ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 734

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 29 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Bahar geldi, sefa geldi!..


Merhabalar,

ABONE OL! Dün Taksim'deydim. 30 yıllık berberime gittim. Koyu Beşiktaş'lıdır Hüseyin Abim. Ayda bir yaptığımız seremoni aynen tekrarlandı tabi. Önce öpüşmeler, sonra onun beni diğer müşterilere takdimi."Bu var ya bu, benim 30 yıllık müşterimdir. İlk geldiğinde suratı sivilce içindeydi. Hey gidi günler hey." Ardından taze futbol yorumları, derken havadan sudan bahsetmeler. Dışarıda harika bir bahar havası var. Aklıma düştü birden. Daha önce hiç sormamıştım. "Hüseyin Abi o meşhur 1 Mayıs'ta neredeydin sen? Senin dükkan Kazancı'daydı değil mi? Geçmiş gün unuttum." "Nereden aklına geldi şimdi?" dedi. "Biz o günleri çoktan unuttuk. Otuzyedi kişiden biri bizim kapıdaymış, değil mi Tural Abi?" diye yanındaki abisine sordu. Uzatmadık kısa kestik. Belli ki kimse hatırlamak istemiyordu. Bitti, attım kendimi dışarı. Harıl harıl Beyoğlu'ndan cıvıl cıvıl Taksim'e çıktım. Bir zamanlar nefretin, kinin, düşmanlığın kol gezdiği alanda şimdilerde pırıl pırıl bir gökyüzü ve altında binlerce insan vardı. Eskilerde özlediğimiz pek çok şey var ama o 1 Mayıs bunlardan biri hiç değil. Bugün çok farklı bir yerdeyiz, değerler ve anlamları çok başka. Kim işçi kim işveren, kim sömüren kim sömürülen belli değil. O zaman gelin eski tatsız anıları hatırlamayı bir kenara bırakıp bu günün tadını çıkaralım. Bu Pazar 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı ama asıl önemlisi bahar bayramı. Siz hangisini kutlarsanız kutlayın ama yüzünüzden gülücükleri hiç eksik etmeyin. Yağışlı olacak diyorlar, siz aldırmayın, yağmurun düştüğü çim kokusunu çekin içinize doyasıya. Haydi dostlar hep beraber parklara, bahçelere.

Dün dinlediğimiz "Dance with me" albümünden "Tango" isimli bir başka hoş melodiyle ve birbirinden güzel yazılarla sizleri başbaşa bırakıyor ve huzurlarınızdan sevgiyle ayrılıyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Okur Mektubu

Sağ olsunlar kimi arkadaşlar Kahve Molası'nda benim karaladıklarıma da notlar düşüyor. Yazılan bütün yorumları dikkatle okuyorum. Aslında çok beğenilse dahi, ki bu nereden belli, okuyanların tepkisi, geri bildirimleri olmayan ya da az olan yazılar bir yavan tat bırakıyor benim ağzımda. Yazdım da ne oldu gibisinden?

Geçenlerde bu kez, 'Yazdın iyi oldu da ' diye başlayan ancak sahiden postayla ulaşan, üstelik şöyle en esaslılarından bir okur mektubu almayayım mı? Hem şaşırdım hem de sevindim. Göndereni, sayfanın sonunda bu satırları dilerseniz diğer Kahve Molacılarla da paylaşabilirsiniz diye yazınca, Sayın Necati Akın'ın mektubunu bu köşeye almadan edemedim. Buyurun.

"Azizim Aydın,

Öncelikle iyi dileklerimi ileterek satırlarıma başlayayım. Bir süredir Kahve Molası'nın bazı yazarlarını, bu arada sizin yazdıklarınızı da okuyorum. Öyle kedinin kuyruğu, aslanın yelesi gibi benim tabirimce uçuk kaçık karaladıklarınızın, sizi üzmek pahasına da olsa, şahsım üzerinde hemen hiçbir iz bırakmadan uçup gittiğini belirtmek isterim. Buna karşılık artık gerçek mi, kurmaca mı bilinmez birkaç haftadır güya mahalleliniz Berber Recai ve Bakkal Haluk'un ağzından söyledikleriniz, belki de onların söyledikleri, ilgimi çekmedi değil.

Üstadım yazdın iyi oldu da, yani nasıl desem, tam da derdini anlatamadın gibi geldi bana. Belki de doğrudan söylemek istemedin her neyse, ben kendi sorularımı doğrudan sorayım da, sen yine marifetmiş gibi dolaylı düşün!

Hocam; kuzum sen neden bu kurtuluş savaşında, ulusal egemenlikte takılıp kaldın? Bak tak diye girdim, yok hiç burun filan kıvırma; berberin, nalburun arkasından imaların, fısıldadıkların hep bunlar üstüne.

Şimdi Sevgili Hocam; halkımızın büyük bölümünün eğitiminin nanay olduğunu (kusura bakma ağzım azcık argodur!) bizi içerden, dışardan yönetenler

yani cümle alem biliyor, dahası okumanın (bazen) işe yaramayacağını söylüyorlar, yani ima ediyorlar senin anlayacağın. Yok itiraz etmeyiniz, bakınız içerden yönetenler 'okuyan arkadaşlarım sürünüyor, doktora iğne olmam' gibisinden sözlerle- istemeden de olsa- neyi vurgulamış olabilirler ki?

Gelelim dışardakilere. Haydi öncekinin dili sürçmüştü, peki bu yenisi yani hem zenci, hem kadın olanı ne demeye 'islam devleti, ılımlı islam ülkesi, modeli' deyip duruyor? Neden, (anladık elbet yumuşağını tercih ediyorlar da) okumamanın, sorgulamamanın kabullenmekle olan bağını ısıtıp, ısıtıp önümüze getiriyorlar?

Neyi kabullenmemizi istiyorlar?

Dahası var. Birçok aydın, köşe yazarı (kalem erbabı kardeşim!), bu eğitimsizlikle ve tercihlerle cemaatleşme olasılığını umursamadan neden bir yandan "Aaa milliyetçilik hortladı, aman dikkat!" derken diğer yandan fabrika, liman, ada, tarih artık elde ne kaldıysa satıp savıp Avrupa Birliğine kapaklanmaya çalışmamız gerektiğini öne çıkarıyorlar?

Neden Cumhurbaşkanı, askerler, yargıçlar konuşuyorlar?

Ulusal yerine yerel, bazen de yerel yerine 'evrensel' kimlerin işine geliyor? Üretmeyeceğiz, işletmeyeceğiz, planlamayacağız, ya ne b... yiyeceğiz? Kusura bakma yani Hocam.

Eğer aklın eskilerde takılıp kaldıysa, sorman gerekli olan sorular bunlar bence.

Sevgili Hocam unutmadan; malumlarınız üzere Mayıs'ın sonunda Fransa ve Hollanda'da Avrupa Birliği Anayasası oylanacak ve bugüne kadar ki kamuoyu yoklamalarında hayırcılar önde gidiyor. İşin ilginci merkezi oluşturan sağ-sol partiler Birliğe meyilliler, medya destekliyor, buna karşılık çoğunluk yemiyor, yani çoğunluğun gözü yemiyor demek istiyorum. Birliğe dahil olmayı mı? Yoksa? Yoksa farklı mozaikler oluştursalar da insanlar bu birlik mirlik ayağına kimi sömürgelerinin ardından şimdi nihayet kendileri(nde) de - birleşip yeni büyük emperyal güç olurken- sosyal devletin tamamen çökertilmekte oluşunu, medeniyet masallarıyla işsizliğin, eşitsizliğin azgınlaştığını doğrudan yaşadıklarından mı tepkililer? Üstelikte Avrupa'nın göbeğinde! Bir düşün istersen?

Bilmem son günlerde gazetede bazı haberlerin gözünüze çarpmışlığı var mıdır? Tacikistan'daki hareketlenmede de Soros ve sivil toplum örgütleri ilişkileri arana dursun, aynı hatta değişik kesimlerin güvenli alanlar talepleri olduğu yazılıyor. Güvenli ülke yönetimlerin den fazlası da belirtiliyor.

Hocam, sizlerin zamanı kıymetlidir, daha uzatmayacağım. Bu satırlarımı dilerseniz Kahve Molası okurlarıyla paylaşabilirsiniz. Belki bunu yaparsınız düşüncesiyle bazılarına söylemek istediğim bir çift lafı da bu vesileyle bu mektuba sıkıştırayım isterseniz.

Kimi okurlar bazen size, "Çok iyi yorumluyorsun da ne yapmalıyız onu tariflemiyorsun?" diyorlar...

Kuzum, yazarın yemek tarifinin dışında tarif yaptığı nerde görülmüştür? İlla tarif arıyorsanız, bugüne kadar ve şimdi yaptıklarınızı artık yapmayın be kardeşim!

Berber Recai ve Bakkal Haluk'a iyi dilekler,

Size baki selamlar Hocam.

Necati Akın"

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


ŞARAP PARASINA MASALLAR

Yaşadıklarımızı başkalarına anlatmayacağıma dair elbette sana söz verdim. Hiç bir şeyi unutmuş değilim. Sadece her şey bittikten, yangın yeri kül yığınına döndükten sonra verilen sözlerin eskisi kadar bir anlamı da kalmıyor. Üstelik sanki marifetmiş gibi gidip senin başkalarına anlattığını da biliyorum. Arkadaşlarının bazıları hiç utanmadan bana gelip aramızda ne olup bittiğini sordular. Bazıları da laf dokundurarak “Sizi niye artık hiç birlikte görmüyoruz?” diyerek ağzımı bile aradılar. Artık böyle saçmalıklara rahatlıkla gülüp geçebiliyorum. Geçmişin tozları üzerini kapladığında zaten ne olup bittiği bütün ilginçliğini de yitiriyor.

Aşık olan sadece bendim. Zaten aşık olmadığım biriyle de asla sevişemezdim. Sesindeki, bakışlarındaki, sarılmalarındaki sıcaklığa bakıp senin de bana aşık olduğunu sanıyordum. Yaşam ve eskittiğim yıllar beni de herkes gibi biraz umarsız, her tökezleyişimin ardından büyük pişmanlıklar duymayacak kadar pişkinleştirdi. Çok değil ama elbette üzüldüm. Arada bir aklıma geldikçe öfkelendiğim de oldu… Hayır, duvarları yumruklayacak, camı çerçeveyi indirecek kadar değil. Başkaları gibi resimleri yakacak, makasla seni kesip hepsinden çıkaracak kadar da kızmadım.

Sana hiçbir zaman “Sen çok güzelsin.”demedim. Sana şöyle hastayım, böyle hayranım gibi saçmalıklar içinde boğulmadım. Kaşın, gözün ve kestane rengi saçların için övgüler düzmedim. Duygularımın anlık coşkusuna kapılıp “Selvi boylum,gül kokulum.” Gibi ucuz iltifatlar bile etmedim. Zaten boyunla, endamın ve encamınla ilgili şeyler desem söylediklerime kendim bile gülerdim. Omuzlarımın hizasına bile zor erişebiliyordun.

Giydiklerini kendine yakıştırmanı, seçimi ve beğenilerini severdim. Saçlarının sık sık değişen rengini, kalın ve boyalı tellerini hiç sevmedim. Rus kadınları gibi çok abartılı makyaj yapardın. Gün içinde en az yirmi kez rujunu tazeleyen senden başka hiçbir kadın tanımadım. Sadece kocaman gözlerin çok anlamlı bakardı ve kalın dudakların bende her zaman öpme arzusu uyandırırdı. Sana deliler gibi aşık değildim. Sadece birazcık kapılmıştım. Mevsim yazdı. Belki de sıcaklardan etkilenmiştim. Uzmanlar yaz aşklarının hep kolay ve gelgeç olduğunu söylerler. Zaman zaman aklımı başımdan alıyordun ama senin hiç vazgeçilmez olduğunu düşünmedim. Sarılmayı, seninle yürümeyi ve birlikte zaman geçirmeyi seviyordum.

Aşkın kaybedeni veya kazananı yoktur. Sonunu biraz daha geciktirip, felekten bir kaç ay daha çalabilirdik. Sen her şey yolunda gittiğinde yaşadıkların sanki çok rutinleşmiş gibi algılıyorsun. İlla kavgalarımız, yersiz inatlaşmalarımız, gereksiz küskünlüklerimiz olsun istiyordun. Artık münasip yerine kına yak ve rahatına bak. Beni bu ilişkinin içine çeken sen oldun. Sonradan uydurma bahanelere sarılıp yine sen bitirdin.

O gece sana kendimce hesaplar ve beklentiler içinde gelmemiştim. Diğer arkadaşlarını da davet ettiğini sanıyordum. Üşenmeden çarşıya inip birlikte yeriz diye tatlı bile almıştım. Zili çaldığımda kapı önünde birkaç çift ayakkabı daha göreceğimden adım gibi emindim. Benden habersiz hesaplar yapan, o geceyi sadece ikimiz için planlayanın kendin olduğunu çoktan unutmuşsundur. Hatta ben kulağım kapıda diğerlerini de bekledim. Sen mutfakta işini bitirip odaya geldiğinde kimsenin gelmeyeceğini yine senden öğrendim.

Portatif masayı sobanın yanına çekip şarap şişesini açmam için bana uzattığında ilk kez aramızda tehlikeli şeyler olacağından kuşkulanmaya başladım. O gece üzerime fazla gelmediğin, ölçülü davrandığın için ne kadar sevinmiştim. Biliyorsun, ben hiç bir zaman oldu bitti türünden şeyler yaşamak, sonra da sanki hiç bir şey olmamış gibi davranmayı sevmiyorum. “Olmasa iyiydi ama oldu işte, artık elden bir şey gelmez.”demekten nefret ederim. Ben istemediğin sürece hiçbir şey olmaz. İnsan yaşamını kontrol edebilecek güce ve zekaya sahiptir. İşin kolayına kaçmak, olaylara zamanında dur diyememek, her şey olup bittikten sonra da “Olacakla, öleceğin önüne geçilemez.”tesellisiyle avunmak, yaşadıklarını sonradan mantığa uydurmak sadece zayıf insanlara özgüdür.

Seni gerçekten hiç anlamıyorum. İnsanlardan ne istiyorsun? Yatağına alacak kadar yakınlaştığın insanları neden sevişmelerin ardından savurup atıyorsun? Neden hiç birinin senin yanında kalmasına izin vermiyorsun? Sana kendimi hiç adam sırasına koymadan diğerlerinin şimdi nerede olduğunu soruyorum. İstersen hepsini kaldırıp bir kenara koyalım. Peki Oktay’a ne oldu? Ona yakınlaşmak için yapmadığın şebeklik kalmamıştı. Adama şirin görünebilmek için kırk takla atıyordun. Hani çok yakışıklıydı. Hani kibar, hatta karizması olan, büyüleyici biriydi? Bir kere olsun bunu kendine sormuyor musun?

Devam Edecek...

Seyfullah Çalışkan
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              12 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


  ABLAM DEDİ Kİ...

"babam geldi..."

babam geldi ha...ne demeliyim şimdi, "babam geldi hoş geldi" gibi bir şey mi... Giderken güle güle demiş miydim ki... gittiğini biliyor muydum peki... sahi o gün ne olmuştu, düşünmeliyim... ne kadar olmuştu peki...........

parmak hesabı yapıyorum, kaç yaşındaydım düşünüyorum üstüne yılları sayıyorum 13 ediyor. 13 yıl önce bu gün diyelim mesela, o gün ne olmuştu ki... düşünmeliyim, aslında düşünmemeliyim, ama düşünüyorum...

o gece çok kızgındılar yine evet, ben odamdaydım, pembe yastığımın altına saklamıştım başımı, daha az ses duyuyordum, daha az gürültü... çocukların odası nefrete izole değil midir ki... bilmiyorum... neyse diyelim yine, neyse... sonra ne olmuştu, uyumuş kalmıştım işte bir biçimde...

o her zamankilerden gibi olan gece bitmiş, sabah olmuştu... uyanmış, çıplak ayak mutfağa gitmiştim, bir göz açık bir göz kapalı, gürültüden uykuya aç halde... bir elma almıştım mutfak masasının üzerinde duran meyve tabağından ve kocaman ısırmıştım suyunu saça saça... işte o anda annem belirmişti mutfak kapısında, günaydın bile demeden, baban gitti kızım demişti sadece. buraya kadar her şey her zamanki gibiydi...
aslında, o anda da galiba bana öyle gelmiş olmalıydı ki, ne demem gerektiğini bilememiş, hiçbir şey söylemeden, elmama ikinci ısırığı atmıştım yine suyunu saça saça, yine bir gözüm uykuda... elma biraz tuzluydu sanki ve o günün anlamı sadece buydu...
elmayı masanın üstüne bırakıp, nefrete izole odama, pembe yastığıma geri dönmüş uyumuştum yeniden...

kaç yaşındaydım ben, 12... daha birkaç hafta önce mum üflemiştim, yenice 12 yaşındaydım... mavi bir fil, mikasa marka bir basketbol topu, kapağı kalpli ve uğur böcekleriyle dolu, kilidi olan bir hatıra defteri, mickey mouse' un başından bir anahtarlık hediye etmişlerdi, ayrıca çikolata parçacıklarıyla dolu bir pastadaki mumları üflemek beni en çok sevindiren şeydi. iki dilim yerdim kesin ve yerken de çatalın ucuyla çikolata parçacıklarını ayıklar, tabağın kenarında toplar, pasta dilimim bitince çikolata parçalarını ağır ağır özel bir törenle yerdim. çocukluk işte, bir çeşit delilik...


aklımda çok az şey kalmış, çoğu yok olup gitmiş zamanda, aklım içinde. trajedi ya da dram, adı her neyse işte sevmem ben, hiç sevmem. herkesin bir hikayesi, bazısının birden çok hikayesi vardı; kızsak da bir hayat içine sığan... ve bunun anlamı sadece bu kadardı... zaten bu kadar olmalıydı da... hikayeler unutulmamalıydı, ama sırta yük gibi alınmamalıydı, kambur ederdi insanı... yapılması gereken belliydi; silinecekti hafızadan, unutulacaktı ve gidecekti kendi boşluğuna. bunu yapmak çok zor değildi, yapmayı istemek kadar kolaydı...

aslında hiçbir şey unutulmuyordu da, sadece akılda bir yerlere kilitleniyor ve o kilit kolay kolay açılmıyordu. açıldığı zamansa tıpkı şimdi olduğu gibi, bir şey çıkıp da o kilidi açacağım diye zorladığından oluyordu... ve sadece bir süreliğine hortluyordu... böyle bir şeydi işte...

bak ebru ellerimiz aynı demişti ve sonra elimi tutup avcumu göstermişti... bak işte şurayı görüyor musun, baş parmağını ve küçük parmağını takip eden yere dikkatle bak, demişti... bakmıştım dikkatle ve yine dikkatle bakıldığında görünen o kırmızı minik noktacıkları görmüştüm. sonra kendi avcunu açıp aynı diye göstermişti... sonra parmaklarımızın da aynı olduğunu söylemişti, görüyor musun aynılar demişti, sahiden tıpatıp aynıydı ellerimiz görmüştüm.

avuçlarıma bakıyorum şimdi, kırmızı noktacıklar var hala... benim ellerim onun elleri galiba, parmaklarımda onun parmakları olmalı... bu kırmızı noktacıklar hiç geçmiyor ne tuhaf... gerçi ben bu kırmızı noktacıklara çok alışıktım, takıldığım bir şey değildi hiç. ayrıca çok dikkatli bakmadan fark edilmiyor bile. şimdiye dek çok az kişi fark etmişti ve belki bu yüzden de, sanki herkesin elleri böyleymiş gibi geliyor hep... belki o gitmeseydi, sadece onun ve benim ellerimin böyle olduğunu unutmayacaktım. hatta fark edenlere doğuştan demek yerine babamın elleri bunlar diyecektim. unutmayacaktım onun elleri olduğunu kim bilir ? çok mu önemli bu, sanmıyorum, hiç sanmıyorum... el işte, bildiğin el...

abla kardeşine telefon edip, büyük haberi nasıl vermesi gerektiğini kestirmek için olağan üstü çaba sarf eder ve kardeş bunu sezer... işin içinden çıkamayan abla, en sonunda çok iyi tanıdığı kardeşine en uygun düşecek stili seçer; olağan bir ses tonuyla, yalın ve kolay bir dille, sanki her gün babaları gelirmiş gibi söyler; biliyor musun, babam geldi...

ah benim güzel ablam, sen hep bu rolü üstlenmek zorunda kaldın; en kritik anların, en gerekli insanı oldun kardeşin için... ve rolünün ne olduğunu bilen, hırçın, huysuz, şımarık, insanı sinir eden, çimdikleyen kardeşin senin karşında süt dökmüş kedi kıvamında, olamayacak kadar uysal durdu hep, üstlendiğin rolün ağırlığı karşısında, sadece bir kişi için, ablası için frene basmayı başardı.

çünkü bir kişi ona frenin yerini hatırlatıyordu... zaten ikinci de olmazdı, hırçın, huysuz, şımarık, insanı sinir eden, çimdikleyen olduğumu kabul ettim, daha ne diyebilirim.


o gittiğinde ablamın bir bebeği vardı evet. şimdi iki koca kızı var... ikinciyi bilmiyordu belli ki... ablam 25, ağabeyim 22 yaşındaydı. çok tuhaf, bu defa başka bir kilit açıldı şimdi ve hortladı birden; ağabeyim babamdan önce gitmişti. evin iki erkeği sırayla çekip gitmişlerdi üç kadın bırakıp arkada... benziyorlardı zaten birbirlerine, ikisi de olmayacak şekilde gitmeyi sevmişti belli ki... baba ve oğlu aynıydı... ben gen diye buna derim, ellerimizde ki kırmızı noktacıkların hikayesi yok oldu birden, çok anlamsız kaldı baba ve oğlun benzerliği yanında... el-miş, noktacık-mış, aynı- imiş, ikimizinki böyle-imiş... geçelim bunu, hiç düşünmeden geçelim...

ablam bir şeyler söylememi kolladı sürekli, farkındayım. aslında ben de bir şeyler söylemek istedim. istedim de, söyleyeceklerimi sadece ablama değil aynı zamanda kendime de söyleyeceğim için ne diyeceğimi sahiden de bilemedim ve bir suskunluk, umursamazlık gibi duran, ama adının başka bir şey olduğundan emin olduğum bir şey oldu, bilmiyorum...

tam 13 yıl önceki gibi şimdiki an... tıpkı o zaman o gittiğinde ne demem gerektiğini bilemediğim gibi, şimdi, tam 13 yıl sonra o geldiğinde de ne demem gerektiğini bilmiyordum... gitmek ve gelmek ne kadar zıt halbuki birbirine... ama bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen gitmek ya da kalmak ne kadar zıt olsa da ben aynıyım ikisi karşısında ya bu acayip işte... acayip olanın bu olduğunu daha yenice aslında tam da şimdi fark ettim.


13 yıl önce gittiğini duyduğumda, elmaya ikinci ısırığı atıp uyumuştum... 13 yıl sonra geldiğini duydum ve zaman farkı olsa gerek, fincanda ki kahveden ikinci bir yudum aldım, telefonu kapatınca da, alo demeden önce ne yapıyorsam onu yapmaya devam ettim, kalan parmaklarıma ojemi sürdüm...

konuşmak ne anlamsızdı şimdi...

diyelim ki o karşımda ya da ben onun karşısındayım şimdi, ne derdim... hoş geldin denir mi mesela, ya da aaa ne zaman geldin baba mı desem, yoksa ne haber baba, görüşmeyeli nasılsın anlatsana mı diyeceğim. yoksa, yıllardır yolunu bekliyorum, söylesene ben en küçüktüm hiç merak etmedin mi beni demeliyim, ya da büyüyünce nasıl bir kız oldum, hayatım zor oldu mu, yoksa mutlu muyum çok, yoksa boktan mıyım sormak istemez misin mi demeliyim...

d) hiç biri... hiç biri hissettiğim ya da merak ettiğim şeyler değil. ne merak, ne heyecan, ne isyan, ne kızgınlık, ne kırgınlık... hiçbir şey yok, sen sağ ben selamet gibi bir şey ve o kadar ayrı gayrı... bomboşum şimdi... içi boş bir kutu gibi aklım, kalbim. sürekli aklımın tenhalarında zıplayan topun bile umrunda değil hiçbir şey, zıplamayı kesmiş... bana ne der gibi omuz silkiyor en çoğundan... benden de sana ne, ister zıpla, ister zıplama çok umrumda... sanki zıpla ya da zıplama desem takacak beni... bu top acayip bir şey, aklım içinde bu kadar özgür ve pervasız, bu kadar başına buyruk kafasına göre zıplayan bir şey tanımıyorum ben... sanki babasının malı... neyse...

ahh, bak durdu durdu zıplayacağı tuttu yine allahın cezası top, sekiyor; ba-ban-gel-miş- Eb-ru...

kes !......... tepinme...... kes !......

ah baba, belki sen olsaydın yanımda her şey bambaşka olurdu diye zırlamaktan vazgeçeli çok oldu. hatta vazgeçtiğim anda, birden olmaması gerektiği kadar büyüdüm. babasızlığım tarafını sallamadım hiç, ardına sığınmadım... beni seviyor mudur, merak ediyor mudur, diye düşünmekten de vazgeçtim, sonra peşi sıra pek çok şeyi düşünmekten... başka seçeneği olan bir şey olsaydı da, yine aynısını yapar mecburiyet gibi kabul ederdim zaten. zaman bunu öğretmişti bana...

taşları bir şekilde yerli yerine yerleştirmiştim... öyle sanıyordum... hatta bu güne, şu ana gelene dek kim sorsa, her şeyi yerli yerinde, açıkta taş yok derdim çok emin olarak. yalanın en büyüğü kendi kendine söylediğindir ya, işte tam o hesaptayım şimdi, elde var iki taş... toplasam mı, çıkarsam mı, yoksa dört işlemi bilmenin yeterli gelmediği bir şey mi bu, henüz bilmiyorum diyelim.

ikinci ve üçüncü tekil şahısta bile birinci tekil şahısa, kendime çıkıyorum şimdi... yuvarlanıyor gibiyim...

ablamın "babam geldi" cümlesini duymamın üstünden 9 saat geçti. tam o sırada kahve içiyordum, yine bu masanın başında oturuyordum... o saatten bu yana, hala aynı yerde aynı şekilde oturuyorum. Kahvemi içip bitirdim, fincan önümde duruyor... ojemi de sürdüm... oje de gözümün önünde tam şurada duruyor.... sigara üstüne sigara söndürülmüş küllük bile aynı şekilde ağzına kadar dolu duruyor ve bir sigara daha söndürüyorum şimdi, söndürecek boşluk kalmamış, eski sigara izmaritinin üstüne bastırarak... bir sağa bir sola hızlıca çeviriyorum, sigarayı sanki gebertmek istiyorum... sönmüyor gibi geliyor, parmaklarım yanıyormuş gibi, bir an önce sönsün ister gibi süratle sigaranın canına okumak istiyor gibiyim.

ve bir de yazılmışım sayfalara işte... "o" diye yazmışım babamı... "o" demişim hep... geri dönüp, "o" diye yazdıklarımı silip" sırf sevimli olsun diye "babam" diye değiştirecek değilim. böylece kalacak, tam şimdi gibi duracak... kahve fincanının, oje şişesinin, küllüğün 9 saat önce tıpa tıp aynı yerde durduğu gibi... 13 yıl önce gitmek, 13 yıl sonra gelmek dediğime yapışmış ama aynı sonuca çıkan iki anın karşımda dikilip saatlerdir beni buraya mıhlamış olması gibi ve ben saatlerdir burada aynı şekilde oturuyor olduğum gibi.... kelimelerde o anda dizildikleri gibi...

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,849,849,849,849,849,849,849,849,849,84
              19 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Remziye ve Remzi


Neden her seferinde konuyu ben açıyorum Remzi Bey ? Lütfen, söyler misin ?
Remziye Hanım bu sizin genlerinizde var, anlayın artık ! Siz kadınlar böylesiniz işte, konuyu açtıkça açacak, eştikçe eşecek, deştikçe deşeceksiniz.
Sizin yaptığınıza ne demeli ? Daha konuyu açmamla birlikte, kapatmanız bir oluyor. Nasıl çözüme kavuşacak bu konular ?
Çok kolay efendim, açmanıza gerek kalmadan, dallandırıp budaklandırmadan ne diyeceksiniz deyin, üstü kapalı ifade etmeyin, her kelimenin altında gizli anlamlar aramayalım, biz erkekler gelemeyiz öyle; "Acaba onu mu kastetti ?" şeklinde düşünmeye, delirtmeyin insanı canım ..!
Ne yapalım, gelmiyor öyle işte her seferinde aklımıza. Sanki ben çok meraklıyım Türkçe mealini sana açıklamaya.. Biraz da sen anlamaya çalışsan...
Meraklısınız Remziye Hanım, meraklı.. Aslında meraklı bile denmez, bunu yapmak için can atıyorsunuz adeta. Kurt var içinizde, kurt.. Kısaca anlatsan, açıklamanın açıklamasına gerek kalmasa..
Tamam.. Kırmızı tayyörümü terziden aldığımız gündü hatırlarsan...
Buyrun efendim, ben ne dedim deminden beri ? Evet, hatırladım Remziye. Ilık ama her an gümbür gümbür yağmur yağabilecek bir Nisan akşamıydı, korkmuştuk hatta, yepisyenisi o güzelim tayyör ıslanacak mıydı ? Hmmm, kırmızı dedin de aklıma geldi; daha 17.dakikada göstermiş hakem kırmızıyı, iyi mi ?
Aylar var ki bir romantik film gelemedi gitti şu sinemalara...
Di-vi-di.. Vi-si-di.. Film mi dayanır bunlara Remziye Hanım ? Sonuçta hepsi Zi-bi-di...
"Geç kaldık, üstünü değiştirme, ancak yetişiriz" demiştin hani terzide ..!
Terzilik de kalmadı artık, varsa yoksa konfeksiyon. Bana kalırsa bunun adı dürzülük...
Yani diyorum ki; acaba benim haberim olmadan gelmiş olabilir mi ..?
Gelmez Remziye, gelmez.. Hiç gitmiyorlar ki, nasıl gelsinler ?
Sinir etmeyin lütfen Remzi Bey'ciğim, kastettiğim film haberleri..
"Şu mu bu mu o mu" diye birşey var, zırt pırt birşeyler gönderiyorlar, içinde film şeyleri de vardır herhalde. Hem televizyon ne güne duruyor ?
Haftanın 8 günü maç için duruyor Remzi Bey, zat-ı şahaneleriniz için.. Bunca televizyon kanalı var ama Pazartesi günleri hiç güzel bir şey yok nedense. Hele saat 21:00'den sonra...
Seyretme o zaman Remziye Hanım. Kitap oku, gazete oku, olmadı halı doku...
Bugün günlerden ne ?
Pazartesi...
Maçların bitmedi mi senin ? Daha dün bütün maçları 8 kere izlemedin mi ?
İzledikse ne olmuş yani ? Sen bütün gün pespembe diziler, yok komşu gezmeler. Ben sana birşey diyor muyum ? Ayrıca; şu anda maç seyrediyor muyum ? Sahi, şu pembe diziler Brezilya yapımı değil mi ? Ama futbolcularına hiç benzemiyor inan, adamlar dünyanın her takımında takır takır oynuyorlar.
Bırak şimdi bu futbol geyiklerini Ronaldo Remzi.. Kalk beni sinemaya götür..!
Hımm, neymiş asıl konumuz ? Onca eveleme, geveleme, dil üstünde yuvalama. Bu kadar basit işte Remziye. "Kalk beni sinemaya götür".. İşte hepsi budur.. Bu saatte mi ? Daha da önemlisi Ronaldo Remzi mi ?
Hee ! Ne varmış bu saatte ? 22:00 matinesine yer ayırttım, çok güzel bir romantik komedi imiş. Sen, hiç olmazsa komedi tarafına eşlik edebilirsin diye düşündüm.
Çok komiksin. Bir defa matine değil suare denir. Herneyse.. Bu kıyafet çok uygun öyleyse.. Yoksa, çizgili pijamalarımı mı giyseydim şu penyelerin yerine ?
Sen seversin sporu diye spor pijama aldık yine yaranamadık Bey'imize. Bak, senin için üstüne Ronaldo Remzi manasına RR işledim. Robdöşambr'ını çıkartıp üstüne bir mont alman yeterli, haydi acele et.
Tamam iyi olmuş da, onun forma numarası 9. Hani benim numaram ?
Sen Rüştü gibi 1 numarasın ya hayatım.. ( Yani; ayda yılda 1 manasına...
Vicdansız Remziye ..! 5-6 deseydin bari. Bence abartıyorsun.. )
Sinemadan vazgeçirtmek için sen de iştahımı kabartıyorsun ( 2 olsa dişimi kıracam..
Sinema dönüşü, çocuklar uyumuş olur mu ? :-)
Olur.. Ramize kesin uyur da, Ramiz'i bilemem artık.. (-:
Çek şu burnunu da, gir koluma :)
Tamam tatlım, çektim (:
Sırıtmayı da kes lütfen, bak bana, gülüyor muyum ..? )
( Geldiiiiim...
) Sus Remziye sus artık ..!
( ... )
Hah şööle ..! Sokul biraz yamacıma, patlamış mısır da alacağım sana söz.
( )

Tamam.. Akşama () pozisyonunu mu denesek yoksa )( pozisyonunu mu ?
Sen biraz } şeklinde olabilsen... ( neler denemeyiz ki, ( hatta aaahhh ah ..!
) Remziyeeeee... Hay aksi, utanmadan iki kere haa ? Geberme e mi ?.. )

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              14 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  KIRMIZI ALARM

Büyükçe bir karargahtı. Askerlerin düzenli ve sistemli bir şekilde çalışmasına olanak sağlayan bu yapının her katı farklı işlevler için ayrılmıştı. Yan tarafta bulunan hangar ve depolar ağzına kadar yedek malzeme ile doluydu. Yüzlerce asker, görevini eksiksiz olarak yerine getiriyor, hummalı bir çalışma devam ediyordu. Yukarı, aşağı, bir o yana, bir bu yana koşuşturan askerlerin yüzlerine dikkatlice bakıldığında her şeyin kontrol altında olduğunu hissetmek güç değildi.

Karargah yapısı inşa edilirken tüm detaylar düşünülmüş, birimler arası iletişimin en hızlı biçimde gerçekleştirilmesi için, sürekli birbiriyle etkileşim halinde olması gereken mekanlar yan yana getirilmişti. Kusursuz bir yapıydı. Yapının tam ortasında acil durumlarda herkesin toplanacağı büyükçe bir salon vardı.

Tüm bu düzen, olabilecek herhangi bir saldırıya karşı hazırlıksız yakalanmamak içindi.

Yapı; çok gelişmiş bir merkezi ısıtma sistemiyle ısınıyor, sıcaklık gün boyunca en ideal derecede tutuluyordu. Her türlü hava koşuluna karşı özel bir yalıtım maddesi ile binanın dış kısımları kaplanmıştı.

Giriş kapılarındaki güvenlik güçleri, özel olarak yetiştirilmişti. Bu kişilerin üzerlerinde özel zırhları vardı. Çok sıkı bir güvenlik sitemiyle korunan bir karargahtı burası.

Askerlerin tümü çok resmi görünüp, işlerini ciddiyetle yapıyor olsalar da, çok da neşeli ve huzurluydular. İşlerini keyifle yaptıkları belliydi.

Güneş enerjisinin en geniş açıyla içeriye alınabildiği, en üst kattaki bu büyük salonda, bir toplantı başlamak üzereydi. Katılımcılar yavaş yavaş içeriye girip, masa başındaki yerlerini almaya başlamışlardı bile. Masa etrafında oturacak yer kalmadığında, kapı kapandı, askerler oval masa etrafına toplanıp, toplantılarına başladılar.

Tüm, bu rütbeli, ciddi görünümlü askerlerin, birbirlerine karşı tutumlarına dikkat edildiğinde, aslında burada hiçbir emir komuta zincirinin olmadığı, yönetici ya da üst düzey rütbeli bir askerin bulunmadığı, herkesin bir diğerinden, görev farklılığı dışında, herhangi bir üstünlüğünün olmadığı açıkça seçiliyordu.

Aynı zamanda da eğlenceli bir yerdi burası. Toplantı; selamlaşmalar ve alçak sesli şakalaşmalarla başladı. Katılımcıların her biri ayrı ayrı söz alıyor, diğerlerinin değerlendirmesi üzere, savunma sistemlerinin geliştirilmesi hakkında bilgi ve önerilerini anlatıyordu.

Konuşmacılardan bir tanesi söz alarak; kent sistemleri hakkında kısaca bilgi verdi. Çok gelişmiş kent sistemlerine sahip medeniyetlerinde, her türlü alt yapı hizmetinin halen eksiksiz olarak devam ettiğini belirtip, yeni kent tasarımlarında oluşabilecek göç ve büyümeye karşı önlemlerin alınmasına yönelik çalışmaların devam ettiğini vurguladı.

Tek problem dışarıdan gelebilecek kimyasal ya da biyolojik saldırılardı. Özellikle kimyasal saldırılara karşı, bilim adamları tarafından yapıların korunmasına yönelik yeni çalışmalar yapılmıştı. Yapı içerisinde yaşayanların dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı koruması için hazırlanmış bu yalıtım malzemelerinin tüm binalarda kullanımına özen gösterilmesi gerektiğine değinildi.

Toplantı olanca hızıyla devam ediyordu.

Bu sırada katılımcıların birinin önündeki dosya gürültüyle yere düştü. Hepsi o yöne doğru bakıp, sakar meslektaşlarına gülümseyerek onu rahatlattılar. Sırası gelen, ancak bu konuşmaya henüz hazır olmadığını anladıkları bu meslektaşlarından konuşma sırasını alarak, bir başka arkadaşlarına sözü verdiler.

'Milyonlarca yıllık deneyimimizle, bireysel çıkarlardan uzakta, sosyal bir yapı içinde yaşamayı öğrendik. Kollektif çalışma bilinciyle kendi aramızda uyum içinde yaşıyoruz. Bunlar ilk işitildiğinde, sıkıcı, hiyerarşik bir düzen varmış gibi görünse de, bizler bu topluluk içinde huzur ve mutluluk içinde bulunuyoruz. Hırslardan, kişisel çekişmelerden, bireysel çıkarcılıktan, kavgalardan uzak, grup disipliniyle yaşamayı çocuklarımıza da öğretiyoruz. Tek başına yaşayan tek bir canlı söyleyebilir misiniz bana. Öz verili bireylerin oluşturduğu bir topluluk olmaya tabii ki devam edeceğiz.

Kentlerimizde hiçbir sosyal çatışma olmaması, hiçbir zaman jandarma ve polis gücünü gerektirecek bir olayın vuku bulmaması bunu ispatlıyor. Ne zaman bir polis ya da jandarma gücümüz oldu ve ne zaman kendi bireylerimizden herhangi biri, hepimizin emeğiyle oluşan bu düzeni bozacak bir davranışta bilerek, isteyerek bulundu? Hiçbir zaman... Ancak, bu savunma mekanizmamızın atıl kalmasını gerektirmiyor. Her dönem olduğu gibi oluşabilecek her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olmalıyız.'

Bir yandan yeni servis edilen, mis kokulu, sıcak kahvelerini yudumlarken, önlerine sunulan raporları incelediler. Bu raporlarda nüfusun fiziki yapısı, iş ve meslek dağılımları, çalışma şartlarına yönelik istatistik ve araştırmalar vardı. Bunların hepsi, çok çalışkan bir topluluk olduklarını ispatlıyordu.

'Son modern algı mekanizmalarımızla, üstün iletişim ağımızla fark ediyoruz ki; gizli güçler tarafından her hareketimiz izleniyor. Olabilecek her türlü saldırıya karşı gerekli önlemleri şimdiden almayız. Kimyasal ya da biyolojik her türlü saldırıyla karşı karşıya kalabiliriz. Bu nedenle savunma sistemimizi daha da geliştirmek durumundayız' diyerek söze devam etti birisi.

'Aramızdaki iş bölümüne yine özen göstermeliyiz, unutmayalım ki birimiz hepimiz için, hepimiz de birimiz içiniz', diyerek söze başladı bir başkası... 'Genç ve deneyimsiz olanlarımız kent ve karargah içi çalışmalarına devam ettirilmeli, daha tecrübeli olanlara ise dış görevler verilmeli. Her meslek grubunda uzman eleman yetiştirmeye devam edilmeli.....'

.... diyerek, biri sözlerine devam ederken, patırtılı seslerle toplantı salonunun kapısı açıldı, içeriye büyük bir kalabalık doluştu. İçeri girenlerin her biri farklı şeyler söyleyerek bağırıyordu. Bir süre neler olup, bittiğini kimse anlayamadı.

İçlerinden bir tanesi kekeleyerek şunları söylüyordu:

'Acil durum, acil durum!... Nöbetçilerimizden çok önemli bir haber geldi; küçük bir çocuk yuvamızın girişini elindeki dal parçasıyla eşeliyormuş. Açılan oyuk gittikçe büyüyormuş. Kırmızı alarm, karınca yuvamız yıkılmak üzereymiş. Kırmızı alarmm!!!...'

Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
              26 Kahveci oy vermiş.
29 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 KONTRA MİZANA : Tamer Soysal


OTURUP AĞLASAM DELİDİR DERLER

Oy göresim geldi Elbistan seni
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Oturup ağlasam delidir derler

Bizim elin yiğitleri bol olur arkadaş
Çalar davulları dizginleri bol olur
Ölüm bizim için tozlu yol olur
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Oturup ağlasam delidir derler

Mahsun-i Şerif'im vah beni beni
Hani ya yalancı ikrarın hani
Vay göresim geldi Elbistan seni
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Oturup ağlasam delidir derler
Aşık Mahsun-i Şerif


Her şey akıp gidiyor ve bir daha gelmiyor. Gelmeyeceğini biliyoruz ama gelmeyenler bildiklerimizden ibaret değil. Mutlu olmanın, başarılı olmanın düsturu olarak "hep ileri bak, geçmişe takılma" nasihatları ediliyor. Geçmiş dediklerimiz de bir zamanlar ileri değilmiydi peki? Ya ileride dediklerimiz aslında bizim geçmişimizdekiler ise.. Geçmiştir ileri ile rabıta kurmamızı ve algı düzeyimizi belirleyen. Hep ileriye motive olmak bir büyük duygusal körlüğü beraberinde getiriyor: Hassasiyetlerimiz ideal dediğimiz ve asla bitmeyecek nirvanalarımıza teslim oluyor. Sevgi ve anlayış acıma ve empati gibi sahte duygularla ikame ediliyor. Dünya bir büyük değişim yaşıyor ve yaşatıyor. Değişime karşı hep "değişime ayak uydurun" düsturu ile karşılaşıyoruz. Değişimi sorgulamak, değişimi yönlendirebilmek veya değişime direnmek hiç de ilerlemeci bir yaklaşım olmuyor. Yine ilericiliğe döndük. Yaşam koçu gibi sonradan icat meslek grupları diyorlar ki "çevrenize pozitif enerji yayın, insanlara moral verin"
Bu şekilde bir Makyavelizmi kendi benliğimize uyguluyoruz ve iyiymiş gibi görünmeye başlıyoruz. Neden? Kendi sağlığımız için.
"İyi olmak kolay, zor olan ise adil olmak." Victor Hugo
İyi olmak dahi çok kolayken iyi gibi görünmek! Ya adil olabilmek? O ayrı bir konu. Adil olabilmenin iki önemli unsuru var ki biri olsa da diğeri yok ise adil olabilmek mümkün değil. Bilgi ve Aşk. İkisinin de mutlağı yok. Mutlağa ulaşma hedefi var. Terakkiciliğin içinde aşk yoktur. Bilgi vardır ama 'çarpık' ve 'artık' şeklindedir. Batının 17. yüzyıl aydınlanması ile oluşturulan paradigma 21. yüzyılda gerçekleşen dönüşümlerle kökünden değişmeye mahkumdur. Bunun yansımaları Batı'nın bilimsel çalışmalarında da önemli bir yer işgal etmeye başlamıştır.

Salt terakki bizi duygudan yoksun bencil varlıklara dönüştürdü. Aşık Mahsun-i Şerif "Oturup ağlasam delidir derler" derken bu duygudan yoksun bencilliği ne de güzel anlatıyor. Hassasiyetlerini kendi nirvanalarına feda etmiş varlıklar elbette oturan birine "durdu" şeklinde, ağlayan birine ise "pes etti" olarak bakacaktı. Bu büyük tespit aynı zamanda fırsatçı ve sahte kahramanlarla dolu dünyamızı da ne güzel anlatıyor. "Oturup ağlamak" ve bunun karşısında "deli demek için bekleyen bir güruh". Ağlamasını fırsat bilmek. Ağlamasının sebeplerine inmek, paylaşmak veya sevgi ile yaklaşmak değil! Ayakta iken değil, bir de otururken kendi halimizi düşünelim. Sahiden ne derler? Hep ileri bakarken ne kendi geçmişimizi ne yaşadığımız toprakların geçmişini ne ölçüde biliyoruz. Bu şekilde bir ileri bakış butlanlı bir bakış olmayacak mıdır? Ve bencillik ve fırsatçılık bu butlanın iptal edilmesi gereken unsurları olmayacak mıdır? Bu şekilde oluşan bir yaşam içinde ölüm ancak 'tozlu yol' kadar zor olacak, asıl güç olan ağladığında gördüklerin olacaktır…

"Ölüm bizim için tozlu yol olur
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Oturup ağlasam delidir derler"


Tamer Soysal
tsoysal@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,709,709,709,709,709,709,709,709,709,70
              10 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Tuğba Çamlıbel

 Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel


  BİR KIZ İSTEME MERASİMİ- 1

(Dostum Hilal'den esinlenerek yazılmıştır...)

O akşam işten çıktığımda mis gibi bahar havası çarptı yüzüme. Nisan işte, gösteriyor güzelliğini. Eve bir pür keyif geldim. Aklımda bitirmem gereken son tablom. Eve gidicemmm, yemeğimi yiyicemmm, çatıya çıkıp güneşin tadını çıkartırken resim yapıcammm. Oh değmeyin keyfime. Kapıdan içeri girdiğimde yüzlerde bir muzır tebessüm. Birden bu tebessümün beni sinirlendirecek bir şey olduğunu söyledi sağ olsun altıncı hissim. Tabi akıllı geçindim, üstelemedim, sormadım niye diye. Benim aklımda hala çatı ve tablo var. Keyfimi kaçırmaya hiiiç niyetim yok.

Günün menüsüne uygun bir salata yapıp sofrayı kurdum. Millette aynı tebessüm. Tabi benim sinirler yavaş yavaş gerilmeye başlıyor. Ama yok sormayacağım. Yemeğimi yiyorum afiyetle kimseye aldırmadan. Çay keyfimi de yaptıktan sonra malzemelerimi hazırlamaya başlıyorum. Tuvalimi, boya çantamı, paspartumu alıp başlıyorum çatıya tezgahımı kurmaya. Paletimi evde unutmuşum, geri dönüyorum. O da ne bizim ev boşalmış, bir annem kalmış.

" Gel kızım seninle bir şey konuşacağım" diyor. Sesinden endişelenecek bir şey olmadığını anlıyorum da bende ki bu sinir niye? Ertelemek istercesine "Annecim sonra konuşalım, resim yapmak istiyorum".

"Olmaz, resmi her zaman yaparsın, şurada geleceğini konuşacağız" diyor. Beni alıyor bir merak.

"Hayırdır anne, bu sabahtan beri geleceğimle ilgili konuşulması gereken ne yaşandı merak ettim" diyorum ama anlamaya da başlıyorum çaktırmadan.

Başlıyor klasik kız isteme muhabbetini anlatmaya. İşte bir tane subay varmış da, yaşı şuymuş, karakteri buymuş, şöyle eli yüzü düzgün bir aile kızı( bu söz bile sırf birkaç sayfa yazı demek) arıyormuş evlenecek. Ortak tanıdıklar beni söylemişler de tanımak istiyormuş vatandaş pardon astsubay.

"Anne sen benim bu konuda ki fikrimi ve düşüncemi biliyorsun, bana sormana bile gerek yok, hemen gelip istesinler!!" dememi bekleyen annem yanıtımı duyunca bayağı bir sarsıldı. Eee kızını her zaman astsubaylar istemiyor. Ben uygun bir dille öncelikle bu tarz tanıştırılmalardan hoşlanmadığımı, evlilik düşünmek için daha henüz vakit olduğunu, tüm bu bahanelerim olmasa bile tanışmak ya da evlenmek gibi (tabi şu an için:)bir niyetim olmadığını anlatmaya çalıştım kendisine. Tabi annem koymuş kafasına beni ikna etmeyi, sözlerimi dinlemiyor bile.

" Ne yapacaksın başıma mı kalacaksın( bu söz beni can evimden vurmak için söylenmiştir:), yerine yerleş de bende artık torun seveyim, bak bekar arkadaşın kalmadı, pıtır pıtır doğuruyorlar hem de". Her şeyi geçtim de şu yerine yerleş sözü sinirlerimin tavan yapmasına yetti.

"Anne, ben şimdi senin, kardeşlerimin yanında yerimde değil miyim?"

"Orası başka, ama insanın yeri yuvasıdır, eşinin çocuğunun yanıdır."

"Ya benim hiç eşim ve dolayısıyla çocuğum olmazsa, yersiz bir insan mı olacağım"

"İşte ona benzer bir şey olacaksın"

"Annecim, insanın yeri asıl anasının,kardeşlerinin yanı değil midir? Koca evi bundan sonra gelmez mi? Kocaya gitmek bu kadar mühim midir? Ya insan aradığını bulamazsa kimsede, ya o doğru insan denilen yüce şahsiyet çıkmazsa karşımıza. Sen niye şimdi bunları düşündürüp beni bunalıma sokuyorsun ki!"

"Dalga geçme, ben gayet ciddi konuşuyorum"

"Dalga geçmiyorum anne, aynen böyle düşünüyorum. Siz anneler özellikle neden çocuklarınızı daha doğrusu kızlarınızı bacak kadardan başlayıp 'Bir gün evleneceksin yavrum, evin, akşam işten gelen bir kocan ve çocukların olacak' sözleriyle hazırlıyorsunuz evliliğe? Hep bir gün mutlaka ama mutlaka evleneceksin hissettirisi (Türkçe'de böyle bir kelime var mıydı??). Biz de kobay fareler gibi daha bebecik yaşta alıyoruz bebeklerimizi elimize, annecilik oynuyoruz ya da akşam gelecek kocamıza yemek hazırlıyoruz. Ben çocuğuma böyle yapmayacağım. Bir gün gidecek bir emanet gibi bakmayacağım yavruma..."

Annem etkileniyor galiba söylediklerimden hiç sesini çıkartmıyor. Haksız olduğunu anladığında ya da laf ebeliği yapıp kafasını karıştırdığımda susar böyle. Birinci raundu kazandım diye sevinirken yanıldığımı çok erken anlıyorum...

"Yavrum bizde analarımızdan böyle gördük, gördüğümüz gibi yaşadık, evlatlarımıza da öyle davrandık. Doğru ya da yanlış. Sende çocuğunu kendi doğrularınla yetiştirirsin. Ama bundan önce evlenmen gerekiyor. Hadi üzme anneni, uzaktan da olsa bir gör şu çocuğu."

Yok bu taktik tutmadı. Başka bir yol seçiyorum.

"Annecim, astsubaylık dediğin öyle aman aman bir meslek değil ki. Habire tayin çıkıyor, dolaşıyorsun şehir şehir. Sen benden o kadar ayrı kalamazsın. Bende senden kalamam. Hem İstanbul'u biliyorsun ne çok sevdiğimi."

"Sen niye küçümsüyorsun elalemin adamının mesleğini"

"Hah bak ne güzel söyledin, elalemin adamı yüzünden kaç dakikadır boşa çene yoruyoruz. Hem küçümsemiyorum, olumsuz bir yönünü göstermek istedim."

"Tanırsan belki için ısınır, elalemin adamı olmaktan çıkar. Hadi yavrum üzme anneni."

"Anne duygu sömürüsü yapma bana ya istemiyorum."

"Annenle ne biçim konuşuyorsun sen öyle elalemin adamı yüzünden, o kadar mı hakkım var sende."

"Anneeeeeee..."

"Amann ne halin varsa gör..."

Annem pes etti, bu sefer gerçekten kazandım. Tabi bu şimdiye ait bir pes ediş. Arkasının geleceğini biliyorum. Yine de aldırmadan, küçük de olsa bir zafer kazanmanın nahoşluğuyla tuvalime doğru yöneliyorum...

Tuğba Çamlıbel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,709,709,709,709,709,709,709,709,709,70
              10 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kül Rengi Gökkuşağı : Mehmet Necip


ŞAHADET

Koskoca yaz nasıl olduğunu anlamadan bitmiş, günler bir bahar yağmuruyla kaybolan karlar misali eriyip gitmişti. Yolculuk vaktiydi artık. Yüreğinde; köyünden, arkadaşlarından, evinden, en çok da annesinden ayrılacak olmanın verdiği sıkıntı ilk kez köy dışında yaşayacak olmanın verdiği heyecana karışıyor; o tertemiz minik zihnin tarifine gücü yetmeyeceği bir duygu yumağı ortaya çıkarıyordu. Annesinin son bir kez eşyalarını düzenlerken bunların azlığını vurguluyarak yaşadığı üzüntüyü anlayamıyor; o hiç görmediği şehirde neden köyündeki gibi giyinemeyeceğini kendine sormadan edemiyordu. Giysilerin azlığından ziyade ayrılığın hüznüne verdi annesinin üzüntüsünü. Teselli etmek için birkaç söz söylemek istediyse de kelimeler boğazında düğümlendi ve o da anladı gerçeklerden bahsetmenin zorluğunu. Belki de hayatı boyunca aynı hisleri yaşayacağını, kendini tutamadığı anlarda hep başka şeylerden bahsetmeye çalışacağını düşündü o an.

Annesi bir türlü odadan ayrılamıyor; oğluyla geçireceği son saatleri uzatmak için bahaneler buluyordu kendine. Oğluna sorular soruyor, öğütler veriyor, ne zaman geri dönebileceğini düşünüyor ve tüm bunlar sıkıntısını biraz daha arttırıyordu. Nihayet, oğlunu anlından öpüp rahatsız etmemek için uyuyuncaya kadar odaya girmemek üzere yalnız bıraktı. Kocasından sonra oğlunun da ondan ayrılması yüreğini yakıyor; bu iki ayrılığı nasıl kaldıracağını bilemiyordu. Kocasının ölmemiş olmasını ne çok isterdi. O olsaydı oğlunun hasretine göğüs gerer, bu yaşa kadar hep yaptıkları gibi birbirlerine destek olurlardı. Oysa onun ölümünden sonra sığındıkları ve paradan başka bildiği olmayan ağabeyinden başka kimsesi yoktu şimdi.

***

Şafağın sökmesi gitme vaktinin habercisiydi. Annenin hazin bakışlarına aldırmadan aydınlandı ufuk çizgisi. Anne aldırmazlık edemezdi ama bu aydınlığa. İncitmeye korkarmış gibi usulca uyandırdı oğlunu. Oturdu karşısına ve izledi hazırladığı kahvaltıyı yiyişini. Ne yiyebildiyse oğlu? Lokmalar boğazına düğümlenmedikçe ne geçirebildiyse boğazından artık doya doya seyretti yavaşça kursağından akışını onların.

Seher yelinin ılık ılık esmesi iyice kederlendirdi onları. Eskiden ne de çok severdi oysa çocuk sabahın bu kör saatinde uyanıp rüzgarın yüzünü yalamasına izin vermeyi. Yanında durduğu koskoca kavağın yapraklarını hışırdatması kalbini eziyordu ama o an.

Veda etmek hiç gelmedi içinden. Doya doya sarıldı annesinin boynuna ve doya doya öptü ellerini. Toprak kokan, ot kokan, emek kokan, ana kokan ellerini... Bir sürü söz geldi aklına o an. Hiçbiri dökülmedi dudaklarından ama. Bir damla göz yaşı oldu sadece üst dudağından annesinin omzuna düşen.

" Gel ana. Sen de gel. Üç lokma ekmeğimiz, bir yudum suyumuz olur; paylaşırız. Varsın aşımız hiç olmasın, sen yanımda olursun ya ben doyarım. Ekmeğimi bandırdığım çorbam da çorbamdaki tuzum da sen olursun. Ben sensiz neylerim oralarda anam. Gel anam. Sen de gel." Hep bunları söylemeyi düşündü. " Hoşçakal!" bunlar demek değildi oysa.

Oğlanın arkasını dönüp de gitmesine şahit oldu kavak ağacı. Havadaki ağır hüznü hissetti o da. Dallarının sarktığını zannetti bu ağırlıktan. Tüm yaprakları dökülecek gibi geldi bir an. Oğlanın gidişini izledi uzun uzun. Bunca yıllık ömründe hiç böyle hazin bir sahneye şahitlik etmemişti. Kimbilir bir daha eder miydi? Ömrü yeter miydi buna ya da ister miydi ömrünün yetmesini bu acıya katlanmak pahasına? İstemezdi elbet...

İstemezdi ya oldu işte. Oğlanın gelişine şahid oldu ağaç. Eksik bir şey vardı bu şahadette. Annenin sevinç dolu bakışları yoktu, oğlanın boynu da daha büküktü. Ne bilsindi ağaç annenin, anneyle birlikte sevinçli bakışların toprağa gömüldüğünü? Ve nereden bilsindi bu gömü acısıyla bir boynun büküldüğünü?

Mehmet Necip
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,789,789,789,789,789,789,789,789,789,78
              9 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.646 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


BİR FOTOGRAF KARESİNDEN

bir fotoğraf karesinden bakıyorsun bana
sessizce, donuk...
yüzündeki hüznü bir ben biliyorum, bir de sen.
gözlerini oyuyorum...
başka gözler koyuyorum gülümseyen...
...hiçbiri yüzündeki hüznünü yok edemeyen...

Mehmet Güneş

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

Tiijen İnaltong'u okuyanlar bilir. Linkimiz kendisini tanımayanlar için http://mutfaktazen.blogspot.com/ Mutfakta Zen, Tak Koluna Sepeti, Mevsimlerle Gelen Lezzetler derken şimdi bu sayfada enişteye inat maniler de var. Altin tabakta visne / Gel yârim aska düsme / Bu askin sonu çikmaz / Nâfile dile düsme. Hem karın hem de ruh doyurmak için daha detaylı bilgi isteyenlere de http://www.geocities.com/tijeninaltong/

http://freecycle.org/ Elinizdeki fazla eşyaları ihtiyacı olan birisine verirken kendi ihtiyacınızı da bedel ödemeden karşılamak hoş bir durumdur.
İşte böylesi bir site, İstanbul grubunda 79 üyesi var. Evimizden ofisimizden bir yıl içinde attıklarımızı düşünürsek neden olmasın...

Siz işyerinde veya ev ortamında bilgisayarınızla yoğun bir irtibat halindeyseniz, ekranda hep aynı görüntüyü görmekten sıkılır ve güzel bir resim ararsınız. Biz bu resimlere ne diyoruz? Duvar kağıdı. http://www.wallpapervault.com/ kısayolunda en alası mevcut. Hem de bazıları aktif animasyonlu, (ne demekse?). Ve işte en sona sakladığım sürpriz. http://mariemarie0000.free.fr/fichiers/images/pop.swf kısayolunda öyle ilginç bir şey var ki inanamadım. Eminim sizler de gözlerinize inanamayacaksınız. Sonunda yaptılar dedirtecek bu orjinal çalışmayı lütfen kaçırmayın. Büyük küçük hepinizin hoşuna gideceğine eminim.

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Anti-Spy Personal Firewall 2.0 [751 KB] Windows shareware (34.98$)
http://www.sharewarepost.com/download/antispy.exe
Epeydir güvenlik diye diye bir hal oluyoruz. Yabancı ellerin bilgisayarlarımıza değmesini önlemenin en etkili yolu bir firewall kullanmak ama piyasadaki programlar oldukça teferruatlı olduklarından bazen kurunun yanında yaşta yanabiliyor. Bu minik program açık olan portları ve kullanan programları size derhal gösterip anında önlem almanızı sağlıyor. Oldukça etkili. Güvenlik diye inleyen herkese tavsiye edilir. Önce indirip deneyin, sonra bir çaresini bulursunuz artık.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050429.asp
ISSN: 1303-8923
29 Nisan 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com