Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 620

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 11 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Ne mutlu bizlere!..


Merhabalar,

ATATÜRK'ün naaşının Ankara'ya getirilişinde -20 Kasım 1938- çekilen diaları görmek için tıklayın.Bir yabancı dostum ilk defa geldiği Türkiye'de heryerde Atatürk adını gördüğünde çok şaşırmıştı. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. "Haa.. Anladım. Şah Rıza gibi desene." demişti. Yuhh demiştim. Anlaya anlaya bu kadar mı anladın diye de kızmıştım. Ama sonra düşündüğümde ona hak vermiştim. Onu ancak bizler anlayabilirdik. Büyüklüğünü, eşsiz dehasını, bizim için hangi değerleri temsil ettiğini ancak bizler bilebilirdik. Bir yabancının bunu anlamasını, değerlendirilmesini beklemek hayalcilik olurdu. Ölümünden 66 yıl sonra bile eksilmeyen aksine artan bir sevgi ve saygıyla anılan bir başka örnek var mı yeryüzünde. O, daha birkaç yıl evvel kendisine küfredenleri bile bugün kürsüde kendisine övgüler sıralatabilecek kadar bir büyük önderdi. Ve onun varlığı bu güzel memleketin üzerinde sönmeyen bir ışık gibi sonsuza kadar ışıldayacak, karartmaya çalışanları gün gelecek onun önünde diz çökmeye mecbur edecek. Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sinde yaşamaktan ve onun gibi bir dehaya sahip olan tek memleketin çocuğu olmaktan hep gurur duydum, hep gurur duyacağım.
Ne mutlu ben azım, ben çoğum demeden sadece ben Türk'üm diyene!..

Dün Atatürk'ün anısına onun Sarı Zeybek isimli şarkısını koymuştum pikaba ama adını söyleyememiştim. Bugün gene onun bir başka güzel eserini dinletmek istiyorum sizlere. Fahir Atakoğlu'dan 12 ya da Lal. Hepinize güzel bir gün diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

16 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


  NEDİR SİZİN HİKAYENİZ?

Kendi yaşam hikayesini yazanlardan mısınız? Yoksa hikayenizi başkaları mı yazıyor?

Ah haaa anladım: Siz zaten yazılmış hikayeleri kendi hayatınıza uyarlıyorsunuz!

Peki nedir sizin hikayeniz?

Yordamınız nedir? Varolan hikayeleri keşfetmek mi, yoksa yeni hikayeler yaratmak mı? Kendinizi gerçekleştirmek adına hazırladığınız bir proje var mı?

Gündelik hayata dair projelerden söz etmiyorum. Hayalini kurduğunuz bir 'ben'iniz var mı mesela? (Eldeki malzemeyi bilerek tabi.. Yani şimdi Michael Jackson gibi, tende kontrast rengi tutturacağım diye maymuna dönmekten bahsetmiyorum... Siyah teninize hangi renk t-shirt'ün yakışacağı konusunda bir eskiz hazırladınız mı diye soruyorum.)

* * *

Nasıl ki, dimağınızda aşık olacağınız bir erkek ya da kadın yaratıyorsunuz, birilerinin aşık, hayran, fesat vs. olabileceği bir "ben" yaratmakta da ısrarlı olmalısınız.

Öyle ya, aşkı talep ederken, kendinizde de arz edeceğiniz bir takım şeyler olmalı ve özgün olmalı.

O halde, başkalarının yazdığı hikayelere bürünmekten ya da zaten milyon kez yazılmış hikayelere kendinizi uyarlamaktan vazgeçip, özgün bir hikaye ve talepleri karşılayabilecek bir "ben" yaratmalısınız...

Hem böylece kıskançlığını duyduğunuz ama bir türlü olmayı beceremediğiniz bir hayal kahramanının yasını tutmaktan ya da size ait olmayan bir hikayedeki şablona kimliğinizi tepiştirip, sonra da bu eğreti şeyin reklamını yapmaktan kurtulursunuz.

* * *

Başkalarının hikayelerini araklamak kolaydır. Lakin kendi kendinize keşfetmediğiniz sürece, başkalarının tecrübelerinden yarar sağlamanız zordur.

Öteki hikayeler, öteki kişilerin hayalleri, doğruları ve hazlarıyla örülüdür. Eh bu da üstünüze ya bir beden büyük gelir ya da fazla kilolarınızı ortaya çıkarır.

Öyle gözünüzde büyütmeyin. Zor bir iş değildir hikaye yazmak. Eldeki malzemeyi bileceksin, ne istediğine karar vereceksin ve başlayacaksın yazmaya.

Bana sorarsanız iki tane hikaye yazmalısınız.

Birisi bilimsel, diğeri ütopik olmalı. Bilimsel olanı nelerin olası olduğunu yazmalı; ütopik olanı ise olmasını arzuladığınız şeyleri, bol keseden sallamalı. Bayağı bir ütopik olmalı yani. Ne bileyim fantastik, uçuk-kaçık, 'yuh yani' dedirten cinsten... Evet evet, korkmayın hayal gücünüzün sınırlarını zorlamaktan!

İyi bir terapidir hayal kurmak. Kendinize gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerden oluşan 5 dakikacıklar ayırın gün içinde. Şımartın kendinizi, yenileyin hücrelerinizi.. E hadi zorlayın biraz. Mutsuzluğunuzu ve gerginliğinizi tedavi edin!

Hayalleriniz ne kadar ütopik olursa hayal kırıklığı yaşamanız o kadar zor olur. Mesela eğer bir hatunsanız, benim gibi, Emre Altuğ'un (hani şu 'Sıcak' şarkısını söyleyen, Tatlı Hayat adlı dizide Türkan Şoray ve Haluk Bilginer'in oğlunu oynayan, olağanüstü, mucizeler ötesi, dünyanın sekizinci harikası yaratık... ay pardon kaptırmışım) size aşık olduğunu, hatta taptığını düşleyin. Eğer size aşık olmazsa hayal kırıklığı yaşamazsınız değil mi? Ne? Yoksa hemen kaptırdınız mı? Eh o zaman iflah olmaz bir safsınız demektir.. Pes yani!

Kendi hayallerinizi yazmaktan kaçmayın. Önce senaryoyu yazın. Sonra sahneye atlayın ve kendi senaryonuzun aktörü ya da aktristi olun.

Hatta en sonunda oturup izleyici olun. Alın elinize patlamış mısırı ve hikayenizi keyifle izleyin. Yabancı biriymiş gibi.. Bazen hayranlıkla, bazen de çatır çatır eleştirerek izleyin. Göreceksiniz, bu seyir esnasında yeni ilhamlar gelecek ve yeni hikayelere yeni kahramanlar yaratacaksınız.

Senaryonuzu eleştirmekten korkmayın. Kendinizle giriştiğiniz polemik, başkalarıyla yaptığınız tartışmalardan her zaman daha yararlı ve daha az kırıcıdır. Üstelik kendinizi bağışlamanız başkalarını bağışlamanızdan daha kolaydır.

Bırakın kavramların esiri olmayı. 'Realizm iyi bir şeymiş' peeh... İyidir de, stresi azdırıyor işte kardeşim...

"Her gün, bir masanın başında yalnız kalabilmek için yazdım" diyor Orhan Pamuk. Ben de diyorum ki: her gün hayal kurabilmek, keyifli anlar yaşayabilmek için yalnızlık zamanları yaratın kendinize. Bu 'pembe gözlük molalarını' esirgemeyin kendinizden.

"Sen de pek hayalperestsin canım: Hiç ayakların yere basmıyor..." İyi de bunun kime, ne zararı var? Onların hayal olduğunu bildikten sonra...

İzlediğiniz bir tiyatro oyununu ya da filmi gerçek sananlardan değilseniz, hayal kurmanın bünyeye hiçbir yan etkisi yoktur. Bilakis faydalı ve eğlenceli bir aktivitedir. Naçiz yazarınız tarafından test edilmiş ve onaylanmıştır. Muhteşemliğimi neye borçluyum sanıyorsunuz? (Lütfen küstah demeyin bana. Evet eskiden küstahtım ama artık tek kelimeyle kusursuzum...)

Gene yaptım ukalalığımı, haydi artık bana müsaade...

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              9 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı


KİTAP MI VAR?

Gelişmiş ülke insanları, Avrupa, Japonya ve Amerika gibi ayda ortalama altı kitap okuyormuş, biz ise altı yılda bir kitap okuyormuşuz. İlginç bir durum gibi görünmekle birlikte şaşırtıcı bir durum değil, biz okumadığımızı yıllardır bilen bir milletiz. Müslümanlar Kuran'ı, komünistler Kapital'i, faşistler Kavgam'ı okumadan Müslüman, komünist ve faşist düşünceyi savunurlar. Okumak yetmiyor, anlamak ayrı bir konu. Ayda altı kitap okuyan avrupalı için de geçerli bir soru "okuduğunu anlıyor mu?". Zamanımızın kitaplarına bakarsanız, yani peynir ekmek gibi satan bir çırpıda elli baskı yapan, Ahmet Altan, Kürşat Başar, Dan Brown vb yazarların kitaplarından söz ediyorum, onlar kitap değil kabak çekirdeği bence. Derinliği olmayan, tüketim dünyasının markaları sadece o kadar. Onların yazdıklarını anlamak o denli dert değil. Bir Balzac, Tolstoy, Dostoyevski, Knut Hamsun, Victor Hügo, Turgenyev ortada olmadığı için kitap okumanın bile manası kalmamış olabilir. Bu sözüm gerçekten kitap okumaktan anlayanlar içindir. Yeni dönemde kitap okumak, gazete okumak ya da televizyona bakmak aynı içerikte ruh tazelemesi yapıyor insanda.

Kitap okumayı doğrudan ölçüyorlar. Doğrudan, satılan kitap sayısına bakarak ölçüyorlar, kitabın hakikaten kitap mı olduğuna aldıran yok. Ama müzikte durum öyle değil, arabesk, klasik, türkü, popüler diye ayrım yapılıyor. Doğrusu da bu, çünkü Türkiye'de herkes çalıp çığırdığı için sanki çok müzik dinleyen üstün müzik zevki olan insanlarmışız gibi görünmemiz lazım, anketi kitap anketi gibi yaparsak.

Yine konudan sapıyorum. Sahi sizce kitap gibi kitap yazan yazar var mı? "Efendi" isimli kitabı bitirene kadar canım çıktı, aklımda klana şu "Türkiye'de Türk olan yok" . Adam(Soner Yalçın) bir kitap yazmış sanki nüfus kütüğü , yazar yorum yapmaktan kaçınırken, kafalara kuşku mu desem nifak mı desem bir takım tohumlar atmaktan da geri kalmıyor, sonuçta harcadığım zamana üzüldüğüm bir kitap oldu. Daha çok örneğim var ama, asıl söylemek istediğim ben dahi kitap okumanın gerekliliği üzerinde tartışmaya açık hale geldim ki - Piramit Yayıncılık tarafından yayımlanmış "Bir Geceyi Çaksam Ne Olur Ömründen" adlı şiir kitabı olan biri olmama rağmen- siz gerisini düşünün.

İlk okul yıllarımda Varlık yayınlarının özet küçük boyda basılmış ne kadar klasiği varsa okumuştum, vahşi Andersen masallarından başlayarak. Orta ve lise yılları Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Nihal Atsız, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Enver Behnan Şapolyo, Süreyya Aydemir, Tolstoy, Balzac, Dostoyevski, Nazım Hikmet, Atilla İlhan, Ümit Yaşar yıllarımdır. Üniversite yıllarımda Hacettepe Üniversitesi birinci sınıfta Türrkçe dersi vardı, derslere nUran Yata, Adnan Binyazar gibi hocalar gelirdi, inanılmaz zevkli ve yararlı derslerdi, çok kitap okuduk o derslerde de.

Gerçek okurlar için diyorum ki "kitap vaadı da biz mi okumadık"

Sevgiyle kalın

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Funda Güven


İÇİMDEN GELDİ

Saat 08:55, şirketteki masamda oturmuş, günlük işlerime gömülmeye hazırlanıyordum ki "Erkekler Basittir" başlıklı yazımla ilgili yorumları okumak aklıma geldi, okudum! Olumlu olumsuz birsürü yorum ve yemin ediyorum bayıldım. Aslında o yazıda bahsettiğim olay tamamıyla gerçek değil, zaten benim ilişkim de değil ! Bazı eklemeler çıkarmalar var, o yazıyı yazmamın sebebi ise yazarken ben çok eğlenmiştim okurken de sizlerin eğlenmesini istedim. Farkettim ki konunun içeriği hakkında olumlu olumsuz birçok eleştiri varken sunumu herkes beğenmiş, sanırım bu okurken keyif aldığınız anlamına geliyor.

Bu aralar sanırım eğlenmeye, gülmeye ihtiyaç duyuyorum, bir süredir sabahları gazetelere göz gezdirirken yazılarını okuduğum ilk köşe yazarları güne mutlu başlamamı sağlayacak yazarlar oluyor daha sonra kan revan içinde kalmış haberlere, yazılara geçiyorum. E memleketin, dünyanın dertlerinden uzak kalmak olmaz tabi, ekonomi battı mı çıktı mı, hangi liderler birbirine girdi, bugün nereler sallandı, kaç gecekondu yıkıldı, Iraklılar kaç kişinin daha kafasını kopardı, Amerikalılar kaç bölgeye daha saldırdı derken bunalımın eşiğine geliyorum. Zaman zaman haberleri izleyemiyorum bile, dünya kaynıyor, insanlar aç geziyor, birbirini vuran vurana, kıyan kıyana...

Şirketteki bir arkadaşım takip ettiği bir dizinin senaristine övgü dolu bir e-mail yazmayı düşündüğünü söyledi bana, çünkü dünya bu kadar karamsarken bu dizi onu güldürerek hayatına renk katıyormuş. Çok da haklı bence. Malum hayatın siyah renklerinden kaçamayız, göğüs germek, üzülmek, çaba sarfetmek, çalışmak, mücadele etmek vs. zorundayız hep ve bütün bunların yanında kafayı sıyırmamak için yüreğimizi ısıtacak, bizi eğlendirecek, "hayır, aslında o kadar da kötü değil" dememizi sağlayacak bazı şeylere de "evet" demeliyiz.

Geçenlerde her haftasonu olduğu gibi yine İstanbul'dan İzmir'e gidiyorum. Yola çıkmadan önce evde haberleri izledim, buhran geçiriyordum. Mutsuz mutsuz terminale gittim. O kadar yol kolay geçmiyor tabi, elimde 3 tane gazete, Pazar ekleriyle birlikte o 3 gazete 13 gazete gibi duruyor. Evde izlediğim felaket haberlerden sonra otobüse bindim ve gazeteleri karıştırmaya başladım, sevindirici haberler aradım gazete sayfalarında, çok zorlandım! Yolculuk başladıktan birkaç saat sonra otobüsün muavini yolcular izlesin diye bir film koydu videoya, filmin konusu neydi dersiniz ? Nijerya'daki etnik savaş ! Filmde kan gövdeyi götürüyor, evleri yakılan aileler, bebeklerini emzirmesinler diye göğüsleri kesinler kadınlar vs. Film bittiğinde sanırım bir paket selpak bitirmiştim, salya sümük izledim.

Gece İzmir'e döndüğümde ruh gibiydim. Otobüsten inip servise bindiğimde servis şoförü bir bana bir elimdeki gazeteler bakıp "gazete mi satıyorsunuz" diye sordu, bön bön baktım adamın suratına, "evet, belki İzmir halkı gazetelerin İstanbul baskısını merak eder diye İstanbul'dan buraya kadar yani 600 bilmemkaç kilometre boyunca taşıdım gazeteleri, sırf satmak için" demek istedim adama ama bu kadar çok şey düşünürken sadece "yooo" diyebildim. Zaten kafam olmuş kazan, sabahın köründe dünyanın haline bakıp yollara düşmüşüm, otobüste bir savaşın en kanlı sahnelerini izlemişim, okuduğum kitaptaki sevgililer bile ayrılmış, bir de bu servis şoförü benimle dalga geçiyor.

Hergün neler oluyor dünyada diye düşündükçe insanın aklı bazı şeyleri almıyor, o yüzden sanırım dünyanın gerçeklerinden uzaklaşmadan yüreğimize mutluluklar serpiştirmek zorundayız, yoksa insan bu dünyanın yükünü kaldıramayabiliyor. Dolayısıyla, biraz önce de bahsettiğim gibi artık mümkün olduğunca beni neşelendirecek yazılar da okumak için zaman ayırıyorum hatta yazmaya çalışıyorum. Doping oluyor resmen bu yazılar.

Kahve molası yazıları da bir çeşit doping, çok içten söylüyorum, bir kaçamak gibi geliyor, sanki birbirinden değerli arkadaşlarımla köhne bir kafede kestaneli kahvemi yudumluyor gibiyim.

Birkaç saat içinde İstanbul'a dönmek için yola çıkıyorum, neredeyse bütün gazeteleri topladım ama temkinli olmak lazım tabi, kitabımı da çantama atıyorum...

Sevgiyle kalın,

Funda Güven
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
              6 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Çağatay Acar

 Deniz Kokusu : Çağatay Acar


  Bireysel silahlanma ve çocuklar

Pek çoğumuz silahlarla savaşları özdeşleştirmişizdir, halbuki dünyada, savaşlar nedeniyle bir yılda ölenlerin sayısı 300 bin iken, barışın hakim olduğuna inanılan bölgelerde bir yıl boyunca bireysel silahlanmanın yarattığı sessiz çatışma ortamında 200 bin kişi hayatını kaybetmektedir. Aynı toplum içinde yaşayan bireylerin herhangi bir ideolojiye bağlı olmaksızın ateşli silahlar ve bıçaklar ile donanması şeklinde tanımlanan 'bireysel silahlanma' sorunu çığ gibi büyüyor. Yani, neredeyse savaşta ölenlerin üçte ikisi kadar insan da bireysel silahlanmanın kurbanı. Dünyada kayıtlı 638 milyon silahtan 260 milyonu devletlerin kontrolünde. Buna karşılık, özel kişilerin elinde 378 milyon silah bulunuyor. Başka bir deyişle, bireylerin elinde devletlerden daha fazla silah var. İlkel toplumlardan bu yana kullanılagelen ve toplumda bir "statü" göstergesi sayılan konvansiyonel silahlar sebebiyle dünyada dakikada bir insanın yaşamını yitirmesi, silahlanmaya karşı birşeyler yapmanın gerektiğini insanlara haykırıyor kuşkusuz.

Uluslararası Af Örgütü raporlarına göre, silah ticareti "kontrolden çıkmış" durumda. "Her gün milyonlarca kadın, erkek ve çocuk silahlı şiddet korkusuyla yaşıyor. Her dakika biri öldürülüyor. Rio de Janeiro ve Los Angeles'taki çetelerden, Liberya ve Endonezya'daki iç savaşlar ve silahlı direnişlere kadar, bu öldürmelerde konvansiyonel silahlar kullanılıyor. Bu silahları katillerin ellerine ulaştıran küresel silah ticareti büyük bir sektör."

"Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin, dünya konvansiyonel silah ihracatının % 88'ni elinde tutuyor ve bu ihraç edilen silahlar düzenli olarak ağır insan hakları ihlallerinin işlenmesine yardımcı oluyor. Silah artışı ve kötü kullanım, kişilerin hayatlarını karartıyor ve ülkelerin yoksulluktan kaçmalarını engelliyor. Ülkelerin üçte biri, sağlık için harcadıklarından daha fazlasını ordu için harcıyor." Afrika, Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika'daki ülkelerin silahlara bir yıl içinde harcadığı para yaklaşık 22 milyar ABD doları. Oysa bu miktarın yarısı, bu ülkelerdeki çocukların ilkokula gitmelerine olanak sağlar. Ülkemiz son dört yılda silah ithalatında dünya dördüncüsü oldu. Dünya silah alımında ilk üç sırada ise Tayvan, Çin ve Suudi Arabistan var. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) yayımladığı son rapora göre, Türkiye son dört yılda silah alımına 5 milyar dolardan fazla harcadı.

Yurdumuzda her yıl yüzlerce insan, düğün ve maç sonrası "sevinç" kurşunlarıyla veya kasten, konvansiyonel silahlar kullanılarak öldürülüyor. Türkiye'de yılda ortalama 3 bin kişi bireysel silahlarla hayatını kaybediyor. Ülkede 1 milyon 800 bini kuru sıkı olmak üzere ruhsatlı/ruhsatsız 7 milyondan fazla silah bulunuyor. Yani, Türkiye'de her 10 kişiden biri silahlı. Son 8 yıl içinde silahlanma % 358 artmış durumda. Toplumun en ezilen ve en kırılgan grubu olan çocuklar ve kadınlar, bu durumdan da en zararlı çıkan kesim kuşkusuz.

İnsanlar niçin silahlanıyor?

BAPAM tarafından yapılan araştırmada 10.000 silah ruhsatı başvurusu içinde mazeretlerin dağılımı şöyle tespit edilmiş. "İş riski nedeniyle %35, evde bulunsun diye %23.6, merak ve hobi olarak %16.7, avcılık ve atıcılık gerekçesiyle %12.7, meslek gereği %6.8, hatıra yani intikal nedeniyle %5.2". Bunlar kağıt üzerinde beyan edilmiş, kanuna uydurulmuş gerekçeler. Esas silahlanma nedeni, toplumda adam yerine konma ve rağbet görme isteğidir. Mesleksiz yığınların oldukça yüksek oranda olduğu doğu toplumlarında silah sahibi olmak; atılımın, beğeninin, üstün olmanın, kazanmanın simgesidir. Oysa silahlanma, şiddetin en uç noktalarından biridir. Yaşama içgüdüsü engellenen, kendini, doğayı ve insanları sevmeyi beceremeyen, üretici güçlerini harekete geçiremeyen, kısaca kendini gerçekleştiremeyen insanlarda, zarar verme eğilimi artar. Silahlanma da bunun sonuçlarından biridir. Can güvenliği mazeretine sığınarak silah edinenlerin asıl gerekçeleri aslında kendilerinin de farkında olmadıkları, topluma ve kendine güvensizliktir. Topluma ve kendisine güvenmeyen insanlar silahın gölgesine sığınırlar. Silah sahibi bireylerin, büyük bölümünün totaliter ideolojilerin sempatizanı olması, kadını ikinci sınıf vatandaş olarak nitelendirmeleri ve namus bekçilikleri tesadüfi değildir. Aslında ailede başlar her şey. Çocuğa her türlü sorunu çözmenin yolunu şiddet olarak gösteren ataerkil toplumlarda, bunun üzerine bir de medyanın duyarsızlığı ve sürekli şiddet içeren programların sunulması eklenirse, bu sonuç kaçınılmaz olacaktır. Amerika'da yapılan bir araştırma, çocukluğunda televizyonda şiddet izleyenlerin yetişkinliklerinde saldırgan olduklarını ortaya koyuyor. Araştırma, Mart 2003'de Michigan Üniversitesi'nde, çocukluklarında, şiddet içeren dizi ve çizgi filmleri izleyen yetişkinler üzerinde yapılmış. Çocukluklarında şiddet dolu programları izleyen erkeklerin yüzde 20'si bir tartışma anında eşlerini itip kaktıkları, kadınların yüzde 20'sinin eşlerinin başına bir cisim attıkları belirlenmiş.

"Oyuncak" silah ve çocuklar

Masum bir kelime olan "oyuncak" ile, ürkütücü bir sözcük olan "silah"ın yanyana kullanılması bile çelişkidir. Silahın bir oyuncak olarak kullanılması çocuklara zarar verir. Oyuncak firmaları bunun aksini iddia etse de, bu tartışmalar sonucunda elde edilen gerçekler; oyuncak silahların saldırganlıkla ilişkisinin bulunduğu, oyuncak silahın daha sonra gerçek silaha sahip olma isteğine dönüştüğü, çocukların elinden oyuncak almanın çok zor, yerine başka bir oyuncak koymanın çok daha zor olduğu, çocukların oyuncak silahları gerçeğinden ayırt edemedikleri, oyuncak silahlarla oyun oynamak bir nesilde tamamen kırılırsa, Japonya'da olduğu gibi toplumun silaha olan isteğinin ve silahla ilgili suçların Türkiye'de de sıfırlanabileceğidir.

"Çocuklar; yok etmeyen, savaşı simgelemeyen, psikopat dürtüleri geliştirmeyen, vahşet, dehşet, öfke duygularını yaşatmayan oyuncaklarla oynamalıdırlar, yaratıcı ve üretici oyuncaklarla…Yani insan olmanın onurunu yaşatacak oyuncaklarla". Burada ebeveynler çocuklarını yetiştirirken kendilerine şu soruları sormalıdırlar: Acaba evde, yakın çevrede ya da toplumda yaygın olarak bulunan silahın gölgesinde yaşamak, televizyonda, filmlerde, çizgi filmlerde yoğun gösterimde olan silahlı şiddeti izlemek çocuğumu şiddeti taklit etmeye, şiddete karşı hoşgörülü olmaya, şiddete karşı duyarsız olmaya, şiddeti genel geçer bir insan ilişkileri yöntemi olarak kabul etmeye iter mi? Bu silah ve şiddet yoğun ortamda çocuğum 'savaşa hayır' seslerimizi samimi bulur mu?

Bireysel silahlanmanın önüne geçilmesinde,en büyük görev siyasal erke düşmektedir. Bireysel silahlanmayı engelleyici yasa çıkarılmalı, bunun yanısıra silah ithalatı da kısıtlanmalı ve bu kaynaklar sağlık ile eğitime yönlendirilmelidir. Bu konuda medyaya da büyük görevler düşmektedir. Kar ve rating kaygısıyla, şiddet içeren programlara son hızla devam eden medya, toplumsal sorumluluğunu gözardı etmektedir. "Halk bunu istiyor" savunması, pişkinliğin son noktasıdır. Toplumu adeta eroinman haline getirip, bağımlı kılan yine aynı medyadır. Oyuncak üreten firmaların da, sağlıklı ekonomiler yaratmak için, hasta ruhlar yaratmaya hakkı yoktur. Oyuncak silahlar da, tıpkı Japonya ve Güney Kore'de olduğu gibi , ülkemizde de yasaklanmalıdır. Bireysel silahlanmayla savaşımda 1993'den bu yana faaliyetlerini sürdüren Umut Vakfı, tüm duyarlı insanlarca desteklenmeli ve iktidarlar bu sese kulak vermelidir. Kaybedecek çok fazla zaman kalmadı: silahlı şiddetten bir kişinin öldüğü her dakika, 15 yeni silah üretiliyor. Önümüzdeki aylar ve yıllarda silahlı şiddet nedeniyle acı çekeceği ya da öleceği kesin olan kadın, erkek ve çocukların sorumluluğunu kim üstlenecek?

Çağatay Acar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,209,209,209,209,209,209,209,209,20
              5 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


DEĞİRMENLER HİÇ UYUMAZ -IV-

O zamanlar tilki, domuz, karga, kurt , ayı, çakal, doğan, saksağan gibi yabani hayvanları öldürenlere ödül hükümet ödül veriyordu. Avcılar öldürdükleri hayvanların kuyruklarını yada bacaklarını kesip kasabaya götürüyor, hükümet görevlilerine teslim ediyordu. Onlar da bazen para, bazen de bedava fişek veriyorlardı. Çok yabani hayvan öldüren avcılara ödül olarak mavzer bile vermişlerdi. Tilki yavrularını öldürüp kuyruklarını kasabaya götürmeyi aklımdan bile geçirmedim. Ama götürsem bana da ödül verirlerdi. Birini kucağıma alıp koyunların başında bekleyen Hursit'in yanına döndüm. Onu sevdik. Biraz da oynadık. Elimize aldığımızda hayvancağız parmaklarımızı emmeye çalışıyordu. Koyunun birini yakalayıp yavru tilkinin ağzına süt sağarak onu doyurmaya çalıştık. Bıyıklarını, dudaklarını yalaması bizi gülmekten yerler yatırdı. Koyunlar bu küçük yavrudan çok huysuzlanıyorlardı. Kendi aramızda akşam olunca annesinin onu yuvasında bulamayınca çok üzüleceğini falan konuştuk. O kadar şirindi ki onu yuvasına götürüp bırakmaya gönlüm razı olmadı. Eve götürüp kendim beslemeye karar verdim. Annem görürse kıyameti koparır, kesinlikle onu beslemem izin vermezdi. Bu işi gizli yapmam gerekiyordu.

Onu evimizin samanlığına saklayıp koyunlardan sağdığım sütlerle besledim. Birkaç hafta kimsenin ruh bile duymadı. Öte yandan birisi samanlıkta görür de öldürür diye de korkuyorum. Bir şekilde evdekilerin haberi olmalı ve onları buna razı etmeliydim. En sonunda sevimli yavruyu anneme gösterdim. Annem yavruyu görünce feryadı bastı. Hemen götürüp onu yuvasına koymamı istedi. Ben oralı olmayınca "Babana söylerim. "diye korkutmaya çalıştı. Sonra yalvardı, yakardı ama hiç biri para etmedi. Akşam babam daha kapıdan girer girmez de söyledi. İster dövsünler, ister sövsünler tilkiyi götürmeye hiç niyetim yoktu. Babamla birlikte samanlığa girdik. Onu alıp ormana salacak diye ödüm kopuyordu. Babam yavru tilkiyi samanlığın kapısı önüne çıkardı. Ayağını yere vurdu. Elini kolunu salladı. Gürültü patırtı çıkarıp hayvanı ürkütmeye çalıştı. Hayvan korkup kaçacak yerde hiç tınmadı. Gelip ayaklarımın yanına kıvrıldı. Babam da sevimli hayvana baktıkça yumuşadı. Evin içene getirmemek kaydıyla samanlıkta beslememe izin verdi. "İlerde tavukları boğmaya kalkarsa bu hayvanı kendi ellerimle öldürürüm. Sakın aklından çıkarma." dedi ve eve girdi.

Tilki büyüdükçe daha sevimli, kedi gibi sırnaşık bir şey oldu. Evdeki herkesin sevgisini kazanmayı başardı. Benimle birlikte onlarda tilkiye yiyecek vermeye başladılar. Hayvan ekmek doğranmış süt, peynir, çökelek hatta üzerine yağ sürülmüş ekmek dilimleri ile besleniyordu. Yeteri kadar et bulamadığımız için dünyadaki ilk vejetaryen tilki olarak büyüyordu. Onu sokağa çıkaramıyordum. Komşuların köpeklerini bir yana bırakın bizimki bile hemen hayvanın üzerine atlayıp onu boğmak için can atıyordu. Onu kucağıma alıp köyden uzaklara götürüyordum. Birlikte dağ bayır gezip dolaşıyorduk. Davranışları bir köpeğinkiyle hemen hemen aynıydı. Sadece havlaması eksikti. Bir de köpeğe göre çok korkak davranıyordu.

Tilki büyüyünce komşumuz Anço Hüseyin'le aramızda sorun yarattı. Komşumuzun kümesten birkaç tavuğu eksilince bizimki akla gelen ilk zanlı oluverdi. Ne diller döktüm ama adam bir türlü ikna olmadı. En sonunda tilkiyi kucağıma alıp komşunun avlusuna salıverdim. Hayvanın tavuklara aldırdığı bile yok. Bu bile Anço Hüseyin'i ikna etmeye yetmedi. Ona göre tilkinin karnı tok olduğu için böyle davranıyordu. Allah'tan adamın tavukları bir daha eksilmedi de bizi rahat bıraktı.

Şubat başında her yer karlarla örtülüyken birkaç günlüğüne ortalıktan kayboldu. Samanlıktan çıkıp köpeklere yakalandı, boğup bir yere attılar diye çok üzüldüm. Geri geldiğinde çok açtı ve başında sıyrıklar, kulağının birinde de küçük bir yırtık vardı. Evden uzaklaştığında başka hayvanlarla boğuşmuş olduğu belliydi. Davranışlarında da bazı değişiklikler olmuştu. Hiç yapmadığı şeyleri yapıyordu. Köyün dışında gezmeye çıktığımızda ağaçları kokluyor, kulaklarını dikip uzaktan gelen sesleri dinliyordu. Eskisi kadar eğlenceli bir arkadaş değildi. Bütün neşesi kaçmış gibi davranıyordu. Mart ortalarında yeniden kayboldu. Bir daha geri dönmedi. Onun iyi olduğunu, dağlardaki diğer tilkilere karışıp gittiğini, kendi ailesini kurduğunu düşünerek teselli olmaya çalışıyordum. Uzun zaman bir gün mutlaka yavrularıyla çıkıp geleceğini hayal ettim. Bu hayalim hiçbir zaman gerçek olmadı.

Artık yavaş yavaş hava aydınlanmaya başladı. Eskiden bu yolda ezanla köyden çıkıp eşeğine buğdayı denk etmiş değirmene giden köylülerle karşılaşırdım. Akşama kadar değirmende oyalanmak, sıra beklemek istemeyen köylüler erkenden yola düşerlerdi. Köylerde insan azaldığı için artık kimseye denk gelmiyorum. Tanıdığım insanların neredeyse yarısı evini, barkını öylece bırakıp Türkiye'ye göç ettiler. Para eden ne varsa satıp, savıp rızklarını başka topraklarda aramak için yollara düştüler. Birkaç kat yorgan, yastık, bir iki bakır tencere, tepsi, kap kaçağı eşeklere yükleyip önce İştip'e oradan da trenle İstanbul'a göçüp gittiler. Evlerin, köylerin boynu bükük kaldı. Tarlaları ot bürüdü, kapinalar sardı. Birkaç yıla kalmaz tamamen orman olurlar.

Tam sabahın bu saatlerinde gün ağarmadan, şafak sökmeden abimle ikimiz bu yoldan geçip Radanya'ya gitmiştik. O zaman köyümüzün muhtarı rahmetli Yaşar Hocaydı. "Sizi askerlik için çağırıyorlar. Yarın erkenden yola çıkın. Muayene olacakmışsınız." demişti. İki kardeş yıkandık, paklandık, yeni urbalarımızı giyip yola çıktık. Biz köyden çıkarken sabah ezanı yeni başlamıştı. Öğlene doğru Kurpişta'ya vardık. Tam köye yaklaştığımız sırada hava birden karardı, kara bir bulut ormanları bile yuttu. Arkasından bir yağmur başladı ki sormayın gitsin. Yola devam etmek bir yana önümüzü bile göremiyorduk. Kocaman bir anızın ortasındaki saman yığınına kendimizi zor attık. Saman yığınına yağmur işlemiyordu. Yığının içinde ısınınca yorgun bedenimiz gevşemiş, uyuyakalmışız. Yağmur dinmiş. Güneş açmış haberimiz bile olmamış. Ne kadar uyuduğumuzu tam olarak bilmiyorum ama saman yığınından çıktığımızda gün ikindiyi dönmüştü. Kurpişta deresini geçip Küçük Gaber'e doğru yola devam edeceğiz ama imkanı yok. Dere yağmurla kudurmuş, kıpkırmızı çamur akıyor.

Arkası Yarın (5/5)

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

David Ojalvo

 Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo


  TOPLUMSAL DEĞİNİLER #1   YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ

2004 yılının sonuna doğru yeni bir yazı serisine "Toplumsal Değiniler" başlığı altında başlıyorum. Bu yeni yazılarımın bir seri olmasının nedeni anlatmak istediğim çok şey olması ve de tek bir yazıda tüm bu konulara değinmenin yazıyı çok uzun hale getireceği kadar, okumasının da yorucu olacağıdır. Önümüzdeki günlerde seçtiğim beş konuya değinmek istiyorum. Bunlardan ilki bu yazıda ele alacağım "Yemek kültürü", akâbinde diğer düşündüğüm konular ise "taksi ve dolmuşlar üzerine", "Türkçe nereye gidiyor?", "Çağ atlamak kavramı ve getirileri" ve "2005'e doğru dünyayı tanımlamak" konuları olacaktır. Bu yeni yazınsal serimde tıpkı diğer yazılarımda olduğu gibi sizlerle düşüncelerimi paylaşmayı hedefliyorum. Sonuçta ilerlemenin ve yarın daha iyi yazmanın yegâne temeli, bugünden yazmak ve okumaktadır.

"Toplumsal değiniler" başlıklı yazı dizimin diğer yazılarını hazırlayana dek düşünebilmek ve yazacaklarımı toparlayabilmek adına, konularımı birbirine kıyasla daha basit konulardan daha karmaşık konulara doğru sıralamayı uygun gördüm. Şimdi yemek kültürümüzden yola çıkarak, topluma ve dünyaya doğru bir uzanmaya çalışalım.

İnsanoğlu yaratılış itibari ile yemek yemek, yani enerji elde edebilmek için besin tüketmek olan bir canlıdır. İnsanlık tarihinin ilk zamanlarda toplayıcılık ve avcılıktan elde edilirken besin maddeleri, tarım kültürü ve yerleşik düzene geçtikçe daha sistematik ve düzenli bir şekilde elde edinmeye başlandı. Bunun yanısıra dünyaya yeni gelen bir canlının, bebeğin de gelişimin ilk yıllarında beslenmek birinci dereceden önem taşımaktadır. Gerek çağlar ilerledikçe, gerekse bebek büyüdükçe bu ihtiyaç gitgide yaşamsal olduğu kadar rutin bir hâl alırken, insanın ikincil ihtiyacı daha ön-plana çıkmıştır ki bu da düşünebilme yetimiz ile mediniyete katkıda bulunmak ve hayatlarımızdaki görevimizi tamamlamak adına çalışmak olmuştur.

Uzun çağları atlayarak günümüze uzanalım ve yemek kültürümüze bir göz atalım. Dünyadaki her ulusun, kendi geleneklerine ve tarımdan elde ettikleri ürüne bağlı olarak bir mutfağı vardır; lakin tüm bu mutfaklara rağmen, tüketim çılgınlığı her alanda olduğu gibi yemek sektörüne de el atmış durumdadır. Aklıma ilk olarak, kapitalizmin yükselişinin yemek kültüründeki sembolü olarak McDonald's geliyor. 1980'lerde çabuk-yemek (fast-food) sloganı ile Amerikalılar'ın akıl ettikleri ve tüm dünyayı etkisine alan, Türkiye'de 1984'de Taksim'de şubesini açan McDonalds.... Ardından Burger King, Domino's pizza, Arby's, Pizza Hot vesaire "fast-food" dükkânları açıldı. İlkokul yıllarında öğretmenimin her ne kadar hamburger ve kola yerine (ki coca-cola ayrı bir mevzû) ev yemeklerini tercih ediniz diye defalarca söylese de, kendi kuşağımdam biliyorum, bu kültür oldukça yaygın. Ne var ki son zaman diliminde, McDonald's gibi yaygın "fast-food" ağları gücünü yavaş yavaş kaybetme, ülkemizdede dükkân zincirlerinin küçüldüğünü biliyoruz. Acaba bu durumun ilkokul öğretmenimin bizlere söylemiş sağlıklı ev besinlerine geri dönüş mü, yoksa alternatifler mi artmıştır ?! Elbette, alternatifler gün geçtikçe arttırmakta ve kapitalizm menüsü içinde bize enfes tadlar sunmaya devam etmektedir...

Madem ki McDonald's ile başladık, tartışmaya bu örnek üzerinden devam edelim. Malûm kapitalizm bizlere ayrıca neyi beğenmemiz gerektiğini öğreten bir hoca(!)... Öyle ki bol bol reklam ve medyanın gücünü kullanmaktan kaçınmıyor... Gittiğim tüm zamanlarda McDonalds'ın belli başlı popüler parçaları kullanarak ve "İşte Bunu Seviyorum!" gibi sloganlarla sürekli olarak psikolojik dünyamıza etki ettiği aşikârdır... Elbetteki yemeğin çabuk hazırlandığını, nispeten pahalı olmadığını ve lezzetli olabileceğini kabûl ediyorum; fakat fazla karbonhidratlı beslenmenin de başta ABD'de olmak üzere obezite denilen bir kilo fazlalğı sorununu tetiklediği, sağlığımızı tehdit ettiği bilinmektedir...

Yemek kültürü, yemeği oluşturan her ayrı öğeden oluşmaktadır. Bunun içinde en lüks şarabı da sayabiliriz, simidi de... Anlayacağınız üzere bu cümlenin akabinde, simit çılgınlığına(!) geçmek istiyorum. Diyorum ki kapitalizm sonuçta sokaktaki simitçiyi de buluverdi. Öyle ki sadece Taksim Meydanı'nın dört bir yanında, Halaskar Gazi Caddesi'nde sayamadığım kadar çok ve birçok yerde Simit Sarayları açıldı. Simit ve çay keyfi güzel, güzel olmasına da; benim dikkatimi çeken sokaktaki simitçinin başına gelenin yanısıra, sloganın "Geleneksel fast-food" olmasıdır. Fast-food'un gelenekseli mi olurmuş? Bakılırsa oluyor... Buradan açıkça çıkan sonuç şu ki, ülkemiz McDonald's, Star-Bucks gibi kuruluşları bünyesine kabûl ederken, sadece hamburgerleri değil, yabancı, küresel kapitalist modele dayalı bir anlayışı gitigide benimsemekte, özümsemektedir. Ne diyelim artık, simidin gelenekselini anladık da, fast-food kısmı bizi bu konularda bir kez daha düşünmeye davet ediyor...

Tüketim kültürünün sonuçlarından biri, adı üstünde tüketim ve tüketimin sonucunun getirdiği tatminsizlik ve yozlaşmadır; fakat taze kan daima var... Son iki-üç yıldır, yeni alternatifler yeni mekânlar çıktı. Aklımıza ilk gelen örnek Gloria Jeans ve Star Buck's gibi mekânlar... Bir kahvenin kırk yıl hatırı varken, şimdi de kırktan fazla çeşidi çıktı. Elbette bu çeşitlilik bir tad alma (gusto) manasında değil. Çevremden duyduklarımıza göre Star Buck gibi kahveciler, yabancı ülkelerde insanların işe giderken kahve aldıkları bir dükkânken, ülkemizde bir gösteriş, kimi zaman piyasa adı verilen bir yer edinmiştir. Elbette rahat koltuklar, pahalı kahveler egomuzu tatmin etmeye birebir. Burada yanlış anlaşılmasın, üzerinde durduğum konu bu tür yerleri kötülemek ya da karşı çıkmak değil, tüketirken, tüketimin getirdiği sonuçları ele almaktır... Cebimizden çıkan çünkü sadece para değil; kültür, değer yargılarımız ve bir topluma olan aidiyet hissiyatımızdır... Tüm markalaşma alanlarında olduğu gibi bu tür yerlerde "takılmak", resmen bir hiyerarşi yapısı olmayan toplumumuzda, sanal bir sınıf takımını oluşturmaktadır.

Tüketim ve yemek kültürü konusunda söz açmışken, kola ve sigaraya da değinmek istiyorum. Neden kola ve sigara, çünkü her ikiside dünya üzerinde fazlasıyla tüketilen ve sağlığa zarar veren ürünlerdir. Kolanın ülsere, sigaranın kansere yol açtığı gâyet iyi bilinmektedir. İkisinin de insanın psikolojik dünyasında belli mekanizmalar üzerinde rol oynadıklarını gün geçtikçe öğreniyoruz. Dumansız ve sağlıklı bir dünya düşlerken, savaşmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Sonuçta bu da bir seçimdir ve rahat-hoş olan yola karşı zor olanı anlatmaya, uygulamaya çalışıyoruz...

Her ay çıkan "İstanbul Life " türü dergilerde çeşit çeşit lokantalar, café ve barlar sayfalar boyu tanıtılmaktadır. İster "dünya" mutfağından olsun ister Türk mutfağımızdan olsun birçok seçeneğimiz var. Gitgide güzelleşmekte olan Beyoğlu cıvıl cıvıl.. Bir de Saray Muhallebicisi'nde olduğu gibi yemeği bitirir-bitmez tabağı önümüzden çekip, garsonlar başımızda dolanmaya başlamasa ne güzel olurdu.... Ama sonuçta bir müşteri gider, diğer gelir misali her servis edilen tabak, daha fazla kazanç demektir. Yine de insan bazen müşteri olarak mı tabak olarak mı muamele görüyor, diye sorup- şaşırıp kalıyor...

Kısaca ev yemeklerine de değinmek istiyorum. Genellikle büyüklerimiz, kendinden önceki zamanların ne kadar güzel olduklarını anlatırlar bizlere. Komik bir şekilde ben öğrenci hâlimle çevreme kendi çocukluğumdan bir anı sunabiliyorum. Şöyle ki pazarda her şey her mevsim olsun mantılığı ile üretilen, domates başta olmak üzere birçok sebze bol miktarda hormon ihtiva ediyor. Hayvanlar sunî yemle besleniyor vs... Ben 5-6 yaşlarındayken yediğim küçük, sert, çekirdekli mis kokulu domatesin tadına doyamazken, bugün domatesi yiyemez hale geldim. Nedeni ise damak zevkimin değişmesi değil domatesin büyük, hormonlu ve tatsız hale gelmesi... Hormonlu besinler nesil olarak boylarımızı daha da uzatırken, bir ara basında yer alan haberlere rivayet edersek yediğimizin sadece domates mi yoksa domatesli organik maddeler mi olduğunu konusuda düşünmek bile istemiyorum.

Yazımın sonuna gelirken şöyle yazdıklarıma bir göz gezdiriyorum da bu şartlar altında obez mi olacağız, piyasa mı yapacağız, hamburgercileri zengin mi edeceğiz ya da sıkıntıdan sigara mı yakacağız? Bu yazıda yemek kültüründen yola çıkarak, evrensel bir anlayışa uzanmaya çalıştım. Kendi kültürel tabağımızdakilere sahip çıkmazsak, zaten birileri bize kaşık kaşık göremediğimiz şeyleri yedirmeye hazır; üstelik çok lezzetli olduğuna inandırarak. Yine de karamsarlığa kapılmamalı, ilkokul öğretmenime kulak vermeli ve mümkün olduğu kadar "dengeli" beslenmeliyiz...

Sevgi, saygı ve dostlukla

David Ojalvo
www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Taner Doğan


Atatürk, 10 Kasım ve düşündürdükleri

Her yıl olduğu gibi yine siren sesleri yükseldi saat 9u 5 geçe bu 10 Kasım sabahında da. İşyerimdeki çoğu Danimarkalı yabancılar telaşlı gözlerle bana "bir tehlike mi var?" dercesine baktılar. Bir yandan onlara bu sesin ne anlama geldiğini anlatırken öte yandan kendi kendime "hem de öyle büyük bir tehlike var ki.." demekteydim. Üzerimizdeki kara bulutlar tarihin hiçbir döneminde bu kadar yoğun olmamıştı ve hiçbir zaman tehlike bu kadar yakınken bu ulus bu kadar aymazlık içinde yaşamamıştı. Tehlikenin kendisinden çok onun algılanamayışı asıl tehlikeli olan. Atatürk devrimlerinin temsil ettiği her türlü çağdaş kazanımı yok ederek ülkeyi orta çağ karanlığına sürüklemeye yemin etmiş ilkel bir güruhun yönetimde olduğu yetmezmiş gibi ulusal medyanın hemen tamamı bu karanlık ruhlu sürüyü çağdaş değerlerin ve demokrasinin savunucusu olarak görmekte ve göstermektedir.

Ülkesini seven, kendini ümmet değil onurlu birer birey olarak gören, ulusal onurun ne demek olduğunu ve her pahasına korunması gerektiğine inanan herkesin kendi aralarındaki çekişmeleri bir kenara bırakıp ulusal mücadele ateşini yeniden alevlendirmeleri için gün geldi de geçiyor bile. Yoksa ortada onuru korunacak bir ülke yerine 1400 yıl önceki çöl bedevilerine özenen sarıklı yobazların ellerinde asalarla sokaklarında dolaşacağı utanılası bir kara parçasından başka bir şey kalmayacak.

Taner Doğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,109,109,109,109,109,109,109,109,10
              10 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


ANLADIM

Bir bozlaktır yalnızlık, ovalarımda
Hasret ,bir Keremlik menzilim,
Geçitsiz dağ olmuş pişmanlıklarım
İnat ki,yol kesen eşkiyam ,
Döner dururum..: yok mudur kendime bir yol?
Yok mudur dağlarıma hükmü geçen bir şehrazad,?
Dili ferman duvarlarıma…

Bu hafakan bulutları neden benimle?
NiçinBulutlar hüzün ağar toprağıma ?
Çiçeklerim burçu burçu melal..niçin ?

Diye,

Penceresiz,yürürken ovalarımla, dağlarımla
bir Kerkük türküsüyleadımlarken kaldırımları
hecelerken yeni bir günü tutuk,umarsız
Yolumu kesen bir sokak başında

Sengeldin ,dalgınlığıma çarptın

Yıkıldı duvarım ,açıldı pencerem
Ovalarım dağlarım mevsim mevsim güneş,

Senden bir temas gibi bürüdü beni rüzgar..
İpil ipil ıslandım sonbahar gözlerinden

Saçın sıyırınca yüzümü bir an,
Dur.,Gitme..!!!
Dağlarıma salma yalnız beni!..
Ver elini tenimi bahar bürüsün…
Salma beni çıkmaz yollarıma!..
Ver sesini dilimi türkü bürüsün..

Diyesiydim ..,ısırmasam dilimi..

Usulca kayıverdin,.sokağın köşesinden
Acaba sorgusuyla ince bir tebessüm ,
Bakakaldım ardından;.sesim çözüldü saçlarında,
Omuzlarından bir ırmağın, dökülüşünü gördüm..

Ellerim cebimde ,vurgun artığı kafam,
Topladım duvarımı ,kırık penceremi ..
Gözümde göz izi ,tenimde yaz;
-Dilimde bir zeki müren şarkısı-
Sapıverdim yollarıma inceden..

...
...
Niçin yazılırmış şiir; ANLADIM

Turan Bozkurt

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Ne işin var senin ordaa?!

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.dfilm.com/index_moviemaker.html
Bayram geliyor kendiniz oluşturacağı bir dijital filmle bayram tebriğine ne dersiniz? Haydi tıklayın gidin, yaptıklarınızı bana da yollamayı unutmayın sakın.

http://uk.download.yahoo.com/ne/fu/attachments/buildabetterbush.htm
Buşumuz canımız için hazırlanmış bir gülmece sayfası. İstediğiniz şekli verip onun gün içindeki normal halleri görüp katula katula gülebilirsiniz. Haydi kolay gelsin.

http://illustmaker.abi-station.com/index_en.shtml Kendi illustrasyonunuzu yapıp yahoo, messenger gibi programlarda rahatlıkla kullanabilirsinzi. Size benzemesi mümkün ama biraz hayal gücü biraz da yetenek gerekiyor galiba. Ben beceremedim de!..

http://www.denedim.com
Sanat maceracıları, amatörler veya sadece sinemayı sevip de "ben de bir film çekeyim veya bir filmde oynayayım" diyenler için bir site hazırladık. Hem kendi filmlerimizi gösterebilmek hem de diğer kısa filmcilerin çektiklerine ulaşabilmenizi sağlamak istiyoruz.

Kısa film çektiniz ve filmi bir web sitesine koydunuzsa bize haber verin, sitenizin linkini ilave edelim. Filmlerimize oyuncu, görüntü yönetmenliği veya teknik konularda katkıda bulunmak isteyenleri de sitemize bekleriz. http://www.denedim.com

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


AceMoney Lite 3.6.2 [1509 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.mechcad.net/downloads/AceMoneyLiteSetup.exe
Buyrun size basit ama çok işe yarayabilecek bir kişisel muhasebe programı. Hem de türkçe. Daha doğrusu kurarken dilini siz seçiyorsunuz, aralarında Türkçe de var. Hesaplar, portföy yönetimi, bankalar derken epeyce bir bilgiyi barındırıp sonrada dilediğiniz raporu alabiliyorsunuz. Gerçekten iyi bir program. Lite versiyonu ile tek hesap kontrol edebiliyorsunuz. Eğer birçok hesabı kontrol etmek isterseniz 30 dolarlık bir ödeme yapıp tam sürümünü almanız gerekiyor. İlgililere önerilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041111.asp
ISSN: 1303-8923
11 Kasım 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com