Treo600



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 640

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 14 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Kazlar, Kuğular, Çobanlar!..


Merhabalar,

Darwin'e bir soru sorma şansım olsaydı herhalde şunu sorardım; "Darwin Amca, senin evrim laboratuvarında sıra Anadolu'da yaşayan yetmiş milyona geldiğinde, şebeklerle kazlar yer değiştirmiş olabilir mi?" Herhalde bu soruyu duysa "Haa, aloo, Hııı, Neee" gibi nidalar çıkarırdı sadece. Halbuki ben bu sorumun arkasındayım, zira atalarımın arasında külliyetli miktarda kaz olduğuna ve genlerinin taa bana kadar geldiğine vallahi de billahi de inanıyorum. Yeryüzünde bizlerden daha kaz, ensesine vur lokmasını al bir millet var mı? Kızmayın. Eğer biz kaz olmasak, kendini kaz çobanı sananlara böylesine teslim olmayız değil mi? Tabi kazların rütbesi her hiyerarşik yapıda olduğu gibi değişebilir, istisnalar da kaideyi bozmaz. Bir de güzel kazlar vardır ki biz onlara zaman zaman kuğu deriz ama sonuç değişmez. Kaz gelmişiz kaz gideriz. Yap derler yaparız, neden yaptığımızı merak bile etmeyiz. Kaz damarım neden kabardı anlatayım.

Bir sürü haberin arasında gazetelerin dördüncü sayfasında küçük bir haber. "Dünya petrol fiyatlarındaki düşüş benzinin rafineri fiyatını %21 düşürdüğü halde biz hala benzini eski fiyattan kullanıyoruz." Neden? Çünkü çobanlarımız biz kazlar şaşırıp birbirimizin üstüne çıkmayalım diye ÖTV'yi artırarak bizleri koruma yoluna gitmiş. Ben bir evrim geçirmiş kaz olarak çobanlarıma müteşekkirim. Bir gün gün önce 20 milyona 8.72 lt. benzin alırken, bir gün sonra 9.5 lt. alsam ne olur halim? Mazallah beyin damarlarımdaki daralma kaz boynumun kuğunun üzerine yığılıp kalmasına bile neden olabilir. Sözüm yanlış anlaşılmasın. Kaz teorimin Tayyip Bey'le uzak yakın hiçbir ilişkisi yoktur. Zira bu evrim teorim biz Türkler var olduğumuzdan beri yürürlüktedir. Tek fark, zaman içinde evrim geçiren kazların insana dönüşmesi gibi, kaz yolucuların da kullandığı silahların nev'i değişmiştir hepsi o kadar. Bana inanmıyorsanız rahmetli Aziz Nesin'e sorun? Yüzde altmışımızı layık gördüğü sıfata hak vermeyeniniz varmıydı? Yoktu, o zaman benim kaz teoremimi de yıllar sonra sitayişle anacağınızdan emin olabilirsiniz.

Yarın yoğun bir gün olacak. Ben pikaba plağımızı koyup huzurlarınızdan ayrılayım. Yatmadan önce işim var, tüylerimi yağlayacağım. David Bowie çalıp çığırıyor, Space Oddity. Kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

9 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Aşk Oyunu

"Kendi kurduğumuz soru cümlelerinin karşılığını bulamadığımızda ya da yan yana durduklarında birbirini tamamlayacak kelimelerden biri eksik kalmışsa..."

Onun bitmez tükenmez soruları olacaktı.
Benim yanıtsız geçen zamanları doldurmak için karşı sorularım...
O daha çok soracaktı.
Ben hazırlıksız yakalanacaktım.
O sordukça,
Ben susacaktım.
Ya da şimdiden cevaplar aramaya mı başlamalı?

Görüntü şöyle,
Yakın gelecekte bir zaman dilimi.
Mekan ev. (kendi ülkelerinden uzakta yaşayan bir ailenin evi)
Evdekiler bir anne ve kızı...

Televizyon açıktı. Kimse tarafından seyredilmiyordu, fakat evin içinde kendi dillerini hatırlatmak adına belli saatlerde açık duruyordu. Birbiri ardına gelen reklamların ardından klipler yayınlanmaya başlamıştı.
Elindeki oyuncak bebeğini ayaklarından tutarak televizyonun karşısında duran, sorular sormaya meraklı küçük kız, televizyon ekranına kilitlenerek yayınlanan klibi izliyordu.
Beş on yıl öncesinden bir şarkı, genç bir pop şarkıcısı söylüyor.

"...Yeni aşk caydırır çoğu zaman aldatır
Gelen gideni aratır
Aşk oyunu buna derler güzelim
Aklını başından alır..."

Şarkı böylece devam ediyordu. Küçük kız şarkıda kendince önemli kelimeleri bulmuş ve bitmez tükenmez sorularına başlamıştı...
-Anne!!! aşk oyunu ne demek?
-Anne!!! aşk oyunu nasıl oynanır?
-Anne!!! aşk oyunu oynayalım mı?

Anne şimdiden düşünmeye başlar.
"Aşk bir oyun mu?"
Hadi büyüklerin cümleleri ile oynayalım.


Kendi kendininize saklambaç oyunu oynayabilir misiniz? Kendinizi kendinizden saklamayı başarabilir misiniz? Aşk saklambaç oyununun neresine düşer?
Ebe olan gözünü yumar. Aşık olmak göz yummak mı? olur bazen.
Ebe olan gözleri kapalı sayar sayıları. Aşk gözleri kapatır mı?
Ya saklananlar?
Saklanmak, saklamak,...
          Bir hayat kaç aşkı saklar ömründe
                    ya da bir yaşama kaç aşk saklanır?
Ebe olan mı, saklananlar mı oyunun galibidir?

Soru sormanın yaşı yokmuş. Küçük kızın meraklı soruları yerine cevaplarını bulmayı başaramadığım sorular sorarken buluyorum kendime. Sorular zaman zaman cevapsız ve çoğu zaman sessiz kalabilirlermiş.

"Saklambaç oyunu,
          aşk gibi mi?
                    Bazen saklanmamıza hiç gerek yoktur...
                              ya da aşk hep bir oyundur."

Tüm bunlar benim kurgularımmış.
Şimdi gece, mekan ev, kendimleyim.
Bebeğim uyuyor...

Çok eskilerden bir şarkı hatırlıyorum,

"...aşk oyunu bunun adı
ayrılınca kalmaz tadı
her aklıma gelince sen
yüreğimde başlar acı

aşkımız bir serap oldu
gül yüzüm bak nasıl soldu
kurduğumuz hayallerin
sonu neden böyle oldu..."

Dinlerken sorularım yeniden başlıyor...
En iyisi nokta koymalı,
            peki o zaman AŞK bir büyük çocuklar OYUNU mu?


SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,579,579,579,579,579,579,579,579,579,57
              7 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Deniz Tepe


HAYAT

Yirmili yaşlarımın sonuna gelmekteyim. Ama garip bir yorgunluk var üzerimde... yaşadıklarımın yorgunluğu olsa gerek. Ne mi yaşamış olabilirim bu kısacık ömürde. Hayat kimine acımasız davranır ya. Galiba ben onlardanım. Anlatacak çok şey var bu hayata dair beni yaralayan, ama yaraladığı kadar da güçlendiren. Daha önceleri küçük kırılganlığımla “yine mi ben, bunun sonu hiç gelmez mi” diye düşünürken.... şimdi ise karşılaştığım her probleme karşı “hadi ya sen benim gözümü korkutamazsın, ben bugüne kadar nelerin üstesinden geldim.” diye yaklaşıyorum.

Aslında sondan başladı bu hikaye... yukarıda okuduğunuz satırlar günümüzde içinde bulunduğum durumu anlatıyor. Doğal olarak da duyguların bu noktaya gelmesine sebep olan bir geçmiş yaşandı. Belki herkesin hayatında zaman zaman yaşanan bu gelgitlerin benim hayatımdaki yansımasını merak ediyorsanız bundan sonraki satırları okursunuz. E okumazsanız da canınız sağolsun, siz kendi bildiklerinizi kendinize saklarsınız ben de kendime...

Bir çok hikayede olduğu gibi benim hikayemin özünde de aşk var tabii ki. Bu aşk şahit olan herkesi imrendiren kimi zaman duygulandıran bir aşktı. Olayın başrol kahramanları (kendimi bir başrol oyuncusu olarak hissettiğim tek an, gelinliğimle ortalıklarda salınırken, herkesin gözünü üzerimde hissedip o hayran bakışlardan biraz utanıp biraz da gurur duyduğum nikah günümdü) olan iki kişi birbirine ilk görüşte aşık olmuş ve bu yıldırım aşkı hem bir tutkuya hem de dolu dolu bir sevdaya dönüşmüştü. Aynı işyerinde yan yana masalarda çalışan bu iki kalp, birbirinden uzaklaştığı her dakikayı bir ömür gibi yaşamaya başlamıştı. (aslında başkaları yaşıyormuş gibi anlattığım bu hikaye benim hikayem, bu nedenle bundan sonrasını 1.tekil şahıs olarak anlatacağım) her şey önce küçük küçük bakışmalar ve imalarla başlasa da sonrasında olay aşkın itirafı noktasına kadar geldi. Tabi öncelikle her işyeri aşkı vakasında yaşandığı gibi öncelikle diğer insanlardan saklama çabası vardı. Ama sonrasında gelinen nokta insanların gözlerimizin içine sevgiyle bakarak bizimle birlikte mutlu olmalarıydı.

Tabii ki her şey bu kadar güzel ve süt liman gitmedi. (Belki de bu aşkı tutkuya çeviren imkansızlıklardı. Sevip de kavuşamamaktı. Bunun üzerinde daha fazla düşünmem lazım) sanki bir Türk Filmi izlermiş gibi; ailemin karşı çıkışlarını, sanki bizi biraraya getirmemek için önümüze çıkarılan tüm engelleri (aslında ben o anda bunun öyle olduğunu düşünüyordum. Şimdi bir bakıyordum da o engeller birer komplo değil, gerçeklermiş) izliyordum. Ama bizim sevgimiz o kadar güçlüydü ki hepsinin üstesinden gelecekti(!) (bilmem ki bu ünlem biraz haksızlık mı oldu. Aslında bir çok şeyin de üstesinden geldi)

Büyük aşıklar sonunda muratlarına erdiler. Eğer parantez içlerini dikkatle okuduysanız hikayenin anlatıcısının kendini başrol oyuncusu olarak hissettiği nikah gününden bahsettiğini hatırlıyor olmanız lazım. Yok hatırlamıyorsanız zaten siz benim hikayemin içinde yer alan insanların kimi zaman mutlu kimi zaman hüzünlü yaşantılarına hakettikleri değeri vermemişsiniz demektir.(biraz asabi bir yaklaşım oldu galiba... ama inanın ki öyle olsun istemedim)

Neyse muradımıza erdik. Binbir güçlükle önümüze çıkan ve belki de zorla çıkarılan bir çok imkansızlığı yenerek, kendimize ait küçük ve sevimli bir yuva kurmayı başardık. Evlendikten sonra da bir çok insanın bize, evimize sıcacık yaklaşımlarını ve sevgimize olan hayranlıklarını defalarca hissettik. Zannediyordum ki bu aşk hiç bitmeyecek ve bize karşı çıkan tüm o insanlar bu sefer de şaşkınlıkla “Biz yanılmışız, evet siz haklısınız bu aşk gerçekten çok büyük” diyecekler.

Şimdi benim bu satırlarımı okuyanlar: “aşk dediğin gelip geçici bir heves değil midir? Sizin ki de tükenmiş işte. Ne var ki bunda, boşa vaktimizi harcıyorsun” diyecekler.

Ama olayın farklı bir tarafı var. Ben 2 sene süren bir evlilik yaşadım. Ve evliliğim tek celsede biteli tam 1,5 yıl oldu. Ama biten şey sadece evlilik oldu, benim aşkım değil. Ben hala eşimi çok seviyorum. Ve biliyorum ki o da beni seviyor. Hatta boşanma davası bitip de sudan çıkmış balığa döndüğümüz o gün kendini benden çok daha kötü hisseden eşimle birlikte adliyenin uyduruk bahçesinde karşılıklı oturup çayımızı içerek, geldiğimiz noktaya baktığımızda da biliyordum ki –ben onu asla unutmayacağım- (belki de hayatım boyunca en net gördüğüm gerçek buydu.)

Hikayemi okuyan biri şunu düşünebilir: NEDEN? Madem bu kadar seviyordunuz. Madem amacınıza ulaştınız, ilişkinizi resmiyete de kavuşturdunuz. O zaman gelinen bu son noktanın sebebi nedir? İşte tam da burada benim kelimelerim kifayetsiz kalıyor, şairin dediği gibi. Aslında tek bir kelime bütün bu olayları özetlemeye yetiyor. ALKOL.

Alkol herhangi bir şekilde dolaylı ya da dolaysız olarak hayatına girmiş bir insan için aslında daha fazla bir şey anlatmaya gerek yok. Çünkü eşimle birlikte benimde düştüğüm bu tuzağın içinde yaşanan o kadar çok olaya şahit oldum ki... yaşananlar birbirinin nerdeyse aynısı. Alkollü olmadığı zamanlarda birer meleğe benzeyen insanlar, aldıkları o yakıcı sıvıyla birlikte çevrelerindekileri de yakmaya başlıyorlar.

Bizim evimizde de çok bildik bir kısır döngü sürekli yaşanmaktaydı:
• Birbirini çok seven 2 insan aynı evin içinde mutlulukla yaşamlarını sürdürmekteler.
• Sabahları birlikte uyanmaktan mutluluk duyuyorlar.
• Gün içinde birbirlerinden ayrı geçirmek zorunda oldukları zamanları hiç sevmiyorlar(artık aynı yerde çalışmadıkları için saatlerce birbirlerine uzaklar)
• Akşam evlerine ve birbirlerine kavuşma heyecanı ile koşa koşa evlerine geliyorlar.
İşte tam bu noktada kısır döngü başlıyor.
• Eşlerden bir tanesi eve muhtelif şekillerde saklayarak (ki bu konuda bir uzmanlık tezi hazırlayabilir) sek olarak içilecek ve mümkün olan en sarhoş edicisinden bir içki şişesi ile birlikte gelir. (bu arada diğer eş de saklı içki şişelerini bulmakta ustalaşmıştır. Hatta bu yüzden çeşitli psikolojik şiddet olayları ile karşılaşsa da yine de o şişeyi bulur. Onun daha az içmesini sağlayacakmış gibi şişeyi yavaş yavaş döker. Ama düşünmez ki o şişenin geldiği yerde daha çok vardır ve saat kaç olursa olsun ulaşılabilir bir yerdedir.)
• Gece ya daha önce duyulmamış, söylenmemiş küfürlerin havalarda uçuştuğu kavgalarla, ya da pişmanlık dolu gözyaşları ile sona erecektir.

Sabah olduğunda da yaşanacak 2 tip senaryo vardır:
Akşamdan kalmanın yeterli olmadığı, yeni bir günün ancak yeni bir sarhoşlukla karşılanabileceği sabahlar, bir de çok sevdiği insanın ağlamaktan şişmiş gözleriyle karşılaştığında daha önce verilmiş sözlerin tutulmamasının pişmanlığı ile bu sefer de kendi gözyaşlarıyla karşılanan sabahlar.

Sonuç hangisi olursa olsun, yaşananlar her iki tarafı da üzmektedir.

Taraflardan biri (bu hikayede ben oluyorum) bir karar vermek zorundadır. Hem kendisi için hem de çok sevdiği eşi için. Tam da böyle düşünürken yine hummalı kavgalardan biri sürerken, karar vermemi kolaylaştırmak içinmidir bilmem, küçücük yuvamdan kapı dışarı edilirim. Bu karar vermem için bir işarettir diyerek evime dönmeme kararı veririm. Ancak aşk yine galip gelir ve eşimin verdiği sözler (ki bunlardan beni en çok etkileyeni kendi sözleriye “bu illetten kurtulabilmek için sana ihtiyacım var. Sensiz üstesinden gelemem bana yardım et” demesiydi”) beni geri çevirir.

Ama o meşhur kısır döngü yine kendini gösterip, senaryo bir kez daha yaşandığında artık aşk da çaresiz kalmıştır.

Eğer okuyan olursa devam edecek.

Deniz Tepe
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
              8 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Adnan Bilen


UMUDUN ARKA SOKAKLARI

Daha çok ufacıktım ve yalın bir ayakla koşardım köyümün çimenlerinde, batan dikenlere aldırış etmeden. O masmavi göklerin altında çocukca düşler biriktirirken, geceleri yıldızlar altında o karanlığın nedenini sorardım hep kendime. Ve bir anlam vermeye çalıştım hayata, daha anlam kazandırmam gerekiyordu, ve bitip giden zamanlar ardından müthiş inanılmaz ve bir o kadar rezil karmaşalar içine düştüm. Çocuktum ve benim mavi gökyüzü ve geceleri yıldızların üzerimde gezdiği bir Dünyada yaşıyordum. Gittikçe bende anlam kazanmaya başlayan hayat ve hayatın anlamsızlaştırdığı insanları görüyordum. Burada uzun uzun saf ve çocukca ortasını bulmalıydım bunun, bazen çeliştim, bazen anlamsızlaştı her şey bende. Bir gün Var olmanın yaşamak için yeterli sebep olmadığını öğrendim. Sorular üst üste bindikçe iş bir çıkılmazın içine düştü, ardından Tanrı ile ilgili bir çıkılmazın içine düştüm. Babam, annem var diyor. Ben görmüyorum. Defalarca sormamın üzerine annem, ”Oğlum o yukarda fazla söz etme senin gözünü çıkarır” diyor. Korkunç bir şey gibi geldi bana. Sonra irkildim, günlerce düşündüm, günlerce ne maviye doya doya bakabildim, ne de geceleri yıldızları izledim. Çünkü bana ait olmadığını düşünürdüm. Sorduğum herkes neden bu kadar korkunç bir şeyler anlatırdı bir türlü anlamadım. Tanrı artık benim için bir Kâbus olmuştu.

Bu işaretler büyüyünce bende büyüdüm onlarla. Bir yandan da çocukluğumdan kalan kalıntıları silmeye çalışıyordum hayatımdan. Ve hiçbir zaman bir cevabını alamadım. Acaba bütün bu savaşları tanrı mı başlattı? Bunca zülüm, kıyım ve insanlar arasında bu çelişki, bu saçma sapan şeyler, kimin işi? Güneşin yakıcılığından insan neden kendini gölgeye atar ve soğuk bir yer aramaya başlar? Güneş tanrının bir bahsi mi? yoksa “Korkun Ben Geldim” diyerek, insanlara kovalamaca oynatmak mı?

Ama bir gün bir şey öğrendim, yağmur, kar, dindar Annemin başına da yağıyordu, benim başıma da. Sonra bir gece ölümü birbirimize anlatmaya başladık. Huriler, elmalar, ne istersinler. İş başını alıp gitmişti, dert tasa kaygı tamamıyla bitmişti o sohbetle. Ya cehennem, kimse oraya dokundurtmuyordu kendini ve Annemin sesi, “Kızarmalar, işkenceler, pişmeler, sorgular, sualler” tıpkı bugün arka sokağımızda yaşanan şeyler gibi. Herkes birden irkildi arka sokakta, karanlık bir köşede usulca sabahın gelmesini bekledi yıllarca.

Ve ünlü bir düşünür şöyle der; “Ölüm korkunç bir şeydir, ama insan eğer ölmeyi başarmasaydı, sonsuza kadar yaşasaydı bu daha korkunç olurdu.”

Adnan Bilen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Belgin Eryavuz


DOKUNMANIN BÜYÜSÜ

Dokunmak, temas etmek, kendi sıcaklığını karşındakine aktarırken, ondan da aynı sıcaklığı ve sevgi sinyallerini alabilmek ve bunu içinde, çok derinlerde hissedebilmek, yaşamak doyasıya ve yaşatmak...

Dokunmak bir anlamda sevgimizi aktarmanın en güzel yolu, belki de en etkileyicisidir. İçimizdeki sevgiyi ve sıcaklığı sözcüklerle ifade ederken zorlandığımız anlarda, dokunmanın o tatlı ürpertisinde bir anda bütünlük ve anlam kazandığını görürüz. Dokunmak büyülüdür, sevgimizi bu yolla aktarırken dokunduğumuz yerde sanki bir perinin tılsımlı çubuğu değmişcesine etkileşim yaratır. Tokalaşmanın kuvveti, kucaklaşmanın sıcaklığı, bir öpüşün yumuşaklığı, sımsıkı sarılmanın içimizi saran hazzı, kısacası dokunmanın her hali ne kadar da keyifli ve büyülüdür.

Parmak uçlarınızla etrafınızdaki nesnelere dokunun, sanki ilk defa algılıyormuşcasına, ilk defa dokunuyormuşcasına...Hissedin, temasın ve dokunmanın niteliğini...bırakın sadece temasla hissettiklerinizi diğer uzuvlarınızda algılasın. Sinyallerin parmak uçlarınızdan bedeninize doğru dalga dalga yayılışını izleyin...Doğaya dokunmayı deneyin; bir gül yaprağına dokunun örneğin. O kadifemsi yumuşaklığını hissedin parmak uçlarınızda. Gözlerinizi kapatıp, sadece temasın güzelliğini yaşayın hissettiklerinizin keyfini çıkarın. Aniden yağmaya başlayan yaz yağmurunda dudaklarınıza birdenbire düşen minicik bir damlayı düşünün, dokunduğu yerdeki o garip serin ıslaklığı hissedin. Ne yazık ki çoğu insan hissetmeden dokunur her şeye.Bu tıpkı bakıp da baktıklarımızı görmemeye benzer. Halbuki algılayıcı şekilde dokunmak, bütün vücudunuzla ve elinizle, parmak uçlarınızla derinden dokunarak dinlemek ve hissetmek önemlidir. İşte o büyü o zaman ortaya çıkacak ve hissedilenler unutulmaz anlar olacaktır.

Soğuk bir kış gününde bir fincan sahlep bir başka örnek olamaz mı sizce? Aldığınız o sıcacık yudumun önce damağınızda bıraktığı tadı, sonra da ılık ılık boğazınızdan yayılışı da bir tür dokunmak değil midir? Önemli olan hissedebilmek galiba. Dokunmanın gizemli büyüsünü yakalayıp o sihri yaşamak; an'ın güzelliğini kaçırmadan hemde. Kuvvetli, sağlam bir tokalaşmanın verdiği güven duygusu; sımsıkı kenetlenen ve gün boyu birbirinden ayrılamayan parmakların kalbimize gönderdiği sinyalleri; içten sımsıkı sarılmanın sevgi ile harmanlanmış büyülü sıcaklığı; yanağımıza kondurulan yumuşak bir öpücüğün içimizde yarattığı o naif ürpertiyi; belimizi kavrayan güçlü kolların sarıldıkça bedenimizde yarattığı delice duyguları; ağlayan bir bebeğin çıplak teninde gezdirdiğimiz elin bize yaşattığı şükran duygusuna karşılık o temasın, o anda bebeğimize verdiği sevgi dolu huzuru; ve daha nicelerini....

Öyle an'lar vardır ki o anlarda sözler yerine yumuşacık dokunuşların gizemi girer devreye; duygularınıza, kalbinizde hissettiklerinize tercüman olmak adına.

Dokunun...dokunmaktan korkmayın. Keyfini çıkarın duygularınızın; hissettiklerinizi anlatın özgürce, anlatımın en güzel ve naif yolları ile.

Sevginizi sınırsız yaşayın, coşkularınızı dokunmanın büyüsüne katarak aynı coşkuyla iletin sizde sevdiklerinize...şımartın onları keyifle özgürce.

Dokunduğunuz gizemli an'ları yaşam boyu hatırlamanız dileği ile.

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
              5 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Ahmet Yakamoz


İSMAİL'İN FOTOĞRAFI -2-

2004 yılında, soğuk bir 7 Kasım sabahı, saat 10:00 sularında, bu denizin ortasında bir şey oldu. Sanki çok uzun zaman önce kaybettiğim bir şey, bu parlak yaratığın sırtında, İsmail'in elinin ışığında karşımdaydı yeniden. Zaman kayboldu, sadece ben, balık, İsmail'in eli ve damarlarımda attığını hissettiğim sıcak bir kanın güzel bir ezgisi vardı. O kadar sessizdi. O kadar güzeldi. Sanki denizden gökleşen bir neşe, bir iyilik, bir kuş gelmiş, gelmiş, gelmiş, önce İsmail'in eline, oradan da benim yüreciğime konmuştu. İnsanlar giriyordu içime, insanlar çıkıyordu.

Yirmi dakika kadar sonra yemek hazırdı. Bora, ben ve İsmail sofraya oturduk. Bora'yla bol bol sohbet ettik. Bayağı güldük. Bora'yı çok sevdim. İsmail'e gelince, benim gözümde dünyanın tüm zararlı zararsız yalanlarını söyleyebilecek bir çocuk olsa da bunları çoktan unutmuştum. Önemsiz yalanlardı bunlar. Neşeden, insan sevgisini kontrol edemediğinden oluyordu bu bence. "İyi oldu be, kahvaltı etmemiştim" dedim. "Sen neden söylemiyorsun abi" dedi İsmail. Yemek yedik, ardından çay içtik. Sigara verdim İsmail'e. Sonra Bora "Hadi bakalım" dedi. "Hadi bakalım..." Bora böyle söyleyince birlikte sofradan kalktık. Herkes görev yerine gitti. Ben makinemi aldım. Sayısız kare çektim. Bir saat kadar önce içine sığamadığım güverte, şimdi uçsuz bucaksız bir çekim mekanına dönüşmüştü benim için. Bir İsmail'in yüzüne yaklaşıyordum, bir Hüseyin'e. Sonra arkaya geçiyordum. Yukarıya çekilen ağı boydan boya, İsmail'in yüzünün arkasından gözükecek şekilde çekiyordum. Mehmet'i bile çekmiştim. Hiçbir şey demedi, kızmadı, rahatsız olmadı. Mehmet artık bir muamma değildi benim için.

Ağ yukarıya çekildi. Ağzına kadar balık doluydu...

Ağı yavaşça güverteye indirdik. Baktık, hepsi mezgit. Fazla derinden taramıştık ama olsun. (Yarısı denize geri atılacak veya etrafımıza uçuşan martılara yem olacaktı.) Sonra yunuslar geldi. Etrafımızda dönüp duruyor, teknenin altından geçiyor, öbür taraftan çıkıyorlardı. Bir tanesi o kadar sokuldu ki küpeşteden sarkıp elimi uzatsam neredeyse dokunacaktım. Bizimkiler de şaşırmıştı bu hareket nerden geldi bu adama diye. Sabahki o huysuz, neşesiz herif gitmiş, yerine başka bir adam gelmişti.

Mehmet ve İsmail levhaları bir daha denize saldılar. Balıkları boylarına göre ayıklamaya başladılar. Ben onların birkaç fotoğrafını daha çektim bu arada. Sonra bir köşeye çekilip bir sigara yaktım, denizi seyretmeye daldım.

İki üç dakika geçmiş geçmemişti ki, İsmail elinde bir mezgitle koşarak yanıma geldi.

-Ahmet Abi baksana şuna. Allah Allah ya, bu nedir böyle?
-Ne o İsmail?
-Baksana balığın ağzına. Taş mı ne bu, bir şey var ağzının içinde?
-Yok be İsmail, taş olur mu o. Midye falan bir şey kaçmıştır ağzına ağın içindeyken.

Balığın ağzından taşı çıkarttım. Bu benim attığım taşa ne kadar benziyordu. Önemsemedim, hiçbir şey dilemeden denize attım. Benim dileğim çoktaan gerçekleşmişti. Şimdi yukarıya çıksam, Bora bana elinde olmayan cihazların bile tüm detaylarını, nasıl kullanılacaklarını anlatırdı, buna emindim. İsmail neredeyse bana "ağabey" diyecekti. Hüseyin benim tekne kazıntısı arkadaşımdı. Mehmet ise muamma değildi artık.

...
Yarım saat kadar gitmiş gitmemiştik ki, yukarıdan homurtular gelmeye başladı. Motor sorun çıkarmıştı anladığım kadarıyla. Bora, daha önceden de yaşanan bu sorun konusunda tecrübeliydi. Biz en azından akşam üstüne kadar denizde kalmayı planlamışken, Bora, "Dönüyoruz" dedi.

Ağı hemen toplamadık. Limana kadar son bir tur geçeriz diye düşündük. Sahilde bulunan devasa fabrikanın limanına yaklaştığımızda ağı topladık. Bizim gideceğimiz ufak ilçe limanı biraz ötedeydi. Balık ayıklama işlemleri başladı. Bense son birkaç fotoğrafı çekiyordum. Artık öğlen olmuştu.

Gene mezgit ama olsun. Daha irice bu sefer. Yedi sekiz kasa kadarı hiç değilse günlük masrafı çıkarır diye düşündük. Moralimizi bozmamaya çalıştık. İsmail ve Mehmet balık ayıklamaya devam ediyorlardı. Ben de yardım etmek için küreği elime aldım. İşe yaramayacak balıkları denize, martılara atmaya başladım.

Hüseyin, büyük limanın arkasındaki devasa fabrikayı göstererek:
-Ahmet bak, sizinkiler gaz yakıyorlar gene, dedi.

İsteksizce fabrikaya doğru baktım. Geçiştirmek için "Hıııı" dedim sadece. Bora biraz şaşırmıştı:
-Sen fabrikada mı çalışıyorsun?
-Hı hı.
-Ne yapıyorsun orada?
-Mühendisim.

Bora balıklara, sonra da denize, açıklara doğru şöyle bir baktı, sonra da:

-İki üç milyar alıyorsundur herhalde.

Sessizlik oldu. Biz Bora'yla konuşurken İsmail; tüm konuşmaların baş kahramanı olmayı seven İsmail bile bir şey söylemiyordu. Elinde sürekli aynı mezgit, amaçsızca bir o kasaya bir bu kasaya bırakıyordu. Bizi dinlediğini biliyordum. Kötü bir şey söylemedi. Kötü bir şey düşündüğünü de sanmıyorum ama... İşte "ama"sı var...

"Yok be Bora, on milyar alıyorum ama huzurum yok be" diye budalaca bir espriyle konuyu kapatmak istedim. Daha beter bir sessizlik oldu bu sefer. İsmail kafasını balıklardan kaldırıp bana baktı. Gülümsemeye çalıştı. Beceremeyince işine devam etti.

2004 Kasım'ının yedinci gününde, bu deniz üstünde başka bir şey daha olmuştu. Bu olanları size tam olarak hangi kelimelerle açıklayabilirim bilmiyorum. Çok uzun düşündüm. Bulamadım. İsmail bana kırılmıştı, bunu biliyordum. Belki kandırıldığını düşünüyordu. Bu hayal kırıklığı elbette ki uzun sürmeyecekti. Benim hakkımda kötü düşünmeyecekti, İsmail'in huyu değildi bu. Kötü şeyler de söylemeyecekti. Belki bir gün gene balığa çıktığında beni hatırlayacak, "Ya iyi adamdı be Ahmet Abi diyecekti". Bu bile mümkün gözüküyordu. Ama bu deniz üstünde, biz, yani ben ve onlar, yani ben, Hüseyin, Mehmet, Bora ve İsmail; "biz de bir şeyiz" diyemiyorduk artık.

İlçe limanına geldik. Adettendir. Balığa gelene pay verilir. İsmail kalkanlardan birini bir poşete koyup bana uzattı. Hüseyin'e vermesini söyledim. Israr etmedi. "Gene gel abi balığa" dedi. "İnşallah İsmail" dedim. Hüseyin'le eve doğru yürürken;
-İyi çocuklar Hüseyin.
-...
-Hele o İsmail, nasıl hayat dolu değil mi?
-...

Hüseyin biri için kötü bir şey söylemek istemediğinde sadece susar.
-Ne o Hüseyin? Sen böyle düşünmüyorsun galiba?
Yüzünü buruşturarak;
-Yaramaz adam o. Esrara takılıyor. Serserilik yapıyor buralarda...

Bir şey söylemedim. Hüseyin'le vedalaştık. Eve gittim. Uzun bir uyku çektim. Kalktığımda filmleri banyo ettim. Sonra İsmail'in fotoğraflarından birini ilaçlı suya koydum.Yavaş yavaş, yüzünün fotoğrafı, kağıda kazınmış ilk ışıklar dile gelmeye başladı. İsmail gece yarısına doğru sahilde arkadaşlarıyla iki cigaralık sarmıştı. Yakınında bir araba durdu. İçinden güzelce bir kız, genç, bodur bir oğlan ve İsmail'in olamadığı her şey gülüşerek indiler. İsmail onların arkalarından baktı.

Fotoğraf iyice belirginleşiyordu. İsmail susuyor, dudaklarını kemiriyor, arkadaşları goy goya devam ediyordu. İsmail sıradan bir soğukkanlılıkla, -bir şey hissetmeyerek de diyebiliriz- ayağının yanında bulunan bira şişesini boşalttı. "Şşşş! Alooo!" dedi arkadaşı. "Şşşş, allloooo!Nereye oğlum?" İsmail durmadı. Arabaya doğru gitti. Şişeyi şöyle elinin tersine kaldırdı. Bütün gücüyle indirdi. Arabanın ön camında patlattı.

Anlamıştım. Fotoğraf kağıdına kazınan ışık zamanı mühürlüyordu elbette. Kabul. Ama bazı şeyler vardı fotoğraflarda görülmeyen, bazı olmazlar. Unutulmayanlar sadece insan yüreğine kazınanlardı. Saymadan bir sigara içimiydi mesela. İşsizlik ve yarınsızlıktı. Öfkeyle sevmek arasında gidip gelen bir insan yüzüydü. Bundan sonrasını görmek istemediğim için perdeyi kapatıp karanlık odadan çıkarken, genç bir polis, İsmail'i arka odalardan birinde sıkıştırmıştı. Eli, İsmail'e bir tokat indirmeyi hazır şekilde havadaydı. "Eşkıya mısın lan sen, ha, eşkıya mısın lan sen. İt!" diye bağırıyordu. İsmail pusmuş, hiçbir ses çıkarmadan, başı yana doğru eğik ilk tokatı bekliyordu.

İlk tokatı suratına yediğinde hiç ses çıkarmadı. Sadece beklediğinden biraz daha fazla yakmıştı yüzünü. İkinci tokat indiğinde "yapma" demek istedi. Sesi çıkmadı. Yanaklarından yüzüne, vücuduna doğru bir sıcaklık yayıldıkça gözleri doldu biraz. Dudakları titriyordu. Bağırmak istedikçe boğazı düğümleniyor, zorlukla yutkunuyordu. "Eşkıya mısın lan sen, ha, bela mısın lan sen!" diye üçüncü tokat indiğinde artık hıçkırıklarına engel olmuyor, krize girmiş gibi, bağıra çağıra ağlıyordu. Etrafa yumruklar savurarak "Yapma lan, yapmasana lan, onlara vuramıyorsun di mi" diye polisin üzerine yürümeye kalktı. Polis bu çelimsiz çocuğun tam böğrüne bir yumruk indirdi. İsmail dizlerinin üzerine düşünce bir tane de sırtına vurdu. İsmail yere kapaklandı. Kafasını kollarının içinde, bacaklarını midesine çekerek sımsıkı katladı vücudunu. Bu sefer çıldırma sırası polisteydi. "Lan it, vuruyor birde. Pezevengin evladı... Onlar kim lan! İt!" diye bağırarak İsmail'in açıkta kalan her yerine vuruyordu. İsmail, "Onlar kim lan!" diye sırtına, kafasına inen her yumrukta kendinden geçmiş bir şekilde "Vur lan! Vur lan! Vur! Onlara vuramıyorsun di mi!" diye bağırıyordu.

Polis artık yorulmuş, vurmayı bırakmış, ".mına kodumun çocuğu" diye söylenirken İsmail odanın soğuk mozaik tabanına yüzünü dayamış; "Onlara vuramıyorsun di mi, ha, vursana onlara kolaysa" diye sessizce hıçkırarak inliyordu.

...

Bir hafta sonra sahildeki kafelerde rastladım İsmail'e:
-Abi fotoğraflar gelmedi?
-Birkaç güne kadar elinde olur İsmail, merak etme. Beğendin mi gönderdiğim öyküyü?
-Cık, yok abi yaa, ne o onlar öyle yazmışsın! Bir kere anlamadım ki ben yazdıklarını.
-Neresini anlamadın?
-Aslında hiçbir yerini anlamadım. İlk sayfayı anlamadım bir kere, sıkıcı. Sonra dilek taşı falan demişsin. Balığın ağzından taş falan çıkmadı ki. Amma da atmışsın haa. Bir de yazmışsın öyle, polis, molis. Benim polisle ne işim olur abi?
-Olmaz mı?.
-Olmaz tabii. Cık, yok, beğenmedim.
-İyi tamam, sen daha iyisini yazarsın.
-Yok be abi. Benim işim olmaz yazıyla mazıyla.
-İyi, öyle olsun. Hadi görüşürüz.
-Gene gel abi balığa.
-Bakalım İsmail, kısmet.
-Bırak ismeti kısmeti şimdi abi. Haaa, sigara da getir gelirken.
-Tamam tamam, getiririm.

Ayrılıyoruz. Arkamdan "Ahmet Abiii" diye bağırıyor. Dönüyorum:
-Biz de bir şeyiz be abi, değil mi?.

Kalbimin sol yarısını yerinden çıkıyorum, öpüp İsmail'e veriyorum. Sonra bir dilek tutuyorum kimsenin bilmediği, denize bir taş atıyorum...

SON

Ahmet Yakamoz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              9 Kahveci oy vermiş.
17 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.967 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


BEN VE KARA GECELER

Neden karadır geceler?
Korkarım ben gecelerden, karanlıktan
Karanlıkta yalnız kalmaktan
Yalnız kaldığımda benle karşılaşmaktan..

Neden küstür yüreğim bana?
Gün ışığında susturduğum yüreğimin sesi
Neden gecenin sessizliğinde çığlık çığlığadır..

Acaba mutsuz mudur asıl ben belleğimin sesini dinlemekten?
Oysa ne mutluyduk çocukluğumuzda ben ve yüreğim
Tüm yasak ve kurallara rağmen,
İçimizden esen rüzgarlara teslimiyetimizden miydi o neşe..

Dilek Bayraktar

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Eskimiş ekranları napacağız diye düşünmeye paydos!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


DiKKAT DiKKAT!!!
Kahve Molası olarak İlik bağışı kampanyalarını gönülden destekliyoruz. Ancak ilk başvuruda verilen kan sorunun çözümü için yeterli değildir. İlik nakli nispeten kolay bir operasyon olmasına rağmen, verici gönüllüye çağrı yapıldığında vazgeçilebilmektedir. Bu da ihtiyaç sahibi hasta üzerinde çok daha derin hayal kırıklıkları yaratmaktadır. Eğer kendinizden emin değilseniz bu kampanyaya katılmayı erteleyebilirsiniz.
Toplu müracaatlara öncelik tanındığından olabildiğince gönüllü kahveci biraraya gelebilirsek KM olarak bir bağış kampanyası gerçekleştirebiliriz. Aşağıda Kemik İliği Bankası'nın bu konuda ki açıklamasını okuyabilirsiniz.



09 / 12 / 2004 itibari ile ulaştığımız gönüllü verici sayısı 857 olmuştur.

Kemik İliği Bankamız, yıl sonuna kadar 2500 yeni vericiyi kaydetmek amacıyla bir çalışma başlatmıştır. Bu kampanyada yapılacak olan çalışmada gönüllü vericilerden ücret istenmeyecektir. Gönüllü vericilerden toplanan kanlar kesinlikle yurtdışına gönderilmeyecek Avrupa Immunogenetik Federasyonu ( EFI) Akreditasyonlu ve Sağlık Bakanlığı onaylı doku tipleme laboratuvarımızda çalışılacaktır.
Böyle bir çalışma kemik iliği bankasındaki veri tabanını geliştirmek için yeni gönüllü vericiler bularak doku tipi testlerini yapmaktan ibarettir. Bu çalışma Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü bilgisi dahilinde yapılmaktadır.

Sene sonu itibariyle 2500 vericiye ulaşmamız gerektiğinden bu aşamada gruplara öncelik verilmektedir. Ancak bizim için bireysel olarakta bütün vericiler çok önemlidir. Kemik İliği Bankamıza katılan her bir yeni verici akraba dışı kemik iliği nakli bekleyen hastalara umut ışığı olmaktadır.

Halkımızın yoğun desteğine çok teşekkür ediyoruz ancak bu yoğun ilgi nedeniyle henüz tekrar dönemediğimiz ya da birşekilde bizden cevap alamayan vericilerimizden özür diliyor hastalarımız adına geçici olarak yaşadığımız bu sıkıntı nedeniyle gönüllü verici olma arzusundan vazgeçmemelerini önemle rica ediyoruz

Kemik İliği Bankası

Bağış yapmak isteyenlerin ilik@kmarsiv.com adresine kendilerine ulaşılabilecek telefon numaralarını da yazmak kaydıyla birer mesaj atmaları ve bu sütundan yapılacak duyuruları takip etmeleri yeterli olacaktır.

KAHVECİLER ANKARA'DA BULUŞUYOR...

Tarih: 18 Aralık 2004 Cumartesi Saat 20:00
Yer: Neyzen (Atatürk Bulvarı 211/6 Kavaklıdere (Eski Akün Sinemasından Kızılay yönüne doğru 200 m ileride, NTV Binasının altı.)
Menü:
10 çeşit serpme meze;
Ara sıcak; (hamsi tava ve hamsi köz (karışık)
Ana yemek; (Günün balığı; levrek, çupra, palamut, çinekop; o gün hangi balık gelirse ya da tavuk)
Meyve
Limitsiz içki

Fiyat: 35.000.000 TL. Nakit Ödeme. (Kredi kartı geçerli değil)

Müzik: Ney, klarnet, tumba eşliğinde yemek müziği ve TSM, Napoliten, Türkçe Pop, Grek

Neyzen'in sahibi ve şiir yorumcusu Tanju Bey şiirleriyle gecemize renk katmaya çalışacak.

Neyzen hakkında bilgi edinmek için http://www.hangibar.com/bars/barinfo.asp?barid=B355255620030708 adresinden yararlanabilirsiniz.

Katılım: Yemeğe katılma bilgisi için 16 Aralık 2004 Perşembe saat 20:00'ye kadar vaktiniz var. Bu saatten sonra ne yazık ki masa düzenlenmesi gereği başvuru kabul edilemeyecek.

Katılımcı arkadaşlar kişi sayısı belirterek, raskat380@yahoo.com ve serpil.yildiz@tubitak.gov.tr adreslerine mail yoluyla bilgi iletebilirler.

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


...Fernando Cortez yönetiminde Meksika'nın içlerine dogru ilerleyen ispanyollar, yarı yabani yerlilerin kahverengi çekirdekleri, taştan yapılmış tanrılarına sunduklarını ve sahiplerin bunları daha sonra tapınaklarda yediklerini gördüler. Daha sonra bu bilinmeyen ürün araştırıldı ve onun dogal kaynagı bulundu... Siz çikolatanın hikayesini biliyormusunuz. http://www.unipro.com.tr/guncel/cikolata_hikaye.htm Merak edenler için en uygun kısayol.

...Yıl 1985, Chris Van Allsburg milyonlar satıp baskı üzerine baskı yapacak olan kitabı The Polar Express'i yazdı. Yılların ardından bir klasik haline gelmiş olan kitabının aynı adlı filmi ve buna eş zamanlı olarak oyunu da piyasaya çıktı... Sadece Polar Express değil onlarca oyunla ilgili ayrıntılı olarak bilgi sahibi olmak için http://www.trgamer.com/ kısayolunu kullanabilirsiniz.

İşte size oyunla ilgili bir web sayfası daha... Bu sayfalarda okey dahil olmak üzere istediğiniz oyunu seçip istediğiniz kadar oynayabilirsiniz. Kaveci Asım abi hadi arkadaşlar, çayları tazeliyelim diye tepenize dikilmez. http://www.koaka.com/club/oyunlar/games.jsp kısayolunu bir inceleyn bakalım. Eminim bana hak vereceksiniz.

Bir tane oyun eğlence sayfası da yahoo.com adresinden yalnız dikkat edin ve yanılmayın. Kendi bilgisayarınıza indirmeye çalıştığınız oyunların sadece süreli deneme sürümü olduğunu ve süre sonunda bedel ödemeden kullanamayacağınızı bilmelisiniz. http://games.yahoo.com/ kısayolunda oyunların tamamını görebilirsiniz. Gerçekten çok şirin oyunlar ama dediğim gibi hepsi bir süre sonra para öde yoksa oynayamazsın diye söylenmeye başlıyor.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Telescope 6.10 [132 KB] 98/2k/XP FREE
http://www3.telus.net/jacinablackbox/TeleInst.exe
Tüm arama motorlarında arama yapıp sonuçları tek bir sayfada görmek ve değerlendirmek isteyenlere göre hazırlanmış minik ama çok kullanışlı bir program. Arama motorlarını, listeleme şekillerini konfigürasyon dosyları yardımıyla kendiniz düzenleyebiliyorsunuz. Gerçekten çok kullanışlı ve herkese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041214.asp
ISSN: 1303-8923
14 Aralık 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com