Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 595

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 6 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Aç artık gözünü vatandaş!..


Merhabalar,

Ülkelerin cinsiyeti varmıdır? "Ulen ne erkek memleket" denir mi mesela? Ya da "Ne alımlı kadın şu Patagonya" desek dayak yermiyiz? Düşünmeye değer değil mi? Memleketlerin cinsiyetini ona memleketim diyenler belirler. Örneğin Almanya erkeği çağrıştırır bana, Fransa ise tam tersine kadın kokar. Gelin şimdi iğneyi kendimize batıralım. Türkiye erkek mi kadın mıdır size göre? Aslında oy çokluğuyla hatta biraz sıksak oy birliğiyle cevap belli galiba. Türkiye erkektir. Erkek erkek kokar. Kadını da erkek gibidir, merttir, anadır, koruyucu kollayıcıdır. Erkeği cesurdur, askerdir, olur olmaza sinirlenir parlar haklı haksız dinlemez bağırır. Döver, söver, vurur ama sevdimi tam sever. Onurludur, gururludur. Kadınına, namusuna düşkündür. Şöförlüğüne laf söyletmez, ağlamaz, üç paraya satmaz. Böyle memleketin yönetenleri de bir başka erkektir. Höt der zöt der, yumruğu masaya vurur, anayasayı fırlatır atar, memleket altüst olur. Örnekleri çoğaltmak mümkündür ya da düne kadar mümkündü. AB hayatımıza girdiğinden beridir karakteristik özelliklerimizden de tavizler vermeye başladık. Silah zoruyla da olsa bizleri rencide eden pekçok yasal abukluktan kurtulurken, yanında eşantiyon olarak gurur ve onur kavramlarından da yitirmeye başladık. Balık baştan kokar misali önce yetki sahiplerinde başlayan kayıplar ne yazıkki dalga dalga hepimize yayılmaya başladı. Sistemli bir dış politikadan yoksun güzelim memleketim, yönetenlerin idealleri doğrultusunda gelişen spontan politika ve kararların deneme tahtasına döndü. Buyrun bakalım, AB'ye girmek zorundayız diyerek herşeye eyvallah diyen bir şamar oğlanına döndük. Kopenhag, Paris, New York, Siirt kriterlerine diyecek lafımız yok. Hepsini çoktan hakettik. Ama "Size şartlı müzakere tarihi verebiliriz, uygulamada gaflete düştüğünüzde müzakereleri erteleme hatta iptal etme hakkını saklı tutacağız." denmesini haketmedik. Tüm iyi niyetli çabalarımızın bu türden ayrımcı, onur kırıcı, ciddiyetten uzak, gizli emellere kurban edilmesini haketmedik. Bunlara eyvallah diyen, bir parlayıp bir sönen, ne dediğini bilmeyen, Almanya'da yılın Avrupalısı seçilip, kendi uluslararası havaalanında bikinili reklam panosuna takan yöneticileri hiçmi hiç haketmedik. Belki de hakediyoruz da farkında değiliz. Belki de tüm bunlar gözümüzü açmak için bir fırsat. Gel de çık işin içinden!..

Kış geldi galiba. Şu anda kapının altından gelen rüzgardan ayaklarım buz tutmuş vaziyette. Bunun anlamı şu aslında, ilk fırsatta pencere, kapı bantları alınıp eskileriyle değiştirilecek ve huzura erilecek, yoksa geçen kış gibi bu kışta donulacak. Aman siz siz olun imamın dediğini yapın, yaptığını yapmayın. Kapıyı pencereyi iyi kontrol edin. Yağmurda geliyormuş, Allah fakire fukaraya kuvvet versin ne diyeyim. Bugün pikaba romantik bir melodi koyuyorum. Gustavo Montesano çalıp çığırıyor; Tango Serenatos. Hepinize serin ama güneşli bir gün diliyorum. Yarın görüşürüz.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

25 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ferda Önler

 TEYZUŞ : Ferda Önler


  DÜŞÜNCELER : ÖZGÜRLÜK ve OLGUNLUK

Çoğunlukla kitap okumaya çalışıyorum ama, dikkatim dağılıyor boyuna. Televizyona yüklüyorum suçu! Televizyon insanı tüketen, insana el koyan bir alettir. Ne var ki televizyon açık olmasa da dikkatimi toplayamıyorum bazen. O zaman suç bende diyorum; doğru dürüst bir şeyler okumak istesem yapabilirim.

Sorunun yorgunluktan ileri gelmediğini de anlamaya başladım. Ciddi bir kitap, beni düşünmeye zorlayan bir kitap aldım mı, düşünmeye başlıyorum. Bu da dayanılacak gibi değil; çünkü düşünmek, insanın kendini, kendi hayatını da düşünmesini gerektirir. Sonunda bütün benliğim ayaklanıyor ve tartışmaya - kendimle - bir son veriyorum: "Ee, rahat bırak beni! Elimden geleni yaptım, ya da yapıyorum işte!"

Bazen de gerçek hayattan kaçmak için okuduğumu hissediyorum, okumak bir kaçış oluyor çünkü.

Benliğimin bir bölümüyle başka türlü yaşayamayacağımı biliyorum. Sıkıcı günler artarda gelip geçiyor, seçemediğim, anlayamadığım bir amaç uğruna çabalıyorum. ÖZGÜRLÜK sözcüğü dağarcığımdan çıktı; onun yerini OLGUNLUK aldı. Olgunluğun, sağ kalmayı başarmak anlamına geldiğini seziyorum. Gelişme ve hazırlıkla geçen yılların ardından, olgunluğa eriştim. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği kaçınılmazı kabullenmek OLGUNLUĞUN belirtisidir, değil mi?

Kedi gibi kıvrılıp içime gömüldüm. Yenik düştüğümü, geri çekilmek zorunda kaldığımı hissediyorum. Gel gelelim başka seçenek yoktu benim için. İstediğim yaşam biçimine bir gün kavuşabileceğime inandırmaya çalıştım kendimi; bir gün bağımsız olacak, heyecan, serüven dolu bir hayat yaşayacak ve belki de hayatımda bir kez olsun, vermek istediklerimi bana geri verebilecek bir erkek bulacaktım...

Ne var ki, bir kadınım ve bu, beni özgürlükten yoksun kılmaya yetiyor ve asla, asla özgür olamayacağım. Hiçbir zaman değişmeyecek bu durum; tarih ve hukuk kitapları kadınlara oy hakkı tanınmasıyla kadın-erkek eşitliğinin sağlandığını ileri sürseler bile!

Haksızlıktan söz etmek gülünç, karşı çıkmak yararsız. Kadın özgürlüğü ve kadın hakları konusunda sesimi duyurmaya çalışmanın ne sonuç verdiğini deneyimlerimden biliyorum: Erkekler bu tür konuşmaları, daha da ileri gidebilirsiniz anlamına gelen bir çağrı olarak kabul ediyorlar!

Onun için de geri çekildim. Yenik düştüm. Sonunda evime sığındım. Dünyadan, büyük bir çekiciliği, heyecan verici bir ışıltısı olan dünyadan el etek çektiğimi biliyorum. Yalnızca cinsiyetimden ötürü baş edemez olduğum bu vahşi dünyadan korunmak zorundayım galiba. Yerimin neresi olduğunu öğrettiler bana. Kahramanlığımın nerede bittiğini öğrendim. Yenik düştüm, fethedildim!..

Bazı yazarların, mesela Hardy, Dreiser, Wharton gibi, kitaplarında dış dünya öylesine güçlü, öylesine alt edilmez bir öğedir ki bireye hiç şans tanımaz. Onları okurken sabırsızlanırım; işaretli kağıtlarla kumar oynuyormuş gibi gelir bana. Aslında onların anlatmak istediği de budur ama, dedikleri doğruysa, ben oynamak istemiyorum. Başka bir masaya, yalnızca olasılık hesaplarıyla baş etmek zorunda olduğum sanrısını - sanrıysa eğer - koruyabileceğim bir masaya geçmek, kazanma şansım olduğuna inanmak isterim. Kaybedersem, kötü oynadığım için kaybettim diyebilirim o zaman.

Buna trajik yanılgı denir; tıpkı suçluluk duygusu gibi, insanı rahatlatır. Aslında doğru bir yol vardı ama, ben bulamadım diye avunur insan...

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Alper Kutay

 Kahveci : Alper Kutay Erke


  Veresiye Yaşamlar

Ne bilirdi ki Bir Pazar sabahı köşe başındaki simitçiden ödünç alıpda şöyle bir göz attığı gazetenin iki gün sonra üzerine serileceğini! Hem de her sabah çiğneyip geçtiği sokağındaki kaldırımın üzerinde, hem de geçenlerde mahallenin çocuklarının ellerindeki renkli boyalarla çiçek ve kalp resimleri çizdikleri bir duvarın dibinde... Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizginin üzerinde daha fazla cambazlık yapmaya gücü yetmemişti işte...

Bir figüranını daha yitirmişti kent, bir soluk, bir nefes daha eksilmişti dünya atmosferinden... Bir gece vakti cırcır böceklerinin seranatında kaybederken hürriyetini usul usul ağlamaya başlıyordu gökyüzü ve o asla öğrenemiyecekti kendisi için ağlayan bir varlığın olduğunu...

Hep kaçmakla geçmişti ömrü geceyarıları devriye gezen polis ekiplerinden. Kimbilir kaç zaman olmuştu sağ köşesinde yakışıklı bir resminin olduğu kimliğini kaybedeli. Oysa o resmi çekinebilmek için ne kadarda çok süslenip püslenmişti ve tıpkı simitçi Abdurrahman'dan aldığı günlük gazetesi gibi ödünç almıştı bir arkadaşından o lacivert enine çizgili kravatını. Fotoğraf parasının çıka çıka yarısı çıkmıştı cebinden ve fotoğrafcının "Fotoğrafın veresiyesimi olur kardeşim!" sözüyle nasılda sapsarı kesilmişti suratı nasılda mahçup bir hale düşmüş idi. Bir daha da çıkaramadı zaten kimliğini kaybettiği günden beri, artık ne kravatını ödünç alabileceği bir arkadaşı ne de yarısını bile denkleştirebileceği fotoğraf parası vardı. Hoş olsa bile yarısı veresiye fotoğraf çektiremezdi bir daha gururuna yediripde...

Biliyordu simitçi Abdurrahman bile çekemeyecekti daha fazla kahrını, hesap kabardıkca kabarıyor yediği simitlerin parası bir bir işleniyordu deftere. Zaten birkaç gündür istemeye istemeye veriyordu simitleri, o da biliyordu parasını hiçbir zaman alamayacağını. Neyi varsa ya veresiye, ya ödünç... Hatta pantolonunun dizinin kenarındaki yamayı da terzi Ramazan dikmişti veresiye. Kapısının önünden geçerken çağırmıştı, pantolonunun kocaman yırtığını görüp acımıştı besbelli. Giderkende borcunu sorduğunda patlatıp kahkahayı "ya git işine sanki verebilecek gibi" diye dalga geçmişti üstelik...

Veresiye simitler veresiye!

Veresiye vesikalık fotoğraflar

Veresiye pantolonun yaması veresiye!

Bir soluduğu havası, bir saat kulesinin altındaki altıgen çeşmenin acı suyu bir de basıp geçtiği süslü kaldırımları bedavaydı. Ha bir de kurduğu hayalleri. Kocaman bir yolcu gemisinin beyaz üniformalı yakışıklı kaptanı, hani şu her limanda bir sevgili bırakanlarından, o yüzden dalıp giderdi limana her yaklaşan gemiye ve buğulanırdı gözleri her seferinde...

Bu sabah polisleri yanıbaşında görünce kimliksiz olduğunu hatırlayıpda hiç kaçmaya teşebbüs etmiyordu. Üzerinde siyah beyaz fotoğraflı ve kocaman puntoları uzaktan okunan gazete sayfaları...

-Ne olmuş bu adama abi?

-Kalbi durmuş zavallının, tanırdım kendisini iyi adamdı be...

Veresiye simitler veresiye

Veresiye vesikalık fotoğraflar

Veresiye pantolonun yaması

Veresiye yaşamlar veresiye...

Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
              9 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   Mübadele Çocukları - III -

Uyandığında hala bilgisayarının karşısında oturduğunu farketti. Her yanı tutulmuş vücudunu gevşetebilmek için bir birine kenetlediği ellerini havaya kaldırarak gerindi. Pek te faydası olmamıştı gerçi. Aslı mail ile gelen Zehra'nın hayatını okurken uyuya kalmıştı. Nerede kalmıştım ki, diye düşündü. Uykulu haliyle okuduklarından pek azını hatırlıyordu. Allah'tan o gün haftasonu idi ve işe gitmek zorunda değildi. Kendisine gelebilmek için alel acele hazırladığı kahvesiyle bilgisayarının başına döndüğünde ekranda yanıp sönen mail uyarısını gördü. Kesin Okan olmalıydı mailin sahibi. Seyahatte gittiğinden beri konuşmamışlardı. Sevgilisini yakın zamana kadar çok ihmal ettiğini düşündü. Mutlaka bu akşam üstü telafi edecekti.

Mail boxını açtığında gönderenin Okan olmadığını anladı. Gönderen Ömer Durağan idi. Neden mail atmıştı ki yeniden? Kalp atışının hızlanması gereksizdi ona göre. Yine de heyecanlanmıştı işte.

Sayın Aslı Demir,

Mail isteğinizi sonradan çok düşündüm. İlk kez bir okurum yazdığım bir yazıyı okuyamamanın verdiği pişmanlıkla, bu kadar istekli bir çağrı yaptı. Bu davranışınızın beni çok mutlu ettiğini önceki mailimde belirtmediğimi farkettim ve teşekkür etme ihtiyacı hissettim. Ben, benim yazılarıma bu kadar değer vermiş bir okuruma kahve ısmarlamaktan büyük keyif alacağım. Beni yanlış anlamayacağınızı ümit ederim. Cevabınızı bekleyeceğim.

Sevgilerimle,
Ömer Durağan

Aslı maile bir anlam verememişti. Belki de pek hayranı olan bir yazar değildi. Tek hayranlığını ifade eden kendisi olmalıydı. Gitmekte ne sakınca olabilir ki? Gidecekti. Hem kendisi de çok merak ediyordu yazıların sahibinin nasıl biri olduğunu. Maile cevap verip karşılıklı sözleştiler. Akşam saat beş civarında Ortaköy' deki Deniz Cafe olarak belirlendi buluşma yerleri. Daha sonra yazının kalan bölümlerini okumaya devam etti.

Zehra ve çalınmış yaşamlar -III

Zehra çalan kapının sesinden korkarak fırlamıştı yatağından. Ekrem Bey'e birşey mi oldu acaba, diye düşündü. Oldukça yaşlı sayılırdı, sanırım ellisini geçmek üzereydi. Kapıya vardığında Ekrem karşısında dikiliyordu. Merakla karşısında dikilen adama baktı. Gençliğinde muahakkak çok yakışıklı olan bu adamın yıllar yüzüne çok hain davranmıştı. Yüzündeki çizgiler daha da yaşlı göstermekteydi. Oysa Zehra' nın tahmininin aksine, sadece kırkbeş yaşına gireli altı ay kadar olmuştu.

- Rahatsız ettim, uyumamış olacabileceğini düşündüm. Uyku tutmadı beni bir türlü ve bana eşlik edersin diye düşünmüştüm, dedi. Zehra kırmamak için, uykulu gözlerine rağmen uyuduğunu inkar etti... Birlikte solona indiler. İkisi de Rumeli Hisarı' na çıkan yokuşa bakan pencerenin önündeki koltuklara yerleştiler. Bordo renkli karşılıklı yerleştirilmiş iki koltuğun da arkası oymalı ahşaplarla çevrelenmişti. Epeyce eskimeye yüz tutmalarına rağmen, bu evdeki yıllardır süre gelen uzun sohbetlere olan tanıklıkları düşünüldüğünde pekte eski sayılmazlardı. Ortadaki üstü mermer döşeli sehpanın üzerinde hala Sabiha Hanım'ın işlemiş olduğu dantel duruyordu. Zehra bir kaç elişi denemesinde bulunmuş, pek başarılı sonuçlar alamamıştı. Ne güzel örmüştü Sabiha, diye düşündü. Karşı duvarda iki katlı, koltuklardaki ahşap işlemelerle bezenmiş vitrin dikkatini çekti. Gümüş takımlar, porselen kahve takımları, tabaklar, ışıl ışıl bardaklar. Sanki hala Sabiha hanım tarafından temizlenip, özenle yerleştiriliyorlar gibiydi. Ara sıra temizliğe gelen Hatice hanım sayesinde bu kadar düzenli ve temiz durduklarını Ekrem beyden öğrendi. Bir kaç çerçevedeki fotoğraflara göz attı. Sabiha hanımın kendi yaşlarında çekilmiş fotoğrafına bakarken, ne kadar güzel olduğunu düşündü. Yanında oğlunun bebeklik ve evlilik fotoğrafı vardı. O kadar yakışıklı bir beyin yanında gelinlikle duran çelimsiz kadına baktı. Aşırı zayıf ve kısa hali, çirkin yüzüyle hiç yakışmamıştı eşine.

Ekrem' in isteği üzerine uykularının daha da kaçacağını bile bile kendilerine kahve yapmak için vitrinden iki fincan indirdi. Kahvelerini içerlerken, bir yandan sohbet etmeye çalışıyorlardı. Ancak konuşulacak tek ortak yönleri, yıllarca Zehra' ya annelik etmiş Semra idi. Sohbetleri pek te keyifli sayılmazdı. Sonuçta aralarındaki yaş farkı da ortak ilgi alanlarının olmaması anlamına geliyordu. Uzun süren sessizliklerini, sadece arada söylenmiş iki kelime bozuyordu. Zehra' nın sessizlikten uykusu gelmişti yeniden. Ekrem Beyin pek uyumaya niyeti yoktu ya, kırmamak için gözlerini açık tutmaya çalışıyordu. Sonunda koltuğa başını yaslamış uyuya kalmıştı. Ekrem uzun süre karşısındaki güzelliği seyretti. İlk geldiği gün düşündükleri geldi aklına. Yine kendisine kızdı. Fakat bu kez kovmayı başaramadı düşüncelerini. Eşini kaybettiğinden beri çok yalnız kalmıştı. Sevmeye, hatta sevilmeye ihtiyacı vardı. Acaba onun yaşında birini sevebilir miydi Zehra? Kucağına alıp eziyetli uykusuna son vermek için merdivenlerden odasına çıkardı. Yatağına geldiğinin farkına bile varmamıştı. Önceki gün hiç uyuyamamıştı. O yüzden uykusu çok derin olmalıydı. Baş ucunda oturdu. Bir yandan siyah, ışıl ışıl saçlarını okşuyordu. Kendisine daha fazla engel olamadı ve Zehra' yı önce yanağından, sonra dudaklarından öptü. Derin uykusundan uyanan Zehra ne olduğunu idrak edememişti. Şaşkın bakışlarına cevaben, yatağına gelirken uyandığını bahane etmişti Ekrem. Zehra söylediklerine inanmak istedi, inandı.

Ertesi gün kahvaltıdaki durgun halini gören Ekrem Zehra' nın elini tuttu. Yanına çektiği sandalyesiyle yakınlaşıp, kızın başını omzuna yasladı.

- Nüfus müdürlüğünden ailenin izlerini bulabiliriz. Üzme kendinizi bu kadar.
- Fakat, Cumhuriyetten önce soyadları bile yoktu. Nasıl izlerini bulacaklar?
- Muhakkak mübadele sırasında bir liste yapılmıştır. O kayıtlara ulaşmaya çalışırız. bakanlıkta bir arkadaşım var. Sanırım bize yardımcı olacaktır.
- Hemen arayabilirmiyiz peki.

Yeniden umutlanmaya başlamıştı Zehra. Haklı olabilirdi. Muhakkak mübadele edilen insanların bir listesi ve yerleştirildikleri bölgeler için açıklamalar olmalıydı. Bunu nasıl düşünemedim, dedi. Ekrem telefonla bakanlıktaki arkadaşı Lütfü' yü aradı. Yarın yanlarına gelmelerini, bu süre içinde evrakları toparlatacağını söylediğini öğrenen Zehra havalara uçmuştu sevinçten. Ekrem' in boynuna sarıldı. Zaten beklediği bir fırsattı onun için, oda sarıldı. Heyecandan ne yaptığının farkına varmayan Zehra' nın utanmış yüzü kızarmıştı. Hemen konuyu değiştirerek yemek yapmak için mutfağa gitti. Ertesi gün trene binerek Ankara' ya doğru yola çıktılar.

- Selamün Aleyküm Lütfü.
- Ooo mirim!! İşinde düşmese göremeyeceğiz seni... Hoş geldin. Sende hoşgeldin kızım.
- Bizimle ilgilendiğin için teşekkür ederim.
- Bende teşekkür ederim efendim.

Ekrem Lütfü ile sohbet ederken, Zehra' da hazırlatmış olduğu evraklarda yazılı isimleri araştırmaya başladı. Sayfalar dolusu dosya da onları bulmak düşündüğü kadar kolay olmayacağa benziyordu. Şanslı olmalıydı ki, henüz üçüncü dosyayı araştırmaya devam ederken Ragıp ve Halide isimlerini yan yana gördüğünde " Buldum, buldum" diye sevinçle bağırmaya başladı. Yanlarında gelen Süreyya adlı biri daha yazılıydı. Ablası olmalıydı. Zor bela isimlerini hatırlamış olan Zeliha' dan, ancak anne ve babasının adını öğrenebilmişti. Eskişehir' e yerleştirilmişlerdi. Lütfü Beye binbir teşekkürlerle veda ederek, o heyecanla duramadı bakanlıkta, koşar adımlarla merdivenlerden indi. Ekrem yaş farkını bir kez daha hissetti. Nefes nefese kalmıştı Zehra' ya yetişmeye çalışayım derken. İstanbul' a döndüklerinde Zehra Eskişehir' e gitmek istediğini döyledi. Artık daha fazla bekleyemeyecekti ailesini bulmak için. O gece dinlendikten sonra ailesine gidecek trene binmek için evden çıktı.

Trene elindeki küçük bavuluyla binen, kendisi ile gelmesine gerek olmadığını söyleyen Zehra' ya hüzün dolu el salladı Ekrem. Tren gözden kaybolmaya başladığında, keşke gelme demesine aldırmayıp gitseydim diye düşündü. Artık çok geçti. Bir sonraki trene binebilmek için dört gün beklemesi gerekiyordu. Başını öne düşürüp, üzüntülü tren garından çıkarken Zehra' yı yeni bir yolculuğa sürüklemekte olan tren, kıvrıla kıvrıla gözden kayboldu.

Arkası Yarın

Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : İlker Özlük


Çimlere basmayın

Çimlere basmayın, çiçekleri kopartmayın... Hayatımızın her yönünde karşımıza çıkan hatırlatma niteliğinde uyarı yazıları vardır. Bazıları o kadar ilginçtir ki bizim dengesizliğimizi ortaya çıkartıyor.

Şoförün işine karışma!.. vavv, neden?.. bir bildiğin mi var?, yok hayır ama şoförün işine karışılmaz. Evet karışılmaz diyelim. Ya bulunduğun yer Şoförler kahvehanesi ise, o zaman ne olacak. Ve böyle bir uyarı yazı ile karşı karşıya geldiğinde ne olacak... Evet yolculuk esnasında belki karışılmaz ama, karışmadan yapamayan tipler vardır. Örneğin benim gibi. Kaç km hızla gittiğine bakarım, hatalı sollamalarına bakarım, gece uykulu ise gider uyandırırım yahu ne var bunda, altı üstü şoförün işine karışıyoruz ama insan hayatı için.

Hee demek oluyor ki şoförün işine karışılıyormuş... Tabi şoför, itiraz edip bizim iç işlerimize karışmayın diyebilir. Ama bu lafı söylerken hatalı araba kullanmaya devam ediyorsa hala, bir araba da fırçayı yer oturur yerine. Bak bakalım nasıl karışılırmış. Bazı kapalı alanlarda sigara içmek kesinlikle yasaktır. Yapma etme dostum içme şu zıkkımı dercesine uyarı levhaları vardır. Ve uymadığın takdirde, yani içiyorsan ve biri kalkıp seni şikayet ediyorsa parayı bayılırsın, ama merak etme o para ile sigara alınmayacak direk devletin kasasına girecek, yani bir nevi katkı gibi bir şey. İşin ilginç kısmı bazı otobüs firmaları o kadar güzel kurallar koymuş ki, hemen her şey düşünülmüş. Eskiden paf küf sigara içilen otobüslerde şimdilerde sigara içmek başına gelecek en büyük yüz kızartıcı suçu işlemiş olmak demektir. Kimler sigara içer. Şoför içer, nasıl olur demeyin bal gibi içiyor adamlar.

Çünkü onların yanında açılabilen pencere var. Darısı muavinlerin başına diyelim. Ve çevrecilik adına yazılan artık kitabeleşmiş deyimlere bakalım.

Çiçekleri kopartmayın. Neden diye merak ettim acaba bir sorun mu var. Neyse kopartmadan geçelim tam çimlerin üzerindeyiz, o da ne?.. çimlere basmayın.

Bu olmadı bilseydik basmazdık. Şimdi geri dönüp bu olayı bir daha tekrar etmeyeceğimizi garantileyen yüz ifadesi ile olay yerinden uzaklaşıp, arıza yapan radyoyu almak için tamire bıraktığımız dükkana gidelim. Evet bizim radyo oldu mu? Acaba; oldu. Ne kadar?, şu kadar. Aldık radyoyu. İçeride bir yazı duvardan yere doğru sarkan cinsinden, bilgisayarda yazıldığı belli, yazıda bir takım mazeretlerin geçerlilik süresinin dolduğunu anlatan bir tarz vardı. Yani daha önce serbestmiş ama, sonraları yasaklanmış. Kim tarafından; tabi ki esnaf. Mazeretlerden aklımda kalanlar; yarın gelirim, sonra uğrarım, dövizim var, çekim kalmamış ve ilginç olanı yan yattı çamura battı gibi mazeretler müessesemizde geçerli değil diye biten son cümle.

Parayı ödemeyenler için yazılan bir yazı altında esnaf kaşesi vardı.

Gerçekten insanlığın direksiyon mili yerinden çıkmış, yan yatıp çamura batan duymadım ama, lastik patlayınca şoförün atladığını duydum.

Benim asıl merak ettiğim, rahata alışmış bir milleti bu tarz olaylarla sıkılığa hazırlamak mı?, yoksa her an bir sakatlık yapabilecek olmamız mı?... mesela az önce elektrikler kesildi ve on dakika kadar sürdü az daha yazı yazamıyordum, ama önlem aldım yani uyarı için levha yaptırdım “lütfen bana sormadan elektrikleri kesmeyiniz”, olmuş mu?... siz yinede çimenlere basmayın, doğayı ve çevreyi koruyun korumuyorsanız koruyanlara saygı duyun, yoksa Allah sizi İskenderun’daki zehirli gemi gibi yapar ve tüm çevrenizi zehirlersiniz, tabi çevrenizde hala birileri varsa... ve başkalarının iç işlerine karışmayın. Siz en iyisi sağlıcakla kalın...

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sabiha Rana

 Beyaz Düşler : Sabiha Rana


   YARIM KALMIYALIM

Seninle düşlemek varya , sevdanın hevesi kursağın da kalır..
Bu gece yine yıldızlar da asılı kalır duygularım korkarım.
Birazdan karası saplanır bıçak gibi gecenin böğrüne..
Gecenin böğrü ki yüreğim olur..
İçim yol alır sabaha, seherde açarsın üzerine ,çiğler düşmüş güllerin...
Çiğ tanesi olursun .
Damla damla sızarsın toprağa..
Belki başka bir sabah, yine açarsın .
Bu defa safalarla yanyana, beyaz bir gül tadında..
Akşamından, sabahına dolanırız sarmaşıkla,
Bülbülller eşlik eder kutlu ilahilerle...
Az sonra ezanlar , melekler ve rahmetliler saf tutarız o kutlu o mübarek sevgilerle ....
Rabbbim öyle büyükkk,,
Dağ kavuşmaz seven kavuşur her seherde .
Gel düşliyelim ...
Secdeye durmuş düşler, ellerinde çiçekler ,
Cennetle müjdeler melekler..
Rüya değil ,düş değil ,gerçek olur inşallah..

Sevgilerin sevgisiyle seviyorum seni.gel ,yarım kalmıyalım..
Tamam olalım.

Sabiha Rana
http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              2 Kahveci oy vermiş.
0 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

David Ojalvo

 Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo


   KARAMAZOV KARDEŞLERİN ARDINDAN

I.
Dostoyevski'nin yazmış olduğu eserleri arasında, kendisinin en iyi romanı olarak gördüğü eseri "Karamazov Kardeşler"dir. İki cilt, 800 sayfa kadar olan kitap, çıkarcı bir babanın dört oğlunun iletişimini, inanç arayışlarını konu almaktadır. Roman, bu babamızın kişiliği ve kısa hayatından yola çıkarak, babanın oğullarını tanıtıyor, ardından da hızlı bir şekilde ailenin içinde bulunduğu karmaşaya, düşünce ayrılıklarına ve akabinde diyebilirim ki günümüz Holywood filmlerine taş çıkartabilecek nitelikte bir hikâyeye sürüklemektedir. Dostoyevski bu romanında da bizlere inançtan, siyasetten ve insan doğasından kesitler sunarak, karşıt her iki görüşü olabildiğince değişik açılardan sunmaktadır. Hikâyenin, tartışmaların net bir dil ve zengin bir edebiyatla yazıldığı bu roman, benim gözümde bir kez daha Dostoyevski'ye olan hayranlığımı pekiştirdi... Özellikle romanın son bölümünde olan mahkemeye dair sayfaları okurken, gecenin saat 3'ü olsa da uyumayı bir kenara bırakıp romanı tamamladım.

Romanın konusu, yazdığım gibi, şehvet düşkünü bir baba ve oğullarının iletişimini, inanç arayışlarını konu edinmektedir. Bir oğlu ataist, bir oğlu rahip adayı ve de bir oğlu okumuş, zamanında saygın bir asker olsa da, gerek babalarından gelen "genler", gerekse, Dostoyevski'nin her romanında olduğu gibi, ortaya çıkan hatunlar sayesinde yolları kesişmektedir. Babayla oğlunun aynı kadına tutulması, küçük düşürmeler, dedikodular, mektuplar her roman da olduğu gibi, bu insanların hayat ağlarını örmektedir. Yer yer olan dost sohbetleri, inanca, siyasete dair olan tartışmalar okuyucunun düşüncelerini geliştirmeleri, sorgulamaları için birebir davet teşkil etmektedir. Şunu da paylaşmak isterim ki romanda geçen dost sohbetlerini, tartışma ortamlarını kıskanmadım diyemem, çünkü günümüzde bu tür sohbetler, düşünsel alanda paylaşımların olduğu toplantılar gitgide azalmakta... Romanın ortalarına doğru bir yandan sarsıntılı aşk-meşk hayatında kısmen çözülmeler olsa da, talihsiz bir cinayet, belki bir oğlun babasını öldürmesi, ikinci cildi okumak için insanı merak içinde bırakmakta. İkinci cilt içinde süregiden çözümlemeler, açağa çıkan gerçekler ve romanın sonunda da , yazıldığı zamanın koşullarını da düşünürsek bence, Holywood'un filmlerine taş çıkartacak bir mahkeme ve final... Romanı sabırla okumak gerekli ve okuyucunun göstermiş olduğu sabrın karşılığını sonuna kadar veren bir kitap "Karamazov Kardeşler."...

II.
Kitabı tanıttıktan sonra, biraz aile-içi iletişime, biraz inanca ve klasik romanlara değinmek istiyorum.
Okuduğum romanda, Karamazov kardeşlerin herbirinin ortak özelliği doğumlarından kısa süre sonra annelerini kaybetmiş olmalarıdır. Hâl böyle olunca çocukların sorumluluğu babalarına kalmış ve babaları da çocukları bir şekilde evden postalamıştır!... Çocukların büyümesi, ayrı yer ve koşullarda yetişmeleri, onları bambaşka bireyler olarak ortaya çıkartmıştır. Annelerini zaten hiç tanımamış olan bu çocuklar, şehvet ve kendi hayatına düşkün bir "baba"ya karşı ister-istemez bir sevgisizlik, nefret beslemişler; onu öldürme hisleriyle burun burun gelmişlerdir. Burada da bir babanın, bir ailenin çocuğuna sahip çıkmasının, onu yetiştirmesinin ne denli önemli olduğu karşımıza çıkmaktadır. Sevgisiz, ilgisiz, eksik bir iletişimle yetişen çocukların yabani, antisosyal ya da toplumuna zarar verebilecek bir yapıya sahip olan bireyler olduğunu biliyoruz. Bir çocuk doğduktan sonra çevresinden gördükleri, ilk önce ailesinden edindikleriyle kişiliğini oluşturur ki bilimsel araştırmalara göre bir çocuğun kişiliğinin oluşma yaşı, yedi yaşa kadardır. Anne-baba hayatta olmasa bile, iletişim sorunları olsa dahi, yerine konabilecek bir sevgi, aile ortamı, her ne kadar özü tutmasa da, bireyi sağlıklı ve doğru bir şekilde topluma kazandıracaktır.

Günümüzde çocuk eğitimi ve yetiştirilmesi konusunda iki uç senaryo aklıma geliyor. Birinci geniş imkânlar, ekonomik bir zenginlik içinde, çocuğuna manen ilgisiz; fakat maddi olarak bir hayli ilgili ailelerin yetiştirdiği çocuklar. Belki çocukken dünyayı pek kavrayamayan bu çocuklar, ergenlik yıllarında marka elbesiler, son model cep telefonları, bilgisayarlarla, parayla, tüketen, sonunda hiçbir şeyden tatmin olamayan; teknolojiye bağımlı; ama kültür, edebiyat ve bilimden yoksun kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Temennim zaman içinde bu kişilerin bir şekilde akıllarının başlarına gelmesi, onlara gereken maneviyatın verilmesidir... Aksi takdirde, daha ileride bu insanları uyuşturucu bağımlılığına, satanizme ve daha birçok akıma sürükleyebilecek bir ortam zaten mevcuttur... Burada durduğum nokta maddiyattan daha ziyade maneviyattır. Bir ailenin iyi imkânlarının olması güzel ve olumlu bir şeydir; lakin maneviyatın eksik olması ve parayla bu duyguların yerine konulabileceğinin düşünülmesi yanlış olandır... Gerekli bilinç, duyarlılık verilmeli ve insanın sahip olduğu şeylerin ne zor kazanıldığının ve ne denli değerli olduğunun önemi anlatılmalıdır.

İkinci senaryo ise, mevcut sistemin bozukluğu, çarpıklığının sonucu ekonomik olarak düşük seviyede ya da cahil insanların ailelerinin çocukları. 7-8 çocuklu, ekonomik gelirin düşük olduğu ailelerde karşımıza dayak, sokakta çalışmaya zorlama, çocuklara iyi bir eğitim verememe gibi bir tablo ortaya çıkıyor. Daha önceki yazılarımda yazmışımdır, sokakta çalışmak zorunda olan, sokak çetelerine karışan çocuklar, eğitim alamıyorlar ve zaman içinde toplumdaki suç oranını arttırıcı bir potansiyel oluşturuyorlar. Başlangıçta küfürle, eğlenceyle geçen çocukluk yılları geçip de hayatın zorlukları bu insanların omzuna konduğu zaman hırsızlıklar, kap-kaç olayları, fuhuş, kaçakçılık, tecâvüz gibi bir çok olumsuzluk karşımıza çıkıyor. Elbette bu insanlar rehabilite edilmelidir; ama iş bu kadarla kalmıyor ki...

İster zengin, ister fakir aile olsun, iş hep eğitim mes'elesinde ve mevcut devlet sisteminin ne denli güçlü olduğunda bitiyor. İyi bir eğitim, insanlara gerekli meziyetin kazandırılması, bir işi yapabilmek üzere gerekli bilgilerin verilmesi, doğru düşünebilme yetisine sahip olmak, günümüzde yaşayabilmek için şarttır. İyi bir devlet sistemini ise tartışmak, bu yazıya sığmayacağı gibi, bizi başka bir yazıda paylaşmak üzere, uzun bir tartışmaya götürecektir.

III.
"Karamazov Kardeşler"i okurken beni en çok düşündüren ve ilgi konularımdan biri olan "inanç" konusu oldu. Kitaptaki Tanrı'nın varlığına, mevcut insanların birlikteliğine, iyi ve kötüye dair Dostoyevski, romandaki kardeşlerin ağzından bizlere enfes bir tartışma sunuyor. Açıkcası karşıt görüşleri kardeşler üzerinden sunarak dilegetirmek de, Dostoyevski'yi ölümsüzlerin ve klasik yapan özelliklerinden biridir.

Yaşadığımız 21.yüzyıl bireyci ve kapitalist yapısı ile bireyi özgür kılmış ve modern ülke ve toplumlarda inanç, dini uygulamalar gitgide bireye has, vicdana has bir konu haline gelmektedir. Öyle ki artık anti-semit yaklaşımların, din savaşlarının, din adına olan anlaşmazlıkların hep birer politik malzeme olduklarını görmek zor bir şey değildir. Laîklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve dinin vicdani bir uygulama olması demekse, artık kültürel paylaşımlar haricinde, din mes'elelerin insanları bölen, birbirlerine düşman eden bir konu olmaması gerekmektedir. Fakat ne yazık ki, yine insanların eğitimsizliğinden, ön yargılarından ve bu durumu koruyan ve de körükleyen taraflar yüzünden, din ve inanç konuları birer araç, silah olarak kullanılmaktadır. Elbette bu durumun önüne geçilmesinin de tek şartı yukarıda sözünü ettiğim gibi iyi bir eğitim, iyi bir bilinçlenmedir. Neyin ne olduğunu bilmek, hangi dinin/akımın var olduğu, inanç kavramlarını anlamak ve insanların insanlara saygı duyması... Bu çok mu zor bir durum? Zaman zaman basınının yazdıklarını, insanların davranışlarını gördükçe insan umutsuzluğa düşse de mücadele etmek, çok okumak, bilgilenmek ve doğru olanları anlatmak şarttır.

İnançla ilgili son zamanlarda edindiğim bir kaç kavramı da bu yazımda paylaşmak isterim. Günümüzde Tanrı'nın varlığını kabul eden, etmeyen ve süphede olan birkaç temel akım ve görüş var. Teizm, evrenden bağımsız bir şekilde, evreni yaratan-yöneten, tek bir Tanrı'nın varlığını ve dinsel öğretileri kabul eder. Deizm, varlığı akılla erdirilebilen ve evrene karışmayan bir Tanrı görüşünü savunur. Panteizm, Tanrı ve evreni özdeş ve bir kabul eder; yani tek gerçek Tanrı'dır ve diğer tüm her şey Tanrı'nın varlığından oluşmuştur. Ateizm ise Tanrı'nın varlığını ve dinleri kabul etmez. Agnostisiz ise sofistlerin ortaya koyduğu ve Tanrı'nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini savunan bir görüştür. Romanda daha çok Tanrı'nın varlığı ve yokluğu üzerine tartışılmıştır. Bir görüş bütün insanların birlik olup, isterlerse mutlu ve çok güçlü bir şekilde yaşayabileceklerini savunurken, öte yandan gün geçtikçe insan bunun aslında ne kadar zor, belki de imkânsız bir şey olduğunu idrak etmeye başlıyor. Sonuçta hepimiz tarih okuduk, okuyoruz ve sonuçta görüyoruz ki tarih -bilim ve teknolojik gelişmeleri saymazsak- savaşlarla doludur...

Günümüzde bilim, evrenin yaratılışını Big-bang (Büyük Patlama) görüşü ile açıklamaktadır. Büyük patlama ise kaynağını enerjiden almaktadır. Şimdi soru şu: Bu enerji nereden geliyor? (Daha nasıl, ne için gibi sorular sorabiliriz elbette.) İşte bu noktada, bilim adamları ve din adamları Tanrı'nın varlığı üzerinde anlaşmaktadırlar. Sanıyorum ki böyle bir açıklamada akla en yatkın olandır ki daha birçok neden ve bilimsel olmasa da yaklaşım ortaya konabilir. Aklıma, burada Carl Sagan'ın yazmış olduğu Jodie Foster'in oynamış olduğu "Contact" filminden bir sahne geliyor. Tanrı'ya inamayan bilim kadını ve aşık olduğu rahiple, inanca dair aralarında geçen bir sohbette, rahip babasını çok seven bilim kadınımıza sorar, "Babanı sever miydin?" Aldığı "evet" yanıtına karşılık olarak da ikinci sorusu şu şekildedir, "Kanıtlayabilir misin?" Diğer taraftan günümüzdeki bilimsel teoriler ve kanıtların çıktığı yere bakarsak, ortalaya atılan hipoteze dair bir inancı görüyoruz. (Yanlış anlaşılmasın, burada herhangi bir şekilde propoganda yapıyor değilim...) Birgün bir yemek esnasına sohbet ettiğim ataist bir arkadaşım, bana dünyadaki var olan tüm kötülükler, kötü olayları önü sürerek "Tanrı nerede?" diye sormuştu. Evet dünyada kötülükler var, tarihte akıl-almaz dünya savaşları, soykırımı yaşadık. Kesinlikle sorgulama hakkımız var "Tanrı nerede?" diye. İyilik ve kötülük kavramları, biz insanoğlunun günlük yaşantısı, doğası içinde içiçe olan ve birbirlerine son derece bağlı kavramlardır. En nihayetinde "Tanrı nerede?" sorunu sormaktan ziyâde, öncelikle şunu düşünmemiz gerekir, iyilik de kötlük de insanın insana yaptığı, doğamızın parçası olan bir olgu değil midir? İlk cinayet işlendiğinde ya da ilk savaş çıktığında ve bu süreç tarih boyunca günümüze dek gelmişse, halen de devam ediyorsa, bu insanın insana yapmış olduğu, tüm güzel şeylerde olduğu kadar, insanın eseri değil midir?

Günlük yaşantımızda yine "kader" ve "şans" gibi olgular da hayatımızı etkilemekte ve salt düşüncelere değil, duygularımıza da dayalı bir yaşam sürmekteyiz. En basitinden, bir insanın hangi ülke, din ve ailede doğduğu bir kader midir, bir tesadüf müdür, bilinçli bir yerleştirmedir midir? Ya da nasıl ve ne şekilde öleceğimiz? Bir de arada ya programlanmış ya da kendi isteklerimizle, ya da her iki durumun da etkilediği bir hayat mı sürdürüyoruz? Soru listemizi daha çok uzabiliriz ve bu vesileyle düşünmeye ve hayatı sorgulamaya devam edebiliriz. Biliyoruz ki tüm kullandığımız kelimeler, hayalgücümüz, düşünme yetimizi kullanarak kurduğumuz cümleler ve sorular- sorulabilir, bize özgü ve düşünce sınırımızın sınırlarına ulaştıkça genişletebileceğimiz, geliştirebileceğimiz bir dünyadır. Hâl böyle olunca, ister inanın- ister inanmayın sorabileceğiniz ve araştırabileceğiniz bir dünya sizi bekliyor. Arzu ederseniz kolaya kaçıp, ulaştığınız yerde kalabilirsiniz; ama şunu bilin ki bugünkü dünya insanoğlunun düşünme yetisi sayesine -iyi ya da kötü- bu hale, bu düzeye geldi; yine düşündüklerimizle, düşünenlerle hareket devam edecek ve de bir yarın olacaktır...

IV.
"Karamazov Kardeşler" romanından yola çıkarak hazırladığım bu yazımın son bölümünde de kısaca kitaplardan ve okumaktan söz etmek istiyorum.

Günlerden bir gün bir gazeye bayiinin önünden geçerken düşünmeye başladım. Ülkemizde, dünyada hergün kaç gazete, dergi, kitap çıkıyor. İnternet üzerinde milyonlar sayfa döküm, akademik yayımlar, güncel romanlar, klâsikler... Elbette bir insanın ömrü tüm bunları okumaya yetmez, gerekmez de... Aslolan mesleki alanda mevcut bilgilere ve son gelişmelere hâkim olmaktır ilk etapta. İnsan yaşadığı çevresindeki, toplumundaki olaylara duyarsız kalmamalıdır. Gazete okumak, güncel dergileri takip etmek bireyi, hem ülkemizdeki hem dünyadaki gelişmelerden haberdar edecektir... (Ne var ki gazeteciliğin anlayışı da çağın gidişatına uymuş ve doğru bilgiye ulaşmak, ayırd etmek çok okumayı ve bilmeyi gerekmektedir. Bu durum, işin ayrı bir boyutu; fakat magazin anlayışıyla habercilik insanların gözlerinin önünü tıkamaktan başka bir şeye yaramıyor.)

Okuma alışkanlığı tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi çocukluk ve gençlik yıllarında kazanılması gereken bir alışkanlıktır. Ne yazık ki bilgisayar, televizyon, internet gibi araçlar kitap okumanın değerini düşürmektedir; halbuki böyle bir ortamda, okuyucu sayısı azalırken, kitap okumanın değeri ve önemi daha da artmaktadır... Bir yanda güncel romanlar, diğer yanda tarihin bizlere en büyük mirası olan klasik eserler ve düşünsel eserler duruyor. Bu konuda, benim eleştirdiğim şeylerden biri de liselerde öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırılmadan, ağır kitapların dayatılmasıdır. Bu durumda da çocuk okumaktan sıkılmaktadır. Ne yapılabilir? Önce bireye ilgi duyduğu ve seveceği türden kitaplar okutulmalıdır ki böylece bir sevgi kazandırılabilsin. Klasik kitapların önemi anlatılmalı ve nasıl günümüzde birçok kitap da kapitalizmden nasibini alarak reklam ve tüketim anlayışıyla insanlara sunuluyorsa, aynı şekilde bu eserlerde sunulmalıdır. (Tabi ki bir medya kuruluşunun klasik kitap reklamı yapması bana oldukça ütopik geliyor!) Her şeye rağmen, kapitalist bir anlayışla popüler romanların reklam yoluyla topluma subulması, bana sevindirici geliyor. Hiç olmazsa insanlara nelerin okunması gösterilirken, insanlar da bir şeyler okuyor... Aralarından kendi geliştiren, merak eden ve okuma alışkanlığı kazanan bireyler de çıkıyorsa, ne mutlu toplumumuza...

Tüm bu yazının sonuna geldiğimde, esasında biraz kitap tanıtımı yapmak, biraz da kitaptan yola çıkarak okumanın kazandırdığı birikimle, romanda vurgulanan konular üzerine tartışmak istedim. Dünya dönmeye devam ediyor, kitaplar da okuyucularını bekliyor. Ne derseniz kimi zaman düşündürücü kimi zaman da eğlendirici bir yolculuğa okuyarak çıkmak istemez misiniz?

Sevgi, saygı ve dostlukla,

David Ojalvo
www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,808,808,808,808,808,808,808,808,80
              5 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Murat Keleşoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.308 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Ne yapsam az sana

Sibelime:

Gökten yıldızları alıp taksam saçlarına
Görünmezler ki senin gözlerinin parlaklığında...

Güneşi koymayı denesem avucuna,
Korkar erimekten ellerinin sıcaklığında,

Tüm çiçekleri toplasam sana
Boşuna... Kaybolurlar senin kokunda

Yazılmamış tüm şiirleri yazsam sana,
Yine de yetmez ki güzelliğini anlatmaya

Tüm şarkıları söylesem sana,
Hoş gelmez senin sesin kadar kulağa

Tüm nehirleri akıtsam ayağına,
Kirli durur teninin berraklığında.

Ve tüm sevgileri versem sana,
Az gelir, yetmez ki o yüreğini doldurmaya...

Ahmet Güven

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Arkadaki oyuncu geriye dönmüş bakıyor galiba?..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Yeni bir yer keşfettim. Elektronik cihazlar konusunda ne ararsanız var. Hem de taksitle satıyorlar. Bazılarınız, ya kardeşim o web sayfası zaten uzun zamandır var. Sen sanki yeni bişey bulmuş gibi sevindirik olmuşsun, diyebilirsiniz. Kristof abi Amerika kıtasını keşfettiğinde niye sustunuz derim size... Şaka bir yana gerçekten bilgisayardan cep telefonuna kadar ne ararsanız http://www.metropolteknoloji.com/asp/index.asp kısayolundaki web sayfasına girebilirsiniz.

...Ülkemizde, uygulanmakta olan istikrar programının enflasyon üzerindeki olumlu etkilerinin somut bir şekilde ortaya çıkması ve gerçekleşmesi beklenen tek haneli enflasyona geçiş sürecinde bekleyişlerin yönlendirilmesi bakımından en uygun tarihin 2005 yılının başı olduğuna karar verilmiştir... Yani kısaca söylemek gerekirse 2005 yılı başından itibaren YTL ile tanışıyoruz. http://www.ytl.gen.tr/ytl/index.php?sektor=0 kısayolunda YTL hakkında bilmek istediğiniz herşey var.

Hep iş hep iş nereye kadar? Tabi ki bir yere kadar. İşte o yer http://www.mizah.net/portal/default.asp kısayolunda. Eğlencelik ne ararsan bu sitede.

Bir çeşit bit pazarı intoko Hatta site yöneticileri bir de uyarı yazısı eklemiş. ...İntoko.com.tr'deki ilanları herhangi bir gazetede yayınlanan veya herhangi bir yere asılmış olan ilanlarla kıyaslayabilirsiniz. İntoko.com.tr'ye ilan veren ziyaretçilerin büyük bir kitlesine (çoğuna) güvenebilirsiniz. Bu ziyaretçilerimizin çoğu vaktinde satmış olduğu ürünleri gönderiyor veya almış olduğu ürünlerin ücretini anlaşma gereğince ödüyor. Maalesef, insanların saf ve temiz düşüncelerini ve güvenlerini art niyetle kullanan insanlar da bulunmaktadır. Bu yüzden alış verişinizi güvenle yapmaya dikkat ediniz!.. Alım satım için http://www.intoko.com.tr/ web sayfasına uğrayabilirsiniz.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


HTMLGate FREE 12.2 [2009 kb] Windows FREE
http://www.mpsoftware.dk/htmlgate.exe
Web sayfası yapanlar veya yapmayı düşünenler için çok güzel bir seçenek. Tamamen ücretsiz ama bir profesyonel program kadar fonksiyonel. Temel birtakım kuralları biliyor olmak yeterli. Eğer amatör web sayfalarından kurtulmak istiyorsanız bu programı denemenizi öneririm.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041006.asp
ISSN: 1303-8923
6 Ekim 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com