Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 574

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 7 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Duyarlı olmayı becerebilmeli!..


Merhabalar,

Kanıksanmış, sıradan geçen günlerin arasına öyle günler serpiştiriliyor ki taş olsan çatlıyorsun. Bu türden günler sıklaştıkça daha karamsar oluyor insan. En korkuncu, gün geliyor onlar da sıradanlaşıyor, kanıksanıyor. Duyarlı olmayı becebildiğimiz anlar azaldıkça insanlıktan uzaklaşıyor birer ota dönüyoruz. Genlerimize yerleşmiş tepkisizliğimize, umursamazlığımıza bir çare bulmalıyız, ama nasıl? Haberleri veriş biçimimizden, algılayışımıza, verdiğimiz tepkilere kadar herşeyin artık "AB" normlarına ulaşması gerekiyor. Cenaze törenlerini gösterirken "Sophie'nin seçimi" gibi reyting oyunlarına başvurmaktan vazgeçmek gerekiyor. Vazgeçmiyorlarsa vazgeçirmeye çalışmak gerekiyor. Sevgili Armağan bir haber yollamış örneğin. 4,5 yıldır İskenderun körfezinde zehir yüküyle demirli bulunan M/V Ulla gemisi dün körfezde batmış. Sivil toplum kuruluşları ve çevre örgütleri tarafından gösterilen tüm çabalar o geminin Türk karasularından çıkmasını sağlayamamış. 24 gün önce verilen bir raporla epeyce yol alınmış ama bu seferde her ne hikmetse gemi batıvermiş. İskenderun körfezinin ölüm fermanı da bu şekilde imzalanmış. İşte duyarlı olmayı buralarda becerebilmeli diyorum ben. Birkaç gönüllünün cılız çabasına kalmamalı işler. İskenderun'da halkın bir yürüyüşle bu durumu protesto ettiklerini ben duymadım, sizler duydunuz mu? Ya da medyada yankılarını işittiniz mi?

Bugün 1992 yılından bir soundtrack var müzik kutumuzda. Daniel Day Lewis'in eşşiz oyunuyla süslenmiş bir güzel film, "The Last of the Mohicans". Ve onun ana tema müziği. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi


ARKADAŞ ESERLER TERÖRİZME KARŞI

Dostoyevski'nin "Ecinniler'i", Camus'nün "Doğrular'ı (Les Justes)" ve Sartre'ın "Kirli Eller'i (Les Mains Sales)" bana üç arkadaş gibi gelir. Arada bir kavga edebiliyor olsalar da, birbirlerine bazen gıpta ile baksalar da hatta belli bir çekişmeyi sürdürseler de bu arkadaşlar birbirlerine gerektiğinde arka çıkarlar, gerektiğinde birbirlerini etrafa karşı savunurlar. Aralarındaki en belirgin ortak yan terörizme karşı gösterdikleri tavırdır.

Ecinniler, adı üstünde, şeytani kişilerden bahseder: özellikle Verkhovenski ve Stavrogin. Verkhovenski'nin kurduğu gizli örgütün amacı, zamanın Rusya'sında devrim yapmaktır. Ancak, Verkhovenski iğrenç bir adamdır, bir "solucan'dır", girmediği kılık yoktur; bazılarına emreder, bazılarına yaltaklanır, bazılarının yuvasını yapar, bazılarını pohpohlar; kafasından tam olarak neler geçtiğini bilmek imkansızdır; etrafındakilere, bulunduğu şehre oradaki mazlumları örgütlemek üzere gönderildiğini söyler ve Devrim'in yapılmak üzere olduğunu bildirir; önerdiği örgütlenme şekline göre hücreler birbirini tanımaz ama, kendisi, bir dolu hücrenin faaliyette olduğundan bahseder etrafındakilere; Verkhovenski pespayenin biridir, ortada çok dolaşmaktadır, her taşın altından çıkmaktadır; "örgüt" için de kendisi için de bir "büyük" figüre ihtiyaç duyulduğunu anlar; kendisi dahil herkesin tapacağı birisi gerekmektedir; bunun Stavrogin olabileceğini düşünür. Stavrogin aslında "canı sıkılan" birisidir; zengin, asil, esrarengiz bir geçmişe sahip, zamanında (ve hala) bazı anlaşılamaz davranışlar göstermiş birisidir; lakin saygı ve korku duyulan bir isimdir. Gerçi Dava ile Stavrogin figürü tam çakışmasa da, Verkhovenski, müritler arasında Stavrogin'in etkili olabileceğini düşünmüş ve de haklı çıkmıştır. Ancak Stavrogin'in can sıkıntısını hayatta hiçbir şey kesmemiştir; o ise bunu yenmek için sanki, denemelerini sürdürmüştür. Dostoyevski'nin kahramanlarının her birinin, hangi düşünceler arasında gidip geldiği hakkında okuyucu bir tahminde bulunabilir, bu tahminler öyle veya böyle tamamen veya kısmen doğrudur, ama Stavrogin bütün bu kahramanların dışındadır, kendisi pek ele avuca gelmez, onu tanımlayan en önemli özellik, olsa olsa, onun hayatta nerdeyse hiçbir şeyden heyecanlanmamış olmasıdır; kendisi de belki bunun farkındadır ve buna karşı kendince savaşmaktadır. Kendisinin suça bulaşmış (küçük bir kıza tecavüz etmesi, ve kızın, vicdan azabıyla intihar etmesini neredeyse izlemesi) ve "tuhaf şeyler (hiç ilgilenmediği topal bir kadınla evlenmesi mesela)" yapıyor olmasının arkasındaki neden de budur: hiçbir şey ona şevk vermez, bir amacı yoktur, bir inancı yoktur, her şey olabilir ve yapabilir ama bunun ona bir getirisi yoktur (heyecan denemelerinde bulunmasına rağmen amacının ne olduğu yine de belli değildir, aslında bir beklentisi de belki yoktur; ancak Stavrogin'in bir "Savunması" vardır, yaptıklarından pişmanlık duymaktadır ama bu pişmanlık Raskolnikof'un pişmanlığının bir benzeri değildir, kendisinin bilinçlenmesini sağlayamaz); Verkhovenski'nin ona verdiği gizli örgüt şefliği de, can sıkıntısına bir ilaç olamayacaktır. Bu arada, müritler, bir arkadaşlarını, kendilerine ihanet ettiği fikrine kapılarak, Verkhovenski'nin düzenlemesiyle öldürür. Verkhovenski'ye göre bu eylem onları birbirlerine daha da yaklaştıracaktır. Bu aslında gerçek bir olaydır. Dostoyevski gerçek bir olaydan yola çıkarak bu romanı yazmıştır; daha 1871'de. Aslında, Suç ve Ceza bireysel düzeyde neyse, Ecinniler, toplumsal düzeyde odur. Raskolnikov'un tefeci kadını ve kardeşini öldürmesi de, Ecinniler'in var olan düzeni şiddet yoluyla değiştirmek istemeleri de aynı şeydir: ikisi de Tanrının işine karışmaktır; Tanrı'nın işine karışmağı, isterseniz, varolan duruma (belli bir denge durumu) müdahale ederek onu değiştirmek olarak okuyabilirsiniz; bu yapıldığında yeni denge durumları ortaya çıkana kadar ne idüğü belirsiz bir süreç yaşanacaktır, belki, bu arada, dengeyi bozanlardan bazıları, keşke bu işe hiç bulaşmasaydık diyeceklerdir; ama bu belirsizlik sürecinde yaşamın etiği yeniden yazılacaktır, bu yapılana kadar da ne etiktir ne değildir bilinmeyecektir, bu işe soyunanlar, bu sırada yaptıklarından pişman olacaklardır belki de, kimbilir belki de olmayacaklardır. Suçun özgürlüğe giden yolda geçilmesi gereken bir durak olduğunu söyleyeceklerdir belki de; önce Raskolnikov olacaklardır (pişman olup bağışlanmayı bekleyeceklerdir). Kafası kalınlar ise Doğrular'daki Stepan veya Kirli Eller'deki Louis olacaklardır.

Doğrular'a (les justes'ün karşılığı Doğrular kadar Adiller de olabilir) gelince , onların sahiden de hemen hepsi doğrudur (biri hariç). Bu biri Stepan'dır; ona göre dava yolunda herşey mübahtır; bu açıdan bakıldığında Stepan ve Ecinniler'deki Verkhovenski etraflarına verdikleri hasar açısından benzer şahıslardır; ancak Stepan'ın samimi ve kendisiyle tutarlı Verkhovenski'nin ise tümüyle samimiyetsiz biri olduğunu görürüz. Stepan sanki sadece Dava için yaratılmıştır (programlanmıştır) insanlıkla alakası yoktur. Verkhovenski ise sanki Mefisto'dur; hem de herkese hitap edebilen bir Mefisto; seçtiği kurbanı ne istiyorsa, ona onu öneren, karşılığında da kurbanının ruhunu isteyen Mefisto. Bunu yaparken de şekilden şekile girer, kurbanının ağzından girer burnundan çıkar, öyle yakışıklı değildir ama söyledikleri ikna edici gözükür, çünkü onları tahkik etmek mümkün değildir; hele başlangıçta, karşısındaki nasıl istiyorsa öyle konuşur, etrafında oluşturduğu bir "hık deyici'ler" grubu ile kurbanları üzerinde bir etki yaratmağa çalışır. Ecinniler'deki Verkhovenski bir insanlık düşmanıdır; kurduğu çetenin esas oğlanı kendisidir; ama bir de daha önce bahsettiğim "hık deyiciler" grubunun yanı sıra "tapılacak büyük adam" figürü vardır. Bu, Stavrogin'dir. İlginç olan tanrıtanımaz olan Verkhovenski'nin hem çete hem de kendisi için tapılacak birini aramasıdır; Stavrogin'in yanında zaman zaman yaltaklanarak (hiç ihtiyaç duymadığı halde) ortada dolanması anlaşılır gibi değildir. Doğrular'daki terörist Stepan ise kimseye aldırmaz gözükür, sadece aldığı emirleri uygular, onun hayatının fazileti de budur; ateist olmalarına rağmen aslında ikisinin de Tanrı'ya tapınma ihtiyacı içinde olmaları ilginçtir. Verkhovenski sanki kendi Tanrı'sını kendi yaratır; Stepan için ise emri kimden alıyorsa, Tanrı odur. Stepan, bir diğer yoldaşı Kalyev'e horgörüyle bakar: onun Dava'ya can sıkıntısından dolayı katıldığını düşünür, bu can sıkıntısının da Kalyev'in kendiyle ne yapacağına karar verememiş olmasından kaynaklandığını tahmin eder. Stepan kararlıdır; kendisiyle ne yapacağını bilmektedir: dava uğruna kendini feda edecektir. Bu konuda hiçbir sınırlaması yoktur. Stepan'da kendini feda etme duygusu varken, Verkhovenski'nin başkalarını feda etme alışkanlığı vardır. Doğrular'da da bir gizli örgüt söz konusudur ama buradakiler genellikle doğru olanı, adil olanı bulmaya yöneliktirler. Zamanın Rusya'sında geçen olayda örgüt "Büyük Dük'ü" öldürmeye karar verir ancak bombayı atarak suikastı gerçekleştirecek kişi, Kalyev, son anda, dükün yanında, iki küçük çocuk görünce, bombayı atmaktan vaz geçer. Örgütteki kişiler daha sonra Kalyev'in bu eylemini tartışırlar ve çoğunlukla ona hak verirler, sadece Stepan, Kalyev'e karşı çıkar. Doğrular'ın karar anlarından birisi budur: eylem eylem için değildir eylem sadece bir araçtır. Camus'nün, neredeyse bir fikr-i-sabitmişcesine, hayatının değişik dönemlerinde, dönüp dönüp geldiği, İvan Karamazov'un, "Eğer Tanrı yoksa, hayatta herşey mübahtır" sözüne bu kez şöyle bir sınırlama getirir: "Biz" derler (Doğrular), "işte herşey'in mübah olmadığını gösteriyoruz". İşte bu ifade aslında bir ateistle dindarın buluşabileceği bir noktadır. Kalyev'in, dükün yanında çocukları gördüğü zaman, eylemden, kendi başına, vazgeçmesi eylemin eylem için olmadığı gerçeğini bildiğine işarettir. İvan Karamazov da zamanında, Tanrı'ya inanmaktan, bir toprak ağası, köpeğine, bir kölesinin çocuğunu parçalattığı zaman vazgeçmişti. Gerek Camus gerek Dostoyevski, Tanrı'nın tasarımlarına akıl erdirilmeyeceğini kabullenmişlerdi; ama ikisinin de içine sindiremedikleri, çocukların başına kötü şeylerin gelmesiydi; İvan Karamazof'un bir dindar olmasını engelleyen belki de yukarıdaki olaydı; sebep ne olursa olsun çocuklara kötülük edenleri kabullenemezler. Stepan "herşey mümkündür'cüdür", diğerleri buna karşıdır. Can sıkıntısına (kendisiyle ne yapacağını bilememe) gelince, üç eserde de vardır. Stavrogin'in (çete şefi) canı sıkılmaktadır, Kalyev'in (romantik terörist) canı sıkılmaktadır, Kirli Eller'de, Hugo'nun (genç entellektüel) canı sıkılmaktadır, kendisi ile ne yapacağını bilememektedir. Can sıkıntısı ve kendiyle ne yapacağını bilememe bu üç eserde de en büyük hammadde olarak gözükmektedir; bir yanda bu zaaflarınca sindirilenler öbür yanda bu zehirin panzehirini keşfedenler ve içenler vardır. Lafı uzatmadan örnek vermek gerekirse, bunlardan ikisi Doğrular'daki şef Boris ve üyelerden Dora'dır: mealen, "...Gururlu hatta kibirli olmaya hakkımız var, çünkü bunun bedelinin ölüm olduğunu bilerek yaşıyoruz, sınırları gözetiyoruz...." derler. Dora bilinçlidir: çocuklara zarar verilmesine karşıdır, planlanan eylemin boşa gitmesini kabullenir, yeni bir eylem örgüt için yeni bir risktir, ama bunu kabullenir, yeter ki çocuklara birşey olmasın, kendi hayatı önemli değildir.

Kirli Eller'in kahramanları, genellikle yaptıkları iş için kirli ellerin gerekliliğine inanırlar. Doğrular'daki Stepan'ın benzeri Louis'nin dediği gibi kalkışılan iş pek yapılacak gibi durmamaktadır: "...Genç arkadaş, ellerim kan ve bokun içinde, zaten bu iş başka türlü yapılamaz, ne o öyle, saf ve temiz bir şekilde kenarda durarak ne yapacağını sanıyorsun. Masumiyet hint fakirlerine ve papazlara mahsustur..." İkinci Dünya Savaşında, Fransız Komünist Partisi üyeleri, işgal edilen Paris'te, bir yandan Almanlara karşı, bir yandan işbirlikçi hükümete karşı, bir yandan milliyetçilere karşı etmektedirler: ama acımasız bir şekilde birbirleriyle de uğraşmaktadırlar. En yakındakileri ihanetle itham edip cezalandırmak Ecinniler'in de önemli temasıdır. Bu tema Doğrular'da da sessizce de olsa şöyle bir değinilerek geçiştirilir: hep bir hainlerden bahsedilir. Özellikle Dostoyevski, liberalliğin (yenilikçiliğin) tahripkarlığını ortaya koymaya çalışır. Yenilikçiliğin, gelenekselliği, ulusal değerleri, gözü kapalı olarak yokettiğini anlatmaya çalışır. Liberalliğin aslında bir ruh olduğundan bahseder. Bu ruhun öncelikle kendi etrafını mahvettiğini anlatır. Hasar vermeye en yakından başladığını ortaya koyar: yenilikçiliğin varmayı düşündüğü hedefleri güzel ve uzak ve kuramsaldır ama bunun için çalışanlar herhalde verimlilik açısından kendi geleneksel yakın çevrelerini mahveder öncelikle.

Bu üç eserde de ilginç olan "şeytani" kahramanların, oynayacak birini neredeyse hazır olarak bulmalarıdır. Birçok örneğin yanı sıra Ecinniler'de, Stavrogin ve Kirilov, Kirli Eller'de, Hugo, Doğrular'da, Kalyev'dir, Voinov'dur. Verkhovenski, planladığı ve işlettiği cinayeti (çetedeki bir başka üyenin öldürülmesi), intihara karar vermiş iflah olmaz Dostoyevski karakteri, Kirilov'un (onun da rızasıyla) üstüne yıkar. Kirli Eller'de, Louis, kendini ispat etmek isteyen bir genç parti üyesini (Hugo), kendine rakip gördüğü bir parti liderini öldürmek üzere görevlendirir. Doğrular'da, genç ve korkak Voinov, olaylar içinde oradan oradaya savrulur ve nihayet idam edilen Kalyev'in yerini alır.

Aslında, bu üç eserin adları onların karakterlerini de ortaya koymaktadır. Doğrular, adını, Camus'nün, irdelediği sorunsal ne olursa olsun moral değerlere verdiği önemden alır: Devrim, yüce amaçlar için yapılır, herkesin bu yolda yapacağı vardır ama suçsuzlar istismar edilmemelidir, çocuklara dokunulmaz. Kurallara uyanlar kahraman olurlar. Devrim, insanların ilerde mutluluk için masumiyet içinde yaşamaları için yapılır; bu yolda kullanılan araçlar bu amaca aykırı olamaz. Kirli ellere gelince, öyle yüce amaçlar falan yoktur, önemli olan insanın kendini inşa etmesidir, dünyayı inşa etmesidir (dünyaya müdahale etmesidir). Sadece kişisel özgürlük bunu mümkün kılar. Kişisel özgürlük insanın kendini rahat hissetmesidir. Bu çerçevede insanın eli de kirlenebilir, ne yapalım önemli olan kollektif bir harekette kendimi iyi hissedeceğim bir durum için bulunmak ve bütün yaptıklarımı içim rahat olarak benimsemek, çocuklara bir şey olmasa iyi olur ama dünyayı inşa ediyoruz, olursa da olur. Ha, ben, doğru veya yanlış, dünyaya müdahale etmezsem zaten ben olmam ki! Ecinniler, aman dikkat, der, etraf şeytanlarla dolu, bu şeytanlar her an şekil değiştirirler, bizdenmiş, bizim iyiliğimiz için çalışıyor gibi gözükürler, ama amaçları tektir, Mefisto'nunkidir.

Ecinniler'in yeni tercümelerinden birine (Cinler) yazdığı önsözde, Orhan Pamuk, gençliğinde, benzer bir olayın Istanbul'da yaşandığını, devrimci bir örgüt üyelerinin arkadaşlarından birini öldürüp çuvala koyup kayıkla Anadolu yakasına geçirirlerken yakalandıklarını anlatır. Yazar, çok sonraları, aynı gruptan birine, hiç Dostoyevski'nin Ecinniler, diye bir romanını biliyor muydunuz, diye sorar: cevap olumsuzdur (benzeri hikayeler çoktur). Orhan Pamuk, ayrıca, söz konusu devirde, Ecinniler'den neredeyse hiçbir edebiyat eleştirmeni tarafından söz edilmediğini, romanın tam bir sessizlikle geçiştirildiği belirtir. Aynı durum "Doğrular" ve "Kirli Eller" için de doğrudur. Yirmi otuz yıl öncesinin edebiyat eleştirmenleri Camus'yü absürd ("Yabancı'ya" dayanarak), Sartre'ı varoluşçu (filozof yanını öne çıkararak) yanlarıyla lanse ettiler. Onların çokyanlılıklarıyla pek uğraşmadılar (hala da öyle değil mi). Soru basit: Kültür hayatımızı genellikle ilericileri aydınların şekillendirmelerinin bir sonucu mudur bu, onları böyle davranmaya zorlayan neydi ? Tabii ki kitap kitaptır eninde sonunda. Ama gençlerin elinde, son elli yılda bir takım türlü cinsten risalelerin yanında şu üç arkadaş eser de olsa fena mı olurdu. Kaldı ki günah sadece ilerici kültür adamlarının değil Dostoyevski'yi benimseyen muhafazakarlarındır da. Herkes kendince, Ecinniler'i bilerek bilmeyerek atlamıştır.

Yukarıdaki üç arkadaşın zaman zaman yanlarında gördüğüm bir dördüncüden bahsetmeden edemeyeceğim: Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar'ı (1862)". Zamanın Rusya'sında, Yenilikçilerle Gelenekçilerin çatışmasının anlatıldığı eserde (hikaye öyle tabancalı tüfekli olarak değil, adı üstünde babalarla oğulların çatışması olarak anlatılmaktadır) Bazarov adlı nihilist ve arkadaşı Arkadi, burada bahsettiğim edebiyat kahramanlarını besleyen ağabeyleri olarak gözükmektedir. Ama bu yazıda yine de bu romanı üç arkadaştan biraz uzakta tuttum. Dostoyevski ve hiç anlaşamadığı Turgenyev'in yenilikçilik/gelenekçilik tartışmasını daha farklı bir boyutta, batı uygarlığı/ulusalcılık çerçevesinde incelemek ayrı bir yazının konusu olabilir diye düşünüyorum.

Terörizm günümüzde insanlığın en tehlikeli düşmanı olarak gözükmektedir; insanlığın bu savaştaki en büyük silahının ne olduğunu, ne kadar komik kaçarsa kaçsın söyleyelim, öğretimli, eğitimli ve bilinçli olmaktır (başka aklınıza ne geliyor). Yalnız kim kimi eğitecek. Bu çok önemli. Çünkü neden: Dünyanın en büyük gücü olan sorumsuzluk Mefisto tarafından kurbanlarına, onların ruhlarına karşılık giydirilmiştir. Partiler, sivil toplum kuruluşları, dernekler, hayır cemiyetleri, vesaire vesaire, toplumsal hayatın örgütlenmelerinde hep benzer kahramanlar dolaşmaktadır. Gençler teçhizatlı bir şekilde hayata girerlerse, kandırılmaları daha zor olacaktır. Terörizmle hesaplarını kapatmış olan Avrupa ülkeleri, 68 hareketlerini neredeyse vukuatsız kapatmış, Bader Meinhof ve Kızıl Tugaylar hareketleri tasfiye olmuştur. Bunda, yukarıdaki dört eserin rolü az mıdır (tabii ki tahkik edilemez). Ancak Türkiye teçhizatsız olarak girdiği son elli yılda yukarıda bahsi geçen kahramanlar benzeri kişilerin at koşturduğu (her tür örgütlenmede) bir ortamda yaşamıştır.

Dünyanın şimdi yaşadığı terör dalgası ise yukarıda bahsi geçen eserler düzeyinde yaşanan bir terörizmin çok ötesindedir. Terör bu kez kitlesel olarak masumlara yöneliktir. Tabii ki fikir aynıdır: herşey benim istediğim gibi olacak, iyiye, kötüye, ben karar veririm, başkalarının adına hareket etme ayrıcalığım var. Ayrıca, her zaman için, Eylemi haklı göstermeye yönelik, insanlık adına haklı bir Dava varolmuştur, ama teröristin eylemi her zaman davaya zarar vermiştir. Eğitim, terörizmin eline düşmemek için gereklidir. Ya terörizmi yürütenler. O zaman, teröristin ruh hali önem kazanıyor. Terörist, yaşadığı her an, dakika dakika öyle veya böyle kutsal bir iş yaptığını sanmaktadır, ve kahraman olacağını sanmaktadır (Camus). Veya kendi şahsiyetini inşa etmektedir (Sartre), varoluş nedenidir. Bu durum kendisine neredeyse beyni yıkanarak dayatılmaktadır. Terörizm söz konusu olduğunda, ikisinin de geçerli olamayacağını, toplumlar her seviyede (düşünürü, siyasetçisi, sıradan vatandaşı, memuru, işçisi, köylüsü, sanatçısı, bilim adamı, vs) lafı dolandırmadan beyan etmelidir, eser vermelidir. Susanlara, daha sonra, toplumlar, hiç bir alanda konuşma hakkı vermemelidir (hayal gibi gözüküyor değil mi, eğer öyleyse terörizme karşı başarılı olmak da hayaldir.). Bu konuda çetele tutulmalıdır. Her seviyeden insanların terörizme karşı nasıl tepki verebileceği ayrı bir yazı konusudur. Ama ilk adım, öyle veya böyle terörizme karıştıkları mahkeme kararı ile sabit olanların söylediklerinin toplumlarca ciddiye alınmaması olabilir.

Nuri Merzi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sabiha Rana

 Beyaz Düşler : Sabiha Rana


   bulunmamış sevdalar

sevgiler sokaklarda üşümesin derim,, :(((
sevdanın acılarını hissetmedim dersem yalan olur...
yalanıda hiç sevmedim...
çünkü yalanlar aldı beni sevdalardan...
yaktı yandırdı yalanlar,,
mangal oldum, yine kandırmadı sevdalar...
bilmedi ne başka sevda ne başka yalan...
göklere tırmandım..yerlerde tepindim ...
inledim doğduğum yerlerde,,
öldüğüm görülmedi
çünkü ölmiyeceğim sevdamdan
ölmiyeceğim....
yanık duygularınızı paylaşıyorum ...
sevda denen yaşayamadığım tadım,,,
bulduğum acımla....
ötelere yiğit ötelere....
beriler uzakladı bizden
beriler uzakladı....

Sabiha Rana
http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
0 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Kemal Türkmen

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


   Antalyalı ya da herhangi bir kentli olabilmek

Daha insanca bir yaşam özlemi kentlerin kurulma nedenlerinin en başında gelir.
Aydınlanma çağında önem kazanmış olan ’ insanca ’ kavramı , insanlara akıllarının yardımı ile dünyada cennet benzeri yerler oluşturma isteği uyandırmıştır.

Kentler geçmişte ,yüzyıllar boyu özgür yaşamın gerçekleştiği alanlar olmuş, sevgi , dayanışma, yardımlaşma gibi kavramlar, büyük düşünürler hep kentlerden çıkmıştır.
Bu birliktelikte, yararlı bir etkileşim olabilmişse, o toplum artık kültür geliştirme aşamasına girme şansını yakalayabilmiştir.
Ve bu aşamada en büyük etken bir arada yaşayan bu insanların birbirlerini anlama ve dinleme arzusu duymalarıdır.
Bu etkileşimi, katkıda bulunarak gerçekleştiren bireyler ortaya çıkan kent ve kent kültüründe kendinden bir şeyler bulur.
Kentini sever ve onu gözetir. Çünkü o kendinden bir şeyler taşımaktadır.

Antalya adını taşıyan bu güzelim yerde sokaktan geçen on kişiye nereli olduklarını sorsak dokuzu burada yaşamalarına karşın başka bir kentin adını verirler. Acaba bir insanın bir yerde doğması mı yoksa yaşaması mı daha önemlidir?
Antalyalı olmak, kendini buranın bir parçası olarak görmek, kentimizin şu anda yaşadığı sorunların birçoğunu aşabilmek anlamına gelebilir.
Ama bunun için bireylerin ortak dokuda payları olması gerekir.

Yıllardır burada yaşayan ama geldikleri yörelerin alışkanlıklarını kapalı ve dar bir çevrede sürdürmek isteyen bireyler, hem kendilerine hem Antalya’ya zarar vermekteler.
Sırf bu nedenlerle, yağma kültürü gelişmekte, insanlar kendilerinin saymadıkları denizi doğayı, sokakları, caddeleri hatta henüz doğmakta olan yeni ortak değerleri bile kirletmekteler.

Dünyanın sayılı güzelliklerine sahip bir doğa parçasında, rastlantılar nedeni ile birlikte yaşamaktayız.
Bu kenti sevmenin onunla bütünleşmekten geçtiğini lütfen anlayın.
Bütünleşebilmek için ona kendinizden bir şeyler vermeniz gerekir.
Ama dükkanınızdaki çöpleri her sabah yola süpürerek, tükürerek, çöpleri piknik yerlerinde bırakarak, yolları ve kaldırımları işgal ederek bütünleşemeyiz.
Antalyalı olabilirseniz bunları yapabilmeniz güçleşir.
İnsan kendinden bir parçaya kötülük yapamaz.
Uygarlığın ilk adımında insan sadece kendini sever , ikinci adımında buna ailesi katılır sonra mahalle şehir ve devletin katılmasıyla çember giderek büyür.
En son katılan ve en büyük halka tüm insanlıktır.
Bugün bu kentin tüm bireyleri olarak Antalyalı olabilirsek, kazandıklarımız daha yüksek değerleri taşımak için bizlere temel olacaktır.
Antalya ile bütünleştiğimiz gün, bu kentin dokusuna zarar veren her şey binlerce tepki alacaktır.

Artık geçmişin “Altına hücum” dönemini hatırlatan göç sonlanmış gibi görünüyor.

Kente çok zarar veren bu dönemin yaralarını sarma zamanı geldi.
Ben körfezi çevreleyen mor dağlara bakarken huzur duyan, böylesi yaşayabilen geçmişteki Antalyalılar’ı düşlüyor ve onları kıskanıyorum.
Ama ne yazık , bugün kentimizin çoğu bireyi mor dağlara bakarken onu nasıl paraya çevirebileceğini düşünüyor.
Farkına bile varmadan evrensel anlamda hiç bir değeri olmayan bir sürü amaçlar arasında sıçrayıp duruyor.
Kentimize en yoğun zararı bu insanlar verdi.
Umarım bir gün bu insanlar yaşam yerlerinin yaşamlarındaki anlam ve önemini kavrayarak ona gereken ilgiyi gösterirler.
Bugün her tarafı kaplayan sarı çiçekleri ve portakal kokularıyla eski Lara aklıma geldiğinde farkında olmadan gülümsüyorum.
Acaba çocuklarımız, bir beton yığını olan yeni Lara için ne hissedecekler ?

Gelecek nesiller için onarılmaz hatalar yaptık.
Hiç olmazsa daha ileriye gitmeyelim.
Antalya’ ya kimse sahip olamadı. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de bir çok insan bu anlamsız amaç için mutsuz olacak.

Ama Antalyalı olabiliriz.
Yani mutlu bir Antalyalı,

Bütünün bir parçası.

Kemal Türkmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Misafir Kahveci : Aygün Yalçınkaya


BÜYÜMEK Mİ… O DA NE ?

- Hey hey! 21 yaşındasın, yetişkinsin artık.

Hayır değilim. Çocuğum ben.

- Olur mu canııım? Artık kendi kararlarını kendin alıp, hayatına kendin yön veriyorsun. Ne çocuğu çocukluk mu kaldı artık?

Tamam bunları yapıyorum ama çocuğum işte!

Hayata oyun gibi bakıyorum belki.
Belki korkuyorum büyük, kirli dünyadan.
Her şeyi biliyorum da bilmemezlikten geliyorum.
İstediğim yerde, istediğim zaman ağlıyorum.
Veya susuyorum konuşmak istemediğimde.
Kaçıyorum gerektiğin de. Ya da korkusuzca kafa tutuyorum her durumda.

İstediğim zaman siz büyükler gibi davranıyorum, rol yapıyorum... İçimden kıs kıs gülüyorum herkesi kandırıyorum diye.

Yine siz beni yetişkin bilin, ona göre davranın.
Beni kırarsanız gündüzleri bir şey demem size. Eve giderim. Akşam olunca ayıcıklı pijamalarımı giyerim, oyuncak tavşanıma sarılırım, sessizce derdimi ona anlatıp, için için ağlarım.
Siz hiç takmayın kafanıza. Hem gidip annenize de şikayet etmem.

İşi, kocası, çoluğu çocuğu olan, mutlu bir kadın olmak da istemiyorum ben. İşi, kocası, çoluğu çocuğu olan, mutlu bir çocuk olmak istiyorum.

-Artık aile kurmanın zamanı gelmedi sence?

Geldi tabi, zamanı geldi. Siz isteyin yeter ki...

Aile kurmak? Nasıldı? Hıh, tamam biliyorum. Evcilik oynamak gibi değil mi?Yalnız televizyondaki evlilikler gibi değildi benim oyunum. Aldatma ve yalan yoktu.Şey, bir de üst komşular gibi bebeklerim birbirine bağırıp çağırmazlardı.Ben de aynı bebeklerim gibi oynarım. Onlar gibi kurarım ailemi...

-Torun istiyoruz kızım biz artık. Ne zaman severiz torunlarımızı, ne zaman oynarız onlarla?

Tamam annecim, tamam babacım. Onu da yaparız. Ben de çocuğum zaten. Minik çocuğumla ne güzel eğleniriz, ne güzel oyunlar oynarız. Hem o da sıkılmaz başka bir çocukla oynarken.

Hem sonra ben emekli maaşı, yaşlı kocası,yüzünde kırışıkları, göbeği, selüloitleri, gelini, damadı, torunları olan bir kadın da olmak istemiyorum. Ben bunların hepsine sahip mutlu ve yaşlı bir çocuk olmak istiyorum.

Doğru, tamam emekli olmalıyım artık. Oyun oynamak için daha çok zamana ihtiyacım var benim. Torunlarda geldi. Oh bee! Daha kalabalık olduk.Bu kadar çocuk istediğimiz oyunu oynarız.Saklanırız, kovalarız, kaçarız, ebeleniriz, sobeleniriz...

Ben bir çocuğum... İstediğim zaman, istediğim kadar. Büyümek mi... O da ne? Bakın işte hayatım; siz görün, siz söyleyin. Büyümüş müyüm? Büyümedim ki...

Yaş 21... Ben bir çocuğum. Oyunlarım, okulum, arkadaşlarım, ailem...

Yaş 41... Ben bir çocuğum. Oyunlarım, işim, kocam, çocuklarım...

Yaş 61... Ben bir çocuğum. Oyunlarım, emekliliğim, televizyon dizilerim, örgü şişlerim, torunlarım...

Yaş 81... Ben bir çocuğum. Oyunlarım, hastalıklarım, ilaçlarım, belki tekerlekli sandalyem, belki yatağım...

Yaş ... Ben bir çocuğum. Oyunlarım, mezarım, kefenim, toprak...

Aygün Yalçınkaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              14 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen


SİPARİŞ HAYATLAR

sipariş üzerine geldim dünyaya.
belki yaşamak istemeyecektim bu hayatı,
soran olmadı.
adım daha doğmadan belirlenmişti.
neye inanacağım, kime güveneceğim, hatta hangi
futbol takımını destekleyeceğim bile,
ben doğmadan belirlenmişti.
belki zenci olmak isteyecektim ben..

tabancalar alınmıştı benim için,
arabalarım vardı..
oysa kimse hangi oyuncaklarla oynamak
istediğimi sormadı..
belki oyun oynamayacaktım ben..

hangi saatte yatıp, hangi saatte kalkmam
gerektiği belirlenmişti.
hava kararınca eve gelmem öğütlenmişti.
belki eve dönmek istemeyecektim ben,

futbol oynamak istemeyecektim belki..
önüme seçenekler sundular sözde,
doktor olabilirdim mesela,
ama asla şoför olmama izin vermediler..
belki işçi olmak isteyecektim ben..

iyi bir insan oluverdim birden,
vakıflara derneklere üye yaptılar,
yardım ettikçe tebrik ettiler.
belki kimseye yardım etmeyecektim ben.
böyle davranmak istemiyordum belki..
acaba iyi insan ben miyim şimdi?
önüme koyulanların arasından yaptığım seçimleri,
özgürsün diye yutturmaya kalktılar..
ama buraya kadar,
özgür olmak istemeyecektim belki..

aşık olma şartlarımı alta yazdılar,
acaba içimdeki kıpırdanmalar,
ben yalnızca seni sevdiğim için mi?
sen dünyanın öbür ucunda yaşasaydın,
başka bir dine inansaydın,
başka bir dilde konuşsaydın,
benim ülkemle savaşsaydın..
yine seni sever miydim acaba?
ya da her şeyinle aynı kalsaydın,
önce kardeşimle tanışsaydın,
seni ilk görüşümdeki heyecanım,
devam eder miydi acaba?

nasıl yaşayacağım belli,
ne zaman çalışacağım ve
ne şekilde öleceğim belli..
belki başka hayatlar yaşayacaktım ben..
sipariş hayatları keşfe giderken.
ölmek istemeyecektim belki,

bir roman kahramanı kadar özgür değiliz.
bütün ihtimaller hazır,
seçimli öykülerle çevriliyiz.
işte iki seçenek daha,
birini seç ve 44. sayfadan devam et bana..
ben senin hayat dediğin senaryoyum.
kendini ne sanıyorsan, ben oyum..


Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 TEYZUŞ : Ferda Önler


Adım Adım, Gün be Gün, Güney-Batı Akdeniz...

IV. BÖLÜM

KAŞ, 8. Gün

KAŞ'da geceleyecek bir yer bulmamız hayli sorun oldu. Bu nedenle, grupta herkesin keyfi kaçmış, sinirler gerilmişti.

Önceden planlandığı gibi "Kaş Camping"de çadır kurmak için yer bulamadık. Akıl alacak gibi değil! Kamping alanı, dip-dibe kurulmuş çadırlarla tıka-basa dolu. Adım atacak yer kalmamış. İkinci alternatif, bir motel veya pansiyonda kalmak. Ancak, hem boş yataklı, hem de keseye uygun olanını son anda bulmak çok zor. Bu yaz, Kaş'ta görülmemiş bir kalabalık var; o nedenle sorun yaşanıyor olsa gerek.

Benim bildiğim, sessiz, sakin, kendine özgü, doğal dokusunu yıllardır özenle koruyan KAŞ'tan bu yıl eser kalmamış. Benzetmişler sonunda burayı da!.. Neredeyse tipik bir "Bodrum" olup çıkmış güzelim KAŞ...

ANAP iktidarının, sözde; "turizme kazandırmak" adına sahil beldelerimizde hızla giriştiği turizm alanlarını imara açma işininin, aslında kılıfına uydurulmuş bir "arazi talanı" olduğu gün gibi aşikâr ve gözle görülür biçimde aldı başını gidiyor! Pek "hayırlı" bir gidişat gibi de gelmiyor bana doğrusu! On yıl sonrasını düşünmek dahi istemiyorum...

Aynı şekilde burada, Meis Adası'na doğru uzanan burunda yapımı birkaç yıl önce "Gazeteciler Cemiyeti" tarafından başlatılan yol ile yazlık site, kötü bir 'örnek' oldu yöre halkına! Özellikle son iki yılda, bir bir yok edilen zeytinlik ve bademliklerin yerine, dağ-tepe hızla evlerle dolmaya başladı. Paranın sıcak yüzü ile tanıştılar bir kez! Artık kimse tutamaz onları... arazinin çoğu, parsel parsel gidecek kooperatif veya yazlıkçılara... daha doğrusu, eski KAŞ gitti-gidiyor elden!

Geçen sene Bodrum dönüşü dört-beş günlüğüne KAŞ'a geldiğimde, böyle olacağının ilk sinyallerini almıştım zaten. Hatta, bir akşam üzeri limanın hemen girişindeki cemiyet lokalinin önünde oturduğumuz sırada, Babıâli'nin kalantor gazetecilerinden bir-ikisiyle, bu konuda sıkı bir münakaşaya bile girişmiştik.

Cemiyet üyelerince KAŞ'ta başlatılan girişimi, "elaleme verir talkımı, kendi yutar salkımı" sözüne benzetişim, nedense bazılarının kanına fazla dokunmuş olmalıydı! Çünkü, genelde kalemlerinin sivriliğiyle tanınan bu ünlü kalemşörlerimiz, çoğunluğu kendi cemiyetlerine mensup üyelerden oluşan kooperatifleri ve icraatı söz konusu olunca, eleştiriler karşısında adeta aslan kesilmiş; resmen hükümetin dalkavukluğuna soyunmuşlardı!

Aramızdaki bu söz düellosunu başlatan neden, aslında onların bize (ben ve yanımdaki Serden'e) sataşmalarıydı. Beni, o sezon başında orada KÜPEŞTE BAR'ı açan arkadaşlarıma mekan temininde ve ruhsat işinde, yakınlarımın "nüfuzunu" kullanmakla eleştirmeye kalkmış, biraz da hadlerini aşmışlardı!.. Bunun üzerine ben de, koskoca bir arazinin bir çırpıda kendilerine tahsisinde kimlerin, nasıl ve ne şekilde "nüfuz kullandıklarını" çok iyi bildiğimi, önce kendilerine dönüp bir bakmalarını söyleyip, ardından da işte o benzetmeyi yapmıştım! İki ukala gazeteciye pabuç bırakacak halim yoktu herhalde!

Ayrıca, benim yardımda bulunduğum kişiler, ne KAŞ'ın doğasını katlediyor, ne de binlerce dönümlük araziyi üç kuruşa kapatıp mal-mülk edinmiyorlardı... olsa olsa, beş-on yıllık kiracı/esnaf olacaktı çocuklar, hepsi bu! Kaldı ki; içlerinden, mimar olan Serden, köhne bir halde yıllardır yıkılıp yok olmayı bekleyen eski bir yapıyı, aslına uygun restore edip oraya yeniden kazandırmıştı. Bence, bu bile yeterliydi benim onları desteklememe... Örnek olunacaksa, işte böylesine faydalı işler yapacak girişimcilere ön-ayak olmakla olunmalıydı. Nitekim öyle de oldu; Serden'in yaptıklarını görenler, daha kaç tane virane yapıyı teker teker onarıp, otantik halleriyle yeniden kullanıma, yani "turizm hizmetine" açtılar... Üstelik, bazısının projesini hiçbir ücret almaksızın Serden çizmişti...

Neyse... Geç vakitte olsa, bir pansiyon bulundu nihayet! Allah'tan, dayımın adı ve hatırı hâlâ geçerli burada. Onun soyadını (CANER) pansiyonlarına verecek kadar kendisini sevip-sayanlar, beni de kırmayıp iki odaya sıkıştırdılar bizleri...

Kaçan keyiflerin yerine gelmesi, gerilen sinirlerin gevşemesi için ekibi alıp akşam yemeği yemek üzere, limanın sol yanında en uçta kalan, Salih Amca'ya ait balıkçı lokantasına götürdüm. Yılların tanışıklığı ve dostluğu vardır aramızda; sırf keyfim için, az mı garsonluk yaptım onun salaş mekanında? Bakmayın siz mekanına salaş dediğime, hiçbir lokantaya değişmem! İkramda sunduğu çeşit çeşit deniz mahsullerinin hepsi her zamanki gibi yine doyumsuz tat ve lezzetteydi... hele de ahtapot salatası... aman Tanrım!.. Bizimkilerin çoğu da midye tavaya doyamadılar. Salih Amca'nın, gençliğindeki 'kaptanlık' anılarını dinlerken, yaşlı kurt resmen bir güzel rakıya boğdu onları! Hele de, Meis'in Rum balıkçılarıyla karşılıklı olarak yaptıkları "masumane kaçakçılık" (gıda maddeleri, vs. gibi) maceraları, mest etti bizim ekibin erkeklerini. Rakılar da kadeh kadeh birbiri ardına devrilince, baktım; yüzler yeniden gülmeye başladı!.. Amacım da bu değil miydi zaten?..

Ahh be Salih Kaptan! Keşke seni dinleyip yerleşseydim vaktiyle buraya... Belki şimdi benim de kendime ait böyle salaş bir mekanım olurdu!.. Gelenin, iki-üç kadehten sonra sinirinden, stresinden arınıp, yeniden mutlu olduğu...

Yemekten sonra ben gruptan ayrılarak, bahsettiğim bizim Ankara'lı çocukların (Serden-Serdar-Cem) işlettiği "Küpeşte Bar"a çıkıp, onlara sürpriz bir 'merhaba' dedim... Eee, Kaş'ta bir bar açmak fikri gündeme geldiğinde, Demre'deki dayımın "nüfuz"(!) ve de eş-dostunu devreye sokarak, bar mekanının bulunup (Rumlardan kalma eski zeytin mahzeni olan taş yapının üst katı), aynı zamanda gerekli izin/ruhsat belgelerinin ayarlanmasında hayli büyük bir pay sahibi olduğumdan - bazı gazeteci üstatların hoşlanmadıkları bir davranış biçimi olsa da (!) - çocuklar tarafından el üstünde tutulurum... Hele Serden'le, "kanka" gibiyizdir. Bu akşam da karşılanışım yine muhteşemdi kuşkusuz... "Kraliçeler gibi ağırlandım" desem; hiç de abartmış olmam hani!..

Bu gece çocuklardan duyduğuma göre, işi epeyce ilerletmişler. Şimdi de üçü birlikte kurdukları "SİMENA" adındaki seyahat acentesini devreye sokup, tekne turu operatör-lüğüne başlamışlar. Ne diyeyim; "Hayırlı Olsun"... işte, girişimcilik ruhu bu olsa gerek... Bravo!.. (Meğer ben, istemeden de olsa kendi kuzenlerime "rakip" yaratmışım yahu! Olsun, nasılsa bu engin denizlerde herkesin bir nasibi vardır...da; şimdi daha iyi anlıyorum, Demre'deki dayımın neden onlardan bahsederken biraz kırgın, biraz sitemkâr bir tavırla; "besle kargayı oysun gözünü"(!) dediğini... üstelik, arayıp hal-hatır dahi sormaz olmuşlar artık. Ayıp etmişler doğrusu! Anladığım kadarıyla, yüzleri olmadığından arayamıyorlar dayımı; yaptıkları eşekliğin kendileri de farkında yani! Bir güzel fırça yediler gece boyunca benden. Söz verdiler ama; ilk fırsatta Demre'ye gidip, dayımın gönlünü almaya çalışacaklar. Umarım, tutarlar sözlerini!..)

Uyumak üzere pansiyona döndüğümde gecenin hayli ilerlemiş bir saatiydi... Ne yalan söyleyeyim; ben çok hoş saatler geçirdim valla... Yazık! Bizimkiler eğlenceyi kaçırdı...

Yarın, artık bugün oldu bile... ve bizler bugün ayrılıyoruz KAŞ'tan... ekip pek memnun kalmadı buradan (akşam yemeği hariç!)..


Kaş - Kalkan - Ölü Deniz/Fethiye, 9. Gün

Pansiyonda yapılan kahvaltıdan hemen sonra sırt çantalarımızı toplayıp limana indik. Ben, gruptan ayrılıp tek başıma gezinmeyi tercih ettim. Deniz kenarındaki çayhanelerden birinde oturup çayımı yudumladığım sırada, şirketteki arkadaşlara birkaç kartpostal yazıp sonra da onları postalamak üzere PTT'ye uğradım. Bu arada, yerli esnaftan olan eski dostlarımla ayaküstü selamlaşıp sohbet ederek, KAŞ'a veda turumu tamamlamış olmanın gönül rahatlığı ile grup arkadaşlarıma katıldım. Aslında, bu kadar kısa sürede buradan ayrılıyor olmamızdan dolayı, şimdi de benim keyfim kaçmış durumda...

KAŞ'dan öğlene doğru çıktık. Bana kalsa bu geceyi de Kaş'da geçirip, bir geceyi daha Küpeşte Bar'da, Sevgili Serden'ciğim ve diğer dostlarımla birlikte doyasıya yaşamak isterdim, fakat gezi grubuma uymak zorunluluğu buna fırsat vermedi. Grup halinde tatile çıktığıma pişman olmaya mı başladım, ne?..

Kaş-Kalkan arasındaki sahili izleyen yol, panoramik görüntüsü açısından Finike-Demre arasındakinin hemen hemen aynısı. Birbirinden enfes irili ufaklı koylar artarda sıralanmış. Ancak, bu defa Kalkan'a dek hiç durmadık.

Kalkan'da verilen kısa molada ben ve Serdar, denize girmeyi tercih ettik. Diğerleri ise, Kalkan'ı gezmek istediler. Bu kısa molanın ardından antik kentlere yapacağımız ziyaretler için yeniden yola koyulduk.

Kalkan'ın batısında, Kalkan-Fethiye karayolu çevresinde üç önemli antik kent var. Geziye Patara'dan başladık. Sonra Xanthos'u, ardından da Letoon'u gezip dolaştık.

Kalkan'dan Fethiye'ye giderken 10. km'de sola Patara ayrımı var. Ayrımdan sonra antik kente ulaşmak için 6, plaja ulaşmak için de 7 km daha gitmek gerekiyor. Kent girişindeki Gelemiş köyü de ayrımdan 4 km uzaklıkta.

Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında Patara'daki kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülüyor. Zafer takı, M.S. 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmış.


Patara levhasını görünce, o yöne döndük ve göz alabildiğince uzanan bir kumsaldan oluşan sahile ulaştık. Sanırım bugüne değin görmüş olduğum en muhteşem plaj burası olmalı. Altın sarısı gibi parıldayan kumu ve de insan boyunu aşan dalgalarıyla ünlenmiş denizi, tam bir doğa harikası. Üstelik bir de antik kentin kalıntılarını saklıyor kum tepelerinin altında...

Patara plajından içeriye rüzgarla taşınan kumulların önüne geçilebilmesi için setler oluşturulmuş. Patara kumsalı, çevredeki kumsalların en uzunu ve en görkemlisi. 18 km uzunluğundaki kumsalın kumu ince, deniz ise sığ. Hemen hemen hiç durmayan rüzgarıyla meşhur. Patara kumsalı deniz kaplumbağalarının yumurta bıraktıkları yerler arasında bulunduğu için koruma altına alınmış.

Xanthos, Kınık köyünün yakınında bir antik kent. Kalkan-Fethiye karayolunun 17. km'sinde Kınık içinden ve Eşen çayının kenarından sağa çıkan 500 m'lik yolla Xanthos ören yerine varılıyor. Kenti gezmeye gelenlerin azlığına bakılırsa, Patara kadar rağbet gören bir yer olmadığı söylenebilir. Sanırım, tarihi kalıntıların çoğunun buradan sökülüp götürülmüş(!) olmasının etkisi ve payı var bunda... Bu, nasıl bir "koruma altına alınmışlık" (?) doğrusu, bizler anlayamadık.

Tekrar Kınık'a dönüp Fethiye yönüne devam ettiğimizde, Xanthos sapağından 2 km sonra bu kez solda Letoon (Kumluova) yön levhası çıktı karşımıza. (Kalkan'dan 19. km'de) Letoon ören yeri, sapaktan 4 km içeride ve seralar arasında kalmış. Burasını da dolaştık. Ancak, bir çok bölümde arkeolojik kazı çalışmalarına henüz başlanmış olduğundan, şimdilik daha çok bir şantiye alanı görünümündeki kenti pek detaylı gezemedik. Kazıda görevli ilgililerden öğrendiğimize göre, bu çalışmalar daha en az on-oniki yıl sürermiş. Antik kentin açığa çıkartılmış bazı kısımları ise sularla kaplı. Buna rağmen çok etkileyici ve görülmeye değer bir yer.

Kalkan-Fethiye arasında son durağımız, görülmeye değer iki antik kentin daha kalıntılarının bulunduğu Pınara ve Sidyma oldu. Pınara'ya, ana yoldan ayrılıp Minare Köyü üzerinden vardık. Şu ana dek gördüklerimizin içinde en ilginci bence burasıydı işte. Dağın zirvesine doğru oyulmuş mağaralar, kaya mezarları büyük bir hayranlık ve bir o kadar da hayret uyandırdı bende. O kadar yüksek tepelere ve o denli sert yapıdaki kayalara, onca mağara ve kaya mezarı nasıl oyulmuş; doğrusu anlamakta çok zorlanıyorum!.. Sidyma'ya ise, köylülere sorarak Boğaziçi köyü üzerinden ulaştık.

Fethiye'ye doğru tekrar yola çıktığımızda akşam olmak üzereydi. Güneşin son ışıklarıyla kendimizi Ölüdeniz'de bulduk. Gezi boyunca beni ilk ve asıl hayal kırıklığına uğratan yer burası oldu!.. Oysa, Ölüdeniz yıllardır benim gözümde bambaşka bir yerdi. Gerek kart-postallarda gördüklerimden, gerekse tv.deki belgesel programlarından izlediğim kadarıyla yeryüzündeki cennet olarak düşlerdim burasını...

Belceğiz ile yan yana konumdaki Ölüdeniz'de çadırlarımızı, kıyının sağ ucundaki kamping alanında kurduk. Gece olduğu için kamp yerinin detaylarını şimdilik bilemiyorum. Sabah gün ışıdığında, sanırım tam olarak gözler önüne serilecektir. Ama, pek iç açıcı olmadığı daha ilk bakışta belli oluyor. Sahi, kim seçti bu kampingi?!! Koştura koştura geldiğimiz şu kasvetli yere bak; bir de dün gece bu saatlerde oturuyor olduğum Küpeşte Bar'ın cumbasına?.. KAŞ'ın o şahane manzarası, ayaklarımın altına serilmiş gibiydi adeta... Gel de küfür etme işte! Önceden yapılmış programın sürekli makaslanıp kuşa çevrildiğine mi yanarsın; yoksa, güzelim yerlerden apar-topar ayrıldığına mı?..

Bugünkü geziler nedeniyle yorgunluk hat safhada. Herkes bir bir dağıldı yataklarına. Günün notlarını Ferda'nın Seyir Defteri'ne düşmeden yatmak istemediğim için uyku tulumuna en son giren, dolayısıyla da "gemici fenerimizi" söndüren yine ben oldum...

Yarını bekliyorum...

KAŞ (ANTIPHELLOS)

Bugünkü Kaş ilçesinde kurulmuş "Antiphellos", Likyalı'lardan kalma bir kıyı kentidir. Kaş'ın adı Yunancada "Taşlık Yer" anlamına gelen "Phellos"tan gelmektedir. Gerçekten de bu isim Kaş'a çok uymaktadır. Antik kent, iyi korunmuş kaya mezarları ve tiyatrosuyla görülmeye değer bir sahil kasabasıdır.

PATARA

Patara kent kalıntıları Gelemiş köyü öncesinde başlıyor. Kentin nekropolü olduğu sanılan kalıntılar arasında Lykia tipi lahitler, Roma devri mezar anıtları göze çarpıyor. Patara bir Lykia kenti. Lykia birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisi. Lykia birliği toplantılarının çoğunlukla Patara'da yapıldığı yazılıyor tarih kitaplarında.

Akropol'de bulunan renkli seramikler kentin tarihinin M.Ö. V. yüzyıla uzandığını kanıtlamaktadır.

Lykia dilinde Pttara olarak anılan kentin İskender'in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Patara, Büyük İskender'e kapılarını açmış ve bu olaydan sonra önemli bir liman kenti özelliğini kazanmıştır.

Bir inanışa göre Patara'yı su perisi Lykia ile tanrı Apollon'un oğlu Patarus kurmuş. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımış. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, Hıristiyanlarca da önemli sayılmış. Noel Baba olarak bilinen Saint Nicholas'ın da Pataralı olduğu söylenir.

400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması ve teknelerin yanaşmakta güçlük çekmeleri, Patara'nın giderek önemini yitirmesine neden oluyor. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla limanı doldurmakla kalmıyor, kenti de büyük ölçüde örtüyor. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir bölümünün kumlar altında olduğu dikkati çekecektir. Biri Patara'ya giden üç kapılı surlar M.S. 110 yılında vali Modestus tarafından yaptırılmıştır. En önemli yapılarından birisi kumlar altında kalmış tiyatrosudur.

Tepeye doğru görülebilecek kalıntılar arasında hamamlar, Bizans bazilikası, Korinth nizamında tapınak bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır ve önemli bölümü kumlar altındadır. Tepede de Athena Tapınağı vardır. Eski liman şimdi sulak alan durumunda.

XANTHOS - KINIK


İlkçağ'da Lykia bölgesinin en büyük idari ve dini merkeziydi. Roma ve Bizans dönemlerinde önemli yapılarla donatılmıştır. Lykia birliğinin başkenti olan Xanthos'un kuruluşunun M.Ö. 1200'lere uzandığı sanılıyor. Bu tarihte Troya Savaşına Lykialıların başlarında Xanthoslu komutan olduğu halde katıldıkları yazılıyor. Xanthos'luların savaşçı ve cesur bir halk olduğu söylenir.

Yangınlarla ve savaşlarla sık sık tahrip olan Xanthos'un her defasında büyük çabalarla yeniden yapıldığı biliniyor. Roma döneminde de Brutus'ün yerle bir ettiği Xanthos bu defa bir başka Romalı Komutan Antonius tarafından onarılmış. Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan Xanthos, VII. Yüzyıldaki Arap akınları sonrasında terkedilmiş.

Şehre Kınık'tan çıkıldığında yolun sağında karşılaşılan ilk kalıntılar Helenistik kapıya aittir. Yolun solunda da şehre büyük katkıları olan Roma imparatoru Vespasianus anısına yapılan kemer kalıntıları bulunmaktadır.

Biraz ileride yolun sağındaki anıt kalıntıları ise, önemli bölümü 1841-42 yıllarında gemilerle İngiltere'ye götürülen muhteşem Nereidler anıtının kalan bölümüdür.

Yolun solunda Helenistik sur kalıntılarını geçip tiyatronun ve Xanthos'un simgesi sayılan Lykia mezar anıtıyla kaya mezarları üzerindeki Harpyler anıtının bulunduğu Lykia akropolüne ulaşılıyor. Anıt üzerindeki kabartmaların aslı İngiltere'ye götürüldüğü için şimdi görülenler onun alçı kopyalarıdır. Lykia akropolünde ayrıca agora ve Bizans bazilikası da vardır. Akropole çıktığınızda çevreyi seyredin. Ovaya hakim manzaranın bulunduğu tepede Lykia saray Kalıntıları da var.

Xanthos'ta, yolun sağ tarafında ve Lykia akropolünün karşısında bir de Roma Akropolü var. Roma Akropolünde bir Bizans bazilikası, kaya mezarı ve Pillar anıtı ile aslanlı mezar kalıntıları görülebilir. Aslanlı mezarın kabartmaları taşınmış, yalnız kaidesi kalmış.

LETOON - KUMLUOVA

Letoon antik kentinde yerleşim izleri M.Ö. 7. yüzyıla kadar gidiyor. Kalıntı ve buluntular, buranın, dinsel ve politik bir alan olduğunu gösteriyor. Letoon, Lykia birliğinin birleşik sunağı durumundaydı.

Letoon'a adı, efsanelerden gelir. Tanrılar kralı Zeus, Leto'ya aşık olur ve birlikteliklerin-den, Leto ikiz çocuklarına hamile kalır. Zeus'un kıskanç karısından korkan Leto kaçar ve Delos'a gelir. Burada çocukları Apollon ve Artemis'i doğurur. Hera'dan daha çok uzaklaşabilmek için Lykia'ya, Anadolu kıyılarına kaçar. Yolda karşılaştığı kurtlar ona Xanthos Nehri'ne kadar kılavuzluk eder. Leto minnettarlık içinde nehri Apollon'a adar ve o zamana kadar "Termilles" adıyla bilinen yere Yunanca kurt anlamına gelen, "lykos" sözcüğünden türetilmiş olan "Lykia" adını verir.

Başka bir efsaneye göre de Xanthos nehri Leto'nun acılarını ve susuzluğunu gidermek için ortaya çıkar.

Leto kültü Güney Anadolu'nun batı kıyılarında çok yaygındır. Halikarnas Balıkçısı'na göre Yunan Tanrılarının çoğu Anadolu kökenlidir. Leto'nun Kibele ile olan benzerliği; Halikarnas, Knidos, Frigya, Karia ve KiLykia'da farklı Leto kültlerinin bulunması Leto'nun da Anadolu kökenli bir tanrıça olabileceğini düşündürür. Zaten, Homeros'un şiirlerinde de Leto'dan fazla bahsedilmez; sadece Hera'nın rakibelerinden birisi olarak geçer.

İşte Leto tapınağı bu olayın geçtiği yerde tanrıça Leto adına yaptırılmış. Ören yerindeki diğer iki tapınak ise tanrı Artemis ve Apollon'a adanmış. Şimdi üç tapınağın sadece temelleri kalmış. onlar da dipten çıkan ve hiç eksik olmayan suların içinde.

Tapınakların güneyinde, MS 7. yy'da terkedilmiş olan, bazilika şeklinde bir kilise ve bir de manastır bulunmuştur.

Letoon'un kuzeyinde Grek planlı, Hellenistik döneme ait olan tiyatro bulunur. Sahne kısmı ayakta olmayan tiyatronun 'cavea'sı iyi korunmuştur. Doğu ve batıdaki kapılar Dorik frizlerle süslenmiştir. Tiyatronun merkez kısmı tepeye oturtulmuştur. 'Cavea' bir diyazoma ile iki bölüme ayrılmıştır. Tiyatro büyük ölçüde Patara tiyatrosunu hatırlatmaktadır.

Şehirde MS 8 yy'dan sonrasına ait kalıntı izi görülmez. Arap akınlarının başlaması ve Hıristiyanlığın putperest yapılarına karşı acımasız olan tutumu yüzünden şehrin terk edildiği düşünülmektedir.


PINARA - SİDYMA

Kalkan-Fethiye arasında görülmeye değer iki antik kentin kalıntıları daha var.
Her iki antik kent de Lykia tipi kaya mezarları ve lahitleriyle biliniyor.

Pınara, Likya'nın en büyük kentlerinden biridir. Bölgedeki ilk güzellik yarışmasının yapıldığı kent olarak bilinir ve tanrıça Afrodit'e adanan ilginç mimari özellikteki tapınağı ile önem kazanmıştır. Yüzlerce ''güvercin yuvası'' biçiminde hazırlanmış halk tipi mezarları Nekropolis'ini benzersiz kılar.


Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Hülya Kaçar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


HAS

Terzi miydi anneniz
Terziydi teyzem
Memnun oldum

Olmadık filmlerde bizi ararken
Susturucuyla susturulandım

Nasıl da vahşi görünür kırmızı
( baba koltuğunda ta karşınızda )
Oysa çaresizliğin rengidir
Vahşi kadar yalnızlığın

Deliler çaresizdir.

Siz çareliler
Kaç eli öptünüz şehvetli ve sessiz?

Yazık!

Son kan tanesini dinleyin bari
Teyzeler, anneler dikerken kadınlıkları
has kadınlar kendileriydiler

Susmayın; siz çarelisiniz
Siz hem narin hem otoritesiniz
siz, siz, siz, en, ensiniz
Soyarken kadınlıklarınızı eşleriniz
Kaçıncı kan tanesini heba ettiniz

Siz hoşgörün delileri
Onlara akıl verin
Yalnızca bi kez
Son kan tanesini
Son kan tanesini dinleyin.

Sedef Özkan

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Havada bulut sen bu herifi unut!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Siz devlet ile ilgili olan işleriniz için ne yapıyorsunuz? ...Vatandaşların E-Devlet uygulamalarından habersiz oluşu ve gerektiğinde bu uygulamalara ulaşmak konusunda yaşadıkları zorluklar bir e-devlet portalı ihtiyacı doğurmuştur. Bu ihtiyaca cevap vermek üzere Eylül 2003´te www.devletim.com domaini altında E-Devlet portalı kurma çalışmaları başlamıştır... diye tanıtım yazısını kullanan http://www.devletim.com/index.asp?cat=online+hizmetler web portalında bir çok işleminizi bilgisayarınızın başından kalkmadan yapabiliyorsunuz. Uğramazsanız üzülürsünüz.

"insan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 50 yıl önce 10 Aralık 1948 günü kabul edilmiştir. Geçen yıl 75.yılını kutladığımız Türkiye Cumuriyeti'nin Anayasa'da belirtilen niteliklerinden biri de "insan haklarına saygılı" olmaktır. http://www.mailgazete.com/bilgibank/bilgibank4.html Eğer bu beyannamede neler yazdığını merak ediyorsanız bu kısa yolu tıklayabilirsiniz.

...CHATIN, cep telefonları için geliştirilmiş, Telsim, Turkcell ve Avea ile uyumlu, ICQ/MSN türü bir programdır. Aynı bu programlarda olduğu gibi arkadaşlarınla sınırsız sesli konuşmanı, yazılı mesajlaşmanı, e-mail, resim ve video göndermeni sağlar... http://www.netbul.com/chatin/chatin_nedir.asp kısayolundan her türlü bilgiyi alabilirsiniz.

Animasyonlar konusunda ilginç bir kaynak. http://www.icerix.com/kategori3.html em eğlencelik hem de bilgi kaynağı.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Firefox 0.9 [4.7M] Windows FREE
http://www.mozilla.org/products/firefox/
Yeni ama hatalardan ders almış bir browser arıyorsanız Firefox'u mutlaka denemelisiniz. Internet Explorer'ın ve Netscape'in temelini teşkil eden Mozilla tarafından geliştirilen bu program çok yakında tüm tarayıcıların pabucunu dama atacağa benzer. İçindeki arama ve download yöneticileri kusursuz ve hızlı. Benden söylemesi, bilgisayarınızı üzmeyecek ve yormayacak bir tarayıcı kullanmak için yükleyin ve mutlaka deneyin.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040907.asp
ISSN: 1303-8923
7 Eylül 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com