Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 591

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 30 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Engelsiz Bir Dünyaya Açılan Gökkuşağı...


Merhabalar,

Elimde kumanda, düğmeleri üzerinde kayarak ilerliyorum. Zıp, ünlüler çiftliği, azalmışlar, sanırım yakında bitecek bu çile hem onlar hem de onları bekleyenler için. Zap, bütün çocuklarım, Kadir Abim döktürmekle meşgul. Zip, Berat Kandili özel programı, geçmiş kandiliniz mübarek olsun. Pat, Avrupa yakası, seni de Allah güldürsün emi Ata Demirer. Ahh, elim kaydı, o da ne? Bam Teli, bu sefer dağda bayırda değil havuz kenarında...

Tayfun Talipoğlu'nu tanırsınız, hani şu kendi arsasına karavan koydu diye kendi gazetesinde afişe edilen yapımcı. Yıllardır taviz vermeden sürdürdüğü bir yol hikayesi anlatıcısı. Bu sefer Bodrum'da bir kampta. Konuştuğu insanlar biraz farklı, hepsi engelli ama turuncu tişörtleri içinde mutluluk ve umut saçıyorlar. Adının Ercan olduğunu ancak öğrenebildiğim bir yürekli insanın çabalarıyla tamamen gönüllülük üzerine kurulmuş üç yıllık bir kamp burası. Alternatif Kamp. Dünyanın dört bir tarafından engellilerin elinden tutmak için koşup gelen engin gönüllülerle engelli dünyadan 1 hafta da olsa sıyrılıp bir adım öne çıkmaya çabalayan gençlerin ortaklaşa raksına şahit oluyorsunuz burada. Kampın tüm gideri sponsor firmalar, gönüllü kuruluşlar ve derneklerin katkılarıyla karşılanıyor. Engin'in tutmayan ayaklarıyla havuz içinde palet çırpışını ve ilerleme azmini görüp, Aliço'nun haykırış dolu şiirlerini okuyup etkilenmemek elde değil. Ama ilginçtir, gözyaşlarına hakim olmayı bir türlü beceremeyen benim bile yüreğim bir başka çarpıyor, gülümsüyorum. Bunca yaşanan berbat şeyin arasında güzelim memleketimde iyi hem de çok iyi şeyler yapılıyor olmasını görmek harika şeyler hissettiriyor insana. Moral motivasyona en fazla ihtiyacımız olan bir dönemde bu türden çalışmaların farkında olmak, farkında olmakla kalmayıp bizzat içinde yer almak, sahip olduklarımızı anlamamız açısından çok büyük bir fırsat. Böyle bir çalışmayı ancak 3 yıl sonra hasbelkader farkedebildiğim için yuh olsun bana. Ama olsun, geç olsun da güç olmasın. Web sitelerinden çok fazla bilgiye ulaşmak mümkün değil ama yeniliyorlarmış. Gene de ilgi gösterecek dostlar ilişki kuracakları bir adres bulacaklardır. Yüreğine sağlık Ercan Bey, sana da kucak dolusu sevgiler Tayfun Talipoğlu.
http://www.alternativecamp.org

Bugün pikaba yine tozlu raflardan aldığım bir plağı koydum. Bir zamanlar TRT ekranlarında tek eğlencemiz olan İtalyan şov programlarının beylik ama güzel şarkılarından biri. Nicola di Bari söylüyor, Zingara. Aman bugün havaya dikkat edin. Dün yaşanan ufak çaptaki depremin müsebbibi bu abuk sıcak olabilir, aman dikkat! Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

10 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


GECENİN KAPISI ARALIK KALDI - II -

Birkaç gün önce okullar açılmıştı. Sokaklar iki hafta öncesine göre alışılmadık kadar boş ve sessizdi. Eylül başı için fazla serin ve fazla ıssız bir geceydi. Salkım söğüdün aşağıya doğru uzanan dalları denize değiyordu. Betonla çizgilerle kaldırımdan ayrılan bölümde karagöz, yıldız, hatmi ve yer yer kurmuş vapur dumanları gecede karartı gibi duruyordu. Varoş Hamamı sokağından köpek havlamaları yankılanıyordu ve Devran'ın canı sımsıcak bir çay istiyordu. Gitmeden önce Demet'e sımsıkı sarılmayı da.

Kalkıp yanına otursa şimdi kız korkacaktı. Korkmasa bile çekinir veya rahatsız olabilirdi.. Gecenin çağrınsa uysa, belki bir daha görüşmek istemeyecek, onun da hevesi kursağında kalacaktı. Bu basit bir oyun gibiydi. Dünyanın en eski oyunu. Seni istiyorum, hadi bize gidelim dese yüzsüz ve kaba olacaktı. Belki de susmak en iyisiydi. Susmak ve koruklar helva oluncaya kadar beklemek….

İlk buluşmaları olmasına rağmen zaman su gibi akmadı. Sokaklar iyice boşaldı ve ikisi de üşümeye başladı. Devran Sinecan kendini tutamadı. Ayağa kalkıp kıza sarıldı. Kız rüzgardaki yaprak gibi titriyordu. Sonra kız da usulca ona sokuldu. Sarılmaya sıcak bir karşılık verdi. Devran iyice cesaretlenip dudaklarını usulca Demet'in boynuna değdirdi. Demet sıcacıktı, çok güzel kokuyordu. Kızı gazete bayiinin önündeki duraktan Gelincik minibüsüne bindirdi. "İyi geceler" deyip karanlığa yürüdü. Dar sokaklardan, ahşap ve yorgun evlerin önünden geçerken bu işin sonunun nereye varacağını kestirmeye çalışıyordu.

Onunla benim aramda ne olup biteceğini, neler yaşanabileceğini bilmiyorum. Sadece yaşantımın içinden, kırklı yaşımın kenarından hızlıca geçip gidecek. Çok sürmez bir kaç hafta içinde benden daha genç birini bulur. Eğer birini bulur ve giderse Demet'in ardından şapşal gibi bakakalmamak için dikkatli olmalıyım. Evet, onu beğeniyorum ve istiyorum. Buna itirazım yok. Ama o benim aşık olabileceğim biri değil. Bu ilişkiyi olabildiğince sığ ve bedenimle yaşamalıyım. Giderken benden bir şeyler götürmesine izin vermemeliyim. Benden hevesini alınca buhar olup uçar. Çekip gittiğinden haberim bile olmaz. Adamın karşısına dikilip "Ben bu ilişkiyi bitirmek istiyorum." dese öp de başının üstüne koy. Belki telefon eder. Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna tekerlemesini söyleyip yüzüme kapatır. Acaba Demet'e haksızlık mı ediyorum. Yok yok, bu kız pek sağlam pabuç değil. Geldiği gibi, apar topar çekip gider. Bunu niye dert ediyorum ki? Giderse gider, kalırsa kalır.

Devran Sinecan'la Demet ilk kez Yalı Kahvesinde karşılaştılar. Kalabalık bir gurubun içinde çok konuşanlar, kahkahalarla ortalığı çınlatanlar ya da en sessiz olanlar çok dikkat çekerlerdi. Demet, sessiz olma yolunu seçerek ilgi çekmeyi keşfetmişti. Devranla aynı masada oturduğu gün hiç konuşmadı. Zaten aynı masanın etrafında oturanlar on kişiden daha fazlaydı. Birbirini tanıyanların yanında o gün ilk defa o arkadaş grubuna katılanlar, ilk defa tanıştırılanlar da vardı. Demet belki de Devran'ın her zaman oturup kalktığı arkadaşlarından birinin tanıdığı olarak oraya gelmişti. Güzel yada çok dikkat çekici bir tip değildi. Kalabalık bir sokakta yürüdüğü zaman ilk bakışta göze çarpacak kızlardan sayılmazdı. O gün, hatta sonraki bir hafta içinde bile Devran Sinecan ile Demet hiç karşılaşmadı ve konuşmadı. Aynı masanın etrafında oturdukları günün üzerinden yaklaşık iki hafta sonra bir akşamüzeri Demet yalıya gelip Devran Sinecan'ın masasına oturmak için izin istedi. Yüzü aşinaydı ama Demet'i ilk bakışta anımsayamadı. Sonra birlikte çay içtiler. Demet'e halini hatırını, nereli olduğunu, nerede çalıştığını, nerede oturduğunu, ne iş yaptığını sordu. Sonuçta insan masasına oturmaya gelmiş bir konuk için, aynı masaya oturmak isteyecek kadar beni kendine yakın gören birine ilgisiz ve soğuk davranmak ayıp olur diye düşünmüştü. Asıl amacı Demet'i daha yakından tanımak ve samimi olmak değildi.

İlerleyen günlerde yine aynı kahvede akşam üzerleri sık sık karşılaşıyorlardı. Bazen sadece ikisi, bazen de yanlarında başka arkadaşlarla güneş kavuşuncaya kadar oturup sohbet ediyorlardı. Sohbetler bazen şeker tadına, bal kıvamına ulaştığında bitsin istemezsiniz. Bir türlü masadan kalkıp gidemezsiniz. Eve gitme, yemek yeme hatta uyuma saatleriniz şaşar. İşte böyle sohbetin uzadıkça uzadığı, masadakilerden hiç birinin kalkıp eve gitmek istemediği bir akşam, karanlık çöktükten sonra Demet ona"Beni sokağın başına kadar götürür müsün? diye bir teklifte bulundu. Böyle bir teklife "Hayır götüremem. Zaten eve çok geç kaldım. Kusura bakma."diyemedi.

Sahilden yukarıya Gelinciğe doğru kale önünden yokuşu tırmanırken Demet ağzından baklayı çıkardı. Devran Sinecan'ın yıllardır duymadığı, hatta duyabileceğini hiç sanmadığı güzel cümleler söyledi. Devran o akşam akıllı, zeki, yakışıklı hatta çok aranan bir erkek olduğunu Demet'in sözlerinden öğrendi.

Elbette duyduklarının hepsine inanmadı. Çünkü doğru olmayacak kadar güzel cümleler söylemişti. Bir insanı etkilemek için kurgulanmış cümleler olduğunu bile bile beğenildiğini hissetmek çok hoşuna gitti. Birlikte sokağın başına geldiklerinde Demet onu ısrarla akşam yemeği için evine çağırdı. Bütün ısrarına rağmen kabul etmedi. Demet'in ısrarından kurtulmak için "Başka bir akşam gelirim."diyerek geçiştirdi. Demet evine doğru yürürken "Bu sözünü sakın unutma. Başka bir akşam mutlaka benim misafirim olacaksın. Sözünde durmalısın."diyordu.

O akşam Demet'in takındığı ısrarcı tavır, Devran'ı evine götürmek için zorlaması her şeyi tepeden tırnağa değiştirdi. Artık her ikisi içinde her şey daha açık, seçik ve anlaşılır olmuştu. Devran Sinecan, yalıdaki akşam sohbetlerinin sonunun yine böyle bir akşam üzeri yatakta noktalanacağını hissediyordu.

Serin Eylül gecesi parkta buluştuklarında Devran herkesin eteğindeki taşlar dökülecek diye beklemişti. Nasılsa beni evine çağırır, canım minnet ben de giderim diye düşünüyordu. O gece her şey biraz tuhaf ve anlaşılmazdı. Üşümek ve susmak dışında hiçbir şey olmamıştı.

Arkası Yarın

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              8 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


  ALIŞMADIK BÜNYEDE HÜZÜN DURMAZ

Dedim ki bu defa okuru şaşırtayım. Şöyle hissiyatı bol kepçe bir yazı yazayım.. Kalpsiz olduğum yolundaki dedikodulara bir son vereyim..

Hazır tabiat ana kudurmuş, şar şar yağmur yağdırırken; başkent olduğuna bin şahit isteyen ve günde 3 kez elektrikleri kesilen Ankara şehrinin serin ve karanlık gecelerinde, mum ışığında, bilgisayara ilişmeden ve kağıt kalem ile bir yazı döktüreyim...
(Romansa bak... Can Dündar halt etmiş!)

Açtım biramı, yaktım mumu, aldım kalemi, başladım karalamaya...
Nasıl yazılır bu içli ve de hisli yazılar?
Hmmmm, bir düşünelim...

Tabii ya! İnsanın his şey ettirebilmesi için önce iyice bir dertlenmesi lazım. Sonra da 'derya olmuş dertleri' için kendine acıması lazım...
Peki ne derdim vardı benim? (Ha gayret Tuba, olacak!)

Memleketimin üzerinden, anayasa kitabının serbest düşüşü ile birlikte çakmaya başlayan kriz şimşeklerinin arasında dolaşan kara bulutlar dağılmamış.. Efendime söyleyeyim; hala meteliği kaleşnikof ile takır takır taramaktayız.. Yaşıtlarımız at, kat, yat sahibi oldu, üstüne bir de Hacca gitti geldi, bizim bi tornetimiz bile yok.. Gel de efkara kesme, gel de içme, gel de zırlama!
(İmgelem ve arabesk motif bombardımanının böylesini bir de Cezmi Ersöz becerebiliyor, ayıptır söylemesi!)

Sen de normal insanlar gibi 657'ye tabi olsaydın, ölçüp biçtikten sonra ayağını uzatabileceğin bir yorganın olurdu! Hiç olmazsa kıçın ve bütçen açıkta kalmaz, vergi borcu yerine makul taksitlerin olurdu.. Alem günde 8 saat mesai yaparken, serserilik ve hovardalık yapmayı biliyorsun ama!

Hmmm ekonomik dertlerden tutturamadık. Geçiniz!

Sonracığıma.. ımmmmmmm.. şeyy...

Hani bazen anlamların ölesi tutar... devrilir bütün cümleler o vakit..
Bazen, yolların uzayası tutar... gidenler hiç dönemez o vakit..
Bazen, ışıkların sönesi tutar... bütün şehir korkudan ağlar o vakit..
Sonra, batan geminin paslı mallarından biri gibi hissedersin kendini..
Yitik, bitik, tarihe gömülmüş bir pislik gibi.. Ölüm bile acizdir artık!
Olur ya hani.. ansızın, sebepsiz yere, birden suratın düşer, sırtın üşür, gemiler yanar, 'tarifsiz kederler'e gark olursun, kendini seçemezsin, bırakıp gidemezsin de, dudağının yarısı gülümser, kalan yarısı bükülmüştür, bişey düğümlenmiştir, çözülecek gibi de değildir hani, yavaş yavaş boynun da bükülür, cüssen de ağırlaşır, tüy düşse kafana dengen bozulacak gibidir.. Ciddiye alırsın......

(O-ha! Bu kadarını Cezmi Ersöz bile beceremezdi billahi!)

Ne diyorsun sen yahu? Sartre hortlayıp gelse, az önce yazdığın bir çuval dolusu zırvalık içinden anlamlı tek bir bunalım sebebi bulamazdı!

Laf kalabalığını da yemedi bünye. Geçiniz!
Hah, buldum!

Ulan eşeğin büyüğünü ahırda unutuyorduk neredeyse, iyi mi? Yahu sevgiliden ayrılmışız.. Aşk acısının dikiş tutmaz yaraları, lokman hekim geçmez çöllerinde bir yudum suya hasret, cayır cayır kavrulmaktayız. Mis gibi dert işte sana! Bundan ala his mi olur?

Amma ve lakin yağmur dinmiş, elektrikler gelmiş; mum sönmüş, televizyon açılmış.. Bunlar yetmezmiş gibi, bir de televizyonda 2004 Atina Olimpiyatlarının banttan görüntüleri başlamış, gözüm yüzme yarışlarına takılmış..

Hikmetinden sual olunmayan, üçgen vücutlu çıtır yüzücüler kulaç kulaç yüzmekteler.. Dertlerim ve ben, kedinin ciğere baktığı gibi çıtırlara bakmaktayız.. Tabii bu arada kim şampiyon olmuş, kim rekor kırmış umurumda da değil, itiraf edeyim.. Ben gözümü doyurmakla meşgulüm sadece..

Yaşıyor ve 'üçgen'i yürekler yakan çıtır bir yüzücüyle -rüyalarda dahi olsa- halvet olma ihtimalini cepte taşıyor iken, nasıl his yapayım, nasıl zırlayayım? Yemişim parayı, yemişim ayrılığı, yemişim dertlerin alayını; satmışım dünyanın anasını!

Bu arada, bir dostum nasıl yüzme yarışı izlediğimin yakın tanığı olmuştu.. Evinde misafir olduğum bir gün, ağzında purosu ile gayet entelektüel birşeyler anlatırken, ben televizyonda yüzme yarışlarını yakalamış ve onu susturup, hoplaya zıplaya yarış izlemiştim.

Bahsi geçen dost: "Bu kadar iştahla yüzme yarışı izleyen birine daha rastlamadım.. Ulan madem o kadar meraklısın, yüzücülerin idman yaptığı bir havuza atlayıp, boğuluyorum diye çırpın.. O arada götürüsün malı" demişti.

İyi ama boğulmayı bilmiyorum ki ben?

Ah-haaaa sonunda kendime bir dert buldum..
İşte buna ağlanır! Ühüüüü....

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  BENİ TANIYAMAYACAKSIN

Telefon yeniden çalmaya başladı. Hüsnü, her çalan telefonda yaptığı gibi, konuşmaya başlamıştı. Kafesinde asılı olan aynasına değdirdiği mavi gagasını yukarı aşağıya sürtüp "Dedecim... Dedecim..." diye tekrarlıyor, o bu şekilde konuştukça da telefonun diğer ucunda kim olursa olsun "Torunlar gelmiş ha Muharrem bey, gözünüz aydın" şeklinde bir cümleyi mutlaka ağzından döküveriyordu.. Sinir oluyordu Hüsnü'nün bu haline. Bilerek ona dede demesini öğretmiş değildi ama allahın kuş beyinlisi aynı kendi sesini taklit ederek her telefon çalışında dedecim demeye başlıyordu. Atsan atılmaz, satsan satılmaz, hay allahım bana sabır ver diye iç geçirdi.

Büyük oğlan, Zafer, arıyordu; iyiydiler (Allah iyilik versindi), onu merak etmişlerdi (Merak edecek ne vardı, telefonun sesini geç duymuştu), neden telefonu geç açmıştı (Kenefteydi, feshüphanallah), ona babalar gününde hediye ettikleri cep telefonu neden hep kapalıydı (Eskimesin diyeydi), ne zaman bu inadı bırakıp İstanbul'a yanlarına taşınmaya razı olacaktı (Henüz İstanbul'da yaşayacak kadar bunamamıştı), Cem bu aralar bir işler karıştırıyordu ama kimseye bir açık vermiyordu (Kokusu yakında çıkardı), demek dedesini de aramamıştı (Aramazdı o hayta, sanki gençliğinde babası çok arardı), küçük torun Ceren kolluksuz yüzmeye başlamıştı (Dedesinin tavşanı), gelini Hülya okullar açılmadan önce onu en azından bir haftalık dahi olsa yanlarına davet ediyordu (Hülya kızı sağ olsundu), şirkette işleri yoğundu ama hafta sonu için Cuma gecesinden gelip kendisi onu evden alabilirlerdi (Gelecek olursa atlar bir otobüse gelirdi, zahmete gerek yoktu ama Hüsnü'yü yalnız bırakamazdı), zaten Ceren de dedesini rüyasında görmüş ve bu sabah kahvaltıda ballandıra ballandıra anlatmıştı (Neler görmüştü peki tavşan?), kasabadaki komşular nasıldı (İyi, iyi, bir yaramazlık yoktu), kardeşler bu hafta sonu Zafer'de buluşacaklardı ve bu hafta sonu onun da gelmesini çok istiyorlardı (Onlar keyiflerine bakacaklardı, havalar çok sıcaktı, yolu şimdilik göze alamıyordu), ortanca kardeş, Barış ve eşi Didem İtalya'dan bu hafta sonu dönüyorlardı, köpekleri Lazy onlarda emanet olduğu için de direk İstanbul'a Zafer'e geleceklerdi (İyi gelsinlerdi, nasılsa gelin bir ay içinde başka bir memleketi tanımak için bir gezi daha planlayıverirdi, çoluk çocuk yapmak yerine köpek dedesi olmuştu sayelerinde), küçük kardeş, Savaş, öğlene doğru aramış ama onu evde bulamamıştı (Evde telefonun başında nöbet tutacak hali yoktu, varsındı tekrar arasındı), kendisine iyi bakacaktı (...), onları daha sık arayacaktı (...), bir istediği var mıydı, bir ihtiyacı varsa söyleyecekti (...), evin bahçesinde biten ayrık otlarını yaz sonu onlar ayıklayacaklardı, sakın kendisini yormasındı (...), diz ve bel ağrısı ne alemdeydi (...), ilaçları bitmiş miydi (...), ilaçlarını düzenli almayı unutmayacaktı...
(Off, telefon su yakmıyordu, çok konuşmuşlardı)...

Kan ter içinde telefonu kapatıverdi. Zafer de Hülya da pek iyiydiler aslında. Gün aşırı arayarak onu bu acaip teklifleri ve aşırı merakları ile tedirgin etmeseler daha da mutlu olacaktı. Evinden başka bir yerde huzur bulamadığını onlara uzun uzun anlatmıştı ama anlamalarını beklemekle akılsızlık yapmıştı sanki. Onlara göre hava hoştu, yeni eşyalara yeni sokaklara alışmak hiç sorun değildi. Bir heyecanla gidip eve yeni koltuklar alabiliyorlardı, ya da üç ay ara ile gördüğü odaların şekli şemali, rengi, hatta kokusu bir anda değişebiliyordu ve bütün bunlar onu afallatıyordu. Bakkal Ahmet efendiyi beklenmedik bir kalp krizi sonrasında kaybettiklerinde o dükkanın önünden geçerken çektiği çileyi anlayamazlardı. Merhumun dükkanında tezgahta duran oğlunu yıllardır tanırdı, elinde büyümüştü ama onun gözleri Ahmet efendiye alışıktı. Anlayamıyorlardı; yıllardır yemek yediği bütün kenarları köşeleri tanıdık masanın ve onun sabit muşambasının üstüne kirlenip yıkandıkça sıra ile giydirilen toplam 3 elbisesinin, belki yirmi yıldır su içtiği şu üstündeki mavi çizgisi kopuk kopuk ve silik hale gelmiş eski cam bardağın, pencerelerden ışığı nazlı nazlı salan-Akide hanımın uçlarını elleriyle işlediği-o perdenin, bütün eski kazakların yünlerinden gelişi güzel örüldüğü için her bir ilmeğinde ve renginde tek tek anıları çağrıştıran şu girişteki paspasın, duvarlarda camlarda asılı duran fotoğrafların, gelinlerin atması için uzun zamandır üstünde baskı kurduğu ve hatta yeni bir takım alıp yanı başına yerleştirildiği-ama kendisinin inatla elini bile sürmediği- melamin yemek takımının, yıllardır aynı kişileri kucağında uyutmanın alışkanlığı ile kendi vücudunun ve yanı başında yıllarca uyuyan Akide hanımın vücudunun şeklini almış o döşeğin... hayat sahibi olduğunu, nefes alıp verdiğini, en az onun kadar yaşlı ve görmüş geçirmiş olduğunu anlayamıyorlardı. Evi onun dostuydu, arkadaşıydı, yoldaşıydı... Hiçbir yere de zorlantı ile kımıldamayacaktı. Kimseleri mutlu etmek için huzurunu bozmayacaktı! Allah ne kadar ömür verdiyse bu evde sonuna dek tüketip, vakti zamanı gelince de evdeki bu dostları arasında huzur içinde göçüp gidecekti!

Kulağına gelen ezan sesiyle ikindi olduğunu anladı. Abdestini almak için hazırlanmaya başladı. Hüsnü bu sefer de hocanın ezan okuyuşuna katılmaya başlamıştı. Gülümseyerek kafasını salladı. Bir tek Ceren aklına takılmıştı; rüyasında acaba ne görmüştü. Geçen sene süt dişleri dökülmüş ve iri iri ön dişler gelmişti yerine. Annesine çok benziyordu. Torununa "Tavşan" derken için için gelinine de sataşmanın keyfi ile gülümser, Hülya bunu fark edene dek de üstüne basa basa tekrarlardı. Onun kendisi ile şakalaştığının farkına varınca Hülya da bu küçük oyuna katılır ve ön dişlerini ortaya çıkararak Ceren'e gülümserdi. Çocuklar ile ilgili allah yüzlerini hep güldürmüştü.

Zafer'in bıçkın bir delikanlı olacağı, kafasını iyi kullandığı daha el kadarken belliydi. Akide hanım ile omuz omuza vermişler ve üç oğullarını da ellerinden gelen en iyi şekilde okutmuşlar, sevgilerini şefkatlerini, ilgilerini hiç esirgememişlerdi. İlk gençlik sonrası okumak için İstanbul'a giden Zafer bir daha baba evine dönmemiş, ikinci oğlanın tahsili sırasında da evini barkını işini kurup İstanbul'da kalmıştı. İlk bomba olarak gelen torun Cem ile yüzleri gülmüş, o sırada üçüncü oğlan Savaş da İstanbul'a okumaya gitmişti. Zafer ve Barış, iki kardeş, iyi anlaşırlardı. Savaş biraz da en küçük olmanın verdiği mesafe ile içine kapanıktı. Akide hanım ile Savaş arasında başka türlü bir bağ vardı. Hiç konuşmadan yapılan bir anlaşma gibi çocukları paylaşmış oldular. Zafer ve Barış onundu, Savaş ise Akide hanımın. Akide gittikten sonraki yıllarda Savaş daha da az uğrar olmuştu baba evine. Hoş, telefonla arayıp hatırını sormayı ihmal etmezdi ama inzivada yaşıyordu. Zafer bunu "sanatçı kimlik" olarak açıklıyordu. Her konu açıldığında "İnşaatların bütün ince ayrıntısı, albenisi Savaş'tan çıkıyor, o bütün sanatçılar gibi biraz tuhaf, sen üstünde durma, iyi o iyi..." diyordu. Zafer iki kardeşini de yakınlarında tutup destek olmuştu. Üç oğlan da inşaat sektöründe birbirini tamamlayan işler ile uğraşıyorlardı, para mal mülk sorunu hiç çekmemişlerdi. Cem'in baba izinden yürümek yerine kendini dağlara vurmasını, kendisi hariç, kimse yadırgamıyordu. Çok sevdiği ve başarı ile bitirdiği Çevre Mühendisliği sonrasında pek çok dergide o dağ senin bu dağ benim fotoğrafları çıkmış, hatta şu iki yıl önceki 17 Ağustos depremi sırasında-hay allah, ne çabuk geçmişti onca zaman, koskoca iki yıl tam tamına dolmak üzereydi-katıldığı çalışmalar nedeniyle ödüller almıştı. Dünyanın dört bir yanından kendisi gibi uçuk kaçıklara ya ev sahipliği yapıyor ya da onların misafirperverliğine sığınıyordu. Oğulları ile hep gurur duyardı, hatta onlara anlam veremediğinde bile bu değişmezdi.

Namazın hemen ardından evinin bahçesine çıkıp ağaçlarına bakınmaya başladı. Narlar küçük ama yeşil yeşil parlıyorlardı, irileşmişlerdi. İncir, tepesinde kalan son birkaç tanesinin olgunluğu ile, gözünü dolduruyordu. Bu yaz ne çok yemiş vermişti. Cevizlerin yere düşen birkaç tanesini topladı. Ellerini yeşile boyayacağını bile bile açmaya koyuldu. Kafasını kaldırdığında Akide hanımı gördü, yine pembe bir elbise vardı üzerinde. Saçlarının beyazlığı ışıl ışıl parlarken Ceviz ağacının dallarına kurulu eski salıncakta usul usul Ceren'i sallıyordu. Yüzünü dönüp kendisine ses etme gibilerinden bir dudak işareti yaptı. Başı ile salıncakta uyuyan Cem'i işaret etti bu sefer... Az önce Ceren yok muydu o salıncakta?? Kafasının karıştığı sırada Savaş evin arka kapısından çıkıp anasına doğru yürümeye başladı.Anası gözleri parlayarak aynı şekilde sessiz ol dedi ona da. Savaş anasına arkasından sarılıp yanağından öptü. Akide'nin ses çıkarmamaya çalışarak gülmesi kulağına kıkırdama sesi olarak geldi. Başını sağa çevirdiğinde masadaki semaverin başında oturan Zafer ve Barış'ı gördü. Hülya ve Didem ellerinde çay bardakları, şekerlik ve çeşit çeşit bisküviler ile dolu tepsiler ile mutfak tarafındaki kapıdan çıktılar. Herkesin yüzü gözü aydınlık, herkes kendi dünyasında mutlu ve huzurluydu. Elinde un ufak olmuş taze cevize indi gözleri. Birkaç dakika bekleyip başını geri kaldırdığında akşam üstü başlayan hafif esintiye teslim olup sallanan boş salıncağı gördü...

Akide hanım ona bir şeyler söylüyor gibiydi..

Devam edecek...

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
16 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı


YAŞADIĞIMI İTİRAF EDİYORUM

Pablo Neruda bir şiirinde "yaşadığımı itiraf ediyorum" der. Bu şiir bana ilk okuduğumda bu dizeleri ile çok çarpıcı gelmemişti,zaman ve yaşadıklarım ve gördüklerim bazan yaşamanın işlenmiş bir suç gibi ve hatta itiraf edilecek şekilde gizlice işlenmiş vicdanı yaralayan bir suç olduğu sanısını bende yaratmıştır. Pablo Neruda acaba hangi duygular içerisinde yaşadığımı itiraf ediyorum dedi bilmiyorum ama,toplumumuzda üzerine düşenleri yapmayarak toplumun herşeyiyle kötüye gidişine seyirci kalan bana dokunmayan bin yaşasın diyerek ortalama üzerinde bir hayatı yine bu toplumdan aldıkları ile sağlayan acaba kaç kişi yaşadığını itiraf etmek zorundadır. Acaba kaç kişi geleceğin yapısını bozan tüm olumsuzluklara seyirci kalarak çocuklarının ve torunlarının geriye baktığında suçunu yani yaşama suçunu itiraf etmeyen babalarını ve dedelerini nasıl anacaklarını düşünmektedirler. Bizim dede, ana ve babalarımızın yaşama suçu işlemediklerini hepimiz biliyoruz, onlar bizlere insan olunması için gereken hertürlü değeri öğrettiler ve bizi özgür birey olmanın ilk adımı olan birileri ile birlikte yaşamanın gereklerine uyma ile donattılar, biz yemeği dışarıya koku saldığında komşularına yemek gönderen, biz alınanlar görülmesin diye pazardan sepetlerle dönen, marka elbiseler ile yoksul elbiseleri özenti ve hasetlik yaratmasın diye siyah önlüklerle okuyan, biz herkesi ezerek kazanılmayacağını bilen, birey olma ile birlikte olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışan, kendine ve insana saygının önemi öğretilen bir nesildik. Şimdi yaşadığımızı itiraf eder hale geliyoruz, niçin, niçin. Bu nedenle devleti, yönetimi, hukuku, adaleti, eğitimi, demokrasiyi yaşadığımız ve bizi vatandaş birey yapan herşeyi tartışmalıyız, türkiye rating için şaklabanlık yapan bazı medya maymunlarının, maddi çıkar için her türlü değer kavramını satan çıkarcıların, teknoloji ve dünyadan habersiz sermaye maşası bazı köşe yazarlarının, artık çağdışı kalmış siyaset ve siyasetçilerin eline bırakılamayacak kadar ciddi boyutlarda bir değişimin eşiğindedir. Bu değişimin teknolojik, dünya standartlarında ve önce insan diyen bir felsefedeki değişim olması için hepimiz katkı yapmak zorundayız, biz bu değişime katkılarımızla yön veremez isek "yaşadığımızı itiraf ediyoruz" diyerek suçumuzu gelecek nesile anlatmamız gerekecek.

Tayyip, Devlet Bahçeli, Recai Kutan, Mehmet Ağar, Deniz Baykal ile Türkiye insanca, çağdaş, teknolojik bir değişim yakalayamaz, bu bizlerle olacak, küçük işaret fişekleri, küçük ateşler, yuvarlanan küçük kartopları ile ve bu ülkenin insan hakkı yememiş, doğal ve sosyal çevreyi kirletmemiş bundan sonra görevi insan hakkı yedirtmeyecek doğal ve sosyal çevreyi kirlettirmeyecek. Yani bundan böyle yaşama suçu işlemeyecek bizler ile olacak. Teknolojik demokrasi klasik babadan kalma demokrasideki halkın işi değildir diye düşünüyorum yönetim uzmanlık ister yönetici ise uzman olmalıdır,dünyayı,insanı ve teknolojiyi bilmelidir, Tren kazası ile, Tanrı'nın işlerini eş tutmamalıdır. Haydi arkadaşlar vakit geç değil, yaşamayı hakedin.

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Belgin Eryavuz


MÜZİĞİN İÇİMİZİ ÜRPERTEN NAĞMELERİ

Ruhumuzu besleyen, kulaklarımızdan kalbimize akarken duygularımızı okşayan o güzel melodiler. Müziğin vazgeçilmez tadı. Hislerimizin tercümanı, duygularımızın aynası. Taşıdığı derin anlam yüklü sözleri ile bütünleştiğinde bazen içimizi titreten, bazen gözlerimizi yaşartan, bazen de bize enerjilerin en çoşkununu yaşatan müzik. Türü, ezgisi, melodisi, sözleri her ne olursa olsun müzik ruhumuzun yegane gıdası. Onsuz bir yaşam düşünülemez bile. Her yerde, her koşulda kulaklarımızın aradığı ezgiler yaşantımızın birer parçasıdır adeta. Güzel bir melodi ile yeni güne merhaba demenin, bize yüklediği pozitif enerjinin gücü tartışmasız çok büyüktür. Her anımızda, yalnızlığı yaşarken, özlerken, düşünürken, araba sürerken, ders çalışırken, kitap okurken, yemek yerken, ev işi yaparken, bilgisayarımızın başındayken, banyo keyfimizde, sahilde deniz kenarında veya ormanda yeşillikler arasında yürürken, gece yıldızların altındayken, hatta uyumaya hazırlanırken kurduğumuz düşlerde hep müzik yanıbaşımızdadır. Müzikle doğar, müzikle yaşar ve müzikle hayata veda ederiz bir anlamda.

Gün olur bir ezgi alır götürür sizi bambaşka dünyalara, bambaşka bir yaşama belki de. Gün olur bir melodi ile hıçkırarak ağlarsınız, size hatırlattığı bir sevgi, bir özlem, çok görmek istediğiniz dostunuz ya da kaybettiklerinizdir. Gün gelir bir melodiye, sözlerine eşlik edersiniz ve içinizden gelen tüm enerji ile haykırırsınız evrene. Öyle melodiler vardır ki size, sadece size ve sevdiğinize özeldir. Belki bir armağan, belki bir anı hatırlatma, belki dile gelemeyenlerin tercümanı olan. Dinlediğiniz anda içinizi kıpır kıpır eden bu melodiler, yüreğinizin anlayamadığı gizemli tutkularınızı, o tarifi zor heyecanlarınızı gün ışığına çıkarır aniden. Aşıksanız ve delicesine seviyorsanız, ruh ikizinizi yakaladığınıza inanıyorsanız eğer; dinlediğiniz her melodi sizin şansınıza çıkmış, size özeldir adeta. Sanki sevdiğinizin dilinden en güzel sözler, en güzel melodiler eşliğinde kulaklarınızdan kalbinize akar yavaş yavaş. Böylesi bir büyü sizi sarıp sarmalarken; duygularınız derin maviliklerde altüst olacak, bir yandan gülümsetirken diğer yandan da yüreğinizde ince sızılar oluşturacaktır. Hele birde ayrıysanız, özlüyorsanız ve sonunda kavuşamayacağınız biliyorsanız...

Müzik dünyadaki tek evrensel dildir aslında. Bir müziğin sözleri anlaşılmasa da, melodileri kalbinizin tam ortasından vurmaya yetecektir. Bestesi, sözleri her kime ait olursa olsun fark etmeyecek, aynı ölçüde sevilecektir kuşkusuz.

Müzikle dansın birlikteliği ise muhteşemdir. En güzel ezgiler, en ritmik hareketlerle vücudumuzun her bir kasına hükmeder adeta. Tangonun, valsin o büyülü atmosferi sizi dünyanın en güzel yerlerine götürür; içinizde yeşerttiği yeni lezzetlerin tarifi mümkün değildir, ancak yaşanmalıdır.Diğer yandan; güçlü bir davul sesi ile grup halinde oynanan yöresel oyunlar ise birbirine sımsıkı kenetlenen oyunculardan seyredenlere akar göremediğimiz bir titreşimle müzik sayesinde.

Bebekler henüz anne rahmindeyken dışarıdan algıladıkları melodilerle yaşama hazırlanır, doğdukları andan itibaren duydukları müziğin güzel ritmi ile rüyalar alemine dalarlar, ruh zenginliğine sahip, sevecen bireyler olarak gelişirler. Müziğin insan ruhuna verdiği huzur ve dinginlik tüm yaşantımızı olumlu yönde etkiler. Hayallerimiz müzikle daha bir anlam kazanırken, acı ve üzüntülerimiz müzikle dinginliğe ulaşır, mutluluk ve sevinçlerimiz ise müzikle öylesine çoşar ki, adeta kabına sığamaz. Bu nedenle her ne koşul altında olursa olsun müzik aranmalı, dinlenmeli ve dinletilmelidir.

Tüm dünya insanlarını barış ortamına davet eden, savaşları, çatışmaları, kırgınlıkları unutturan, aynı dilden anlaşmayı sağlayan müziğin hiç susmaması ve dinlendikçe içimize verdiği huzurun, dinginliğin, yaşama sevincinin katlanarak artması dileği ile...Müziksiz kalmayın.

Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,439,439,439,439,439,439,439,439,43
              7 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : İlker Özlük


Mavisi kadarım…

Gözlerin yeşildi senin, ancak mavisine kadar bulayabildim kendimi, sebebi sen olduğun bir rüzgar hafifletiyor gündüzün sıcaklığını, ıhlamur ağaçları, kaynıyor gibiydi, ama serindi… Birde kokuyordu ya hadi boş ver, o da senin güzelliğin, ıhlamur dedik bir kere altında oturduğumu saklamak değil niyetim. Dedik ya gölgeler kovalar kendini artık, her yer hafif hafif senin serinliğinde, seni unuttuğumu fısıldamışsın kendini bilmeyen ayaz serinliğine… o da nerden çıktı şimdi, hala yazın sıcaklığı dolanmışken boynuma… gözlerin yeşildi senin, ancak mavisine daldım hayallerin serin dalgasında, öyle savurdum kendimi, ıssız bir liman, ufacık bil gölgeye yakıştırdım kendimi, utandım!.. mavinin büyüklüğünde, yeşildi hani gözlerin… seni sevdiğimi ezberledim bugün, bugün o kadar sıcaktı ki, senin estiğini düşündüm bugün, gözlerinden yeşermiş bir gölgede, maviye çalıyordum bugün, öyle ezberdi işte benimkisi, tıpkı her bahar, her yağmur, her sıcak, ve hep sen gibi…bugün nerden başladı, nerden araladı sabahın kapısını bilmiyorum, hala uyanık değil kaşlarımın çatmışlığı, geceden yıkılmış gözlerimin üzerine, oysa her sabah senin serinliğinde kovalar günün sıcak telaşını… dalların kıpırdadığı gibi olur yüreğim, engin gövdenin yorulmuş seslenişi gibi, hafiften kımıldıyorum işte… bunda anlamayacak ne var, hani gölgelersin kendini, hani serindir yeteri kadar, hani güneş ulaşamaz yakınına da küser, ne ışığı ne de sesi vardır hani öyle bir şey, öyle masum kırarım kendimi, hafiften çıkar sesim, maviyimdir işte, hani gözlerinin yeşilinde… Gözlerin yeşildi senin, koşar geçmişin silik rengine doğru, kendini yakar derin baktığında, yetmez maviliğim söndürsün kor olmadan, yetmezde öylece kalır kendiliğinden, hafiften sen esersin ya oda yetmez işte, yanar gözlerin ateşin yeşilliğinde… gözlerin yeşildi senin, her baktığında binlerce yaprak kımıldar uykusundan, her baktığında mavi bırakır beni, her baktığında gül açarda solar bile kendini… gözlerin yeşildir senin, ellerin elaya çalar kendini, kınalarsın düğün gibi, bir düğün seni gezdirir çoşkusuyla, utanır beyazsındır, gelinlik en çok gözlerine yakışır senin…boğazına düğümlenir sevgin, bütün serinliğin girer koluna, öylece esersin işte… kendine ait zamanların gözlerin gibi yeşildir senin… her bahar kendini adar sana, sen olmayınca maviyimdir ben kendi zamanımda…senin gözlerin yeşildir ve ben ancak mavisinde bulurum kendimi…

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.296 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


BAHAR CEMRESİ

Bir güz serinliği olurdu,
Şu tenimde ve yüreğimde.
Kartopları geçerdi,
Yaz günleri,çevremde.
Bahar cemresi gibi düştün,
Önce ellerime,
Sonra da,
Yüreğimin derinliklerine…

Mustafa Gürbıyık

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Açık hava camisi!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Yeni bir yer keşfettim. Elektronik cihazlar konusunda ne ararsanız var. Hem de taksitle satıyorlar. Bazılarınız, ya kardeşim o web sayfası zaten uzun zamandır var. Sen sanki yeni bişey bulmuş gibi sevindirik olmuşsun, diyebilirsiniz. Kristof abi Amerika kıtasını keşfettiğinde niye sustunuz derim size... Şaka bir yana gerçekten bilgisayardan cep telefonuna kadar ne ararsanız http://www.metropolteknoloji.com/asp/index.asp kısayolundaki web sayfasına girebilirsiniz.

...Ülkemizde, uygulanmakta olan istikrar programının enflasyon üzerindeki olumlu etkilerinin somut bir şekilde ortaya çıkması ve gerçekleşmesi beklenen tek haneli enflasyona geçiş sürecinde bekleyişlerin yönlendirilmesi bakımından en uygun tarihin 2005 yılının başı olduğuna karar verilmiştir... Yani kısaca söylemek gerekirse 2005 yılı başından itibaren YTL ile tanışıyoruz. http://www.ytl.gen.tr/ytl/index.php?sektor=0 kısayolunda YTL hakkında bilmek istediğiniz herşey var.

Hep iş hep iş nereye kadar? Tabi ki bir yere kadar. İşte o yer http://www.mizah.net/portal/default.asp kısayolunda. Eğlencelik ne ararsan bu sitede.

Bir çeşit bit pazarı intoko Hatta site yöneticileri bir de uyarı yazısı eklemiş. ...İntoko.com.tr'deki ilanları herhangi bir gazetede yayınlanan veya herhangi bir yere asılmış olan ilanlarla kıyaslayabilirsiniz. İntoko.com.tr'ye ilan veren ziyaretçilerin büyük bir kitlesine (çoğuna) güvenebilirsiniz. Bu ziyaretçilerimizin çoğu vaktinde satmış olduğu ürünleri gönderiyor veya almış olduğu ürünlerin ücretini anlaşma gereğince ödüyor. Maalesef, insanların saf ve temiz düşüncelerini ve güvenlerini art niyetle kullanan insanlar da bulunmaktadır. Bu yüzden alış verişinizi güvenle yapmaya dikkat ediniz!.. Alım satım için http://www.intoko.com.tr/ web sayfasına uğrayabilirsiniz.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Gallery Constructor 1.1.5. [3.16MB] Windows FREE
http://www.through-the-lens.net/distro/win-1.1.5/install.exe
Bilgisayarınızdaki dijital fotoğraflardan web üzerinde yayınlanmaya hazır fotoğraf galerileri yaratmaya ne dersiniz. Son derece kullanışlı olan program xml altyapısı ile son derece hızlı albümler yaratabiliyor. Ayrıca hayal gücünüzü kullanarak çok değişik, sadece size ait albümler de yaratabilirsiniz. Ve tabiki tam sürüm ve ücretsiz. Dijital fotoğrafları bol olan ve ne yapacağını kara kara düşünen herkese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040930.asp
ISSN: 1303-8923
30 Eylül 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com