Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 592

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 1 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : En büyük taraftar başka büyük yok!..


Merhabalar,

Epeydir ilk defa, taraftar olmanın gereklerini tam anlamıyla yerine getirmenin gururunu yaşıyorum. Epeydir ilk defa kimse gerçek duygularını saklamadı. Vatan Millet Sakarya kavramlarının büyük takım taraftarları için hiçbir anlamı olmadığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Yalan yok, ben oldum olası Cimbomun rakiplerinden yana oldum. Tıpkı dün istisnasız tüm Cimbomlu dostların birer Manchester United fanatiği olduğu gibi. Bu sene bu lüksü kaybettiğim için mutsuzum tabi. İnşallah gelecek sene Allah bana Banik Ostrava taraftarı olma şansı verir, amin. Bu aslında futbol denilen geyiğin gerçeği ve güzelliği işte. Old Trafford'da yediğimiz 6 gol yıllardır unuttuğumuz o şirin tavşanı hatırlara getiriyorsa ne mutlu bizlere. Tabi unutulmaması gereken önemli bir ayrıntı var. 6 ve 0 dan tavşan yapmak mümkün değil. Bizim gibi gidip 6 yediğin Old Trafford'da 2 tane de atacaksın ki 62 den tavşan yapılabilsin. Yoksa ancak amblem üzerinde oynama yapılabilir. Saraçoğlu'nda 2 tane atmayı becerebilselerdi, bakın görün son 2 senede ne tavşanlar, ne sincaplar yapıyorduk. Ben yaratıcı renkdaşlarıma sonuna kadar güveniyorum. Yalnız itiraf etmeliyim, sarı kırmızı amblem kadar olmasa da, sarı lacivert tavşan pek güzel olmuş. Ellerine sağlık. Ancak Aralık'ta çizilecek yelesi dökülmüş aslan çizimleri bundan daha güzel olacaktır eminim. İşi çığrından çıkarmadığımız sürece taraftar olmak, kendini ait hissetmek, bir görmek, hep birlikte üzülmek, hep birlikte sevinmek muhteşem bir duygu. Rakip olmadan taraftar olmanın da bir anlamı yok. O nedenle sevgili rakiplerim, iyiki varsınız ve iyiki 62 den tavşan yapabiliyorsunuz.

Müziksever kahvecilere binlerce teşekkürler. Benim zevk aldığım şarkıları sevmeniz ve bunu dile getirmeniz inanın çok güzel. İsteklerinizin de arttığını görüyorum ama tahmin edebileceğiniz gibi editör gene bildiğini okuyor ve elindekileri değerlendiriyor. Bugün sanırım daha önce istek alan bir soundtrack var pikapta. 1973'te Tim Rice'ın sözlerini olağanüstü müzikleriyle süsleyen Andrew Lloyd Webber'in rock operası, Jesus Christ Superstar. Ve onun unutulmaz melodisi "Superstar".

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

20 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


GECENİN KAPISI ARALIK KALDI - III -

Parktaki buluşmanın sonrasında her akşam yalı kahvesine gelen, kahvenin müdavimi olan Demet bir kaç gün üst üste oraya uğramadı. Devran meraklandı. Demet ile aralarındaki ilişki başlamadan bitti mi acaba diye düşünüyordu. Son günlerde zaten sık sık onu düşünüyordu. Kızın sus pus olduğu günlerde birkaç kez evine bile gitmeyi, "Seni merak ettim. Hastalandı mı acaba diye bakmaya geldim."demeyi istemişti. Demet'i yalıda göremeyince keyfi kaçıyordu. O akşam biraz erken kalkıp eve gitmeye karar verdi. Merdivenle sokağı ağır ağır çıkarken telefonu çaldı. Arayan Demet'ti;

- Senin için çok güzel yemekler hazırladım. Mazeret istemiyorum. Ne yap, et bu akşam mutlaka gel. Seni bekleyeceğim.
- Bu saatte sana gelmem imkansız. Eşim ve çocuklar sofraya oturmak için evde şimdi beni bekliyordur. Başka bir akşam geleyim.
- Nazlanma ama. Bu kadar hazırlık boşa mı gidecek. Bir bahane uydur. Yemeğe gelemeyeceğini söyle. Seni beklemesinler. Sen bana gel.
- Hayır. Bunu yapamam.
- O zaman biz geç yiyelim. Ben beklerim. Evde karnını iyice doyurma. Bir bahane uydurup evden çıkar bana gelirsin.
- Önce eve gideyim. Evdekilerin durumuna göre hareket eder, seni arayıp haberdar ederim.
- Telefonunu bekliyorum. Sakın eften püften bir bahane ile yaptığım onca hazırlığı ziyan etme.
Hem telefonunu, hem de seni bekliyorum.
- Tamam. En geç bir saat içinde arayacağım.

Devran Sinecan kapıdan girdiğinde yemek hazırdı. Elimi yüzümü yıkayıp, takım elbisesini çıkardı. Her zaman yaptığı gibi yemek masasına oturmadan üzerine eşofmanlarını giydi. Yemeğe oturunca eşiyle ve çocuklarla gün içinde neler olup bittiğini konuştular. Evin hali her zamanki gibiydi. Yemekten sonra haberleri izlemek için salona geçti.. Eşi masayı toplarken, kızı da salona babasının yanına geldi. Oğlu odasına çekilip ödevlerinin başına oturdu. Yarım saat sonra eşi çay bardakları ile salona geldi. Birlikte televizyon izleyerek birkaç bardak çay içtiler. Hiç konuşmadılar. Her şey kurulmuş bir saat gibi eksiksiz ve tıkır tıkır kendi devrinde işliyordu. Eşine; "Çıkıp biraz yürüyeceğim. Eğer gecikirsem aldırma. Arkadaşlara yada İbrahim Ustanın dükkanına takılabilirim" dedi. Üzerine bir şeyler giyip dışarı çıktı. Evden biraz uzaklaşınca Demet'in telefonunu aradı. Saat dokuza doğru geleceğini söyledi. "Sokağın başına geldiğimde seni yeniden arayacağım." dedi.

Devran Sinecan evden çıktığında gece bütün sokakları, ağaçları, evleri, bulutları, denizi ve çöp bidonlarını karıştıran kedileri karanlığa boyamıştı. Bahçelerin, taş duvarların arasından geçip okullar caddesine çıktı. Yoldan ilk geçen minibüse el sallayarak durdurup bindi. Işıklı tabelasına dikkat etmediği için stad yolu ayrımında inip ışıklara kadar yürümek zorunda kaldı. Gökyüzünde kocaman bir ay ve havada tatlı bir serinlik vardı. İnsanın yürüdükçe yürüyesi geliyordu. Gören, duyan olur diye Demet'in evine gitmeye, hatta apartmana girmeye bile korkuyordu. Sokağın başına gelince uzaktan onun evine baktı. Söz vermeseydi, "Gelirim." demeseydi, sokağın başından geri dönecekti. Daracık sokağın girişindeki alçak taş duvara yaslanıp bir süre kararsız kaldı. Sokak lambasının aydınlığını perdeleyen büyük incir ağacının altında son bir sigara yaktı. Buradan geri dönmek çok anlamsızdı. Geri dönmeyi erkekliğine yediremedi. Demet'i aradı.

- Geldim. Şu anda sokağın başındayım. Senin kapı numaran kaç? Kaçıncı katta oturuyorsun?
- Üçüncü kattayım. Altı numaralı daire. Zaten kapıda adım yazılı. Merdivenleri çıkarken görürsün. Kapıyı çalma. Zile basmana da gerek kalmayacak. Şimdi kapıyı hafif aralayıp seni arkasında bekleyeceğim. Sakin sakin çık. Telaşlı davranıp insanları işkillendirmeyelim. Zaten bizim apartman dedikoduyu da çok sever.
- Tamam, balkondan bakarsan şu anda sokağa girdiğimi zaten göreceksin.

Sokağı sakin ve telaşlanmadan geçip demir kapıya vardı. Demir kapı biraz gıcırdıyordu. Çıkardığı ses Devran'ın biraz paniklemesine yol açtı. Bu yüzden merdiven otomatiği düğmesini bulmakta güçlük çekti. Fazla ses çıkarmamak için yumuşak adımlarla basamakları tırmandı. Üçüncü kata çıkıp onun adını görünce kapıyı hafifçe itti ve içeri girdi. Demet çabucak Devran'ın ayakkabılarını içeri alıp kapı arkasındaki küçük bir rafın üzerine koydu.

Devran önce kızın elini sıktı. Kız ona sarılınca bunun fazla resmi kaldığını anladı ve oda Demet'e sarıldı. Demet erkeğin elimden çekip salona götürdü. Salon neredeyse boş gibiydi. Odanın köşesinde küçük bir televizyon, volkmene bağlı iki hoparlör, çek yat türünde bir divan ve yerde de odanın çok azını kapatan küçük bir halı vardı. "Yemek hazır. Sen aradığında banyoya girmek üzereydim. Seni biraz yalnız bırakacağım. Televizyonla yada kasetlerle oyalanmaya çalış." deyip odadan çıktı.

Devran Sinecan binaya girerken, merdivenleri çıkarken birisiyle karşılaşmaktan korktuğu için nefes nefese kalmıştı. İçeri girdikten sonra bile nabzı deli gibi atmayı sürdürüyor, heyecandan başı dönüyordu. Çünkü bu onun evlendiği günden beri ilk kaçamağıydı. Dakikalar geçip gidiyor ama heyecanım azalmak bilmiyordu. Sakin olmak ve sakin görünmek için harcadığı çabalar hiçbir işe yaramıyordu. Demet mutfağın, banyonun kapısını açıp kapattıkça acaba biri mi geldi diye korkudan eli ayağı dolaşıyordu.

Arkası Pazartesi

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sedef Özkan

 40 Hatırlı Kahve : Sedef Özkan


  KAHVE
  RENGİ

Kahvenin rengi; koyu
Kahvenin rengi; kokulu
Kahvenin rengi; hatırlı
Kahvenin rengi; sohbet dilli
Kahvenin rengi; kahverengi

Kahverengi öteki renkleri de getirdi. Kahverengi şiirler verdi. Kahverengi geçmişe ve geleceğe köprü oldu; kendisi zaten yoldu.
Kahverengi kaderimizdi.

Kaçtığımıza da, kucakladığımıza da, hiç gelmeyeceğe de merhemdi. Çünkü aşktı. En koyu hali de bu değil miydi?

Kâh yanıma oturdu kâh beni terketti. Kâh dostlar geldi kâh gözyaşları esti.

Bir gün apansız ölüm geliverdi. İçimiz yandı, kavruldu. Kahverengi daha çok kavruldu; niyeti ölüm göstermek değildi ama yolunda büyük acılar vardı.

Sonra...

Sonra adı çaresizlikken birden doğum oldu... yas tutarken doğuma nasıl erilirmiş; gösterdi. Buram buram bebek kokusuyla pembeleşti.

Işık saçtı; elaya merhaba dedi. Yolcular merak etti: "Bu ışık nereye nereye gider?"

Kahverengi kahvenin içine saklandı. Sonra kahveden güne doğdu. Yolcuların meraklarına yanıt, bir sonraki kahveye de soru oldu. Harfler ve yüzler öyle iç içeydi ki yolcu anlatıcıya saygı duyarken asla tam güvenmedi.

Sonra bir fincan.. yeni bir fincan derken.. 40 hatırlı kahve hem evime misafir oldu hem de beni yeni misafirliklere götürdü.

Kahvenin rengi, koyu
Kahvenin rengi; sohbet dili

Falların yazı hali; kahverengi
En misafirperver renk; kahverengi.

Kahvenin rengi sır yüklü.

Sedef Özkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,148,148,148,148,148,148,148,14
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  BENİ TANIYAMAYACAKSIN

Akşam yemeğini dışarıda yemek için hazırlıklara başladı. Bahçeden topladığı iki domatesi ve üç biberi iyice yıkadı. Salatayı severdi. Yıllardır hiç bir öğlen ve akşam yemeğine salatasız oturmamıştı. Radyosunu açtı. TRT yi ayarladı. Şükrü Tunar'dan "Söyleyemem derdimi...." bahçeyi hafifçe dolaşmaya başladı. Akşam az sonra çöktüğünde elinde türk kahvesi ile yine düşüncelere dalıp gitmişti bile. Bugün de bir tuhaflık vardı. Öğlen eve döndüğünden beri sürekli bir şeyler onu kemirip duruyordu, yıllardır görmediği bir fotoğraf ile geçmişin en derinlerine kadar inmiş sonra da bahçesinde ailesini gördüğünü sanmıştı.
Oğlanların hafta sonu buluşacak olması ilk değildi elbette ama Zafer pek bir yana yakıla "Ne olur sen de gel baba.." demişti... "Yarın Cuma, mübarek gün, yollarda nefes tüketeceğime evde oturur bahçe ile uğraşırım, sonra Cuma namazım da var..." diye bahaneler üretmeye başladı.

Gözü yolu yemediği gibi, Hüsnü'yü yalnız bırakmak da istemiyordu. Kucağında koca kafesle otobüse binse ve kafesin üstünü örtse, bu sefer de Hüsnü'nün çenesi düşüp konuşmaya başlıyordu. Sonra da otobüsteki bütün meraklı bakışlar üstünde toplandığı için yol canından bezdirici bir hale geliyordu. Daha önce iki defa denemişti. Hüsnü'yü evde bıraksa bu sefer de iki günlük bile olsa beyefendi ona küsüyor geri dönüşünü takip eden üç dört gün hiç konuşmayıp vicdan azabı yaşamasına neden oluyordu. Oğlan gelip asla bu sefer de ona yük olduğunu hissediyordu. Ne zaman niyetlense zaten bütün bu sebeplerden dolayı çok zor yola çıkıyordu. Eziyetten başka bir şey değildi canım. "Çok istiyorlarsa onlar gelsinler!" diye kestirip attı. Akide kızsa da üzülse de o yaşlı biriydi. Öyle her çocuklar çağırdığında kanatlanıp uçamazdı. Kapris yapacak halleri de yoktu yani, yaşlı olan kendisiydi...

Ruhundaki fırtınanın dinmesi ile rahat bir nefes aldı. Karar verilmişti. Geceye dalıp giderken ayağa kalkıp bahçenin lambasını yakmaya üşendi. Yıldızlar gözlerine ağırlık verene kadar bomboş oturdu. Ne televizyon seyretmek istiyordu ne de gazete okumak. Kahveye dahi gitmemişti. Tuhaf bir gündü vesselam.

Sabah ezanı ile uyandı.
Dün geride kaldığı halde parmak izlerini bu sabaha bırakmıştı. Dünün düşünceleri ve Akide'nin yüzü ile yerinden doğruldu. Düşünmemeye çalışarak abdest bozmak için ayakyoluna doğru ilerledi. Hüsnü onun hareketlenmesi ile kafesinde az çırpındı. "Dedecim..." diye seslendi ona..

Sabahın er vakitleriyle uyanan kasabasının eski ve çok tanıdık evlerinin yüzlerini görmeyi severdi. Onlarca yıldır her sabah yaptığı gibi hazırlanıp evden çıktı. Taze ekmek kokusuna doğru yokuştan aşağıya inmeye başladı. Evinin yeri kasabanın en hoş mevkisinde de olsa bu yokuş onu bezdirmeye başlamıştı. İnişi kolay da olsa çıkışı düşünmemek elinde değildi. Kasabanın fırınına uğradı, dükkanlarının önünü su ile ıslayıp silip süpüren esnaf ile hoş beşledi. Kahvenin yanında daha bir gün önce sabah rast geldiği Çomar'ın yavrularına bir göz attı. Her şeyin tanıdıktı. Herkes bıraktığı gibi yerli yerindeydi. Ağaçlar, evler, köpekleri, çeşme, esnaf, okul... bu ona huzur veriyordu. Akide hanım olmadan da bunlar sayesinde onu yaşayabiliyordu. Bu hissiyatını çocuklara itiraf edemese dahi, bu yer, evi, yurdu, Akide'siydi işte...

Ekmeğini ve gazetesini alıp yokuş yukarıya doğru tırmanırken isyana gelen dizlerine bi-çare kalan beli destek olamasa dahi gerek adımlarını yavaşlatarak gerek ise hafiften durup oyalanarak yolunu tamamlayıp kapısına vardı. Anahtarını belindeki zincirden bulup çekip çıkardı. Bu sabah güneş şimdiden yakmaya başlamıştı. Sıcak bir gün olacak diyerek güçsüz bileklerinden torbaları içeriye doğru bıraktı. Destek aldığı kolu yardımı ile ayakkabılarını her zamanki gibi çıkarıp içeriye girdi. Paspası düzeltti. Torbalarını mutfağa bıraktı. Hüsnü'den hiç ses gelmemesine şaşırdı. Salona doğru ilerlerken evde bir kıpırtı hissetti. Kalbi bir an için tekleyip daha sonra olanca gücü ile titremeye başladı. Hayırdır inşallah diyerekten salonun kapısını araladı.

Şaştı kaldı. Salon ağzına kadar doluydu.

Önce Zafer gülümseyerek ayağa kalktı. Ardından Barış. Konuşmadan el öptüler. Şaşkınlığı giderek yatıştıkça etrafına bakınmayı akıl edebildi. Ceren iznin çıkması ile "Dedeciğim!" diye bağırarak bacağına yapışmıştı bile. Bahçeden Hüsnü'nün "dedecim.. dedecim.." diyen sesi geldi içeriye, gülüşmeye başladılar. Hala olaya anlam veremediği için altında bir bit yeniği arayarak "Hoş geldiniz haytalar gelinler torunlar, da, hayırlar olsun??" diyebildi. Tam o sırada köşede vitrinin yanında duran yabancıyı gördü. Gördüğü an dondu kaldı. Karşısında Akide vardı...

Nefesi kesildi. Panik halde etrafına bakındı. Tam arkasından birisinin sarıldığını hissetti. Savaş sarılmıştı ona. "Heyecanlanma baba..." dedi. Derken tam önüne bacağına sarılmış Ceren ile yürümeye çalışan Cem çıktı. Bu kadarını kaldırması zordu. Sendeledi. Hemen koltuğa oturttu gelinleri. Sanki böyle bir tepkiyi bekliyor gibilerdi. Cem paçasına yapışan Ceren ile koltuğun önüne diz çöktü... "Dede ben bir halt ettim ki sorma.." dedi. "...Yine ne serserilik yaptın?" diye korkarak sordu. Bir yandan da köşede ayakta duran genç kadına kaçamak bakışlar atıyordu. Ne kadar da çok Akide hanıma benziyordu. İnanılır gibi değildi. "Yoksa bu hanım kız ile mi ilgili, evlendin mi ulan şerefsiz???"
Ufacık salon kahkaha ile doluverdi.
"Yok be dedeee... Önce Savaş amcam dedik, onun başını yaktık!".

Oturduğu yerde kafasını sağa sola çevirip Savaş'ı arandı. Savaş elinde bir çanta ile içeriye geldi. Yüzü kıpkırmızıydı. Babasının elini nihayet öptü.
"Baba ben geçen hafta evlendim..." Kucağına bir evlilik cüzdanı bırakıverdi.
Beti benzi buz kesti. Nasıl bir tepki vereceğini şaşırdı.
"Gelin bu hanım kız mı?"
"Evet baba, izin verirsen elini öpecek, şimdi konuşmadığına bakma, türkçeyi çok az biliyor, o italyandır. Yoksa çenesi çok düşük..."
Savaş hala kıpkırmızıydı.
Gelini eliyle kendine doğru çağırdı. Akide hanım ona süzülerek yaklaştı. Elini öpmek için eğildiğinde elini çekiverdi. Yüz yüze kaldılar.
Yavaş yavaş heceledi; "A-dın ne sen-nin?"
Gelini aynı heceleme ile ona cevap verdi; "A-ki-de..."

İyice sersemlediği için elini uzatamadı. Akide elini zorla tutup aldı, öptü ve başına koydu. Daha sonra da eğilip yanaklarından öperek yan gözle Savaş'a ve Cem'e baktı. Bir hatam var mı bakışıydı bu.
Cem gülümsedi. "Şaşırma dede, bunu planlayıp gelmiştik ama ne kadar tepki verirsin işte onu kestiremiyorduk..." diye ağzında geveledi.. "Anlatın bakalım!" dedi... "Ne oldu böyle, kafam iyice karıştı!"...

Yaklaşık 1 saat sonra bahçedeydiler. Semaver masanın üzerindeydi. Zafer ve Barış konuşmaya dalmışlardı. Gelinler mutfaktaydı. Akide Ceren'i salıncakta sallıyordu...

"Dede ben Amy ile 17 Ağustos depreminin olduğu gün tanışmıştım. Siz de babaannem ile Erzurum Depreminden üç gün önce tanışmıştınız değil mi? Yani 17 Ağustos'ta...
Hep büyük Erzurum Depreminden üç gün önce dersin ya. Amy ailesi ile tatile gelmiş bir turistti ama deprem sonrası olanca gücü ile sivil savunma ve diğer arama kurtarma ekiplerine yardım etmeye çalışıyordu. Dayısının kaldığı otel enkaz halindeydi. Geri kalan ailesi sağ salim birbirini bulmuşlardı ama dayısı ortalıkta yoktu. Babanneme olan benzerliği beni şaşkına çevirmişti doğrusu. Depremin tam göbeğindesin, düşünsene... Savaş amcam da ben sahadayken yanıma gelmişti. O da Amy'i görünce küçük çapta bir şok yaşadı doğrusu. Lakin durumu biliyorsun, bunları konuşmaya ayıracak beş dakikamız yoktu. Üç gün gibi bir zaman boyunca ne bu konuyu konuşacak ne de hatırlayacak fırsatımız olmadı doğrusu... İşlerin biraz yoluna girmesinden üç gün sonra Amy ile tekrar karşılaştık. Çok üzgündü, dayısının bedeninin bulunduğunu, ama arama çalışmalarına katılmaya devam edeceğini anlattı bize. Sohbet etmeye başladık. UNESCO bünyesinde çalıştığını söyledi. Hani senin şu meşhur babannemi tavlama hikayendeki gibi. Amcam da ben de konuştukça garip olduk. Tarih bile 20 Ağustos'tu... Benzerlikler inanılmazdı. Uzun süre aralıklı da olsa irtibatta kaldık. Savaş amcam çoktan aşık olmuştu, işin ilginç tarafı Amy de tanıştıkları ilk günden beri zaten amcamın ağzına düşecek kadar ilgiliydi. Yani uzun lafın kısası bunlar son iki yıldır abayı yakmış durumdaydı. Geçen ay nihayet evlenmeye karar verdiler. Savaş amcam büyülenmiş gibiydi, ben tutmasam iki yıllık evliydi aslında. Hoş, fena da olmazmış hani..
Ne yapalım, nasıl halledelim diye koştururken Amy müslüman olmak ve isim değiştirmek istediğini söyleyiverdi. Biz önce dalga geçtik bununla. Ama o bizi kötü faka bastırdı. "Akide olmak istiyorum" dedi...
Anlayacağın dede ben bu işi çözemedim. BM, UNESCO, bizim müstakbel geline iş filan ayarlayalım derken kendimi alası ile çöp-çatan olmuş buluverdim vallahi, kendimi dahi tanıyamıyorum. Uzun süredir de bu olanları anlamaya çalışmaktan vazgeçtim..."

Muharrem bey "Fazla düşünmeye de gelmez zaten..." dedi keyifli bir sesle. "Zaten babanneniz dün bana bu olacakları bir bir anlatmıştı. Siz beni iyicene huysuz ihtiyar bellemişsiniz, hiç yakıştıramadım... Ben pek ala seni de olan biteni de anlayıp tanıyorum! Akide hanım, sağolsun, kalp krizi geçirmemi istemedi sanırım."

Cem şaşkınlık içinde dedesinin yüzüne bakıp ne derece ciddi olduğunu anlamaya çalışırken Savaş evin arka kapısından bahçeye çıktı. Ceren'i sallayan Akide'nin arkasına geçip belinden sarıldı. Kıkırdamaya başladılar.

Hülya ve Didem ellerinde çay bardakları, şekerlik ve çeşit çeşit bisküvi dolu tepsiler ile mutfaktan çıkıp geldiler...

Muharrem bey sakin sakin avucundaki cevizleri soymaya devam etti...

Bitti

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
16 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Hamur İşleri

Düşündüm de; köşemin adına yaraşır bir yazı yazmadığımı farkettim. Gerçi zaman zaman "enişte" bölümüne bir kısım dokundurmalar yapsam da, "erişte" bölümünden pek söz ettiğim söylenemez. Erişte; bildiğimiz ev makarnası ama hamur işlerine düşkün İtalyan halkı bunlara pek cafcaflı isimler takmışlar. En bilinenleri spagetti ve lazagna ( lazanya olarak okunacak, dikkat edin lütfen ). Diğer ürünler; Tagliatelle, Farfella, Fusilli, Gnocchi, Rigatoni, Penne, vs.vs. şeklinde gidiyor. Mesela bu "penne" denen şey, kalem gibi kesilmiş düdük makarnası aslında ve bu durumda; "Yürrü, anca gidersin Penne..!" diyebilirsiniz en cafcaflısından. Benim favorilerim ise; Tortellini ve Fettucine. İşte bu son sırada yazdığım ise Erişte'nin ta kendisi...

Benim için işin en güzel tarafı sos olsa gerek bu makarnalarda. Ve özellikle fesleğen. Bayılıyorum.. Bunun tarifini vereyim, kıyağım olsun, birgün lazım olur :
1 dal fesleğen, 4 diş sarımsak, 1 bardak zeytinyağı, tuz ve karabiber.
Fesleğen ile sarımsakları bir havanda dövün, mikserin içine koyun ve zeytinyağı ile koyulaşıncaya kadar karıştırın, tuz ve karabiber ekleyin. Hem etlere kullanabilirsiniz bu sosu hem de makarnalara. Makarnalar için kullanırken içine biraz krema ve süt ekleyebilirsiniz ve üstüne ille de rendelenmiş peynir. Ben yanına bir de kırmızı şarap alıyorummmmhhhh, afiyet olsun...

Oldum olası bu hamur işlerine düşkünüm zaten. Hatta bir ara; "misafir ol gel bana, börekler açayım sana" şarkısını duyunca kalkıp Nalan'a misafirliğe bile gidesim gelmedi değil ne yalan söyleyeyim. Sanırım Türk halkı da; en az benim kadar hamur işlerine ve makarnalara pek düşkün. En azından fiziki görüntülerimiz bu konuyu inkar etmiyor. Gerçi pek yakinen tanıdığım bir dostum var; o kadar rejim yapıp, makarna filan yemiyor ama görüntüsü yine aynı, aylardır değişemedi ..:-)).. "İki dirhem et bin ayıp örter", "can boğazdan gelir", "etli-butlu ama doğrusu pek mutlu" gibi sözleri bizler icat etmedik mi ? Hatta; geçenlerde; bir dostumuz, ünlü komedyenin Türk halkı olarak icatlar edemediğine dair bir yazısını göndermişti ama bu konuyu atlamış bence. "İtinayla LAF icat ederiz" levhası boynumuzda asılı bence.

Yaptığım araştırmalara göre hamurun, Hammurabi Kanunları ile de yakın ilişkisi olduğu söyleniyor. Adam oturmuş ilk kanunları yapmış, yanındakine gösterip; "Nedir bu ?" diye sorunca, pek birşey anlamayan ( zannedersem Fransız asıllı bir arkadaş ) yanındaki; "Hamur Abi bu !" demiş diyorlar. Gel zaman git zaman önce orasından yoğurmuşlar, sonra burasından yoğurmuşlar bu kanunları, işte hal meydanda, hepsi hamur kıvamında üstünüze afiyet. Hamur işleri çok önemli, çoookkk. Yine yaptığım araştırmalara göre; hamur işlerinin çoğunluk tarafından ve büyük bir iştahla "ham hum" sesleri çıkartılarak yenilmesinin ardında yine bu hamur hususu yatıyormuş. Öyle ya; mesela "bir nane yerken" neden bu tür sesler çıkarılmıyor ? "Cık, cık, cık...! Yediği naneye bak" diyorlar. Oysa mantılar, börekler gelince; "Ohhh, yarasın"... İşte hamur işinin önemi bir kez daha karşımıza çıkıyor.

Hamur işinin ne kadar önemli bir husus olduğu kullanılan alet edevattan da belli. O kadar düşkünüz ki konuya, en önemli aletlerinden biri olan "Oklava" işte bu bölümde devreye giriyor. Her an hazır ve nazır bir alet, sadece hamur açmakta kullanılmıyor, çok fonksiyonel bir icat ( yine komedyenimiz yanılmış ). Fazla yorum yapmadan annelerimizin en az bir kez bizi bu aletle ıslattığı ve hamur gibi yaptığını yadsımamak gerekir diyorum. Hamur işinin önemi belli, adeta 24 saat hamur açıyorlar ya, elini attıklarında bulabilecekleri en iyi sopa oklava. "Biraz dursun hele bir kenarda şu baklava, yer misin yemez misin ?" nidalarıyla saldıranlar bile olmuştur. Hatta; jop'un bile oklavaya bakıla bakıla icat edildiği; memurların, işçilerin ve öğrencilerin yana yakıla hallerinden de rahatlıkla anlaşılır. Onu yedin mi okkalısından, hamur gibi serilirsin bir köşeye, hiç gerek kalmaz ne oduna ne meşeye...

Hamurunuz bol, çamurunuz az, haftasonunuz fesleğen soslu erişte... Daha ne istersiniz be işte ..! Hamur gibi gevşeyin Ekim'in ilk günleri, tadını çıkartın pastırma yazının... Çıkartana baklava, çıkartamayana geliyor oklava...

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
              10 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Masalcı : Belgin Ayhan


Gece buhranı

Yorulmuş olmanın en güzel kısmı eve gidip, yatağına uzanıp, yastıkta, yorganda kendi kokunu soluyarak uyuyacak olmaktır. Bekleyen kimse yoksa bile anahtarınız vardır. Çoğu zaman ne güzel anlar olduğunu fark etmeyerek çevirirsizin anahtarı, yahut zili çalarsınız. Kapı açılır bir şekilde, içinize huzur dolar.
Pijamalarınıza, terliklerinize bürünürsünüz; yahut önce sıcak bir duş.. su akıp gider teninizden, musluklar sizindir. Masanızda taze bir demet çiçek vardır belki önceki günden kalma. Televizyon iyi çekmiyordur. Olabilir. Belki mutfak dağınıktır, diş macunu ortasından sıkılmıştır, olsun, diş fırçanızın daimi bir yeri vardır hiç olmazsa. Diş macunu da, mutfak da, anten de sizindir nasıl olsa.. Yorulmuş olmak güzeldir kendin kokan bir yatağa uzanacağın sırada..



Bir valiz, bir sırt çantası, müzik dinlediğinizi düşündürecek portatif bir şeyler..

Giymek istediğiniz pantolon hep en altta olur. Okuyacağınız kitap en son baktığınız gözünde çantanın. Kalemleriniz, diş fırçanız, pilleriniz, tarağınız, yalnızlığınız, hepsi birbirine girmiştir. Aradığınız hangisi olursa olsun önce yalnızlığınız gelir elinize. En dibe atarsınız, yine, hep, en üste çıkar; en büyük parçadır dışınızda, içinizde..
En sevdiğiniz filmi izlemek istediğinizde, olmaz. Müziğin sesini açmak istediğinizde, o da olmaz. Yatağa uzanırsınız, yeni yıkanmış nevresimlerden bir önceki sahibinin kokusu çıkmamıştır daha. Yastık alçaktır, yahut yüksektir. Yorgan ağırdır. Yatak kuş tüyünden ama rahatsızdır. Uyumak istersiniz, olmaz. Sabahlanmalıdır o vakit, biraz yazı yazılmalıdır. Kalem kağıt aranır, yalnızlık yine ele dolaşır, ağlanır, vazgeçilir. Diş fırçasını aramaya cesaret edilemez, dişler fırçalanmadan bir kez daha yatılır. Uzun süre kıpırdanmaz, uyuyor taklidi yapılır. Sabaha ezanı ile gözler açılır, kalkılır, yüz yıkanır, evde olmak istenir..



Bir valiz, bir sırt çantası, müzik dinlediğimi düşündürecek portatif bir şeyler..

Giymek istediğin pantolon hep en altta oluyor. Okuyacağım kitap en son gözünde çantanın. Kalemlerim, diş fırçam, pillerim, tarağım, yalnızlığım, hepsi birbirine girmiş. Aradığım hangisi olursa olsun önce yalnızlığım geliyor elime. En dibe atıyorum, yine, hep, en üste çıkıyor; en büyük parça, dışımda, içimde..

Kimsesiz bir yerdeyim, kimsenin olmayan biriyim; ne yazık bana..

Soluduğum deterjan kokuları acıtıyor akciğerlerimi. Kendimi özledim, kendimi solumayı, askılarımı; valizin en altından çıkardığım pantolonları ütülemekten sıkıldım benim olmayan bir ütüyle..

Oturduğum sandalyeden bir önceki sahibinin parmak izleri silinmedi daha. Odadaki çarşaflar eminim yeni değişti. Birileri daha özledi evlerini, anahtarlar çevrildi, kapı açıldı bir şekilde, huzur dolduruldu bir nefes halinde içe. Bazı diş macunları ortalarından sıkıldı, bazı evlerde buna sinir olundu. Antenle oynandı, kanal ayarları yapıldı, filmler izlenmeye başlandı..

Bense en alttaki pantolonu giymek isteyeceğim bir güne, mümkünse bu kez "uyanmak" arzusundayım.
Az sonra diş fırçamı aramaktan ve dişlerimi fırçalamaktan vazgeçecek ve hiç kullanmadığım bir deterjanın kokusuna sahip şu yatağa uzanacağım.

Zaten çok geçmez geri kalan herkes, her şey evine döner..

Burası başka, burası garip, kimseye ait olmayan, kimsesiz bir yer..

Şimdi ben de evimde olmak isterdim; bir evim olsaydı eğer..

Belgin Ayhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Bugün sizlerle ilk olarak genç diva Celine Dion'un Las Vegas'taki canlı performansından derlediği "Live in Las Vegas"ı ardından Michael Moore'un büyük yankı uyandıran belgeseli "Fahrenheit 9/11"i ve son olarak geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz büyük Yunanlı yazar Dido Sotiriyu'nun savaştan mübadeleye kadar geçen süreyi konu aldığı "Benden Selam Söyle Anadolu'ya"yı ele alacağım.

LIVE IN LAS VEGAS / CELINE DION :

Bir sanatçı, bir müzisyen için en önemli anlardır dinleyicisiyle buluşması. Bu nedenledir ki her şarkıcı için konserler hayati önem taşımaktadır. En çirkin seslerin bile dijital ortamda düzeltilebildiği, imajın her şey olmaya başladığı günümüzde canlı performanslar akla karanın ortaya çıktığı arenalardır. Oradaki heyecan, seyirci ile sanatçı arasındaki elektrik başka bir şekilde asla paylaşılamayacak derecededir. Sanatçılar için olduğu kadar dinleyiciler için de çok değerlidir bu buluşmalar. Hayranı oldukları müzisyenin onlar için hazırladığı şovları izledikleri, ona daha yakın olmayı başardıkları unutulmayan anlardır. Konserlerin iki taraf için de önemini bilen yapım şirketleri de etkileyici performansları albümleştirirler dönem dönem. "Live in Las Vegas" albümü de Celine Dion'un muhteşem Las Vegas konserini getiriyor evlerimize.

1988'de 600 milyon kişinin izlediği İrlanda'nın Dublin şehrinde düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması'nda birincilik ödülünü alan Celine Dion, bu ödülle birlikte hem dinleyicilerin hem de müzik yapımcılarının dikkatini çekmeyi başardı. Kendi adını taşıyan "Celine Dion" albümünün İngiltere'de yayınlanmasının ardından Dion, 1965'te "The Beatles" grubu tarafından kazanılan unvana sahip oldu. Albüm Amerika'da satış listelerinde uzun zaman birinciliği kimseye kaptırmadı. "Titanic" filminin soundtrack'inde bulunan "My Heart Will Go On" ile tahtını sağlamlaştıran şarkıcı, bir divaya dönüştü ve müzik dünyasının en çok satan kadın sanatçısı unvanını elde etti.

1 yıl boyunca Las Vegas'ta bir milyondan fazla hayranıyla konserlerinde buluşan Celine Dion, bu büyülü ortamı evlerimize getiriyor albümüyle. Sahne üzerinde 59 dansçı, müzisyen ve vokalistin eşlik ettiği Dion'un albümünde, unutulmaz 13 klasiğinin canlı performans kayıtları ile 2 adet yeni parça bulunuyor. "You and I"' ve "Ain't Gonna Look The Other Way" adındaki bu parçalar da birer Dion klasiklerine dönüşeceğe benziyor.

Güçlü bir sesin canlı performansı sizleri de heyecanlandırıyorsa "Live in Las Vegas" mutlaka dinlemeniz gereken bir albüm.

FAHRENHEIT 9/11 :

Dünyamız tarihinde hiç görmediği yeni bir dönemeçten geçiyor. Artık krallıklar da yıkıldı, büyük imparatorluklar da. Feodal değerler yerini özgürlüğe, krallar ve imparatorlar yerlerini devlet başkanlarına bıraktılar. Ancak ne kadar doğru bu tespit? Gerçekten de imparatorlukların hepsi yıkıldı mı? Emperyalizm rafa mı kalktı yani? Elbetteki hayır. Hem de emperyalizme karşı verdiği savaşla övünen bir halk, Amerikalılar tarafından daha güçlü bir şekilde yeniden yaratıldı. Eski dönemlerde varolan çok kutuplu dünya da yerini tek kutuba bıraktı. Artık yeni imparatorluğa hiçbir güç karşı koyamaz durumda. Soğuk Savaş sonrası SSCB'nin bölünüşü ile arenada tek kalan Amerika elini kolunu sallaya sallaya istediğini yapabiliyor. Peki ya bunu kim ya da kimler sorgulayacak? İşte bu düzeni sorgulayan isimlerden biri de Michael Moore. Columbine Lisesi katliamını konu aldığı "Bowling for Columbine" ile büyük çıkış yakalayan yönetmen, şimdi de eleştiri oklarını Amerikan Başkanı Bush üzerine yöneltiyor. Moore, kendine has üslubu ve mizah anlayışı ile süper gücün dış politikası hakkında korkusuzca bir araştırmaya girişiyor "Fahrenheit 9/11" ile.

Ender bulunan görüntüleri yapımı için bir araya getiren, konuyla ilgili uzmanları buluşturmayı başaran Moore, filminde Amerika'nın karşı karşıya olduğu en can alıcı konulara parmak basıyor. Yönetmen 2000'deki tartışmalı bir seçimle başa gelen Bush'un başarısız bir Texas'lı petrolcüyken Amerikan'ın başına geçişini, ailesinin Suudi Kraliyet ailesiyle olan yakın bağlarını ve bütün dünyayı karşısına alıp korkusuzca Irak'a girişini bugüne kadar su yüzüne çıkmamış belgeler ışığında kuşkucu bir tavırla inceliyor. 9/11'den yani 11 Eylül 2001'den günler sonra, Bin Ladin ailesinin, ABD'den FBI soruşturması yapılmadan uçuşlarını Bush ile ilişkisinin olup olmadığını araştırıyor Moore.

Başarılı yönetmen bunların yanında, Amerikan halkının terör alarmı ile devamlı bir korku paranoyasına hapsedilişini, ulusal güvenlik sistemindeki sapmayı, çıkartılan "Vatanseverlik Yasası"nın en temel sivil haklarını ihlal edişini bütün dünyaya ayna tutuyor. Ayrıca Bush hükümetinin bütün mevcut kaynakları kullanarak dünyanın öbür ucundaki Irak'ı işgal edişini ve bu ülkedeki acıları hem Amerikan hem de dünya kamuoyuna sunuyor.

Michael Moore'un ABD'de büyük tartışmalara yol açan ve açmaya devam edecek gibi görünen "Fahrenheit 9/11" filmi, Amerikan gerçeğini bütün çıplaklığı ile görmek isteyen belgesel sevenler için kaçırılmaz bir yapım.

BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU'YA / DİDO SOTİRİYU :

Türk ve Yunan halklarının ilişkilerinin en kötü olduğu, kanın, şiddetin sınır tanımadığı bir döneme gidiyoruz. İlerleyen senelerde Avrupa'yı kana bulayacak olan I. Dünya Savaşı'nın öncesinde Batı Anadolu'da bulunan, Rumların azınlık olarak varoldukları ve Müslüman Türklerle birlikte ticaret yaptıkları, çocuklarının birlikte oynadığı bir köyün nasıl olup da birbirine sadece ırksal farklılıklar nedeniyle kan kusan canavarlara dönüştüklerini konu alıyor Dido Sotiriyu'nun kitabı "Benden Selam Söyle Anadolu'ya.

Roman, bir Anadolu Rum'u olan Manoli Aksiyotis'in ağzından anlatılıyor. Türklerle yakın ilişkisi olan bir aileden gelen Manoli, I. Dünya Savaşı döneminde diğer erkek kardeşleriyle birlikte Amele Taburu'nda görev yapmış ancak Anadolu'yu Yunanlılar'ın istilasıyla birlikte "Elen" safına katılmış ve bunun bedelini her Rum gibi 1922 yılında Yunanistan'a mülteci olarak gitmekle ödemiş bir köylü. Romanda Manoli'nin savaş yılları içerisindeki gözlemleri ve yaşadığı acılar anlatılıyor yalın bir dille.

"Benden Selam Söyle Anadolu'ya"da iki tip Türk var. Biri iyi kalpli ama yoksul köylü Türk öteki ise kötü Jön Türk. Rumlar ise tüccar ve zeki bir halk olarak zikrediliyor. Ancak Rumlar'ın hepsi de çok masum gösterilmiyor. Sonuç da onların içinde de kötü niyetli olanların olduğu vurgulanıyor. Bunu da bir Türk'ü dolandıran hilekar Rum üzerinde simgeliyor yazar. Romanın bence en önemli noktası yazarın bu savaş sonunda zarar görmüş halklardan birinden geliyor olmasına karşın savaşın suçunu iki tarafa da olabildiğince eşit yaymaya çalışması. Özellikle Yunan Devleti'ni çıkarları için Küçük Asya'daki Rum halkın güvenliğini yok sayarak büyük (!) Avrupa devletlerinin kışkırtmalarıyla Osmanlı'ya saldırmasını uzun uzun eleştiriyor Sotiriyu. Buna karşılık Türk tarafını da Almanlar ne derse onu yaptığı için suçluyor. Bir diğer önemli nokta ise savaş sırasındaki vahşeti objektif bir şekilde her iki halk üzerinde gösterişi ve savaşın insan psikolojisi üzerinde yarattığı travmayı gözler önüne serişi. Örneğin İzmir'in Türkler tarafından yakılışını Yunanlılar'ın işgal ettikleri Türk köylerini yakmasıyla özdeşleştiriyor ve her iki halkın da savaş sırasında insani değerlere aykırı hareket edişleriyle örnekliyor. Romanını ise İzmir yakılırken deniz engeli nedeniyle bir yere kaçamayan, karşıdaki adalara ulaşamayan pek çok Rum ailenin dramını anlatarak bitiriyor.

1962'de yayınlanan kitabın orijinal adı "Kanlı Topraklar Üzerinde" olmasına karşın bu başlığın Osmanlı karşıtlığı içerdiği düşünülünce Türkçe'ye "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" olarak tercüme edildi. Kendisi de Türkiye doğumlu olan ve 1922'deki mübadele ile Yunanistan'a gitmek zorunda kalan Rum ailelerinden birinin kızı olan Dido Sotriyu, aynı zamanda Türk - Yunan Dostluğu Yazıları Komisyonu'nun da kurucusu. Savaşın saçmalığını ve kapitalist güçlerin iki halk üzerindeki emellerini gerçekleştirişini açıkça ortaya koyan Sotiriyu, Türk-Yunan sorununa getirdiği farklı bakış açısıyla önemli bir romana imza atmış.

Savaşı, 1914 öncesi ve sonrasındaki dönemi olabildiğince tarafsız bir şekilde gözler önüne seren "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" barış içeriği itibariyle 1982'de "Abdi İpekçi Türk - Yunan Dostluğu" ödülünü almaya hak kazanan Yunan Edebiyatı'nın önemli eserlerinden. Yunan ilkokullarında okutulan olan bu kitap, Ege'nin karşı kıyısındaki bizler için de geçmişte yaşananları daha iyi anlamamız açısından okunması gereken bir yapıt.

Hepimizin bugün bile kulağımıza küpe olması gereken bir yakınma ile bitiriyor Sotiriyu kitabını: "Anayurduma benden selam söyle Kör Mehmet'in damadı! Benden selam söyle Anadolu'ya... Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin... Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin!"

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.296 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


AYRILIK ŞİİRİ

Her satırı
Mendireğe dizili karabataklara benzeyen
Bir mektup bırakarak
Balıkçı koynundan
Sisler içinde uzaklaşan kayık gibi
Bir sabah usulca ayrıldın
Koynumdan

Bütün yolcularını
Boğaz köprüsünün çaldığı
Araba vapurunun
Boş seferleri
Gibi yanlızca rüzgar
Gezinir sensiz
Yüreğimde

Durgun bir sudur aslında deniz
Ki çocukların acemi oltalarını denedikleri
Kuytu bir iskelenin
Tahtaları altına kazıdığım
Ayrılık şiirini okudukça
Dalgalanır...

Sunay Akın

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




İyi numara ama!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Yeni bir yer keşfettim. Elektronik cihazlar konusunda ne ararsanız var. Hem de taksitle satıyorlar. Bazılarınız, ya kardeşim o web sayfası zaten uzun zamandır var. Sen sanki yeni bişey bulmuş gibi sevindirik olmuşsun, diyebilirsiniz. Kristof abi Amerika kıtasını keşfettiğinde niye sustunuz derim size... Şaka bir yana gerçekten bilgisayardan cep telefonuna kadar ne ararsanız http://www.metropolteknoloji.com/asp/index.asp kısayolundaki web sayfasına girebilirsiniz.

...Ülkemizde, uygulanmakta olan istikrar programının enflasyon üzerindeki olumlu etkilerinin somut bir şekilde ortaya çıkması ve gerçekleşmesi beklenen tek haneli enflasyona geçiş sürecinde bekleyişlerin yönlendirilmesi bakımından en uygun tarihin 2005 yılının başı olduğuna karar verilmiştir... Yani kısaca söylemek gerekirse 2005 yılı başından itibaren YTL ile tanışıyoruz. http://www.ytl.gen.tr/ytl/index.php?sektor=0 kısayolunda YTL hakkında bilmek istediğiniz herşey var.

Hep iş hep iş nereye kadar? Tabi ki bir yere kadar. İşte o yer http://www.mizah.net/portal/default.asp kısayolunda. Eğlencelik ne ararsan bu sitede.

Bir çeşit bit pazarı intoko Hatta site yöneticileri bir de uyarı yazısı eklemiş. ...İntoko.com.tr'deki ilanları herhangi bir gazetede yayınlanan veya herhangi bir yere asılmış olan ilanlarla kıyaslayabilirsiniz. İntoko.com.tr'ye ilan veren ziyaretçilerin büyük bir kitlesine (çoğuna) güvenebilirsiniz. Bu ziyaretçilerimizin çoğu vaktinde satmış olduğu ürünleri gönderiyor veya almış olduğu ürünlerin ücretini anlaşma gereğince ödüyor. Maalesef, insanların saf ve temiz düşüncelerini ve güvenlerini art niyetle kullanan insanlar da bulunmaktadır. Bu yüzden alış verişinizi güvenle yapmaya dikkat ediniz!.. Alım satım için http://www.intoko.com.tr/ web sayfasına uğrayabilirsiniz.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Gallery Constructor 1.1.5. [3.16MB] Windows FREE
http://www.through-the-lens.net/distro/win-1.1.5/install.exe
Bilgisayarınızdaki dijital fotoğraflardan web üzerinde yayınlanmaya hazır fotoğraf galerileri yaratmaya ne dersiniz. Son derece kullanışlı olan program xml altyapısı ile son derece hızlı albümler yaratabiliyor. Ayrıca hayal gücünüzü kullanarak çok değişik, sadece size ait albümler de yaratabilirsiniz. Ve tabiki tam sürüm ve ücretsiz. Dijital fotoğrafları bol olan ve ne yapacağını kara kara düşünen herkese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041001.asp
ISSN: 1303-8923
1 Ekim 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com