ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 701

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 15 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Yıllık izinden bir tutam!..


Merhabalar,

ABONE OL! Önce geçmiş olsun dileklerinize teşekkür ederim. Sıradan banal bir nevazildi geçti gitti başağrısı kaldı yadigar. Efendim, yoğun bir döneme girdim üzerinize afiyet. Gerek kağıt ve mürekkepten mamul dergimizin ikinci nüsha dizgi çalışmalarına başlamamız gerekse ekmek kavgası uğruna yapmakla yükümlü olduğum işlerim derken, kafa kaşımayı geçtim, burun karıştırmaya bile vakit yok. O nedenle sizlerden 1 haftalık izin istiyorum. Yok canım KM için değil kendim için. Hiç olmazsa kendimi saçmalamaktan öte birşeyler yazmak zorunda hissetmeyeyim diyorum. Böylece bir saat kadar kazanç elde edip bunu uykuya tahvil etmek niyetim. Alacağım faizleri sizlerle dibine kadar paylaşacağımdan kuşkunuz olmasın.

Altılı bir fincan seti açık artırmadadır, saygı ile duyurulur.
http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi

Bu arada size tozunu az önce elcağızımla aldığım bir güzel plak koyup öyle çekileyim diyorum. Bobby Goldsboro çalıp çığırıyor Honey. Güzel bir gün hepimizin olsun. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Başlığını Bulamayan Yazı...

Koca bir oyun alanında oynayan çocukların arasındayım. Yaşları 0-10 arasında değişen çocukların büyük bir bölümü 2-4 yaş arası çocuklardan oluşuyor. Bir müddet henüz yürüme ile emekleme arasında düşüş teknikleri geliştiren kızımın peşinden koşturuyorum. Benim enerjim onunkinden çabuk tükenince oyun salonunun duvarına yaslanıp gözlerimle takibe başlıyorum.

Burası iki gün boyunca açık olan bir Çocuklarla İlgili Etkinlikler Hakkında Bilgilendirme Fuarı. Çocukların sağlık,gelişim ve eğitimleri ile ilgili çalışan özel dernekler ve devlete ait kurumların çalışmalarından aileleri haberdar etmek, işe birazda reklam katıp çocuklara ait oyuncak ve kitap gibi ihtiyaçlarla, çocuklar için faaliyet veren spor klubü, dans klubü ya da özel bakıcılar ve kreşlerin tanıtımlarının yer aldığı kapsamlı bir bilgilendirme etkinliğine dönüşmüş bir fuar. Biz meraklı ebeveynler için kurulmuş standlar arasında bilgi toplama maratonu ne kadar yorucuysa, çocuklar için kurulan oyun alanları ve özel aktivite masaları o kadar heyecanlı. Kızım koskoca salonda onlarca çocuğun arasında şaşkınlık, panik, korku,heyecan, sevinç gibi duygularını belli eden yüz ifadelerini ve el hareketlerini ardı ardına gösterirken, paylaşmak, istemek, kaybetmek, başarmak,kavga etmek, dayak yemek, vazgeçmek gibi fiillerin gerçeğe dönüşmesi ile de tanışıyor. Hiç tanımadığı çoğu kendinden büyük çocukların arasında oyun oynarken onu ve diğer çocukları izliyorum. Çoğu çocukça bir masumiyetle önce keşfetmek ve denemekle başlıyorlar tüm oyunlarına. Müzik aletlerinden oluşan oyuncakların yayılı olduğu bir örtü üzerinde oturan çocuklara bakıyorum. Ellerine aldıkları ses çıkaran oyuncaklara bakıp, onları tanımaya ne yaptığını bulmaya çalışırken ne kadar masumlar.

Aralarından bir kaç çocuk hırçınca yaklaşıyor diğerlerine, bazen oyuncak savaşlarına dönüşüyor ısrarlı istemeler. Çocukların kendi aralarında halledemedikleri durumlara taşınan çekiştirmeler, vurmalarda hemen büyükler araya giriyor. Hırçın ve isteklerini gerçekleştirmek isteyen çocukların yüzlerine daha bir dikkatle bakıyorum. O bebek masumiyeti siliniyor suratlarından ve hırs kaplıyor tüm ifadelerini. Kendinden küçükleri iterken acımasızlık beliriyor yüzlerinde, çocukça ama sert bir kayaya dönüşüyorlar birdenbire. Oyun gerçeğe dönüşüyor. Oyun oynarken tamamen doğal olarak ortaya çıkan tavır ve ifadelerimizin büyüklerin dünyasındaki yerimizin bir başlangıcı olarak kabul edersek, masumiyetimizi nerede kaybediyoruz?

Dünyaya kendime ait kısmından bakınca görünenlere,duyduklarıma şaşırmak, şaşırdığım kısımlarında sormak ve yazmak haline dönüşen bakış açımda bugün şöyle bir cümle duruyor karşımda.

Suç genetik değil sosyal bir olgu mu?

Bana ait bir cümle değil. Duyduğum yeri maalesef hatırlamıyorum. İç tartışmacılarımı koltuklarına davet ediyorum. Hayatımdan gelen birikimleri, okuduklarımı, gördüklerimi bir tarafa yerleştiriyorum, diğer tarafa sadece o anı koyuyorum. Çocukların gözlerindeki masumiyetelerin hırsa, sahip olmaya, kavgaya dönüşen hallerini gördüğüm zamana geri dönüyorum. Sosyalleştikçe suça yaklaşılıyor gibi geliyor. Toplum içinde yaşamanın, sosyal hayatın karmaşasının herkesi ayrı yönlere sürüklediği kesin.

İçime kapanıyorum. Aradığım masumiyetin nerede yittiği sorusunun cevabı iken birden toplumsal kavramlar çıkıyor karşıma. Kendi içinde karmaşıklaşacak sorularla devam ediyorum. Sorularımı kendi haline bırakıyorum, gözlerim korkup oyun tüneline girmeyi başaramayan bir çocuğun üzerinde.

Annesi gibi küçük kapalı alanlardan hoşlanmamasından mı, yoksa sadece bilinmezlikten mi korkuyor gerçekten bilemiyorum. Kendisinden biraz daha büyük çocukların kahkahalar atarak içine girdikleri karşısı görünen oyun tüneli kızım için henüz korkulu bir yer gibi duruyor. Bunu o tünelin başında şaşkın duran halinden anlıyorum. Oradan ayrılmayı düşünmeyecek kadarda merak içinde. Bu yüzden habire büyük çocuklar tarafından itilip kakılıyor. Seçim yapmasını beklerken kendime dönüyorum...

Kendinizi kötü hissettiğinizde elinizdeki bu butona basın ve beni çağırın diyen hemşireye, orada çok kalacak mıyım? diye bile soramadan girdiğim MR cihazının içindeyim.Gözlerim sıkıca kapalı, açmaya korkuyorum ve her an nefesim tükenecekmiş gibi elimle sıkı sıkı butonu tutuyorum. Orada ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, çıktığımda derin bir nefes alıyorum.

Kafama bir torba geçirilse bir saniye bile dayanamam. Aklıma son izlediğim film geliyor. Sinema filmlerini mısır kokan sinema salonlarında izlemeyeli uzun zaman olduğunu hatırlayarak, DVD formatında seyrettiğim Alan Parker filminin bir sahnesine gidiyorum tartışmacılarımla beraber. Orjinal ismi "The Life of David Gale" olan bu filmin Türkiye'de hangi isimle vizyona girdiğini öğrenmek için internetten araştırma yapmaya başlıyorum; "Ölümle Yaşam Arasında". Amacım filmi anlatmak, yorumlarımı belirtmekten çok, kafamda birbiri ardına sıralanan soru cümlelerimin bu filme kadar geldiğinden bahsetmek istedim sadece.

Bir kaç çocuğu izlerken, kendi kendime birbiri ardına kurduğum cümlelerim...

Filmin başında çok başarılı bir profesör olarak karşımıza çıkan, ölüm cezası karşıtı Kevin Spacey'in canlandırdığı Dr. David Gale karekterinin bir idam mahkumuna dönüşüşünün hikayesini ve bu hikayeyi anlatmak için seçtiği yönetimi izlerken birbiri ardına sorular sormaya başlıyorum. (Film hakkında yorumları okumak için http://www.rottentomatoes.com/m/life_of_david_gale filmin orjinal sayfasını açamadım ama adresi şöyle http://www.thelifeofdavidgale.com) Bir idam mahkumu olan Dr. Gale, son üç gününde bir gazeteciye suçlandığı cinayeti geri dönüşlerle anlatırken, içimden baştan beri suçsuz olduğunu hissetmiştim. Ölüm cezalarının kaldırılmasını protesto etmek için ölümü seçen insanların katil ve kurban olmayı seçmelerini anlatan, gerçekten de ölümle yaşam arasında bir film.

Ya Gale gerçekten suçlu değilse,

Ya o katil değilse...

Cezasını ölümle çeken bir katil bile suçsuz olabilir ya da olabilir mi ?

Doğru, yanlış

Gerçek, yalan

Suçlu, suçsuz

Tüm karşıt kavramların kişiselleştirilebileceği bir beynimiz var.

Tekrar soruyorum kendi kendime.

Ya masumiyet?

Ya çocukluk, çocukçalık nerede biter?

Bugün yine kar yağdı...

SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              7 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Derya İzbul


Ustalarla Bir Pazar Günü

"Kişiyi gösterir işi,
lafla
mutluluk
gemisi yürümez"

Günün en sıcak saatleri yaklaşmaktaydı. Güneş tam tepedeydi. Kıyıdaki ince uzun beton iskelenin ucunda bir adam el sallıyor, kendini göstermeye çalışıyordu. Aslında anlamıştım onun kim olduğunu hemen. Ama hiç oralı olmadım. Sanki oraya bakmıyormuşum gibi, sanki gözlerim kapalıymış gibi yaptım. Nasıl olsa o kadar uzaktan fark edemezdi, güneşte kararan gözlük camlarımın arkasında gözlerimin açık olup olmadığını…
İnsan için en sıradan işleri yapmak bazen ne kadar zor, ya da en sıradan işlerden kaçmak bazen nasıl da tek amaç olabiliyor. Yaz boyunca birkaç yüz defa gidip geldiğim şu iskele o anda o kadar uzak görünüyordu ki uyur numarası yapan gözlerime; anlatamam.

Sabah yedi buçuk sekiz civarında uyanmış olmalıyım. Yani güneş kamarayı ısıtmaya başladığında. Bir bardak su içip kendimi denize attım. Sonra gece boyunca depoda iyice serinlemiş suyla kıç üstünde çivi gibi bir duş aldım. Bir yaz günü bundan daha iyi başlayabilir mi? Tabii ki başlayabilir. Eğer anahtar yerindeyse daha iyi başlayabilir. En güzel başlayan günlerin bile bir mutluluk anahtarına ihtiyacı vardır. Ve bu anahtar bir önceki gün konmuştur paspasın altına. Bazı sabahlar bir bakarsınız paspasın altında anahtar yok.

Duştan sonra kızımın tentesini gerdim direkle kıç istralya arasına. Kahvaltıya hazırlandığım sırada Fahrettin abi seslendi teknesinden:
- Çıkıyor musun?
- Ben çıkmayacağım abi
- Gel yahu biraz yürüyüş iyi gelir sabah sabah
- Yok abi ben teknedeyim sen git
- Pekala.. Fevzi gelirse ben yokken, alıverirsin iskeleden tamam mı?
- Tamam abi tamam, alırım.
- Böyle orta boylu başı kel, göbekli bir adam, ben yaşlarda
- Tamam abi
- Hoş ben dönerim zaten iki saate kadar, o da Bostancı'dan on buçukta binecekti vapura.
- Sen acele etme abi ben alırım misafiri, koyarım senin tekneye.

Bir şeyler atıştırdıktan sonra havuzlukta sırt üstü uzandım. Poyraz, adanın çamlarının arasından süzülüp, kızımın beyaz tentesinin eteklerini uçuşturuyordu usul usul. Okumaya çalıştığım kitabı havuzluğun ortasındaki motor sandığının üstüne koydum. İki elimin parmaklarını göbeğimin üstünde kenetleyip öylece tentenin uçuşan eteklerine, onun bittiği yerden başlayan gökyüzüne daldım. Yattığım yerden görebildiğim maviliğin içine beyaz martılar girip çıkıyordu arada bir. Biraz kestirmiş olmalıyım.

Güverteye düşen midyenin sesiyle açıldı gözlerim. Kara hayatını iyi gözleyenler, kargaların ele geçirdikleri cevizleri nasıl kırdıklarını bilirler. Deniz hayatını bilenler de; kargaların midyeleri tekne güvertelerine atarak kırdıklarını. Kalkıp güvertedeki kırık midyeyi denize attım. Sonra birkaç kova suyla yıkadım güvertenin her tarafını. Hemen yoruldum. Havuzluğa girip, ayaklarımı motor sandığının üstüne uzatmış sırtımı da kızımın pırıl pırıl vernikli, ılık ahşabına dayamıştım ki, orta boylu, başı kel, göbekli ve Fahrettin abi yaşlardaki Fevzi Bey'i iskelenin ucunda el sallarken gördüm. Üstünde düğmeleri neredeyse koca göbeğine kadar açık kısa kollu, rengini unutmuş bir gömlek, altında salaş bir pantolon, ayağında da altı lastik üstü keten ayakkabılar vardı. Başımı çevirmeden yan gözle Fahrettin abinin teknesine baktım. Dönmüştü. Kararan gözlük camlarımın arkasına saklanmaya devam ettim.

İsterseniz bu kadar güzel bir günde, bu cennette neden böyle yorgun, böyle bedbin olduğumu anlatayım önce. Ama bu "isterseniz" lafın gelişi değil. Sahiden isterseniz anlatacağım. Çok güzel geçebilecek bir güne neden böyle isteksiz başladığımı merak etmiyorsanız doğrudan hikayenin on onbeş paragraf sonrasına gidebilirsiniz. Hatta en iyisi ben oraya şöyle yıldızlı falan işaretler koyayım, isteyen direkt oraya gitsin. Çünkü oradan itibaren hikayenin daha eğlenceli olacağını sanıyorum. Ama o eğlenceye ulaşabilmek için, benim mutluluk anahtarını kaybettiğim yerlerde biraz daha dolaşmam gerekiyor. İsteyen gelsin.

Cuma günüydü. Telefonda çok şiddetli bir kavga yaşandı. O sıralar aşağı yukarı on yıllık evliydim, o güne kadar ortalama senede on defadan yaklaşık yüz defa falan kavga etmiş olmalıydık. Daha doğrusu yüz defa falan karımın kavga etme ihtiyacına göğüs germiş olmalıydım. Ve bu kavgaların her birinde karım beni bu işin bittiğine inandırmayı becermişti. Aslında hikayenin bu bölümünü çok da uzatmak istemiyorum. Cuma günü olan, bildiğiniz karı koca kavgalarından biriydi işte.

Karım Ankara'daydı. Gün içinde işyerimden birkaç defa arayıp; bu işin bittiğine beni iyice inandırdı. Fakat iş, benim buna inanmam hatta durumu kabullenmemle bitmiyordu maalesef. Sık sık çalan telefona bakmam, karımın aklına son gelenleri dinlemem ve sorduğu zor sorulara krizi daha da derinleştirmeyecek yanıtlar bulmaya çalışmam gerekiyordu ki; durum çok yıpratıcıydı çok. Şimdi yazarken bile gerildim yeniden.

Akşamüstü işten çıkıp eve gittim. Evin telefonu da periyodik olarak çalmaya devam etti. Bunaldım, bunaldım, bunaldım ve akşam saat onbir civarında hızla bir çanta hazırlayıp tekneye gittim. Neyse ki henüz cep telefonları girmemişti hayatımıza.

Cuma akşamı saat gece yarısına yaklaşıyordu ama köprüde yoğun trafik vardı. Köprünün tam ortasındaki rüzgar göstergesinin burnu poyraza dönüktü ama pervanesi çok nazlı dönüyordu. İstanbul, durgun ve nemli yaz akşamlarından birini yaşıyordu. Fenerbahçe de kalabalık, bol otomobilli ve bol gürültülüydü.

Kafamda on yıllık evliliğin sonrasında, beni, karımı ve en önemlisi de oğlumu bekleyen yeni hayata dair düşüncelerle, İstanbul'un kalabalığını yara yara huzur kaleme ulaştım. Kızım her zamanki güzelliğiyle bekliyordu beni iskelesine bağlı.

Bir elimde çantam, bir elimde de içme suyu ve bira dolu bir torba vardı. Onları yere bırakıp, iskeledeki pasarellayı kızımın pupasına uzattım ve iki adımda huzura ulaştım. Daha doğrusu huzura ulaştığımı sandım. Oysa bir baktım ki; gün boyunca kafamın içinde dolaşıp duran düşünceler, kaygılar benden önce gelip kurulmuşlar teknemin en keyifli yerlerine. Anlaşıldı diye düşündüm, bu gece beraber yaşayacağız sizle. Feneri yakıp bumbaya asınca iyice gördüm onları, zannettiğimden de kalabalıktılar, hiç birinin de tekneyi terk etmeye niyeti yoktu.

Yağmur gibi nem vardı havada. Havuzluğun plastik minderleri sırılsıklam olmuştu. Birkaç sigara ve iki bira içimlik zaman geçti. Feneri söndürüp kamaraya girdim. Ayakkabılarımla pantolonumu çıkarıp kendimi yatağa attım. Değil uyumak, gözlerimi bile kapamaya fırsat bulamadan bedenimin açık olan her yerine ama en çok da kulaklarıma kulaklarıma sivrisinek saldırısı başladı. Kurbağalıdere'nin bütün sivrisinekleri o geceyi kızımın küçük kamarasında geçirmek için sözleşmişti galiba. Kulaklarım ve burnum da dahil her yerimi üzerimdeki pikenin altına saklayınca korunabiliyordum onlardan. Ama kıyıdaki eğlence yerlerinden gelen karmakarışık ve birbirinden şiddetli müzik seslerini engellemenin hiçbir yolu yoktu. Havuzlukta otururken çok da rahatsız olmamıştım kıyıdan gelen seslerden ve tepemde uçuşan sivrisineklerden. Fakat uyumaya niyetli olan bir insan için bu eziyete katlanmak imkansızdı. Yatakta bir saat kadar döndükten sonra, "salak mıyım ben" deyip ayağa fırladım ve makinenin marşına bastım. Bir saat sonra Çamlimanı'ndaydım. Ne bir tek sivrisinek kalmıştı teknede, ne bir ses; adanın içlerinden gelen tek tük köpek havlamalarından başka.

Fahrettin abi'nin dragonu her zamanki yerindeydi. Ben de yakınına demirledim her hafta sonu yaptığım gibi.
Sabah yani öğleye doğru Fahrettin abi'nin sesiyle uyandım. Bir önceki akşam evden çıktığımdan beri ilk defa saate baktım. On buçuk olmuştu. Kamaranın içi fırın gibiydi. Yataktan fırlayıp lombozların hepsini, kamaranın kapısını ve baştaki güverte kapağını açtım. Gece sırılsıklam olan minderler şimdi çıplak ayakla üstüne basılamayacak kadar sıcaktı. Hemen güneş tentemi gerdim havuzluğun üstüne. Birkaç dakika içinde kızım da ben de ferahladık.

Ama onlar; yani dün akşam benden önce gelip teknenin en güzel yerlerine kurulan düşünceler, kaygılar oldukları yerde duruyorlardı.

Her şeye rağmen güzel bir gün oldu. Birkaç kova suyla güverteyi yıkadım. Birkaç litre su içtim, birkaç kitaba, dergiye göz attım, birkaç defa denize atladım ve uykuya dalıp dalıp çıktım birkaç defa. Her uyanışta bütün arsızlıklarıyla karşımda gördüm teknemin istenmeyen misafirlerini.

Akşamüstü Fahrettin abiyle beraber kıyıya çıktık. Turan usta'nın klübesinin yanındaki çardağa oturup birer çay içtik. Fahrettin abiyle Turan usta tavlaya otururken ben de bir bisiklet seçip adanın ön yüzüne, çarşıya gittim. Hırslı hırslı pedal çevirerek, yokuşlarda da kendimi biraz fazlaca hırpalayarak, bir torbanın içine beyaz peynir, domates, rakı, sigara ve ekmek doldurup geri döndüm.

Bizimkiler zar sallayıp pulları sert sert tavla kutusunun içine vurmaya devam ediyorlardı. Birbirini yenmeyi, yemeyi bu kadar çok isteyen iki adamın arkadaş olmasını, arkadaş kalmalarını yadırgadım. Oyun insanların hırslarının, kıskançlık, üstünlük kurma ihtiyacı ya da komplekslerinin ortaya konmasının serbest olduğu bir özgürlük alanı mıydı yoksa? Fakat ne tuhaftır ki, o kutu kapandığında ortaya saçılmış olan hiçbir şey dışarıda kalmıyordu. Masanın yanındaki sandalyeye oturup sıkıntıyla tavlanın bitmesini bekledim. Sonra Fahrettin abiyle birlikte benim tekneye gittik. Her defasında olduğu gibi kızımın güvertesine adım atar atmaz, "Yahu bayılıyorum şu senin teknenin havuzluğuna" dedi ve durdukları yerden bir santim kıpırdamamış olan kaygılarımın, düşüncelerimin yanına ama onları hiç fark etmeden keyifle oturdu.

Çok uzun süren bir akşam oldu. Zaman geçmek bilmedi. Ama geçti. Hatta sabah da oldu. Ve işte Pazar günü de geçmekte.

******************

Ve işte hikayenin eğlenceli yerleri yaklaşmakta.
Fahrettin abinin Fevzi Bey'i iskeleden alışını ve teknesine getirişini de yan gözle izledim. Kısa bir süre sonra da benim tekneye damladılar. Kızımın pek makbul havuzluğunda öğle rakısı açıldı ve derin bir sohbet başladı.

Bunlar şimdi altmışına merdiven dayamış iki çocukluk arkadaşı. Karadeniz kökenliler ama İstanbul'da büyümüşler. Biri felsefeci. Uzun yıllar Paris'te yaşayıp on yıl kadar önce İstanbul'a dönmüş. Gazetelere dergilere sanat eleştirmeni olarak yazılar yazıyor, kitap çevirisi yapıyor. Ve yaz aylarında zamanının büyük bölümünü küçük dragonunda geçiriyor.

Diğerini ben de yeni tanıyorum. Aslında akademik çevrelerde ve iş yaptığı sektörde iyi tanınan bir mimarmış. Ama tipinden daha önce bahsetmiştim ya; ilk görüşte mesleği ve statüsü asla tahmin edilemeyecek birisi.

Gün boyunca konuştular. Ve gün boyunca deniz oldu, tekneler oldu kurdukları bütün cümlelerin içinde. İliklere kadar yaşanmış ama asla doyulamamış bir aşkın tadı vardı damaklarında.

Fevzi Bey'in üniversitede asistan olduğu yıllarda düzenlenen bir bilimsel toplantıya bir çok misafir gelmiş yurt dışından. Bir grupla ilgilenme görevi de Fevzi Bey'e verilmiş. O da altı yedi kişilik Fransız grubu teknesine davet etmiş bir akşamüstü. Mevsim yazmış. Fransızlar bir yata davet edildiklerini düşünerek şık kıyafetlerle gelmişler sözleşilen yer olan Moda İskelesi'ne. Ve kendilerini Fevzi beyin 6 metrelik sandalının içinde Marmara'nın kucağında bulmuşlar. Fransız misafirlerin hayal kırıklığıyla başlayan deniz sefası, o akşam ve gece boyunca olmadık aksiliklerin birbirine eklenmesiyle ertesi sabah balıkçılar tarafından, perişan halde Sivriada'dan toplanmalarıyla son bulmuş.

Daha yakın tarihli bir anısında da Fevzi bey, Karadeniz ustalarına yaptırdığı 14 metrelik yelkenlisiyle Bodrum'daki yazlığına gitmeye niyet etmiş. Teknenin yönetimi çocukluk arkadaşı olan ama şimdi de sürekli yanında çalışan Ahmet Kaptan'daymış. Bir Perşembe sabahı vira bismillah deyip Ataköy Marina'dan yola çıkmışlar. O gün anlattığı bütün hikayelerde olduğu gibi yine hayatın bütün aksilikleri de bunlarla birlikte yollardaymış. Akşamüstü varmaları gereken Tekirdağ'a akşamüstü varmışlar ama Pazar günü akşamüstü. Tekirdağ belediye başkanı üniversiteden arkadaşıymış Fevzi bey'in. Yola çıkmadan önce telefonlaşmışlar. "Akşam oradayım" demiş bizimki. Başkan da, "Beklerim Fevzi" demiş, "şöyle güzel bir balık rakı yaparız. Tam sardalya zamanı."

Fevzi bey Pazar günü akşamüstü Tekirdağ'da iskeleye adım atınca, gözleri belediye bandosunu aramış. Okyanuslar, fırtınalar aşıp gelmiş bir denizci gibi hissediyormuş kendini. Görünüşü de destekliyormuş hislerini. Yorgun, uykusuz, keliyle ensesi arasındaki azıcık saçı sakalına karışmış, üstündeki giysilere günler süren çileli yolculuğun bütün izleri sinmiş ve her yerinden ter damlamaktaymış. Tekirdağ Belediye Bandosu değil ama taşrada yaz pazarının o bilindik sükuneti karşılamış bizim denizcileri tüm ağırlığıyla.

Denizde yaşadıkları sorunların en küçüğü, Tekirdağ'a bir-kaç mil kala haritalarını da kaybetmeleriymiş.
"Bizim Ahmet Kaptan'ın açlıktan kulakları uzamıştı. Uzaktan Tekirdağ'ı görünce teknede kalan son üç beş dilim ekmekle bir avuç zeytini yedi hemen, sonra da zeytinin çekirdekleriyle beraber masanın üstündeki kağıdı buruşturup denize attı " diye anlattı teknedeki tek haritayı nasıl kaybettiklerini.

Fevzi bey perişan vaziyette karaya ayak bastığında ilk hedefi yola devam edebilmek için bir harita tedarik etmekmiş. Hikayenin devamını onun ağzından aktarayım aklımda kaldığı kadarıyla:

"Nerede olduğumuzu göstersin, Çanakkale'yi nasıl buldururuz onu görelim yeter. Şöyle bir ortaokul atlasına bile razıyım ama günlerden Pazar, her yer kapalı. Umutsuzca dolaştım küçük kentin çarşısını. Tam kös kös tekneye dönüyordum ki, önünden geçtiğim otobüs yazıhanesinin duvarında bir harita gördüm. Hemen içeri daldım. Derme çatma bir masanın önünde birkaç kişi, arkasında da onlara bilet kesen bir adam vardı. Duvardaki harita beni öyle heyecanlandırmıştı ki selamı sabahı unutup direkt lafa girdim:

- Ben şu haritayı istiyorum.

Masanın önündeki insanlar dönüp baktılar. Masanın arkasındaki adam da kafasını yaptığı işten kaldırdı. Duvardaki haritaya sahip olma heyecanım bu küçük kentin Pazar dinginliğinin orta yerine bıçak gibi saplanmıştı. Bütün bakışlar bana kilitlenmişti.
Masanın arkasındaki adam muhatabım olarak beni şöyle baştan ayağa bir süzdü ve 'hassiktir şurdan' dedi sadece. Ve sanki ben orada hiç olmamışım gibi işine devam etti."

Fevzi beyin o gün anlattığı bütün hikayeler aşağı yukarı buna benzer fiyaskolarla bitiyor ama anlatılan her hikaye aslında onun ne deneyimli bir denizci olduğu tezini destekliyor ve her hikaye, "ben bu Marmara'nın her taşını bilirim" sözlerine ulaşıyordu.

Çok da güzel anlatıyordu anılarını. Ben bile keyiflendim zaman zaman. Bir önceki günden ve geceden çok daha hızlı geçti zaman. Turan usta bir kilodan fazla tekir getirdi akşama doğru. Bol rokalı güzel bir yaz salatası ve tepeleme bir tabak dolusu tekir tavayla uğurladık güneşi.

Saat on'u geçerken, "hadi Fahrettin" dedi Fevzi bey, "senin tekneye geçelim de ben ayakkabılarımı falan alayım sonra da yavaştan yola koyulurum. Son vapur onbirdeymiş. Dönmem lazım bu akşam."

"Kalsaydın, sabah giderdin" dedi Fahrettin abi.
Ben de "Yarın sabah beraber gideriz erkenden" dedim ama Fevzi bey kararlıydı. Artık gitmek istiyordu.

Biraz daha konuşuldu gitme kalma meselesi üstünde ve sonunda ben de geceden İstanbul'a dönmeye karar verdim. Ortalığı hızlı hızlı toparlayıp marşa bastım. Baş üstüne çıkıp demiri aldım denizden. Zincirin, baş altına geçerken deve boynuna takılma huyu vardı. Yavaş yavaş ve dikkatlice akıtmak gerekiyordu aşağıya. Onun için demirin zincirini güverteye yığıp havuzluğa döndüm. Önce Fahrettin abi'nin dragonuna bordolayıp onu bıraktık, sonra da koyun çıkışına doğru yol verdik makineye.

Fevzi bey'e, "Siz dümene geçerseniz ben de şu zinciri toplayayım" dedim.
İşimi bitirip havuzluğa döndüğümde ustanın keyfine diyecek yoktu. Gün boyunca denizciliğinden bahsetmiş kelli felli adama, "İşim bitti dümeni devralabilirim artık" demeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Cuma gecesinden beri yerlerinden hiç kıpırdamayan arsız misafirlerimin yanına havuzluğun bir köşesine oturdum.

Çamlimanı'ndan çıkınca sancağa değil iskeleye doğru çevirdi teknenin pruvasını usta. Sonra da Heybeli'yle Büyükada arasındaki kanala girdi. "Niye Burgaz tarafından çıkmadık" diye de sormadım. "Vardır bir bildiği ustanın" dedim kendi kendime.

Akşamüstü sertlemeye başlayan poyrazın gücünü hissettik koydan çıkıp iki adanın arasına girince. Heybeli'nin ön yüzünü gördüğümüzde usta Fenerbahçe fenerine doğru dönmek yerine bizi kıyıya ulaştırıp dalgalardan kurtaracak en kısa rotayı tercih etti. Gerçi bu rotanın üstünde deniz haritasında Maltepe Bankı olarak gösterilen ve benim de gayet iyi bildiğim Bostancı açığındaki kayalık vardı ama dümende de, "ben bu denizin her taşını bilirim" diyen bir adam vardı.

Kayalığa doğru büyük bir kararlılıkla yaklaşmaktaydık. Kıyıya paralel yaklaşık bir mil boyunca uzanan kayalığın tahminime göre tam üstüne gidiyorduk. Biraz kaygılanmakla beraber dümendeki ustanın benim bilmediğim bir geçidi biliyor olabileceğini düşündüm. Yine de ustaya yaklaşıp sormadan edemedim en saygılı sesimle;
"Fevzi bey, tahminime göre Bostancı kayalıklarının tam üstüne gidiyoruz ama… "
"Biliyorum" dedi sadece ve ne istifini ne de kararlılığını bozdu.

Bu bir millik kayalığın iki ucunda birer çakar vardır. Artık kaygımı biraz da belli etmeye çalışarak bütün dikkatimle karanlığa bakıyor, bu çakarların ışığını arıyordum. Ve çakarın birini teknenin sancağında, elli metre kadar uzakta gördüm. Üstündeki ışık yanmıyordu. Yani çakar çakmıyordu. Kör karanlıkta ışıksız kulesini görmek için de demek ki ona bu kadar yaklaşmak gerekiyormuş. Elli metre uzağındaydık ama çakarla aynı hizadaydık. Hatta galiba biz biraz ofsayttaydık. Aynı anda teknenin tam önünde yüzlerce köpekbalığının sırt yüzgeçleri gibi sıralanan kapkara kayaları ve onların üzerinde dalgaların kırılışını gördüm. Başımı hızla ustaya çevirip hiçbir şey söyleyemeden aptal aptal onun mağrur suratına bakarken de o korkunç sesi duydum.

O sesi harflerle anlatmam mümkün değil maalesef. Ama manzara şuydu:
Bu denizin her taşını bilen usta denizci Fevzi Bey ve ben kocaman bir kütlenin aniden durmasına boşlukta hareket halinde olan bedenlerimizin uyum sağlayamaması yüzünden, havuzluğun içinde yerde yatıyorduk. Bizimle beraber havuzlukta ve kamarada yerlere saçılmış bir çok şey vardı. Bu bir çok şeyin büyük bölümünü, alelacele toplayıp eviyenin içine doldurduğum akşam yemeği bulaşıkları oluşturuyordu. Kafam yerde sırtüstü yatıyordum ama iki bacağım da yüksekteydi. Biri motor sandığının, öbürü ustanın göbeğinin üstünde. Makine artık çalışmıyor, sadece etrafımızdaki kayalara çarpan dalgaların ve rüzgarın sesi duyuluyordu.

Ayağa fırlar fırlamaz yaptığım ilk şey el fenerini kapmak ve kızımın gövdesini kontrol etmek için farşları kaldırmak oldu. Kızımın çıplak gövdesinin orasından burasından suların içeri hücum ettiğini göreceğimden emindim. Onun için kontrole başlamadan önce hemen bir can yeleği aldım. Bir tane de yerde yatmakta olan ustaya doğru fırlattım. El feneriyle kızımın gövdesini iyice incelediğimde şaşırarak gördüm ki; hiçbir yerden su girmiyordu içeri. Üstelik kızım biraz yan yatmış olmakla beraber hafifçe sallanıyordu. Makinenin marşına bastım, o da çalıştı. Sonra kızımı çevreleyen kayaları inceledim fenerle. Galiba onu kurtarabilecektim.

Tekneden aşağı atladım, su belime geliyor, kayaların üstündeki midyeler ayaklarımı kesiyordu. Teknenin vardavelasına sıkı sıkı tutunup dikkatle adım atıyordum. Ayağım boşa basarsa suya batmak istemiyordum. Kapkaranlıktı. Teknenin başına doğru yürüdüm. Bodoslamasını hamal gibi sırtıma alıp var gücümle ittirdim onu. Midyeler ayaklarımı kesmeye devam ettiler. Ama kızımı kayanın üstünden kurtardım ve bir hamlede güvertesine atladım.

Tekne yeniden yüzüyordu, makinesi çalışıyordu ve kıyıdan açığa doğru esen sert poyraz bizi kayalardan uzaklaştırıyordu. Havuzluğa girdiğimde sadece Fevzi Bey'i gördüm el fenerinin ışığında. Havuzluğun bir köşesinde oturur pozisyona geçmişti. Omzunu ovuşturuyordu ve az önce fırlattığım can yeleği de sırtındaydı.

Dümene geçtim, tornistanla kayalardan iyice uzaklaşıp kızıma ileri doğru yol verdim. Kayalıkların o gece çakmayan ikinci çakarını da sancak tarafımızdan hizaladıktan sonra Fenerbahçe Feneri'ne çevirdim rotayı.

İskeleye kıçtan kara bağlanıp pasarellayı pupaya dayadım ve "geçmiş olsun" deyip elimi uzattım Fevzi Bey'e. Elimi tutup iskeleye çıktı. Sonra da az önce bana uzattığı eliyle omzunu ovuşturmaya devam etti. Yalınayaktı. Sırtında hala can yeleği duruyordu. "Ayakkapları da Fahrettin'in teknesinde unutmuşuz" dedi.

Başını yıldızlara doğru kaldırıp derin bir nefes aldı, söylenir gibi, isyan eder hatta küfreder gibi konuştu; "Ulan şu Marmara'nın her taşını bilirim bir o taşı öğrenemedim, iki sene önce de çıkmıştım ben onun üstüne". Sonra da hemen uzaklaşmaya yeltendi kızımdan ve benden; "Senin işin uzun sürer şimdi. Ben şurdan bir taksiye binip giderim eve."

Şöyle bir baştan ayağa süzdüm ustayı, "Bekle iki dakika abi" dedim, "şimdi taksici sana hassiktir demesin. Ben bırakırım seni."

Tekneyi alelacele toparlarken yerinden iki gündür hiç kıpırdamayan arsız misafirleri göremedim. Yok olmuşlardı. Kızımı kayalardan kurtarıp güvertesine atladığımdan beri onları görmediğimi hatırladım sonra. Mutlu oldum. Havuzluğun minderlerini kamaraya attım tek tek. Son minderi kaldırdığımda gecenin karanlığında bir parıltı gözümü aldı. Mutluluğun anahtarı bana bakıyordu. Avucuma aldım onu; cebime koymayı hatta yutmayı düşündüm. Sonra az önce gördüğüm yere bıraktım. "İlk fırsatta geleceğim yeniden, sakın bir yere gitme" dedim ve iki adımda iskeleye ulaştım. Usta üstünde can yeleği, yalınayak beni bekliyordu. Arabaya doğru yürüdük.

Derya İzbul
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,909,909,909,909,909,909,909,909,909,90
              10 Kahveci oy vermiş.
24 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sabiha Rana

 Beyaz Düşler : Sabiha Rana


  Şimdi Hasat Yılları....

Yüzsüzler yüzümü çaldılar o sabah,
Ben,
Kendimi çalıp kendimden
Nasıl da nefessiz karar verdim aniden...

Gece yarısı ihtilalimden habersiz,
O şehre baskına giderken ben..

İçimdeki yollar yollarla yarışıyordu,
Ya geçen yıllar?
Hesap soruyordu, bir yollardan, bir yıllardan....
Nasıl da geçivermişti yıllar, yollardan...

Yakalanır mıydı sağlık, huzur, mutluluk?

Yıllara yalanlara dolanmış, her köşebaşı çarpıklık...

Çarpık ilişkiler,
İlişkiler içinde çarpıklıklar...

Bu yılları, yıllar evveli tohumlamışlar besbelli...

Şimdi hasat yılları...

Bu kadar kötü insanların, kötü olaylar doğuracağı büsbütün kaptı kaçtı yolları...

Keşke az daha buğday ekebilseydik, hani başaklar boyun eğer olgunlayınca...

Aç olursa çalarmış insan, öyle dermiş eski bilen insanlar, bu yüzden paylaşın ekmeğinizi, müşterinizi diye öğütlerlermiş yeni gelen nesilleri...

Şimdi
Çalmak zamanlardan zamanı,
Azıcık geriye gitme zamanı....

Eskileri bir dinlesek, değirmende öğütsek buğday misali zamanı....

Dilimlesek günlere, aylara, yıllara,
Arta kalan zamanlara umut eksek,
Yeşersek taze gelen baharlarla
Boy versek sevgiyle,
Yol yol olup yıllara....

Düşman zamanları çiğnesek
Avuç içi tohum serpsek
Her adımda filizlensek..

Komşu Hatice teyzenin bahçesinde
Karagöz çiçeklerle kadife çiçekler
Yanyana sevişseler gizlice.
Yanlarında aslan ağızları,
Ağzını açıp kapsa
Yalan yanlış yılları...

Kokuları öte gider,
Hafiften rüzgar esince
Öğle sonrası kameriyede
Yan bahçede çayını yudumlar
Oturmuş bütün komşular..

Paylaşırlar gönüllerince her özel günleri...
Kim doğmuş, kim evlenmiş, kim hasta, kim ölmüş...
Düğünleri bayramları, mevlütleri, kandilleri
Dillerinde şükürlerle ibadetleri.
Ama yarım elma
Ama gönül alma.
Çam sakızı çoban armağanı
Keselerince hediyeleşmeleri..

Anlatılmaz bir huzur kaplar yüreğimi,
Düşündüğümde derininde manasını...

Bir dükkan almazmış ikinci müşterisini,
Diğeri yapmamışsa ilk siftah bereketini...

Bu kutsal öğreti, yaşanmışsa geçmiş zamanlarda.
Ölmemeli!
Yoksa olmaz hiç bir zaman, zamanın bereketi....

Epeyce uzaklaştım, yaklaşmak istediğim o şehre ayrılırken şehrimden...

İnledi durdu içimden, şehirden şehire, ardımda kalan zamanlar ve aktı ardım sıra yollara, zamanın içinde kabuk bağlamış yaralardan sızan kanlar....

Mapushane dediğin nedir ki müebbet olmuş yıllara..
Zamanlar yenik düşmüş, ardım sıra kazılmış mezarlara...

Ecel olup gelir birgün, kötülük de kötüler de ölür elbet..

Ya cennet
Ya cehennem
Ustası bilir elbet....

Eskinin şifa diye yeniye rağbet ettiğine!
Şimdi yeniler
Karalar bağlar ağlarmış...

Birden yanlızladım
Ürktüm büzüldüm içime,

Yılların ve aldatılmaların ağırlığında, yanlızlığımın acısı hafif kalıyor..
Bu yazdıklarım benim içimde...

Gönül gözümün kendisi tablo, kendimden başka göremiyorum...
Gördüğüm de ben değilim...

Kendimden firarlık da kaçınılmaz oluyor...
Hergün yarın oluyor efendim.....

Sabiha Rana
http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,229,229,229,229,229,229,229,229,22
              9 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Nafile Kahveci : Alparslan Zengin


DÖNEMEM

Kokunu mu değiştirdin sen? Mektubun eskisi gibi kokmuyordu dün akşam. İyi olmuştur senin için -her zaman değişmekten yanaydın- ama ben alışabilecek miyim bakalım.

Yanına çağırmışsın mektup boyunca. Sen de benim kadar biliyorsun imkansızı istediğini.

Aynı yolda yürüdüğümüzü düşünmek ne tatlıydı. Günün birinde aynı yere varıp orda kalacağını ümid etmek... Ama ne acı ki iyiyle kötü, güzelle çirkin, acıyla tatlı hiç birbirinden ayrılmamışmış tarih boyu; tarihse tekerrürden ibaretmiş. -Bunu bana ilk söyleyen sendin.- Bizim tatlı rüyamızın acı tarafını ilk farkeden, bunu da bir geometri kuralıymış gibi açıklayan da sen...

"Bizim yollarımız paralel." demiştin. "Aynı şeyleri düşünüyor, aynı seyleri istiyoruz. Aynı yolda gittiğimizi zannetmemize bu sebep oldu onca zaman. Topu topu aynı doğrultuda ilerleyen iki zavallıyız halbuki."

Tüm bunları sen söyledin; şimdi de gel diyorsun. Aynı yerden gelmedik biz. Geri dönmemin hiçbir faydası olmayacak öyleyse. Ben ilerde biryerlerde karşılaşmayı umuyorum sadece. Yollarımızın paralel olmamasını...

Sen benim kaz kafalım, kuş beyinlim… Sen benim katır sözlüm… Bu kadar doğal olmak zorunda mıydın her zaman? Bir kez de benim dediğimin doğru olduğunu söyleseydin ne olurdu ha eşşek gözlüm? Iş işten geçince mi aklına gelir hep benim haklı olduğum?

Kulaklarını çekmem için yalvarıyorsun. Acımayacak diyorsun ama ben gözlerinden damla damla yaş geleceğini adım gibi biliyorum.
Gözyaşlarını görmeye dayanamam... Onca zaman ağlamana nasıl dayanmışım diye şaşıyorum kendime. Taş kalpli olmalıydım herhalde. Ya şimdi? Gülüşünü özledim, gözyaşını değil...

Ağlama olur mu?

Canan

Alparslan Zengin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
              6 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Faik Murat Müftüler


f(x)=?

Aşkı aramakla geçer ömürler; yada bulduğunu zannettiği aşkın sağlamasını yapmakla. Her işlem çözülürken zor, sağlaması yapılırken kolay gelir zihinlere. Gerçekten de zor mu? Kolay mı yoksa? Çözmeden bilinmez.

En başta, uzun ve karmaşık gibi görülen bir f(x) fonksiyonuyduk. Tabiat yasalarının tek sorulu sınavındaydık.

Soru 1 ve son:
f(x) fonksiyonunda, tam sayı sonucunu sağlayan x'in değerini bulunuz. Mümkünse bu tam sayı 'bir' olsun.

Çoktan seçmeli soruda ne de çok şık vardı. Bilinen yöntemlerle çözülemiyordu ve şıkları yerine yazıp sonucu aramaktan başka çıkar yol da yoktu. Sadeleştirme yapmayı denemeden sevgilileri yazdım x gördüğüm her yere. Kiminde sonuç bire çok yaklaştı. Kiminde yanından bile geçmedi. Hiçbir seferinde tam bir etmedi ki etseydi eğer, bugün peşinden koştuğum bir aşkım olurdu. Yaklaşık sonucu kabullenememektendir yalnızlığım.

Tabii ki ben de yerine yazılıyorum sevgililerimin fonksiyonlarındaki x veya y veya her ne bilinmeyense; bilindiğinde terk eden veya terk edilen. Ortada iki denklem var ve üç ihtimal. Denklemlerin ikisi birden tam sonuç verdiğinde mutlak aşk bulunmuş demektir. Bu iyi ihtimal. Kötü olan, denklemlerin ikisinin birden yanlış sonuç vermesi; ama kötünün de kötüsü var ki o da denklemlerden sadece birinin doğru sonucu sağlaması. Ah o zaman ne acılar çekilir ve ne yaralar açılır çözüme giden tüm hesaplamaların karalandığı yüreklere. Vazgeçmeyi bilmeyen gönüllerde, tükenmez kalemin keskin ucu, mürekkebi bitene dek kıvranır da artık yazmaz olduğunda daha bir bastırılır yeni bir kalem aramaktan kaçan üşengeç ellerin alışkanlığıyla. "Son bir hesap kalmıştı. Canım yanıyor ama onu da denemeden bırakmamalı"

Yaş kemale erince sadeleştirmeyi denedim. Aman Tanrım! O da ne? O karmakarışık zannettiğimiz fonksiyon aptal bir bölme işleminden başka bir şey değilmiş. Sevgililer ise bol basamaklı birer sayı. Ne çok uğraştık oysa delikanlı çağlarımızda denklemlerle, bilinmeyenlerle, bilinip kabullenilmeyenlerle… Ne çok zaman kaybettik toplasan yirmi yılı verimli çözüm çabalarıyla geçecek ömrümüzden. Şimdi ise, daha yapılması gereken bir yığın bölme işlemi varken, Tanrı'nın kronometresinin tıkırtılarıyla telaşlı, aceleden yanlışlar yapma riski altındayız.

Bölme işleminin günden güne daha bir zorlaşması, sabit olmayan sayılarımızın, yaşanmışlıklarla her gün bir basamak daha büyümesindendir. O halde yeni yetmelerin 'bir' olması mıdır işlemlerini kolaylaştıran? Bir bölü bir eşittir bir. Kolay aşk. Hayır bu değil tabii ki. Acemi aşklar, mutlak değer çizgilerinin arasında baskılanan sonuçlarının verdiği yaklaşık değere gösterilen rızadan doğuyor. İlk yaklaşık tam sayıyı elde ettiğinde, heyecanla "Buldum!" diyor zavallı gönüller; ama er geç o mutlak değerden çıkan, çok basamaklı, tek virgüllü ve virgülden sonra bol haneli kesirli, küsurlu, kusurlu sayı batmaya başlıyor okumaya çalışıp okuyamayanlara. Hele ki iş işten geçtiyse gerçek sonuç görüldüğünde, "Evlilik aşkı öldürüyor" bahanesinin ardına saklanılıyor. Oysa evlilik, o mutlak değer çizgilerinin olmaması gerektiğini ve aptalca bir cesaretle sonucun yanlarına çizildiğini, en çabuk tarafından gösteriyor o kadar.

Okurun "Yaklaşık değer elde edebilmek bu kadar kötü müdür?" dediğini duyar gibiyim. Tabii ki kötü değil. Yeter ki 'bir'e yaklaşık olsun. Yoksa bol haneli sonuçlara gösterilen rıza boynumuza asılır olanca ağırlığıyla. Boynumuzu , belimizi büken ağırlığıyla masanın üzerindeki sınav kâğıdına yaklaştırdığı gözlerimize, denklemde yerine yazmayı denemediğimiz diğer şıkları daha yakından göstermeye başlar. Hesaplamamak en iyisi. Başka şeyler düşünmeli. Ya şeytana uyup hesaplarsak?

"Aman Tanrım! f(x)=1 . "q" şıkkı olmalıymış"

Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
              6 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Halil Demir


Eleştirel bakışla AB ve 17 Aralık

Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimiz her zaman tartışma konusu olmuş, her ilerleme raporu yada yapılan zirvelerden sonra büyük gürültüler çıkmıştır. İnsanlarımızın bir bölümü ki nasıl yapıldığı belli olmayan anketlere göre % 50'den fazla olan kesim ne yazıkki bahsetmiş olduğum gürültülerin kuru olanı yani "kuru gürültü" denilenlerin etkisinde kalarak, AB'ne girmekle kurtulacağımızı düşünmektedir. İnsanlarımız gözlerinin içine baka baka söylenen AB hayaliyle ilgili yalanlara inanmaktalar. İnsanlığın ve medeniyetin orda olduğunun pohpohlanması ile eğer AB'ne girersek insanlarımızın zengin olacağı söylenmektedir.

Halkımızın bazı kesimi ise AB projesini ne desteklemekte nede eleştirmekteler. Bunlar ortamın rüzgarına göre bir o yanda bir bu yanda duruyorlar. Onlar için ne olursa olsun zevki sefası yerinde olsun. Bu kesim için sonbaharda rüzgarın etkisiyle yerde sürüklenen yapraklara benzetmekten başka diyebilecek bir şey yoktur.

Diğer bir kısım insanımızda AB fikrine karşı çıkmaktadır. Benim de içinde bulunduğum bu kesim, AB projesine karşı çıkarken sağlam dayanaklara göre hareket etmekte, AB sürecinin tarihi gelişmesi incelenerek, birliği yönetenlerin söylediklerine, aldıkları kararlara bakarak karşı çıkmaktadır. AB devletlerinin bizden yapmamızı istediği taleplere bakıp, kendi çıkarlarımız açısından yorumladıktan, bu planın bizim aleyhimize olacağını düşündükten sonra karşı çıkmaktadır. AB'nin kurtuluş olduğunu, nerdeyse kayıtsız şartsız teslim olmamızı isteyenler basın gücünü kullanarak AB'ne karşı çıkan kesimi baskı altına almaya çalışmaktadır. Baskı uygulanırken çağın gerisinde kaldıkları, artık zamanın "Globalleşme" zamanı olduğunu, milliyetçilik yapmanın gereksiz olduğunu, ülkeye esas zararı milliyetçiliğin verdiğini söylemekteler.

Kendi çıkarlarımız açısından AB'ne eleştirel bir gözle bakmak gerekir ki ondan sonra doğru bir karar verebilelim. Bu çerçeve içerisinde burada 11.02.2005 tarihinde Akdeniz Üniversitesi'nde "Eleştirel Bakışla AB ve 17 Aralık ve Sonrası" konulu açık oturumla ilgili bazı notları iletmek istiyorum. Açık oturuma iştirak eden katılımcılar oturum başkanı Prof. Dr. Alper Demirbaş, AKP Milletvekili Mehmet Dülger, Emekli Büyükelçi CHP Milletvekili Şükrü Elekdağ, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) eski başkanı ve Yeniçağ Gazetesi yazarı Prof. Dr. Ümit Özdağ, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Ali Sirmen.

Açık oturumda AKP'yi temsil eden Antalya Milletvekili Mehmet Dülger, bir örnekle konuşmasına başladı: "Bir gün sirke gitmiştim ve gösteri yapmak üzere bir fil ve güzel bir kız ortaya çıktı. Gösteri sırasında eğitimli olan fil güzel kızın dizlerine oturuyordu. Ben bu güzel kızı AB'ne fili de Türkiye'ye benzetiyorum. AB filin kendilerini ezmemesi için ince eleyip sıkı dokumaktadır.

Bu örnekten sonra konuşmasına devam eden milletvekili, bizden daha önce tamamlamamızı istedikleri Kopenhag Kriteleri'nin tam olarak yerine getirildiğini belirtti. AB'nin dünyadaki dengeler düşünüldüğü zaman savaşa çağrı olduğunu düşündüğünü söyleyen Dülger, Avrupa ülkelerinden birini ziyaret ettiği sırada, yabancı gazetecilerden birisinin kendisine "PKK ile ne zaman masaya oturacaksınız" sorusuyla karşılaştığını, bu kişiye "ABD Ladinle masaya oturacak mı?" diye karşı soru yönelttiğini açıkladı. Devletin hiçbir zaman teröristlerle masaya oturmayacağını söylemesine rağmen, kendi parti yetkililerinin yaptıklarından habersiz olduğu belli olan Mehmet Dülger konuşmasının bir yerinde, 17 Aralık tarihine Avrupa açısından bakıldığında, Avrupalıların kendilerini aşmış olduklarını, yani AB yeni dünya düzeninde, Türkiye ile müzakerelere başlayarak yeni bir güç olarak yer almakta olduklarına değindi. Bugüne kadar masaya oturulmasının başarılamadığını, önemli olanın masaya oturmak olduğunu, AB'nin bitmemiş bir süreç olup, devletimizin dönüşümünü sağlayarak, katılımcı, hesap sorucu üslupla yerini alacağını, AB'ne uyum süresince bazı sıkıntıları yaşayacağımızı, hatta yaka silkeceğimizi ancak bunları geniş bilgilendirme toplantılarıyla aşacağımızı söyleyerek konuşmasını tamamladı.

Burada üzerinde durulması gereken eğer AB'den hesap soracaksak şimdiye kadar neden sormadık yoksa soramadık mı? Erkan Mumcu istifa ederken 350 dolayında milletvekilinin Başbakanla görüşemediği konusu basında yer almıştır. Yani hükümetin kendi içinde olumlu bir tartışma zemini yoktur. Başbakanla görüşürken yada diğer devlet temsilcileri yapılan görüşmelerde Cüneyt Zapsu, Murat Mercan tartışmalı danışmanlar sürekli devreye girmektedir. Kıbrıs gözden çıkarılmış olduğu gözükürken nasıl bir hesap soracağız? Ruhban okulu açılırken, yada misyonerler genç insanlarımızı talan ederken kıllarını kıpırdatmayanlar neyin hesabını soracak? Yoksa Kerkük seçiminden sonra olduğu gibi "titiz çalışmadılar" deyip kaçamak cevaplar mı verilecek? Satılan topraklar ne olacak? Şu anki süreç bizim lehimize işlemez iken sonucu belli olmayan, müzakere süreci nasıl bizim lehimize olacak?

İkinci konuşmacı Şükrü Elekdağ: Emekli Büyükelçi 17 Aralık kararlarının bizi tam hedefe götürüp götürmeyeceğinin masaya yatırılıp, inceden inceye değerlendirilmesi gerektiğini söyleyerek konuşmasına başladı. Konuşmasının başlarında hepimiz tarafından duyulan yada bazı duyarlı gazetelerden okumuş olduğumuz İsveç Başbakanı'nın söylemiş olduğu sözleri hatırlattı. İsveç Başbakanı 17 Aralık Kararları için "Türkiye yeterince direnç göstermemiştir, biz olsak bunları kabul etmeyiz demiştir."

Yapılacak olan müzakerelerin ucunun açık olduğu, adaylığın kesin olmadığı, eğer adaylık olmazsa AB'nin bizi sağlam bir şekilde kapının önüne demirleyeceğini belirttikten sonra, Abdullah Gül'ün 20 Aralık 2004 tarihinde mecliste ısrarla, daimi koruma tedbirleriyle ilgili maddede "daimi" kelimesinin olmadığını söylemiştir dedi. Zirveye tam 100 kişi olarak katılan bu insanlar nasıl oluyor da orada bunu göremiyorlar. Ancak aynı şekilde ısrarlı açıklamalarımızdan sonra gerçeğin öyle olmadığını kabul ederek yelkenleri suya indirmişlerdir dedi. Sayın Elekdağ 17 Aralık Zirvesinde 3 tane olmazsa olmazımız gözardı edilmiştir diye sitem ederek, bunların Kıbrıs, serbest dolaşım, ucu açık müzakere konuları olduğunu söyledi. Konuşmasını, Kıbrıs'ın gözden çıkarılması ile önümüzün açılamayacağını, sırada Ege adalarını gündeme getirmek için Yunanistan'ın sabırsızca beklediğini ekleyerek, birde müzakere sonunda Fransa ve Avusturya'nın referandum yapacağını, yani içinden çıkılmaz bir durumda bulunulduğunu söyleyerek tamamladı.

Prof. Dr. Ümit Özdağ: Ümit Özdağ konuşmasına salon dolu olmasına rağmen öğrencilerin yok denecek kadar az olduğunu, hayal kırıklığına uğradığını söyleyerek başladı.

Gerçekten salonda öğrenci sayısı çok azdı ve dinleyiciler genellikle orta yaşlı veya orta yaş üzeri insanlardı. Öğretim üyeleri, genç akademisyen arkadaşlar bile ayaklarına kadar gelen bu bilgi akımını değerlendirmeyi düşünmemişlerdi. Üniversite öğrencilerine duyarlı olmaları, bu konuşmaları kaçırmamaları gerektiği, kantinlerde yada şehirde her zaman geçirilebileceği öğretim üyeleri tarafından öğrencilere öğütlenebilirdi. Birincil ağızdan AB nedir, bizden ne istemekteler sorularının cevaplarını öğrenebileceklerdi. Salondaki bu manzara gençlerimizin, ve milli hissiyatımızın kayıp olduğunu göstermektedir. Aklıma gelmişken belirtmek isterim ki koltuklarında AB'nin ne güzel nimetleri olduğunu etrafına anlatan bazı öğretim üyesi hocalarda bu açık oturuma tam ilgi göstermemişlerdi.

Ümit Özdağ konuşmasına Mehmet Dülger'in verdiği sirk örneğine şu cevabı vererek devam etti:"İki üyesi atom bombası sahibi, 400 milyon nüfusu olan, bir üyesi Irak'ta bir üyesi Fil Dişi sahillerinde olan bir birlik, ne kadar güzel bir kıza benziyor diye düşünmek gerekir." Net örneklerle devam eden Özdağ, "masaya oturmak önemli, oturmak kadar önemli olan hangi koşullarda da oturduğumuzdur. Avrupa'da iki gurup var, biri Almanya ve Fransa'nın başı çektiği Federe gurup ki bunlara dahil olma şansımız yoktur, diğeri İngiltere'nin başı çektiği Konfedere gurup. Bunlar, devletlerin milli devlet olarak kalmasını istiyorlar.Yapılacak olan müzakerelerin ucu açık, neyle, ne zaman, nasıl biteceği belli değildir. Üye başka ülkelere uygulanmayan kriterler bize uygulanmaktadır. Serbest dolaşım şartlarının kabul edilemeyeceği açıklamaları ile konuşmasına devam eden Özdağ, Lozan'da kurulan milli devletin önümüzdeki süreçte ciddi tehdit altında olduğunu, ekümenik patriklik istendiğini, Fransa'nın Ermeni meselesini kaşıdığını belirtti.

Türkiye'nin büyük travmalarla karşı karşıya olduğunu, bunlardan birinin Kürt travması, diğerinin Kıbrıs olduğu ve Kıbrıs'ın Türkiye için bir ada değil, psikolojik direnç noktası olduğunu anlattı. Ümit Özdağ sözlerini şu şekilde tamamladı: "Türkiye'ye yönelik etnikleştirmenin temeli AB ile AB oryantalistlerinin işbirliği ile olmaktadır. Aslında bize söylenmek istenen Yugoslavya gibi "sunnilik" olduğunun kabullenilmesini belirtmektir.

Salonu dolduran insanların ilgiyle dinlediği Ümit Özdağ'ın AB gerçekliğini bütün çıplaklığıyla ortaya çıkaran konuşması sırasında söylediği Yugoslavya örneğine çok dikkat etmek gerekiyor. Ülke gündemimizde fazla bir ses oluşturmasa da bu örnek bize Yugoslavya modelini hatırlatmalı ki bu ülke bölündükten sonra bir kısmı AB'ne dahil edilmiştir. ABD bizim AB'ne girmemizi destekliyor, AB sizi alacağız diyor, bu arada ABD Kürt devletinin kurulmasını istiyor ve BOP adı verilen projeyi gerçekleştirmeye çalışıyor. Eğer EURO üzerindeki haritayı yada bazı yerlerde yayınlanan haritaları göz önüne getirirsek demek ki bizde Yugoslavya gibi BÖLÜNMEK isteniyoruz.

Ali Sirmen: Son konuşmacı olan sayın Sirmen, daha önce söylenen bazı şeyleri tekrar ederek, içinde bulunduğumuz sürecin bir Tanzimat olduğunu, Murat Bardakçı'nın deyimiyle 3. Tanzimat denilebileceğini, ilk iki Tanzimat sonunda ne olduysa bunda da aynı şeyin gerçekleşeceğini söyledi. Basın dünyasından örnek vererek konuşmasını sürdüren Ali Sirmen, televizyonda gösterilen "Bir İstanbul Masalı" ve "Avrupa Yakası" dizilerinin arkasında kimler var bakmalıyız deyip, insanlarımız böyle dizilerle Avrupa'ya alıştırılmaktadır açıklamalarını yaptı. Hep başkalarını eleştirmek yerine aslında kendi kendimizi de eleştirmemiz gerektiğini söyleyerek, AB'ni imalı sözlerle ne kadar hak ettiğimizin Kurban Bayramı'ndaki görüntülerle ortaya çıktığını belirtti.

Bu açık oturum vasıtasıyla izleyicilerin birazda olsa beyin cimnastiği yapmalarını sağlayarak, AB gerçeğine eleştirel gözle bakıldığında nelerle karşılaşacağımızın bir resmi çizilmeye çalışıldı. Ancak milli bilincin giderek azaldığı bugünlerde gençlerin bir şekilde düşünmeye teşvik edilerek, dirayetle ayakta durmaları sağlanmalıdır. Biz kendimiz için düşünmezsek, birleri çıkıp bizim adımıza şu an olduğu gibi düşünecek ve geleceğimiz elimizden alınacaktır.

Rica ile, acınma dilemekle bir ulus ve devletin onuru, bağımsızlığı kurtarılamaz.
M. Kemal ATATÜRK


Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,887,887,887,887,887,887,887,88
              8 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.423 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


KANAYAN ÖMRÜM BENİM

Anam
Hep aynı güzel kadın
Duygulu içten cana yakın
İkizim
Üşüyen sıcak yanım

Anam
Yüreğimde süren ışkın
Göğü kuşatılmış mavi
Şiirimi yurt edinen kuş sürüsü
Çağlanın çağıldayan yeşili
Sürgün göğümün yağmur bulutu
Çocukluğumun yitik türküsü

Anam
Ateşin ağzı
Acının yalazı
Serçenin kanı
Ruhumu seyre durduğum aynam
Tanrıya komşu bahçem
Çocukların kiraz çaldığı

Anam
Umudun soluk alışı
Suyun kendine akan tarihi
Toprağın alın teri
Rüzgârın uyuduğu vadi
Yarım kalmış şiirlerin adresi
Kelebeğin çiçekten elleri

Anam
Kendini doğuran kadın
Yunus'un bilge yüreği
Kanayan ömrüm benim

Bülent ÖZCAN

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Hoş!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Hafta sonu gazete eki bulmacalarında rastladığımız türden bir bulmaca. Bir çeşit kelime avı bulmacası, denemek için http://www.fisheries.nsw.gov.au/kids/fun/fun-games-shark-word.htm kısayolunu tıklayabilirsiniz.

Mp3 konusunda yeni farkettiğim bir siteyi tavsiye edeceğim http://www.mp3int.com/tur/ Arşivleri hiç fena değil. İncelemenizde fayda var. Hatta tavsiye ettikleri bazı web sayfaları da gerçekten görülmeye değer.

Flash animasyonlar ve flash oyunlar konusunda kendine özgü tarzıyla başarılı bir web sayfası http://www.miniclip.com/Homepage.htm Hatta bilgisayarınıza indirebileceğiniz özel formatı bile mevcut. İyi eğlenceler.

...Kan dökmekten bıkmayan zalim Ares'in gocukları da tıpkı kendisi gibiydiler. Bunlardan en yamanı Kyknos idi. Bu genç haydut dap başlarında gezer, yolları keser, önüne çıkan yolcuları soyup soğana çevirir sonra kim olursa olsun hiç acımadan vahşice öldörördö. Vahşiliğini daha da öteye götürüp öldürdüğü insanların kafatasından babası Ares için bir mabet yapmıştı... Bu tarz hikayelerden hoşlananlar için http://www.masal.sehri.com/

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Hide Folders™ XP [973 KB] WindowsXP Deneme (24,50$)
http://www.fspro.net/download/hfxp.zip
Özellikle işyerlerinde kullandığımız bilgisayarlarımızda güvenlik çok önemli biliyorsunuz. Hele bir de meraklı gözlerden saklamak istediğiniz dosya ve klasörleriniz varsa işiniz daha da güç. İşte bu program dilediğiniz klasörü görünmez yapabildiği gibi, şifre koruması da ekleyebiliyor. Saklambaç oynamak zorunda olan tüm kullanıcılara tavsiye olunur:-))

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050315.asp
ISSN: 1303-8923
15 Mart 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com