok mu? Yok... Belli halinden... 'Seni seviyorum' demiyor mu sana da hiç kimse? Eğer öyle ise, desene arkadaş, sen de benim gibi yalnızsın. Hı, öyle mi?" diye sormuştu. Köpek birden havladı. Selin bir adım geriye doğru kaçtı.

Yukarı

2 - Yazan: Müge Ünal

Mart 2001/ İstanbul

Selin korkmuştu. Cem, köpeği biraz uzaklaştırdı.

Selin Cem'in sözlerinden mi korkmuştu, yoksa köpekten mi? Cem, Selin'in gözleri ile buluştu. Cevaplarını oradan alacağını biliyordu. Ürkerek baktı Selin'in gözlerine... Gözler duyguları yansıtmıyor mu? Kelimelerle anlatılan, bakışlarla desteklenmez mi? Öyle değil mi? Aynı şeyleri söylüyorlarsa iyi de, ya değilse?

Selin, konuşmalıydı, bir şeyler söylemeliydi, korktuğu köpek değildi ki? Düşünecek vakit yoktu, birşeyler söylenmeliydi. Hadi hadi.... "Sevmem köpekleri hem de hiç! Kedileri severim ben. Daha onurlu gelirler bana. Zorla sevdiremezsin kendini, zorla da sevemezsin. Sevgi için yalvarmaya ihtiyaç yoktur. İstiyorsa yanındadır, istemiyorsa zaten tutamazsın. Sen onu sevesin diye çaba göstermez boş yere. Sevmem köpekleri..."

Buz gibi bir rüzgar esti. Esen rüzgar mıydı? İkisi de bilemedi...

Cem şaşkın şaşkın bakındı. Selin de şaşkındı, bu cümleler onun muydu? Evet, tabii ki onundu, ama ağzından nasıl çıkmıştı? Onu kırmak, hele hele yaralamak hiç istemiyordu ki. Ancak duygunun; mantığı, aklı yoktu işte. Olsaydı adı duygu olmazdı.... Duyguların aklı olsaydı daha kolay olmaz mıydı her şey? Çözümlenirdi...

Cem ısrarla Selin'in gözlerini yakalamaya çalıştı. Israrla, inatla. Selin, kaçırabildiği kadar kaçırdı gözlerini. Ne yazık ki engelleyemediği duyguları gözlerinden bakıyordu gerçeğe.

Köpek hissetti. Anlamıyordu bu insanları! Karmaşık yapıları vardı işte. Kocamandılar, akıllı ve herşeye muktedirdiler... De, duyguları zayıflatıyordu onları; karmaşık duygular. Huzursuz oldu. Gitmek en iyisi... Git sıcak bir kuytu bul, hele bir de şanslı isen bir parça kemik...

Yan yana iki insanın uzak olması ne korkutucudur! Elleri buz kesti. Midelerinde anlatılmaz bir yumruk darbesi. Dilleri kuru, bedenleri soğuk. Cem ilerledi, sarıldı Selin'e... Sağ kolu dolandı narin bedenine, çekti sağ yanına doğru, sımsıkı. "Buradayım, seninleyim, hırçınca çırpınsan da yanındayım, buradayım... Yanındayım... Hadi sokul bana..."

Üzgündü Selin... Yine yapmıştı işte... Mantığın süzgecinden geçmeden öylesine söylemişti sözlerini. Hayvan sevgisi, sevilecek hayvan tercihi görünen konu... Öyle olmamıştı işte. Gidip dokunmuştu en derine...

Derinde, en derinde gördü kendini. Kendi içinde bir yerde kim vardı? Seslendi, beklemediği bir ses cevap verdi. Ürperdi. Anneannesi hep demez miydi; "Kızım, istediğine değil, seni sevene varacaksın" diye. İşte karşısında onunla birlikte onun için ağlayan bir adam... Yüreğinin tüm odalarında kendisini görebildiği bir adam. Yağmurun altında onunla beraber yürüyen; rakı içerken gözlerinin içine, ta derinine giren; en derin hayallerini paylaştıkları bir adam... Bir beden... Kendisini seven... Hem de karşılıksız seven... Karşılıksız... Seven... Anneannesi bağırdı kafasının içinden bir yerden; "Yapma kızım, yapma deli kız. Harcama yüreğini..."

Cem anlayamıyordu... Annesi ile babası geldi o an aklına. Bir ömür sevmişlerdi birbirlerini. Babası annesine kızar, bağırır çağırır, sonra da gider alırdı gülpembesinin kalbini geri. Zaman zaman Cem'i dizlerine alır, büyük bir adamla konuşur gibi anlatırdı. 'Sevgi' derdi, 'oğlum büyük nimettir'. Her şey değişir, değişmeyen tek şey sevgindir. Bak Gülpembe'me, ilk gördüğüm an sevdim onu... Ölene kadar da seveceğim. Ölümün ayırmaması için yalvarıyorum geceleri. Öylesine sevdim ki anacığını, onu bırakıp gitmektense onunla gitmek isterim ölüme. Sen de öyle sev. Öyle sev ki, herşey gitse de yüreğinden gitmeyen bir o kalsın.

Babasının sözleri deldi, geçti yüreğini... Öylesine seviyordu ki, bitmiş bir aşkın anısını da paylaşmaya razı idi. Değer miydi peki, bunca şeye? Çığlık attı yüreği, "Değer!" dedi. "Değer, sevmeye devam et hadi!".

Sarılmış duruyorlardı yolun kenarında... Köpeğin uzaklaşmasını seyrettiler. Köpek ilerledi, yavaşladı, geriye döndü, onlara baktı. Yok, yok, anlamadı yine bu insanları. Birbirlerine sıkı sıkı sarılmış iki insan, ama aralarından koşarak geçebileceği kadar büyük bir boşluk... Anlamadı, sıkıldı. İlerledi...

Cem'in bedeninden Selin'in bedenine sürekli mesajlar gönderiliyordu. 'Gitme kal yanımda', 'uzaklaşma', 'fırsat ver bana'. 'Fırsat ver'... Selin sessiz durdu önce. Kıpırdandı yavaşça. Kelimelere dökülmeyen, dil tarafından seslendirilmeyen duyguları almıştı ruhuna. Kıpırdandı... Doğru değildi ki. Yaptığı dürüstçe değildi. Seni seveni, sadece seni sevdiği ve senin isteklerini verdiği için yanında tutmak doğru değildi.

Hafifçe uzaklaştı, yüreğinden geçeni söyleyemese de, gösterebilirdi. Ellerini Cem'in ellerinin içine koydu. Buz gibi elleri, sıcacık güçlü ellerin içinde eridi. Gözleri Cem'in gözlerinde yer buldu. İlerledi. Kalbine, ruhunun en derinine erişti. Kelimeler sese dönüşmeden "İzin ver" dedi. "İzin ver gideyim. Gidip, ruhuma izin vereyim. Sevgini tüketmeme izin vermeyeceğim. Sen versen de, ben vermeyeceğim. Eğer yanında isem; seni senle paylaşmak için geleceğim. Senin beni yaşaman için değil, birlikte olmak için geleceğim. Beni yaşamak için değil, bizi yaşamak için geri geleceğim... "

Selin uzun uzun baktı Cem'e. Yavaşça çekti ellerini... Bir iki adım attı. Durdu. Geri döndü. Cem'in gözlerini buldu.

- Beni eve bırakırken sorduğun soruyu hatırlıyor musun?

- ...

- Hani eve gidince bana aynada kendime bir şey söylememi istemiştin... Hatırladın değil mi?

- Hatırladım mı? ... Ne diyorsun sen... Aylardır cevabını bekliyorum. Senden her ayrıldığımda, "Bugün de cevap vermedi" diyorum... Hatırlamak mı?

Kırgındı, bir de üstüne kızgın. Neye kırgındı? Selin'in söylemediklerine mi? Hiç bahsetmemesi gerekenlere mi? Köpeğe mi? Yanlarından hızla geçip giden arabaya mı? Aniden lodos sonrası bastıran yağmura mı? Yoksa Selin'in onca seslendirilmemiş söylediklerine mi; durup aniden her gün merak ettiği soruyu hatırlayıp hatırlamadığının sorulmasına mı? Yoksa, yoksa sevdiğinin kendisini bırakıp gidişine mi? Buğulandı gözleri... Sesi çatallaştı. Elleri soğudu. Midesine ikinci darbeyi attıklarını hissetti.

İlk Selin, kızgınlığı da, kırgınlığı da hissetti. Bu kızgınlık ne seslendirilmemiş sözlerdi, ne giden köpek, ne hızla geçen araba, ne de aniden basan yağmur.

- Tamam işte. Sorunun cevabını aldım ben...

Durdu. Söylediklerinin ulaşıp, ulaşmadığını kontrol etti. Hava gittikçe daha çok esmeye, yağmur sanki daha çok yağmaya başlamıştı. Soğumuştu hava. Lodos sonrası.... Kırgınlığın arkası...

- Aldın mı cevabını?

Gülümsemeye çalıştı. "Adam gibi adam ol" dedi babası derinlerden. Annesi kesti sözünü. "Korkma oğlum. Sevginin acıtmasına da izin ver. Bu acıyı hiç bilemeyen var."

- E hadi, söylesene aldın mı cevabını?

- Hemen cevap vermedi bana. Her gün senden ayrıldıktan sonra sordum sorumu. Bekledim cevabımı. Bazen baktı bana bön bön. Bazen gözlerini kaçırdı benden. Bazen de döndü arkasını... Bazen...

Sustu yine. İyice ıslanmıştı. İyice üşümüştü. Teninin soğuktan buz kestiğini, saçlarının ucundan akan yağmur damlalarını hissetti. Neden? Neden konuşulacaklar hep ayrılırken söylenirdi? Neden konuşulacaklar doğru yerlerde değil de, kapı önlerinde, minibüs duraklarında, tam ayrılırken anlatılırdı? Söyleyip hemen kaçmak daha mı kolaydı? Söyleyip uzaklaşmak...

- E hadi. Dolandırma lafı. Uzatma. Anlamıyorum siz kadınları. Söyleceklerinizi neden doğrudan söylemezsiniz ki... Üşüdün hadi... Ne dedi aynadaki?

Yukarı

3 - Yazan: Turan Bozkurt

Mart 2001/ İstanbul

Selin, Cem'in gözlerini, duruşunu, ellerini bir cebine sokup bir çıkarışındaki tedirginliğini, dışa vuran bekleyişini seyrederek bir iki yutkundu. Dudaklarını büzüp, araladı birkaç defa. Konuşmaya başlamak için en uygun sözcükleri en açık vurguyla bulmaya çabalamanın gerginliğinden bir iki derin nefeslenip yutkundu.

- Cem, bak.

-Lütfen Selin, ben duyacaklarıma hazırım. Eğer sevmiyorsan, kendini hazır hissetmiyorsan veya emin değilsen, yani ne dersen de, anlarım. Lütfen, tam bir cevap istiyorum.

- Cem, ya, bak.

- Evet Selin, dinliyorum! Rahat ol!!..

- Cem, aynalar neyi gösterir!??

- ??

Cem, duraladı... Kendini gelecek her cevap ihtimaline ve özellikle en çok yaralayıcı olana ayarlıyken, alacağı cevapların hepsine ve sonuçlarına günler boyunca yorumlar senaryolarken duraladı...

- Nasıl yani?..

- Sence neyi gösterir Cem?

Sormuş olduğu soruya cevaba tetikteyken 'bu da nesi' anlamında bir çehreyle bakındı:

- Soru mu şimdi bu? Hadiii... Lütfen, bırakalım şimdi kelime oyunlarını. Ben cevap istiyorum. Bak ne zamandır bu anı bekliyordum.

Selin, ellerini uzattı, yeniden sımsıkı kavradı Cem'in ellerini. Gözlerini gözlerine çok derinleri görmek istercesine bakıp, acele etmeden, ellerini bırakmadan, önce yanaklarından; sonra dudaklarından öptü. Veda öpücüğü değildi bu. Sevgi veya iştah öpücüğü de değil; mesafe, nefes payı habercisi dileğiydi bu öpüş.

Cem konuşmaya davrandı, ama Selin çok sevecen bir avuç kapatmayla izin vermedi.

Selin ellerini kararlı ama nazikçe çekip, son bir yanak öpücüğünden sonra hiç acelesiz geri dönüp parkın caddeye çıkan sol sapağına doğru yürüdü.

Cem, ardından bakakalmıştı. Tuhaf!... Selin birkaç dakika sonra caddeye ulaşarak çiseleyen yağmura aldırmadan, durak çatısı dışında beklerken; bir iki defa yanına gitmeye yeltenmiş, ama Selin'in soruşundaki samimiyeti ve kararlılığı düşününce vazgeçmişti. Bu kadınları anlamak ne kadar zordu. Niçin bu kadar basit bir cevabı bile bunca karmaşık yumak halinde, üstelik soru kipinde sorarlar. Neden açık, aydınlık cevaplamazlar?

Gerçekten neyi gösterirdi aynalar?

Lodos sonrasında başlayan sağanakla Selin sırılsıklamdı. Asansörün ağır inişine sinirlenip, merdivenleri ikişer üçer çıkmaya davrandı. Üçüncü kattaki dairelerine homurdanarak çabucak ulaştı. Zili çaldı, bir iki saniye bekledi. Kapı açılmadı.

- Hadi ya. Hadi yaa... Öff!!

- Selin? Anahtarın yok mu senin? Hemen saçlarını kurula.

- Tamam anneciğim, tamam!...

Annesini yarım öperek, üstündekileri aceleyle çıkarıp, odasına girdi, kapıyı kilitledi. Boylu boyunca yüzüstü yatağa uzandı. Saçlarını kurulamayı unuttuğunu hatırladı. Bir iki soluklandı. Sırt üstü dönerek bir iki dakika gözlerini kapayıp uyumayı düşündü. Saçlarının ıslaklığı, düşüncelerinin karmaşası ve duygularının gelgitleri buna izin vermedi. Banyoya attı kendini.

Aynaya baktı. Aynayı inceledi, yeni görmüşçesine, şimdi keşfetmişcesine. Sahi aynalar neyi gösterirdi??

Bir yabancı yüzü tanımaya çalışırcasına baktı çehresine. Saç rengini, burnunu, yanaklarını, çenesini bir sağ, bir sol profil çevirerek inceledi. Sonra gözlerine odaklandı kıpırtısız. Kaşları, kirpikleri. Ve sonra gözbebeklerine mıhlandı. Ne yapsa aynısına karşılık alıyordu aynadan. Yoksa 'nasıl bakıyorsam onu görüyorum' muydu cevap?

- Cem seni seviyor...

Evet Cem beni seviyordu... Peki ben de sevdiğimi söyledim diyelim, bu neyin garantisi ya da ön koşuluydu sonrasında. Hem, Yusuf... Yusuf'u unutmaya çalıştığı her seferinde, daha çok hatırladığını fark etti. Onu görmek incitmek, aşağılamak istiyordu.

Birden bire o soruyu tekrar hatırladı: aynalar neyi gösterir?

Yukarı

4 - Yazan: Leyla Ayyıldız

Mart 2001/ İstanbul - Paris

Yeniden tekrarladı.

- Cem seni seviyor...

İçinden defalarca aynı sözü yineledi; 'Cem beni seviyor'... Sıcak duşun kendisine iyi geleceğini düşünüp, elbiselerini çıkardı. Az sonra tüm gerçekliğiyle çırılçıplaktı... Kendi çıplaklığından ilk kez ürktüğünü fark etti. Doğum ve ölüm anlarının en yalın çıplaklığı çağrıştı düşüncelerine. Ne çok oyalanmıştı Yusuf'la... Oysa ona bu iki çıplaklık arası bir yaşam sunulmamış mıydı? Cem'in sevgisine haksızlık ettiğini fark etti.

Bu düşüncelerle sıcak duşun altında iyice gevşedi. Güzel kokulu şampuanlarla yıkandı. Nerede hata yapmıştı?

Noktadan sonra boşluk bırakmak? Evet, hatayı burada yapmıştı. Her ne kadar Yusuf'la ilişkileri bittikten aylar sonra Cem'le tanışmış olsalar da, Yusuf'la olan ilişkisine son noktayı henüz koymadan, onu tamamen aklından silmeden bu ilişkiye başlamıştı. Daha yaralıydı o zamanlar. Cem ile geçirdikleri ilk geceyi anımsadı, daha ilk geceden Yusuf onlarla her an birlikte değil miydi? Ve sonra Yusuf'un karanlık gölgesi hep yanlarında olmamış mıydı?

Oysa ki, Yusuf'u tamamen sildikten sonra yeni bir ilişkiye girmeliydi. Yani; noktadan sonra uzun, upuzun bir boşluk bırakmalıydı. Eski cümleyi hazmedecek, yeni cümle için soluklanılacak büyüklükte bir boşluk...

İyice rahatladığını hissetti. Vücuduna dokunarak, aşağıya doğru inen her su zerresiyle Yusuf'un kendinden biraz daha uzaklaştığını fark etti. Başına havlusunu sardı, bir şarkı mırıldanarak aynaya yeniden baktı.

- Cem seni seviyor...

- Sen de Cem'i seviyorsun...

Odasına doğru koşup, hemen cep telefonuna sarıldı. Ona çok haksızlık etmişti. Evet, onu seviyordu. Bir yandan bornozunu çıkarıyor, bir yandan numarayı çeviriyordu. 'Aradığınız kişiye ulaşılamıyor'... Nasıl olur? Az önce ayrılmışlardı. Cem geceleri telefonunu kapatmazdı ki... İlk kez ona ulaşamıyordu. 'Aradığınız kişiye ulaşılamıyor'... Evini aradı, evinde de yoktu. Nereye gitmiş olabilir? İyice meraklanmıştı. Çok geç bir saat olsa da, annesi onu merak edecek olsa da, onu bulmalıydı ve yanıtı söylemeliydi.

Alelacele üzerine bir şeyler geçirdi. Fırladı evden... Bir taksi çağırdı. Gecenin bu yarısı pek tekin olmasa da bu şehir, sevgi beklemezdi. Taksi boğaz köprüsünden geçerken, boğazın sularına yansıyan ışınlara takıldı gözü. Yaşamak ne güzeldi, sevmek en güzeliydi. Hala uyumamış olanların evlerinin pencerelerinden sızan ışıklara baktı, kaç kişi Cem'in ona sunduğu sevgiye benzer bir sevgiye ulaşabilmişti ki. Aylardır kendilerini takip eden Yusuf'un varlığı dahi yıldırmamıştı Cem'i... Yusuf... Bir daha bu ismi ağzına almamaya ant içti.

Taksi Cem'in evinin önünde durdu. Işıkları yanmıyordu. Uyumuş muydu acaba? Zile defalarca bastı, açan olmadı. Defalarca telefonla aradı. Cem yoktu. Aynı taksiyle geri döndü. Boğaz köprüsünden ikinci geçişlerinde artık göz yaşlarına hakim olamıyordu. İçinden şu sözleri tekrarlıyordu. 'Ya hep geç kaldım, ya da hep erken vardım.'

Günlerce Cem'den haber alamadı. Ortak arkadaşlarına ulaştı, kimsenin haberi yoktu. Cem yoktu...

Bir gün, bir mektup bırakıldı evine. Onun el yazısıydı. Cem'dendi mektup... Heyecanla okudu. Soğuk birkaç cümleden ibaretti. O gece ayrıldıktan sonra otobüse binip, Ankara'ya geçtiğini, ailesiyle görüştüğünü, aylardır babasının ısrarla gitmesini istediği yurt dışı master programını sonunda kabul ettiğini, hiç oyalanmadan Paris'e uçtuğunu yazıyordu. Cem gitmişti...

Selin bu sefer eskisi gibi davranmayacaktı. Onu kaybetmek istemiyordu. İnternet üzerinden Paris'teki üniversiteyle ilgili araştırmalar yaptı. Ailesiyle durumu olduğu gibi, açık açık konuştu. Kendisine bir haftalık tatil imkanı vermelerini istedi, onları ikna etti. Bir hafta kalmak için Paris'e uçacaktı. Cem'e mutlaka ulaşmalıydı.

Paris'e ulaştığında akşam olmak üzereydi. 'Herkesin kendi Paris'i ya da 'Herkesin Paris'indeydi işte. Otele gitmek için taksiye bindiğinde anladı ki, Eyfel bu şehirde onu hep takip edecekti. Geceyi otelinde dinlenerek geçirdi.

Sabah Paris'in güneşi uyandırdı onu. Cem, Paris, elinden kaçırdıkları, şu an... Kot pantolonunu üzerine geçirdi, beyaz renkte kolsuz bir bluz giydi. Boynuna açık mavi renkte tül bir şal aldı. Gün boyunca onun yüreğiyle birlikte Paris'in rüzgarında bu tül dans edecekti. Heyecanlıydı...

Cem'in okuluna geldiğinde heyecanı doruktaydı. Master sınıflarını sordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken kalbinin duracağını sandı. Büyük bir salonun kapısına geldiğinde, artık Cem'e çok yaklaştığını hissetmişti. Kapı aralıktı, içeriye bakıp, Cem'i görmeye çalıştı. İşte oradaydı. Bir bilgisayarın başında oturuyor, dersin başlamasını bekliyordu. Ona doğru yaklaştı, arkasına geçti, Cem'in gözlerini elleriyle sıkıca kapadı. Cem şaşırmıştı. Selin'in ellerini tuttu, dokundu, dokundu. Parmaklarını aralamaya çalıştı. Ayağa kalktı, Selin'e döndü. Selin gelmişti... Evet, sevgi gelirdi...

Yukarı

5 - Yazan: Mehtap Akdeniz

Nisan 2001/ Paris

Yol boyu bulutların üstünde uçarken kurduğu hayaller sonunda gerçek olacaktı Selin'in. Cem onu görür görmez havalara kaldıracak, olduğu yerde daireler çizdirecek, dakikalarca öpüşeceklerdi. Sabahlara kadar sevişecekler, Paris sabahlarına birbirlerine aşık uyanacaklardı. Mavi göklerden Cem'e doğru yol alırken bunları düşünüyor, Paris'e yakışır bir buluşma olacağını hayal ediyordu.
Ancak ters giden birşeyler vardı. Cem'in bakışlarında şimşekler çakıyor, sert lodosların ruhlara verdiği delilik havası gözlerinden okunuyordu.

- Neden geldin?
- Özledim.

Bu tek kelimelik açıklama Cem'in sorusuna cevap değildi, bir süre sabırla öylece yüzüne bakıp devamını getirmesini bekledi. Selin için ise, söylenmemiş herşey bavulunu kapıp sevdiği adamın peşine özlemle düşmekle açıklanabilecek kadar basitti. 'Daha ne açıklamamı bekliyor ki?' Diye düşündü içinden. 'Onu sevdiğimi söylemiyor mu burada oluşum; ardına düşüşüm; herşeyi bırakıp ona koşmam yeterli değil mi?' diye düşünürken Cem gitmeye hazırlanıyor, bir yandan kitaplarını topluyor bir yandan bilgisayarda açtığı dosyayı kapatıyordu. Cem'in ceketini giyerkenki gergin halinden bir şeylerin ters gittiğini hissetti. Olan bitenle ilgili senaryolar üretmeye başlamıştı. Yine haklı olduğuna dair senaryoları zaten hep hazırdı. 'Başka biri olmalı hayatında, gelişime bu kadar kayıtsız kalmasının başka bir açıklaması olamaz!' diye düşündü. Cem'de, Yusuf gibi çıkmıştı işte... Kayıtsız ve küstah!
Cem ile birlikte binayı terk ederken, yolun yorgunluğu ve yaşadığı hayal kırıklığı ile süklüm püklümdü Selin. Uzun süre konuşmadan hızlı hızlı yürüdüler. Bir ara Selin Cem'i kolundan yakalayıp durdurdu.

- İstersen hemen geri dönerim.
- Sebep?

Selin tam bir açıklama yapmak üzereydi ki vazgeçti. Cem'in kolunu bırakıp yürümeye devam etti. Olanı biteni anlamıyordu. Böyle bir karşılamaya kendini hazılamamıştı. Oysa Cem tam da böyle bir karşılaşmaya hazırlanmış gibi kendinden emindi; ilk kez. Eyfel Kulesi'nin olduğu meydana gelmişlerdi. Kulenin ayaklarının altında boş bir banka oturdu Selin. Daha fazla gidemeyeceğini anlamıştı. Cem tam karşısında ayakta duruyor, arkada Eyfel bütün heybetiyle göğe doğru yükseliyordu. Cem çok güçlü görünüyordu gözüne Selin'in. İlk kez. Çelik gibi sağlam. Eyfel kadar ulaşılmaz. Ve küstah!

- Ne oldu sana Cem?
- Lodos nedir bilir misin? Güneyden esen sert bir rüzgardır. Herşey birbirine karışır, herşey kendini başka bir yerde bulur. Ben sert bir Lodos yedim Selin ve buralara kadar sürüklendim.

Selin artık hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını onun ses tonundaki kararlılıktan anlamıştı. Oysa ne kadar emindi onu kadın olarak etkilediğinden. Ilık vazgeçilmezliğinden emindi. Cem'in içindeki soğuk karları eriten ılık havaları estiriken; bir yandan da içine sağanaklar yağdırdığını görememişti.
Selin esmişti, Cem savrulmuştu. Şimdi Cem esiyor, Selin savruluyordu.

- Evet sıcaktın ama öylesine serti ki rüzgarın, kafamın içi allak bullak oldu. İçimde bir metafor oluştu sanki. İçimdeki fırtınayı dindirmek için senden tek bir şey istedim. 'Sevdiğini bilmek'. Oysa sen içimdeki fırtınayı dindirmek yerine her seferinde daha sert estin. Her seferinde başka kıyıya vurdun beni. Şimdi kollarına atılıp 'Hoşgeldin' dememi bekliyorsun öyle değil mi?

Bu soru karşısında ne diyeceğini bilemedi Selin. Cem'in her sözü onu başka yerinden tutup yere vurmuş; yollarda sürükleyip, kıyı köşelerde allak bullak olmuştu. İçinde bir metafor oluşmuştu sanki tıpkı Cem'in dediği gibi. Cevap vermek için, Lodos fırtınasının dinmesini, yerini tatlı bir serinliğe bırakmasını bekledi Selin. Uzun süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.

- Cevap versene. Benden ne bekliyorsun Selin?

Cem'e, onu kollarına alıp 'Hoşgeldin' demesini beklediğini söyleyemedi.

- 'Hoşgeldin' yerine, sana 'güle güle' diyeceğim. Sana gerçek bir kadın olma şansı vereceğim. Git ve bu şansını kullan.

Duymak istediği şeyler bunlar değildi. Ondan bir tek şey duymayı bekliyordu; Cem'in ondan aylarca duymayı beklediği şeyi... Sevildiğini bilmek.

Selin, ne yaptığını anladığında, Cem kendi şansını kullanmış ve Paris'in ara sokaklarına dalmıştı. Geriye sadece Eyfel'in çelikten soğuk görüntüsü kalmıştı...

Yukarı

6 - Yazan: Gülendam Oğuz

Nisan 2001/ Paris

Bir süre, olduğu yerde öylece çakılı kaldı. İyi bir estetisyenin elinden çıkmış gibi kalkık, minik burnuna düşen haylaz bir yağmur damlası onu kendine getirmeye yetti. Hava birden kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı. Tek bir şemsiye altında sarmaş dolaş koşuşturan çiftler, havaya aldırmayıp iki adımda bir fotoğraf çeken güler yüzlü çekik gözlüler, istiflerini bozmadan hala kay-kay yapan gençler bu puslu günün sevimli hayaletleri olarak Selin'in beklenmeyen yalnız kalışına dostluk etmekteydiler.

Cem, üzülmüşlüğünü şiddetli bir tepki ile göstermişti. Selin, böyle bir karşılama beklemiyordu. Şaşkındı.

Metro istasyonuna doğru yürümeye başladı. Bir yandan da "Ah Cem, bir anlasan korkularımı... Bir anlasan..." diye kendi kendine mırıldanmaktaydı.

Concorde Meydanı'na giden sarı hatlı RER trenine bindi. Yağmurluğundan şelale gibi akmakta olan su damlaları koltukları ıslatmasın diye, bir köşede ayakta durmayı tercih etti. Durdukları her istasyonda, güruh gibi akan kalabalıklar arasından gözleri Cem'i arıyordu. O kadar yolu onun için gelmiş, ancak istediklerini söyleyemeden reddedilmişti.

Birkaç istasyon sonra, trenden inip metro'ya geçti. Vagonlar, kapıları zor kapanacak kadar çok kalabalıktı. İnsanlar, bu sıkışık ve dar ortamda bile kafalarını bir an için bile kaldırmadan kitap okuyorlar, hangi durakta olduklarını sadece anonslara kulak vererek takip ediyorlardı. Her ırk ve renkten insanlarla doluydu içerisi. Selin, onları izlemeye öylesine kaptırmıştı ki kendini, bir süreliğine Cem'in ani kaçışını bile unutmuştu.

Metro, istasyondan ayrıldıktan hemen sonra, vagonu tatlımsı, baharatlı bir parfüm kokusu sardı. Selin'den başka kimse umursamıyordu. Beline kadar sarı lepiska saçları ile çok şık ve güzel bir kadındı. Bej rengi, pahalı pardösüsünün kemerini, daracık belinin etrafından sıkıca bağlamış, omuzlarına da mavi-yeşil tonlarda ipek bir fular kondurmuştu. Kısa bir süre sonra, herkes gibi o da çantasından bir cep kitabı çıkardı. Son okuduğu sayfayı bulmaya çalışırken dirseği Selin'in göğsüne çarptı. Özür dilemek için tekrar kıpırdadığında ise kitabın arasından bir kağıt parçası yere düştü.

Selin, bir hamlede düşen kağıdı yerden aldı.

Siyah-beyaz eski bir fotoğraftı. Eski tarz saç kesimli, bıyıklı iki adam ve ortalarında güzel sarışın bir genç kız, mutlu bir şekilde birbirlerine sarılmış, çimenlerin üzerinde oturuyorlardı. Selin birden irkildi. Soldaki esmer, dalgalı saçlı olan Yusuf'a o kadar çok benziyordu ki..

Kafası karışmış bir halde fotoğrafı kadına uzattı. Kadın, Selin'e tebessüm edip fotoğrafı tekrar kitabın arasına koydu.

Yusuf, ona, gençliğinde bir dönem, dil kursu için Fransa'ya geldiğinden bahsetmişti. Bu süre içerisinde ise İsveç'ten gelen başka bir talebe ile yakınlaşmış olduklarını anlatmıştı. Demek o talebe ile bu güzel kadın aynı kişiydi ve belli ki Paris'e yerleşmişti. Fotoğrafı hala saklaması ise o günleri unutmadığının bir göstergesiydi.

Tüm bu düşünceler arasında gezinirken, kendine şaştı. Tuhaf ki, Yusuf'u kadından kıskanmamıştı. Aklında sadece Cem vardı. Ama sonunda Cem de onu reddetmişti. Selin, onu çok sevdiğini bir kez daha anladı. Ancak, duygularını açarsa bir süre sonra işler rutine girdiğinde, onu da Yusuf gibi kaybedeceğinden korkuyordu. Cem'i bulmayı başarırsa onu konuşturmadan boynuna atlayacak, avaz avaz sevgisini haykıracaktı. Bunu düşünürken, bir çocuk gibi pırpır ediyordu yüreği. Cesaret gelmişti.

Bu düşüncelere dalmışken, hemen karşısındaki cama yansıyan kendi görüntüsünden, tatlı tatlı gülümsediğini fark etti. Simsiyah gözleri, üzerine taze yağ dökülmüş kahvaltılık zeytinler gibi pırıl pırıl parlamaktaydılar. Kendini her zamankinden daha çok beğendi. Hala kurumamış saçları ve bembeyaz teni üzerinde aşk'tan pembeleşen yanakları ve dudakları ile öyle duru ve güzeldi ki..

Cem'e sevgisini söylemek için Paris'e gelmeyi anlayabiliyordu da, gerçekten sevdiğini anlamak için önce reddedilmek, ardından bir metro vagonunda eski bir fotoğrafta Yusuf'u tekrar görmek ve cama yansıyan esas Selin'e rastlamak doğrusu oldukça enteresandı. Cem haklıydı.

- Cem seni seviyor Selin'ciğim. Ve sen de onu, bir tanem!
- Ihmm.. Galiba evet! , dedi cama yansıyan Selin, muzipçe sırıtarak.
- Acele et! Okulda yakalama şansın hala varken koş ona ve de ki; "gerçek kadın olma şansımı kullanıyor, sadece seni sevdiğimi söylemek istiyorum".
- YESS!

Yaklaşmakta olan istasyonun ışıkları vagonun iç aydınlatmaları ile birleşirken, "Place de la Concorde" ismi camdan hızlıca geçti. Anons ile aynı zamanda tren de durdu. Bu merkezi durakta, kalabalığın çoğunluğu dışarıya akın etti.

Selin, ters yöne gitmek üzere karşı perondaydı artık. Heyecan ve sabırsızlık içinde yeni trenin gelmesini bekliyordu.

Yukarı

7 - Yazan: Gültekin Gök

Nisan 2001/ Paris

Metro nihayet perona yaklaşmıştı. Bir çırpıda biniverdi ve ilk gördüğü koltuğa oturdu. Ayakta kalarak az evvel hiç aklına bile gelmeyecek şekilde gelişen tesadüfü veya tesadüfleri yaşamak istemiyordu. Oturup buğulu camdan dışarıyı izlemek daha cazipti. Nereden çıkmıştı bu kadın ve resim. Yusuf'u hayatından ve yüreğinden koparmaya çalışırken neden bu ana denk gelmişti ki. Hafif bir burukluk yaşadı o an. Oysa resmi gördüğünde kıskanmamıştı bile. Ama kadın gözünün önünden gitmiyordu. Gerçekten alımlı ve çoğu erkeği baştan çıkartabilecek bir güzelliğe sahip, bir o kadar da bakımlıydı.

- Bana ne kadından... Hatta Yusuf'tan da bana ne!

Tek düşüncesi bir an evvel Cem'i bulmak yüreğinden geçenleri ve Yusuf diye birinin artık kalbinde yer almadığını söylemekti. Artık düşünceleri oldukça net bir şekle gelmişti. Bir daha ne Cem'in yanında ne de yalnızken Yusuf'u aklının ucundan bile geçirmemeliydi. Zaten Cem ile aralarına giren, aylarca 'Seni Seviyorum' diyememesine sebep Yusuf değil miydi?... Ağzından birden engel olamadığı ve yüksek sesle bir cümle çıktı. 'Bir daha buna izin vermeyeceğim.' Yanında oturan orta yaşta bir kadın sesin geldiği ağza bakıyordu. Utandı birden. Camda yansıyan yüzü gerçekten utandığının göstergesiydi. Kadın hafiften eğilerek,

- Güzel kızım sanırım Türk müsün? diye sordu.
- Evet teyzeciğim Türk'üm.
- Kusuruma bakmayın ne olur. Bir an tutamadım kendimi ve ağzımdan kaçıverdi işte.

Kadın yaşlılığın verdiği saf ve hoş bir tebessümle, 'Olur evladım. Ama belli ki kafan karışık ve olmamasını istediğin şeylerle mücadele ediyorsun' dedi. Kadın haklıydı.

- Yoo teyzeciğim aslında kafam karışık değil öylesine söyledim.
- Neyse güzel kızım ben öyle yorumladım özür dilerim.

Gerçekten kafam hala karışık mı acaba diye sordu kendi kendine. Ya Cem? Yanımda oturan hiç tanımadığım bir kadın bunu görebiliyorsa ben Cem'e nasıl anlatacağım artık net olduğumu, yalnızca hayatımda onun olduğunu, Yusuf'u söküp attığımı?

Yine bir korku kaplamıştı bedenini. Belki de son şansıydı bu. Cem'i gördüğünde duygularını ve onu sevdiğini en iyi şekilde ve tereddütsüz anlatması gerekiyordu. Aksi takdirde onu gerçekten kaybedebilirdi.

- Bu günü yalnız geçirmeli. Ve yarın sabah doğan güneşle birlikte yeni bir sayfa açmalı hayatımda. O sayfanın ilk satırı yalnızca Cem olmalı...

Tekrar başladığı noktaya gelmiş, metrodan inmişti Selin. Karşısında yine ihtişamlı görüntüsüyle Eyfel kulesi duruyordu. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında epey bir süre izledi ışıkları ve Eyfel kulesini.

'Ne kadar genç çift var bu şehirde, dedi. Aşıklar şehri diye boşuna dememişler buraya' diye söylendi… Artık ıslanmanın verdiği bir titreme başlamıştı. Bir an evvel elbiseleri değiştirmeli, saatlerdir açlıktan ağrılar giren mideyi doyurmalı diye düşündü.

Keşke tanıdığım bir dostum olsaydı şu şehirde, belki şu an yaşadıklarımı ve yapmam gerekenleri de konuşur biraz olsun rahatlardım diye düşündü. Kesinlikle konuşmaya, kafasından geçenleri birileriyle paylaşmaya çok ihtiyacı vardı. Bunları yapabileceği tek kişi Cem iken maalesef şu an bu kişi o olmamalıydı. İçinde kopan lodos fırtınalarıyla kendi kendine yüksek sesle konuşur olmuştu.

- Deliriyor muyum?...

Meydanı biraz geçip sokak aralarından, kaldığı otele doğru yürüdü. İçeri girdi. Odasına girdiğinde ilk yaptığı şey kendini, ıslak elbiseleriyle, yüz üstü yatağa bırakıvermek oldu. Cem'le ayrıldığı gün geldi aklına. O gece de tıpkı böyle ıslak bir şekilde yatağına uzanmıştı. Tıpkı bu gece gibi ıslak, tıpkı bu gece gibi mutsuz, tıpkı bu gece karmakarışık… Günlerdir yaşadığı şeyler ve Cem aklına geldiğinde hıçkırıklarla etkisini iki kat artıran göz yaşlarına hakim olamadı. Oysa buraya geldiğinde ne kadar da kararlıydı. Ve de ne kadar umutlu, mutlu…

Ağlamanın ve yorgunluğun etkisiyle saat 21:15 'i gösteriyordu uyandığında.

- Ne çabuk geçmiş zaman...

İlk aklına gelen titreyen vücudunu soğuktan kurtarmaktı. Üzerine yapışan elbiselerini özensiz bir şekilde bir kenara fırlatıp banyoya koştu. Sıcak bir duş çok iyi gelecekti titreyen vücuduna. Tıpkı o geceki gibi… Duş gerçekten ısıtmıştı vücudunu. Sırt çantasından çıkardığı elbiselerini giyip makyajını da bitirdikten sonra nihayet sıra açlıktan çırpınan midesine bir şeyler doldurmaya gelmişti.Hafif bir şeylerle açlığını gidermenin uygun olacağını düşündü. Ve yanında kırmızı şarap. 'Evet evet bir bara gidip yapa yalnız oturup hafif bir şeyler yemeli ve kalitelisinden de bir kırmızı şarap içmeli'. Bu fikir kafasına yatmıştı Selin'in. Meyhane tarzı, hafiften bir müzik çalan, dinlendirici bar ilişti gözüne.

Loş ışıklar ve bu müzik eşliğinde kırmızı şarabımı yudumlarken, sanırım kafamı toparlar, yarın belki de son şansım olan önemli güne kendimi daha iyi hazırlarım, diye düşündü.

Biraz bir şeyler atıştırdıktan sonra, kırmızı şarabını yudumlayıp derin düşüncelere dalmıştı yine. Kesin kararlıydı. Cem'i kaybetmek istemiyordu. Yarın çıkıp karşısına cesur bir şekilde diyecekti ki: 'Cem ben seni gerçekten sev...' Birden karşısında yine o kadını gördü. Barın kapısından içeri giriyordu kadın. Ne kadar güzel ve alımlıydı. Hemen arkasında da bir adam. Barın loş ışıklarından sıyrılıp adamın yüzünü görmeye çalıştı.

- Tanrım! Bu… Bu… Yusuf mu yoksa…

Yukarı

8 - Yazan: Gülseren Bağlar

Nisan 2001/ Paris

-Aman Tanrım! Yusuf bu...

Kalbindeki ani sancıyla irkildi. Eli ayağı buz kesti. Rengi kaçtı. Dudaklarında ki kan çekildi sanki. Garip bir üşüme hissiyle titremeye başladı. Böyle tesadüflerin sadece filmlerde olabileceğini biliyordu. Hiç başına gelmemişti. "Sakin ol" dedi kendine. Sustur beynini ve sakin ol. Saniyelerle yarışan bir karar verdi. Gidip onunla konuşacak, yüzleşecekti. Ancak öyle rahatlayabilirdi.

- Merhaba!

Yusuf' un ela gözleri kocaman açıldı.

- Selin..?? Ne işin var burada ? Pardon ya, çok şaşırdım. Sorumu mazur gör.
- Bilmem... Sürüklendim işte bir şeylerin peşine.
- Oturmaz mısın ?
- Rahatsız etmiş olmayayım ?
- Yo... yo... hayır, lütfen otur. Yanında ki kadına bakarak, "tanıştırayım kuzenim Serap. Üniversite hastanesinde çok başarılı bir doktordur. Bugün onun doğum günü. Ben oraya gidemediğim için o geldi. Paristeki tek yakınım. Birlikte kutlarız, değil mi Serap?" dedi. Serap'ta ; tabii ki sevinirim. Lütfen kal, dedi.

Selin, buna sevinmeli mi bilemedi. Ne söylemeliydi? söze nasıl başlamalıydı? Hani içindeki her şeyi kusup rahatlayacaktı? "Neden böyle yaptın, neden !!!" diye çığlık atıp, belki de tokat atacaktı. Niye şimdi söyleyecek bir sözcük bulamıyordu? Kuzu gibi olmuştu. Neydi bu şimdi ? Hani Cem'i sevdiğini anlamış, kalkıp ta buralara kadar gelmişti. Onu sevdiğini söyleyecek, kırdığı kalbini onarıp birlikte Türkiye' ye dönecekti. N'oldu? Bunca zaman kendisini mi kandırdı? Birden herşeyi berbat ettiğini düşündü. Keşke gelmeseydi buraya. Uzun ve sancılı geçen bunca sürede, Yusuf'u yüreğinden söküp atıp, yerine Cem'i yerleştirmişken kafasının karışması saniyeler kadar kısa mıydı?

Yusuf'un ela bakışları sürekli Selin'in üzerindeydi. Serap bu durumu bilmediğinden; ikilinin arasında ki bu sessiz dialoga gözleriyle tanık oluyordu. Selin de, Yusuf da ilk sözcükte karar kılamadıklarından sohbet bir türlü başlayamıyordu.

- Selin!
- Yusuf!

Diye ikisi aynı anda söze girdiler. Sonra gülüştüler.

- Söyle!
- Hayır sen söyle!
- Önce sen!

Tekrar gülüştüler. Çok anlamsız ve gereksiz uzatmalardı. Belli ki ikisinin de söylemek istediği ama söylenmesi bir o kadar zor sözcüklerle doluydu iç cepleri.

- Hatırlıyor musun Selin? Seninle böyle yağmurlu bir günde, yine bir barda karşılaşmıştık. Sığınmaktı derdimiz...

Hiç unutmamıştı ki hatırlasın... Beynini susturamıyordu bir türlü. Birileri düğmeye basmıştı sanki. Bu bir kurgu olmalıydı. Senaryo belli, oyuncular belli. Deneniyordum galiba diye düşündü Selin. Yusuf hiç susmadan sürekli bir şeyler anlatıyordu. Selin bunların hiç birini duymuyordu. Aklından aldatılması ve yaşadığı fırtınaları çıkaramıyordu. Huzursuzdu... İzin isteyip , oteline dönmek istedi. Yusuf, 'ne kadar daha burdasın ,seni arayabilir miyim, görüşebilir miyiz?' diye sordu. Selin, '2-3 gün belki de hafta sonuna kadar, arayabilirsin' dedi. Ona karşı bir şeyler söyleyemediği için kendine çok kızdı. Yenik ve güçsüz hissetti kendini. Vedalaştılar.

Selin'in düşlediği son bu değildi.

Ertesi gün Cem'e gitti. Bulamadı. Daha ertesi gün yine. Cem kaybolmayı tercih etmişti. İki gün daha kalacağını ve hafta sonuna kadar burda olduğunu, onu bekleyeceğini bildiren bir not bıraktı. Beklemekten başka şansı yoktu. İkinci günün sabahı erken saatlerde telefonun sesiyle uyandı Selin.

- Aloooo. Ceeemmm ! diye açtı.
- Pardon? birini bekliyordun galiba. Hala buradaysan ve bana ayıracak zamanın varsa, bu akşam saat 20.00 de aynı barda seni bekleyeceğim. Dedi ve telefonu kapattı.

Yusuf'un bu kendinden emin tavrına ve cevabı beklemeden kapamasına sinirlenmişti Selin. Akşam oraya gitmeyecek ve onun ukalalığına bir cevap vermiş olacaktı. Tüm gün aylak aylak gezdi. Akşam saatlerine doğru oteline geldi. Yusuf'a gitmekle, gitmemek arasında direniyordu. Beyni de, bedeni de yorgundu. En iyisi duşa girmekti. Suyu açtı, küveti doldurdu, içine girdi, gözlerini kapadı... Kapının sesiyle kendine geldi. 1-2 saat nasıl geçmişti, farkında değildi. Saate baktı. 20.30 du. Fırlayarak çıktı küvetten, aceleyle havluya sarınıp kapıyı açtı...

Yukarı

9 - Yazan: Betül Ayhan

Nisan 2001/ Paris

Kapı açılır açılmaz Yusuf elinde bir şişe şarapla "Sen gelmeyince ben geleyim dedim. Şarap ziyan olmasın, tek başıma bitiremem" diyerek davet edilmeyi beklemeden içeri girdi. Bir iki adım attıktan sonra arkasını dönünce havluya sarınmış kendine şaşkın şaşkın bakınan Selin'i farketti. Bakışlarını vücudunda gezdirirken

- Hala çok güzelsin, dedi.

Sabahki kendinden emin tavrı yine üzerindeydi. Bu tavrı Selin'i gittikçe daha çok sinirlendiriyordu. Üzerine dikilen gözlere sert bakışlarla karşılık vererek;

- Aslında birini bekliyordum... dedi.

Yusuf'un yüzünden okunan hayal kırıklığı, şaşkınlığının yerini kendine güvene bırakmıştı.

- Peşine takılıp sürüklendiğin adamı bekliyorsun sanırım?
- Evet, dedi sahte bir gülümseme ile. Söylediklerine ve yüzündeki gülümsemeye kendi bile inandığına göre yeterince gerçekçi durmuş olmalıydı.
- Ben sanmıştım ki...
- Düşündüğüm şeyi sanmadın umarım?
- Burada olduğumu öğrenince...
- Burada olduğunu bilmiyordum ki, diye araya girdi.
- Anladım... Ben... gideyim en iyisi.

Bir şey söylemeye çalışıp, söyleyeceklerini bulamazmış gibi olduğu yerde kalmış, bir şeyler sorması için bir Selin'in yüzüne bir etrafına bakınıp duruyordu. Selin kapıyı biraz daha aralayınca artık gitmesi gerektiğinden kendisi de emin olmuştu. Elindeki şişeyi uzatıp;

- Bunu senin için almıştım zaten, dedi. Kısa bir an duraksadıktan sonra yutkunup, Selin, sana bir özür borçluyum, diye ekledi.
- Bana borçlu flan değilsin. Asıl ben kendime özür borçluyum senin bana yaşattıkların yüzünden. Şimdi senin dileyeceğin hiç bir özür kaybettiklerimi geri getirmez Yusuf. En iyisi sen hiç bir şey dileme benim için.

Yusuf'un bakışlarındaki hayal kırıklığı duyduklarının şaşkınlığı ile daha da büyümüştü. Karşısındaki kadının vakur duruşu karşısında ezildiğini hissetti. Gözlerinin dolduğunu gizlemek için hemen arkasını dönüp çıktı kapıdan.

Selin kapıyı kapatıp odasına gittiğinde söylediklerine inanmaya çalıştı bir süre. Uğruna aylarca kendini kendine hapsettiği, yokluğu yüzünden hayata küstüğü adamı böyle kolay ve bu kadar katı reddedebilmesi olacak iş değildi. Az önce konuşan Selin'in kendisi olduğuna inanamıyordu. Bir kaç dakika önce yaşananlara, söylediklerine şahitlik etmesini ister gibi elindeki şarap şişesine bakıyordu. Yatağına uzanıp kendini sakinleştirmeye çalıştı ama boş bir çabaydı bu. Aklından 'keşke şunu da söyleseydim' diye geçen bir düşünce yerini hemen 'yok yok en iyisi onun yaptığı gibi hiçbir şey söylememekti' diyen başka bir düşünceye bırakıyordu. Birden ağlamaya başladı. Ne üzüntü, ne mutluluktu bu gözyaşlarının nedeni. Sebebini kendisi de bilmeden hıçkırıklarla ağlıyordu.

Dışarıdan gelen, çarpma sesine benzer ani bir gürültü ile ağlarken uyuyakaldığı yatağında sıçradı. Elindeki şarap şişesini sıkı sıkı tutuyordu. Komidinin üstünde duran saate baktı, 22:22. Hemen bir dilek tuttu, Cem'den bulaşmıştı bu dilek tutma huyu. Her seferinde 'Selin beni çok sevsin' diye sesli söylerdi dileğini. Cem'inki kabul olduğuna göre kendisininki de kabul olacaktı kuşkusuz. 'Cem beni sevsin, Cem beni çok sevsin' diye bir kaç kez tekrarladı dileğini.

Yine hayal kurmaya başlamıştı. Ertesi sabah tekrar Cem'in okuluna gidecek, kendini, kendi içinde saklı gerçek kadını bulduğunu, o kadının Cem'e aşık olduğunu söyleyecek, onu eskisi gibi sarması için gerekirse yalvaracaktı. Hem nasıl da özlemişti Cem'i. Onu kucaklar kucaklamaz Cem de fark edecekti bunu. Yanı başında duran kadının herşeyiyle kendisine ait olduğunu anlayınca bütün kızgınlığı, kırgınlığı geçiverecekti. Üstelik haklıydı kızmakta da kırılmakta da... Nasıl üzmüştü bunca zaman onu...

Kurduğu hayallerle rahatladı, pijamalarını giyip yatağın yanına oturdu. Şarabını açtı. Bir yandan kısık sesle şarkı söylüyor bir yandan da kaçıncı kadehte olduğunu saymadan içiyordu. Haddinden fazla içtiğini farkettiğinde olduğu yerde sızmaya başlamıştı bile, düşünceleri bölük pörçüktü. İyi olan bir Cem'i bir Yusuf'u düşünmüyor, hayallerinde hep Cem'in kollarında buluyordu kendini. 'Bir daha bana uğramaz' dediği aşkın onu tekrar bulduğundan emindi artık.

Öğleye doğru uyandığında güneş odaya düşmüş, komidinin üstündeki abajurun ışığı cılız bir dekor gibi kalmıştı. Önceki akşamdan kalan baş ağrısına aldırmadan üstünü değiştirip dışarı çıktı. Kurulmuş bir oyuncak gibi düşünmeksizin hareket ediyordu. Doğru Cem'in okuluna gitti. Yol boyunca etrafındaki herşeyi kanıksamış yerlilerin üzerindeki umursamazlık bulaşmıştı sanki ona da, ne gördükleriyle ne de duyduklarıyla ilgilenmiyor, sadece bir an önce gideceği yere varmak isteyen aceleciliği ile yerinde kıpırdanıp duruyordu. Okula vardığında Cem'i girişteki merdivenlere oturmuş arkadaşları ile hararetli hararetli konuşurken buldu. Selin'in geldiğini hissetmişcesine başını kaldırınca göz göze geldiler. Hemen yerinden kalkıp yanına geldi. Yüzündeki anlamsız ifadeden hiç bir şey anlamak mümkün değildi. Kızgınlık, kırgınlık, sevinç ya da heyecan adına tek bir iz bile yoktu. O kısa zaman diliminde Selin kendisine doğru gelen adamın düşünceleri ile ilgili hiç bir ip ucu bulamamıştı.

'Kendini buldun ve bana döndün demek' 'Gelmeyeceğinden kormuştum' 'Neden geldin?' 'Kalacak mısın?' 'Veda etmeye mi geldin' 'Ben de seni seviyorum' ... Hepsi olabilirdi, ya da başka binlercesinden biri... Ama ifadesi sanki bu anlamların hiçbirini barındırmıyordu yüzünde. Garip bir korku sardı Selin'in vücudunu. Titremesi heyecanından mıydı yoksa bu garip korkudan mıydı ayırt edemedi. Hemen yanında durup;

- Naber, dedi sadece.

Naber... Hepsi bu kadar mıydı... Sadece sıradan insanlara söylenen sıradan zamanların aslında hiç bir anlamı olmayan kelimesi... Naber... Selin yine de hayal kırıklığını gizlemeye ve içindeki coşkuyu kaybetmemeye çalışıyordu.

- Cem, aynadakinin ne dediğini buldum!
- ...
- Cem, seni seviyorum. Hem de sensiz olmayı düşünemeyecek kadar çok seviyorum...
- N'oldu Selin?
- Ne demek ne oldu?
- Basit bir soru, ne oldu? Neden senden bunu duymak istediğim onca zaman yoktun da şimdi dünyanın bir ucunda pat diye karşıma çıkıp beni sevdiğini söylüyorsun? Ben geçen gün ne demek istediğimi anlatamadım galiba sana, lodos yedim ben Selin... Vurgun yemekten daha beter bu... Şimdi de savrulduğum yerde lodosun dağıttıklarını toplamaya çalışıyorum.

Alacağı cevabı ya da söylediklerinin yarattığı etkiyi görmeyi beklemeden arkasını döndü ve arkadaşlarına doğru yürüdü. Selin derin bir sessizliğin içinde tek başına kalmıştı. Aylarca dinlediği, sonra kurtulmak için onca çaba harcadığı sessizliğin uğultusu yine kulaklarında çınlıyordu. Tam hayatının kaybetmek üzere kurulmuş olduğunu düşünüyordu ki Cem'in oturduğu yerden kitaplarını ve çantasını alıp kendisine doğru geldiğini gördü. Kalbi tekrar heyecanla atmaya başladı. Bitmemişti, gitmemişti, Cem onu bırakmamıştı, kaybetmekten örülü zincirler kırılmıştı nihayet... Sevinçle yerinde zıplarken yanından geçip giden Cem'in arkasından bir kaç saniye önceki yıkık duygularla bakakaldı.

Yukarı

10 - Yazan: Seyfullah Çalışkan

Mart 2005 / İstanbul

Selin Paris'te yediği vurgunla bütün yaşam sevincini yitirmiş olarak İstanbul'a döndü. Uzunca bir süre kulağına kar suyu kaçmış balık gibi geceyi, gündüzü, yediğini, içtiğini, nereye gittiğini, ne yaptığını bile ayırt etmekten yoksun olarak yaşadı. Arada bir "Bütün aynalar bana seni sevdiğimi söylüyor. Senin aynaların sağır ve dilsiz mi oldular?" diyerek Cem'in telefonuna sesli mesajlar bırakıyordu.

Cem, tam üç ay sonra gecenin hayli geç bir saatinde Selin'i telefonla aradı. Aralarındaki ilişkinin bu kadar büyük girdaplara kapılmasının nedenini anlamadığını, her şeyin daha güzel olması için yeterince çaba harcamadıklarını, Selin'in uzun süren kararsızlığının kendisini çok yıprattığını ve bu ilişkiye duyduğu güveni sarstığını uzun uzun anlattı. Selin Cem''in söylediklerine arada bir itiraz ettiyse de sık sık hatalı davrandığını kabul edip özür dileyerek aralarındaki buzları biraz olsun eritmeye çabaladı.

Sonraki haftalarda içinde hiç aşk geçmeyen, yaşadıklarından ve geçmişten söz etmeyen cümlelerle iki eski arkadaş gibi telefonda uzun uzun konuşmayı sürdürdüler. Zamanla telefon konuşmalarının rengi değişmeye, her şey Selin'in istediği sonuca doğru gitmeye başladı. Altı ayın sonunda son kez aynaların ne söylediğine yeniden bakmaya, bir kez daha denemeye ve her şeye yeniden başlamaya karar verdiler.

Mutlu sonlar bütün öykülere yakışır. Bütün insanlar her damlası aşklar tarafından kutsanmış kırk ikindilere yakalanıp sırılsıklam olmak isterler. Sevda sözlerinden ilmek ilmek dokunmuş bir masalın içinde sonsuz bir mutluluğa müptela, yalan kadar güzel bir ülkeye gidip bütün zamanların uzağına kaçabilmeyi ister. Bunun imkansız olduğunu aslında çok iyi biliriz. Her şeye, hatta yaşamın acıtan gerçekliğine rağmen geceler boyu sarılıp kucağında huzurla uyuyabileceğimiz rüyalarımız olsun isteriz.

Selin ve Cem bu en eski, en yorgun masalın bir ucundan tutup evlendiler. Cem Paris'te babasının düşlerini ve mastır programını yüz üstü bırakıp gelmişti. İstanbul'da orta halli bir semtte, orta halli bir apartman dairesi kiraladılar. Birkaç ay sonra adam akıllı geçim sıkıntısıyla boğuşmanın ve yokluk çekmenin ne olduğunu öğrendiler. Çünkü Cem'in babası oğlunun mastır programını yarım bırakıp İstanbul'a dönmesini kesinlikle onaylamadı. Telefonda " Ne halin varsa gör. Kendi başına verdiğin kararın sonuçlarına katlanmalısın." deyip onu yüz üstü bıraktı.

Selin'in ailesi Cem'i tanıdıktan sonra çok sevdiler. Onun kızları için uygun bir eş olduğunu düşündükleri için evlenmelerine destek bile oldular. Yeni evlilere oturdukları apartman dairesini kiralayıp iyi kötü dayayıp döşediler. Selin'in ailesi zaten Cem'in ailesi kadar varlıklı da değildi.

Cem İstanbul'a döndükten sonra bir arkadaşının yöneticiliğini yaptığı Salacak civarındaki Anadolu Kültürü ve Araştırma Derneği adındaki bir lokalde çalışmaya başladı. Lokalin muhasebesinden, dernek mensuplarının ağırlanması, yemek ve müziklerin organizasyonu dahil bütün işlere koşturuyordu. Kazandığı para oturdukları evin kirasını ve mutfak masraflarını zar zor karşılıyordu. İşin en kötüsü yeni evlilerin birbirine ayıracak hiç zamanı yoktu. Öğleye doğru başlayan mesaisi gecenin saat birine ikisine, kadar sürüyordu. Eve geldiğinde genellikle çok yorgun ve alkollü oluyordu.

Mevsimler boyunca, geceler boyunca yıldızların ışıltısının sönmeyeceğine, hep parlak kalacağına inanırız. Gece hiç bulutlara teslim olmayacak, düşlerimiz hiç sislere bulanmayacak sanırız. Zaman gözle görünmeyecek kadar küçük karıncalardan bir orduyla rüyalarımıza saldırır. Her sabah kıyıları aşınmış, rengi biraz daha solmuş bir sevdanın kollarında uyanırız. Sıradan sıkıntıların bakışlarımızdaki şiiri tükettiğini ürpererek seyrederiz. Sinsi bir kıvılcım kocaman bir geceyi yakar kavurur… "Ben seni çok sevmiştim. Senden önce hiç kimseyi böyle sevmemiştim ki…" diyerek ağlarız.

Selin özellikle Cem'in eve sarhoş olarak gelmesinden rahatsızlık duyuyordu. Cem; "Ne yapayım? Yemeğe gelenler ikram ediyor. İçmeyip kabalık mı edeyim? İnsanları mı gücendireyim? Ben iş icabı içiyorum." diyordu. İlk tartışmaları ve ilk ağız dalaşı bu konu yüzünden yaşandı. Ve Selin o zamanlar henüz on iki haftalık bir bebeği karnında taşıyordu. İşten eve sabaha yakın saatlerde ve hep içkili olarak dönen kocasının o eski, sevecen, sabırlı ve ilgi dolu insan olmadığını, çok değiştiğini düşünmeye başlamıştı.

Kızı Ceren dünyaya geldikten iki hafta sonra Cem yeni bir işe başladı. Lokalde çalıştığı arkadaşı ile birlikte. Yurtdışından gemi yapımında kullanılan malzemelerini yanında denizcilikte yaygın kulanlar çeşitli araçların ithalatını ve Türkiye'deki pazarlama ve dağıtımını yürütüyorlardı. İş saatleri daha düzenliydi ve daha iyi kazanıyordu. En azından hafta sonlarında bile olsa eşi ve küçük kızıyla birlikte zaman geçirmeye fırsat buluyor ve alkollü olarak eve gelmiyordu. Cem'in işini değiştirmesi ve tatlı küçük kızın gelişi Selin'i yeterince mutlu ediyordu. Zaman içinde Cem'in iş arkadaşlarının eşlerinden ve mahalledeki komşulardan kendisine küçük bir sosyal çevre yaratmayı da başarmıştı. Küçük Ceren'den ve ev işlerinden artan zamanları ev gezmeleri, pastalı börekli sohbetlerde geçiriyordu.

Büyük fırtınalar kocaman bir sessizliğin ardından patlar. Her şey yerli yerindeyken deniz kudurur, tıka basa yolcu yüklü gemiler alabora olup denizin karanlıklarına gömülürler. Güneşli güzel bir öğleden sonrası hafif bir uykuya dalıp çıkarken onlarca vagondan oluşan ihtiyar tren raydan çıkar. Ne olup bittiğini anlamaya fırsat bulamadan kendimizi siyah dumanların arasında çaresiz buluveririz. Bizi nerede, ne zaman, neyin beklediğini hiçbir zaman anlayamayız. Büyük sürprizler hep kocaman bir sükunetin arkasında gizlenir.

Cem yeni işinde iyi kazanmasının yanında saygı görmeye ve takdir edilmeye başladı. Şirketin bütün ülkedeki satış sonrası işlerini, garanti ve servis hizmetlerini yürütmekle görevlendirildi. Yeni görevi ayda en az bir hafta Ege ve Akdeniz ve Karadeniz kıyısındaki kentlere seyahatini ve evden uzak kalmasını gerektiriyordu. Gittiği kentlerde yeni insanlarla tanışıyor, güzel otellerde kalıyor, hatta yeni ve farklı iş teklifleri bile alıyordu. Selin'in de Cerenle birlikte yeni bir uğraşı daha olmuştu. Eşinin kendisine hediye olarak aldığı bilgisayarla oyun oynamak ve sanal dünyada dolaşmaktan büyük zevk alıyordu.

Cem'in iş seyahatleri ve eşini kızıyla evde tek başına bıraktığı yalnız geceler Selin'in kocaman bir sanal dünya yaratmasına zemin yarattı. Yazışmak ve sohbet için kalabalık bir arkadaş grubu biriktirmeye başladı. Onlarla günlük sıkıntılarını, sorunlarını paylaşmanın yanında düşük tansiyonlu duygusal iletişimlere doğru ilerlemeye başladı.

Cem de sürekli gittiği Marmaris'te cüzdanı fazla kabarık, kibar ve seçkin beylere hizmet veren muhitinde ünlü bir kadınla tanıştı. Kendisini hiç olmadığı kadar erkek ve güçlü hissettiren o kadınla ayda birkaç geceyi birlikte geçirmeye başladı. Hatta iki kez kadını alıp İstanbul'a getirdi. Birlikte dolaşıp hoş vakit geçirdiler.

Evliliklerinde hiçbir sorun yoktu. Cem zaten eve hep yorgun geliyor ve eşiyle yemeğin ardından biraz televizyon izleyip erkenden yatmaya gidiyordu. Çocuğuna karşı şefkatli bir baba, eşine karşı da sevecen ve nazik bir koca olmaya çalışıyordu. Selin de evinin faturalarını yatıran, alış verişini yapan, çamaşır, bulaşık, ütü , temizlik ve çocuğunun bakımı ile ilgilenen müşfik bir anneydi. Bundan daha iyisi zaten Şam'da kayısıydı.

Yaşam günlük bir rutinin içinde eriyip akarken onlar da Paris'i ve İstanbul'u, ilk aşıklık zamanlarını, bütün başlangıçlarda çokça bulunan o en eski, en güzel kaygılarını ve heyecanlarını unutup gittiler. Selin'in netten edindiği sohbet arkadaşı listesi çığ gibi büyüdü. Artık onları birbirine karıştırmamak için isimlerinin yanına kısa kısa notlar ekleyerek bir deftere kaydediyordu. Sohbet saatlerini birbirine denk getirmemek için en ince ayrıntılarına kadar planlıyordu. Bütün sosyal ilişkilerini sınırlandırmış ve bütün zamanlarını bilgisayarın başında geçirmeye başlamıştı. Netten tanıştığı birkaç kişiye yüzyüze görüşmek ve daha yakından tanımak için randevu bile vermişti. Ve bu buluşmalardan büyük keyif almıştı. Tanıştığı erkeklerden biriyle yaşanabilecek her şeyi yaşamak, yeni bir aşkın peşinden sürüklenmeyi, gerekirse acı çekmeyi bile istiyordu. Cem'in artık ona karşı ilgisinin iyice söndüğünü düşünüyordu.

Mart ortalarında bir akşam ılık bir bahar esintisi başladı. Akşamın o ılık bahar esintisi çok geçmeden zorlu bir lodos olduğunu haykırmaya başladı. Çatılardan söktüğü kiremitleri sokaklara savurmaya, ağaçları hoyratça kucaklayıp kocaman gövdelerini parçalamaya çalışıyordu. İlerleyen saatlerde lodos bıkmadan, usanmadan kapıları, pencereleri açmakve kırmak için zorlayan kocaman bir cinnete dönüştü. Çok geçmeden Marmara'yı köpük köpük beyaza boyadı. Boğaz'ı teslim aldı. Radyolar Yenikapı İskelesi önlerinde bir roro gemisinin battığını, likit gaz yüklü beş tankerin denize düştüğünü ve lodosun etkisiyle serseri mayın gibi denizde dolaştıklarını söylüyordu. Lodos tenekeden tırnaklarıyla sokakları, duvarları, kapıları tırmalıyor, sık sık elektrikler kesiliyor, şehir karabasan yüklü bir geceye teslim oluyordu.

O gece Cem karısını banyoda kesilmiş bileğinden fayanslar üzerine akan kanı seyrederken buldu. Küvete sırtını dayayarak soğuk zemine oturmuştu. Kan kadının bacaklarını yalayıp kapıya doğru akmıştı.

Cem, büyük bir soğukkanlılıkla yatak odasına koştu. yatakodasındaki çekmeceden kendi atletini alıp yırtarak beyaz kocaman iki parça bez haline getirdi. Karısının bileğini sıkıca bağladı. Telefonu açıp ambulans istedi. Banyoda kanlar içinde oturan karısını kucağına alıp salona taşıdı. Karısı ışıltısı sönmek üzere olan gözleriyle boş boş etrafa bakıyordu.

- Bunu neden yaptın Selin? dedi.
- Telefonun çaldı, açtım. Bir kadın sana sevgilim diyordu.
- …
- Mesajlarını okudum. Sen artık başkasını seviyorsun. Buna katlanamam.
- Ben seni seviyorum. Başkasını sevmiyorum…

Selin'in kesilmiş bileğine dikiş attılar. Psikolojik muayene ve yarasının pansumanı için birkaç gün hastanede kaldı. Telefondaki kadın ve mesajlar hiçbir zaman tam olarak konuşulamadı. Herkes gibi dışarıda mutlu bir aile görüntüsü, kendi içlerinde hiç bitmeyen lodoslarla yaşamaya devam ettiler.

Bitti

Yukarı







Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
GÜNÜN
ŞARKISI
(Yeni)




ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM

Uygulama : Cem Özbatur