ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 746

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 17 Mayıs 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Necefli Maşrapa!..


Merhabalar

Dokuz Perşembenin bir araya geldiği günler yaşıyorum üzerinize afiyet. O nedenle bu aralar sıkça kaytaracağım izninizle. Siz beni yıllık iznimden bölümler kullanıyorum gibi farzedebilirsiniz. Tabi bu söylediklerim sadece benim yazılarım için, yoksa diğer yazarlarımız dolu dizgin devam ediyor. Siz şimdi beni benimle bırakın aşağıdaki birbirinden güzel yazıları okumaya başlayın. Hepinize güzel bir gün diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Fatih Akın'ın
Crossing The Bridge-Sound of İstanbul'u

Ya da Cannes kıyılarına vuran dalgalarda İstanbul sesleri...


Gecenin zor bir yerindeyim. Bir yarım kal anlat diyor, diğer yarım uyumalısın. Bedenimi kaplayan yorgunluğun taa derinden içimden geldiğini biliyorum. Aslında yorgun olan beynim ve ruhum. Biliyorum yazamazsam asla dinlenemeyeceğim...

O geceyi anlatarak başlamalıyım belki de.

Sabah, isteksiz bir gülüştü yüzündeki, öğlen niyetini belli etti. Şaka yapmayı mayıs geleneği olarak festival konuklarının ıslanması sanan bulutlar, gökyüzünün tüm sitemiyle indirdi yağmuru. Çünkü, Cannes göğün yıldızlarını çalmıştı. Bu yıl 58.si düzenlenen Cannes Film Festivali sırasında şehre yıldızlar yağmıştı. Sinemanın görünen, görünmeyen, sönen, parlayan yıldızları kırmızı halı üzerinde kameralara gülümsemeye ve Altın Palmiye heyacanını paylaşmaya gelmişlerdi...

Akşama az kalmıştı. Gökyüzü tüm maheretini gösterip bir yönetmenden rol kapmak istercesine kılıktan kılığa giriyordu. Belki de hayatının rolüydü oynadığı. O şakasını şiddetli bir yağmura dönüştürdüğünde Cannes'da değildim. Kırmızı halının ıslak halini, etrafta koşuşturan ıslanmış insanları ve rengarek şemsiyeleri göremedim. Ama o akşam orada olmalıydım. Kendim ıslanmayı göze almıştım, kızımı ıslatmayack yağmura razıydım. Göğün yeni bir yönetmene kendini beğendirmek için güneşli kostümünü geçirmesini fırsat bilip yola koyulduk.

İşte akşamın en güzel saatleri, sokaklarda hala yağmur kokusu, tahmin ettiğim kadar kalabalık yok...

Şimdi bekleme zamanı.

Kızım ilk defa beyazperdede film izleyecek, ben İstanbul'un sesini dinleyeceğim birazdan. Gözlerimi kapıyorum sadece...

"14 Mayıs 2005 tarihinde saat 21.30'da Cannes Plaj Sineması'nda jüri üyeleri arasında yer alan yönetmen Fatih Akın'ın belgesel niteliğindeki filmi "Crossing the Bridge-Sounds of İstanbul" gösterilecek"

Elimdeki gazetesinin o kısmını böyle tercüme ediyor aklım. Tarihler, saatler ve isimler arasına kelimeleri ben yerleştiriyorum...

Gökyüzü ile yaptığımız gizli anlaşmada hafif bir rüzgardan bahsetmiştik. Plajda kumlar hala ıslak, hem oraya girebilmemiz için devetiyemiz yok. Artık buralardan olmanın tecrübesi ile yanımızda getirdiğimiz seyyar sandalyelerimizi perdeyi en güzel görebilecek mesafedeki kaldırımın kenarına yerleştiriyoruz. Kızımın puseti, montlarımız, battaniyelerimiz herşeyimiz yanımızda. Sadece bekliyoruz.

Karşımızda beyaz perde. Denizde yanyana dizilmiş gemiler, yatlar, yelkenliler, botlar, belki de adını bilmediğim deniz taşıtları. Sesler İstanbul'dan gelecek ya, sanki birileri düşünmüş ve yanyana dizmiş onları, hepsinin ışıkları denizi aydınlatıyor. Sanki Ortaköy'deyim de Üsküdar'ın ışıklarını seyrediyorum gibi.
Gökte ay tek bir yıldızı almış yanına, biraz uzak düşselerde bir yanda ay, bir yanda yıldız.

"Duvara Karşı" filmi ile özellikle Avrupa'da kısa sürede tanınmayı başaran Fatih Akın bu özel gösterime gelmemiş. Filmin başlamadan tanıtımını yapan konuşmacıdan öğreniyoruz. Daha önce rastladıklarımız gibi uzun uzun konuşmuyor. Zaten söze ne hacet, birazdan müzik anlatacak herşeyi...

Film, Duvara Karşı'nın müziklerinde imzası bulunan Alman müzisyen Alexander Hacke'ın dilinden anlatılıyor. Tabii Fatih Akın'ın İstanbul'u seyreden vizöründen. Hikaye Büyük Londra Oteli'nde başlıyor ve İstanbul'un tüm sokaklarında devam ediyor. Sözler seslere, enstrümanlara dönüşüyor. Her semti ayrı kokular taşıyan İstanbul'un her sokağı ayrı sesleniyor kentin ismini. Şehrin genişleyen siluetini havadan görmek beni bir an korkutsa da, sokaklarına taşan seslerini duymak bir nebze olsun giderdi özlemimi...

BABA ZULA ile oryantal ezgileriyle rock-caz karışımı bir müzik dinlerken Boğaz'da bir teknedeydim. Sonra ORIENT EXPRESSIONS'un Disjokeyleri ile bir gece klubünde dans ettim. Beyaz perdede DUMAN göründüğünde köprüaltına gittim onlarla beraber. REPLIKAS'ı ilk kez dinledim. ERKİN KORAY en genç halleriyle çıktı karşıma. Candan Erçetin'le birlikte yaptıkları düet şarkıyla girdiler filme önce. CEZA, onların yaptığı müziğe yabancıydım ama İstanbul'un isyanıydı şarkıları.
MERCAN DEDE, bir su gibiydi. Önce ney, sonra sema. İstanbul Anadolu'nun sesini verdi O'nun müziğinde. Keşanlı SELİM SESLER Rumeli'nin sesi oldu. Müzik için yollara düşmüş Kanadalı folk şarkıcısı BRENNA MacCRIMMON bir Rumeli kızıydı yanında. Sonra sokağın sesi duyuldu. Taksim'in girişinden Tünel'e uzanan kaldırımlara isimlerini yazan SIYASIYABEND sokak müzisyenlerini anlattı İstanbul'un. Kürtçeyi en yanık sesiyle ağlattı AYNUR, ağıtlardır en çok söylediğimizdir derken İstanbul'un bir başka diyarlarına götürdü beni.ORHAN GENCEBAY filmin başında kısa bir merhaba demişti, sonra sazıyla devleşti perdede. Arabeskin kentli müzisyeni diye tanıttı İstanbul O'nu bize. Sonra MÜZEYYEN SENAR aldı rakı bardağını, söyledi şarkısını. Yıllanmış İstanbul sesiyle 'Haydar' dedi, bir başka semtine gittim İstanbul'un. Eski bir film sahnesinde şarkı söyleyen siyah saçlı, ufak tefek kız, arkasına İstanbul Hatıralarını alıp sarışın bir kraliçeye dönüştü; SEZEN AKSU
"bir eski resim duvarda
belki beti belki pola
markiz'de oturmuş sakin
seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla
seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla..."*
Filmin ilk sahnelerinde bir taksiyle otele gelen Alexandre Hacke, valizlerini toplamış Otel'in önünde bekliyordu. O valizlere İstanbul'un hangi seslerini sığdırabilmişti bilmiyorum.
Film bitmişti ama İstanbul'un müziği her sokağına yayılan ayrı ayrı yaşam sesleriyle her daim var olacaktı.

Gece buz gibi serinledi. Üstümde incecik bir hırka, yüreğimdeki İstanbul Hatırası ile ısınmaya çalıştım. Sinema ve müzik, bir yönetmenin en derin İstanbul sevgisiyle perdeye yansımıştı. Arabaya doğru yürürken kıyıya çarpan dalga sesleri ile Boğaz'ın deniz kokusunu aldım.
Teşekkürler Fatih Akın ve İstanbul'un Sesleri...

Not: Filmde yer alan müzisyenlerden hatırlayamadıklarım olduysa sizlerden özür dilerim, umarım bu film Mayıs sonu gibi ülkemizde de gösterime girecek. Ve siz kendi sesinden dinleyeceksiniz İstanbul'u

* istanbul hatırası
beste: arto tunç
söz: aysel gürel
Sezen Aksu'nun Sezen Aksu Söylüyor isimli 1989 yılına ait albümünde yer almıştır.

SunA.K. Grasse
Fotoğraflar: Murat Keleşoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Nihat Turan


UÇURUMLARA YAKIN DUR ZELAL

(zira orda açar en güzide çiçekler...)

Anlamak neden bu kadar acı verici Zelal. Bilmek neden heyula gibi oturur zihin kıvrımlarımızda. Keder yüklü bilgiler bize yitik sevdalar sunuyor Zelal, nedendir. Neden bize hep mecnunun ayak izlerini sürmek düşer. Şehri sahra niyetine yürümek nedendir?..

Sormaya başlayınca öğrenirmiş insan. Oysa bizim için sormakla başlamıştı, dert yüklü koridorlarda yürümek. Sordukça hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrendik. Öğrenmekle görüntülerin ardındaki gizemlere ulaştık. Ulaştığımız yerde ya pişman olduk ya da geç kalınmışlıkla olduğumuz yere yığılıp kaldık.Ya zamansız sevdik ya da severken gözü kör davrandık. Kalbimizi yorduk Zelal. Pişmanlık ve geç kalınmışlık bu yorgun kalbimize paslı bir hançer gibi saplandı. Saplanan hançeri çeken biri olmadığı gibi değen her el hançeri daha derine girmesi için kalbimize doğru itti Zelal. İnsanlar neden bu kadar yaralayıcı olur ve neden bu kadar köksüz ve soysuzdur ilişkiler…

Öğrenmek şimdi çok yaralayıcı Zelal... Bilgimiz artıkça görür olduk her şeyi. Safiyetin kaybı bilgiyle başladı. Düşünmeksizin günbatımını izlemek isteyişin, çocuksu yönlerini özlemen ve tenhanda nedensiz olarak döktüğün gözyaşları hep bundandır Zelal...

Bizim sandığımız her şey meğer başkalarınınmış Zelal. Biriciklerimiz bir çoklarıymış kimilerinin. Kokusu hazan olan baharlar yaşadık hep. Köksüz gerçeklerin gövdeleri elimizde kaldı tutunca. Dokunamaz olduk hiçbir şeye. İçi oyuk çınarlara yaslandık bilmeksizin. Kemirgen vakitlerde üretken melankoliler hücre hücre sarmaladı varlığımızı. Yenilmeyi ve hele yutulmayı asla istemedik. Büyüme isteğiyle kavurduk kendimizi hep. Büyük balık olmanın küçük balıkları yutmayı gerektirdiğini unutarak büyümek istedik. İstedik çünkü hınç doluyduk. İsteklerimizle kanatsız uçuş denemelerini hep bunun için yaptık. Ama bir santim bile yükselemediğimizin nedenini kendimize sormaktan her zaman için kaçındık. Oysa kaçmak ne fayda Zelal, biz yeryüzünün çamurlarında yürüme yazgısına çivilenmiştik. Gün gibi aşikar günah gibi çirkin bir gerçekliğimizdi bu. Göklerin o mavi derinliklerine uçabilecek yaratılışa sahip değildik Zelal.

Hırs ve öfke ağırlıklarıyla bir milim bile yükselti alamazdık.Uçanların bize benzeyen duyguları olmazdı. Ne hırs ne hınç ve ne de ihanet, uçabilenlerin aşina olduğu duygular değildi. Onlar gökyüzünün maviliklerindeyken bizim yeryüzünün çamurlu yollarında olmamızın nedeni buydu işte Zelal...

Öğrendikçe; ihanetleri, sever gibi görünmeleri, makyajlı ilgileri, statüler hatırına ilişkileri gördük.Gördükçe de yabanıl bir sızı kuşattı içimizi. Acılar bilginin kollarıyla sarmaladı bizi Zelal. Bacon, "bilgi azaptır" derken haksız değildi Zelal. Haksız olan azaba da, kederede, bilgiyede kaynaklık edendi. Ve o kaynak insandı Zelal. Yani bizdik. Acının, hüznün, sahteliğin hayat bulduğu zamanlardan kör-topal,yara-bere içinde çıktık. Kayıp verdik kaygan zeminlerde.Yorgun, bitkin ve kırık dökük bir gururla yaşamın sahillerine düştük. Bizi gelip kurtaracak birine inatla bel bağlamadık. Kızgın,öfkeli ve nefret doluyduk. Soysuz ve seraplı kentlerin içinde dolanırken gerçeğe dokunamayışın yılgınlığıyla varlık direklerimizde kırılmalar yaşadık. Yaşamın pişkin ve bulanık ortalarında özne olmaktansa kenarlarda arı-duru nesne olmak daha evladır derken, içten içe beliren kızgınlığımızı çoğu kez gizleyemedik. Öyleydi değil mi Zelal?..

Bizim, en çokta anlarken çürüdüğümüz doğruydu değil mi Zelal? Anlamak neden bu kadar ölümcül ve neden ölümcül olan bize bu kadar yakın durur hep?..
Sen derin bakışlı, çocuk ruhlu, müşfik kalpli Zelal; beni şehrin sahralarında kendisine çeken serap sevgili; Etrafına öyle yalvaran bakışlar verme. Senki mağrur, senki vakur bir eski zaman asaletisin.

Boyun bükmek yaraşmaz sana Zelal. Öyle mağlup ve mazlum durma. Kalk ve kederlerini kanıksayarak yeni den duyumsa yaşamı.

Kalbinin en nadide mekanında ikinci sınıf yazgını ağırlayarak varlığına anlam kat yeniden. O minyon ve pamuksu avuçlarını O'dan başkasına açmak sana züldür Zelal. Vakur bir savaşçı gibi sessiz ve ansızın atıl öne doğru.

Korkaklığını bağırtılarla örtmeye çalışanlara benzemeden doğrul kenarlarında hayatın.Kenarlarda gizemli bir çekicilik vardır Zelal. Kenarlarda yaşamak utanç vermesin sana. Bil ki uçurumlar da kenardır.Uçurumlara yakın dur Zelal; zira orda açar en güzide çiçekler...

İnsanlık rahmetin kınından kendini sıyıralı çok zaman geçti Zelal. Hayatın ortaları ve ortalıkları şimdi bir savaş arenası. Acımak, sevmek, dost olmak yok...
Bir savaş hali bu Zelal;ihanetlerden, entrikalardan, komplolardan, kalleşliklerden ve kaçışlardan gayri bir varoluş biçimi yok…Sana uzak kıyılar-kenarlar gerek Zelal. Ve sana tenha uçlarda şehrin zifoslarından arınmak gerek şimdi...

En patika yollar yürünmesi için bize verilirken, sarp yokuşların bıçak sırtı yarlarında omuzlarımıza indirilen ihanetlerin o ağır yükünü unut Zelal. Acıma duygusu iğdiş edilen insanların acziyetimize savurdukları o galiz tebessümleri de unut. Unutmak acıyı hafifletir Zelal. Bilgiyi azap olmaktan çıkarır. Unut Zelal! Unut! Unuttukça safiyetle bilgeleşirmiş insan.

Sen derin bakışlı, çocuk ruhlu, müşfik kalpli Zelal, gel unutanları unutup bizi terk etmeyen yeni umutlar bulalım kendimize.
Hadi Zelal kalk artık.

Yara almış yanlarımızla tenha vakitlerde yeniden dirilişe duralım.
Hadi gel Zelal bak, vakit tenha olmak üzeredir...

Nihat Turan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,909,909,909,909,909,909,909,909,909,90
              10 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Öykü Özü


YENİ BİR AŞK

'Niçin başka güneş başka toprak ararsın?
Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?
Horatius

Bazen daha fazla sevmekten korkup yeni aşklar peşinde koşarsın. Yeni aşklar daha yeni başlamaktadır. Adı üstünde, 'yenidir', 'eski' fotoğraflar yoktur mesela… Eski sırlar, saklanması gereken mesajlar yoktur… Henüz birikmemiştir öfken, henüz küstüğünde bile ona, onu öpebiliyorsundur…O sana bağırdığında sen de ona bağırabiliyorsundur henüz… Ve henüz gecikilmemiştir hiçbir yere, hiçbir yerde kavga edilmemiştir. Hiçbir yer sevişmeyi beklerken uyuyakalma ve sırtını dönme hikayelerine şahitlik etmemiştir….Hiçbir filmde gözyaşın yoktur henüz, ve hiçbir şarkı kırgınlığını çok iyi anlatmıyordur…

Daha çok yalanın ortaya çıkmasın diye, yeni aşklar daha çekici gelir. Henüz tüm yalanların yenidir çünkü….Sen, çok yenisindir o pembe pembe gülümseyen şapkanın içinde…O, çok yenidir en çok sevdiği mavi gömleğinin ona kattığı tüm güzellikleriyle…Güneş doğarken hep daha çok umut vardır. Çünkü henüz, akşamdan kalma bir mide bulantısını onun yanındayken hiç yaşamamışsındır. Gece başın dönüp dönüp lavaboya koşma masalların olmamıştır onun yanında. Nasıl olsa, sen ne kadar 'rezil' olmuşsan ona, o da sana o kadar 'rezil' olmuştur…Henüz tuvalete girdiğinde kapının kapalı olmasına çok dikkat ediyorsundur…

Sırf kalbin yine öyle pat pat çarpsın diye, sana başka işler yaptırtmasın diye, bilgisayar başında yapılacak onca şeyi düşünürken, sırf bunlardan kaçmak için ve kendini sineye çekmek için, yeni bir aşk istersin…. Yanı başında duran, arzulandığını sanır, aslında tek arzulanan aşkın kendisidir… Çünkü aşk tekrar doğumdur, ölümü sonsuza dek erteleyendir… Hani ölmekten de korkuyorsundur sen, korkunu örtmenin en iyi yolu tekrar aşık olmaktır. Bundan daha iyi bir bahane olabilir mi yaşama direnmeye devam etmek için?

Böyle aşklarda gerçek olan sarılışlar değil, kaçışlardır…

Rüyalarında sürekli onu görmeye başlarsın. Oysa yüreğin onun için atıyor olsaydı, onu rüyalarında bile göremezdin. İnsan gerçekten aşık olduğu kişinin yüzünü hatırlamakta zorluk çekermiş biliyor musun? O yüzden hadi gel kendini kandırma şimdi, senin rüyalarında her gece onu görüyor olman da gerçek bir aşkın kanıtı olabilmek için biraz fazla abartılı bir aldanıştır…

Kendinden daha fazla kaçamayacağını anladığın an, bu ' yeni' aşkın da bitmesi gerekir. Yeteri kadar öfke birikmiş, yeteri kadar yalan söylenmiş, yeteri kadar yalnızlık çekilmiştir…Bunu kendine bile itiraf edemezsin ama söylemek zorundayım, evet yeteri kadar ihanet de edilmiştir…

Hadi gel kendini kandırma şimdi, kendine yaptığın en büyük ihanettir yaşadığın şeyi gerçek bir aşk sanıyor olman…
Gerçek bir aşkta 'yenilik' yoktur çünkü…

Gerçek bir aşkta eskiler,
tekrar tekrar,
yeni baştan sevilir…

Senin aşk sandıkların, kendi yüreğinin daha fazla acımasını durdurmaya çalışmak için uzak ülkelere çıktığın bir yolculuk telaşından başka bir şey değildir. Ve çektiğini sandığın 'aşk' acıları, gerçekten sevemeyeceğini bilmenin acılarıdır…

Sen kendini bile sevemedin ki bir başkasını kendinden daha çok sevesin…Ve sen kendine bile sarılamadın ki bir başkasına kendinden daha çok sarılabilesin…

Bana sorarsan sen hala,
kaçmalar peşindesin…

Öykü Özü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,907,907,907,907,907,907,907,90
              10 Kahveci oy vermiş.
16 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Derya İzbul


Baba Tarzan

Acemi denizcilerdik. Ama ustalaşmaya niyetimiz vardı. Onun için de uzaklara gitmek, sonra geri dönmek, sonra bir daha gitmek, yine dönmek ve yine gitmek, yani habire bir yerlere gidip gelmek gerekiyordu. Her dönüşte biraz daha denizci olacaktık. Kendi sınırlarımızın ötesine yani kendi uzaklarımıza ilk gidişimiz için Fenerbahçe'ye geldiğimizde içimizde pek öyle heyecan yoktu. Çünkü sırf varacağımız ilk liman vardı aklımızda. O liman da defalarca gidip geldiğimiz Sivriada'nın mini minnacık limanıydı. Ayrıca pek öyle uzak yol yapmamış olsak da kendi çapımızda kurt denizcilerdik biz.

Aslında üç kişi çıkacaktık bu yolculuğa. Birimiz son anda vazgeçti. Bin türlü mazereti vardı ama hiç birine inanmadık. Sonunda baklayı ağzından çıkardı:
"Arkadaşlar" dedi, "öyle kıyıyı gözden kaybetmeden yakın sularda dolaşmak iyiydi ama ben açık denizden korkuyorum. Vallahi dün bütün gece kabus gördüm. Defalarca korku içinde yataktan fırladım. Kaç defa denize düştüm, kaç defa tekne battı, kaç defa direk kırıldı, kaç defa yelken yırtıldı, kaç defa boğuldum, anlatsam inanmazsınız.
Hem kardeşim ben Anadolu'nun bağrından çıkmış adamım. Ne işim var denizlerde. Babam anlatırdı, eskiden bizim ordan biri kazayla bahriyeli olmuş da nerdeyse heykelini dikeceklermiş kasabanın meydanına. Sonra askerden dönüşünde bandoyla karşılamışlar bunu. Adını da Kaptan Hasan koymuşlar. Denizden bin metre yüksekte, sıra sıra dağların ardında Kaptan Hasan yıllar boyunca bitmez tükenmez askerlik anılarını anlatıp durmuş. İşte bizim oraların bütün çocuklarının denizciliği de Kaptan Hasan'ın askerlik anılarından ibarettir. Yani diyeceğim deniz kim ben kim arkadaşlar?
Onun için kusura bakmayın ben yokum bu yolculukta. Açık açık söyledim işte korkuyorum. Ve de ısrar etmeyin. Ayrıyetten içimde kötü bir his var; pek inanmam böyle şeylere bilirsiniz ama sanki kötü bir şey olacakmış gibi. Bana sorarsanız siz de gitmeyin. Deniz bu şakası olmaz."

Tabii ki dinlemedik onu. Ama şimdiden söyleyeyim ki arkadaşımızın kehaneti tutmadı. Yani başımıza onun kastettiği anlamda kötü bir şey gelmedi.

Neyse devam edelim; üç arkadaş öğle saatlerinde teknedeydik. Elimizdeki torbalarda bol bol yiyecek içecek vardı. Bizim tekneyi yani içimizdeki en tecrübeli denizciyi; bütün depolarını, bütün dolaplarını doldurarak uzun bir yolculuğa hazır hale getirdik. Baştan tonoza, kıçtan iskeleye bağlıydı. Hazırlıklar bitip bizimle gelmekten son anda vazgeçen arkadaşımızla vedalaşmak için iskeleye çıktığımızda, emektar teknemize şöyle bir baktım. Yine çok güzel görünüyordu suyun üstünde. Yine ilk önce geniş karnı çarptı gözüme. Bu karnın üstü bindirme tahtalarla kaplıydı. Tahtaların vernikli yüzeyinde güneşin deniz suyundan yansıyan parıltısı oynaşıyordu. Bu karın yumuşacık gelirdi bana her bakışımda. Bir kadının karnı gibiydi. Sanki onun içinde olduğumda hiçbir şey bana zarar veremeyecekmiş gibi. Evet o bir dişiydi. Ama sevgili değil, anneydi. Neden korkacaktım ki denizin ortasında onunla olduktan sonra. Onun karnının içinde olduktan sonra.

Vedalaşma kısa sürdü. Zaman akşamüstüne yaklaşıyordu. Poyraz, Boğaz'dan geçip, Çamlıca'yı aşıp, karadaki bütün yelkencilerin iştahını kabartarak hızla Marmara'nın ortasına doğru koşuyordu. Sırtımızı bu poyraza yasladık ve pruvamızı Sivriada'ya çevirdik. Bir saat sonra adanın küçük limanının girişindeydik. Her zamankinden biraz daha sertti poyraz ve her zaman yaptığı gibi, derlenip toparlanıp güneye doğru kaybolup gitmedi o akşam. Aksine sertledikçe sertledi. Geç saatte yatıp sabahın beşinde uyandığımızda hala esiyordu poyraz. Çaresiz düşecektik önüne. Düştük de.

Niyetimiz Sivriada'dan çıkıp Marmara Adası'na gitmekti. Bu bizim ilk uzun seyrimiz olacaktı. Evet acemiydik ama şu kadarını biliyorduk ki; bütün gece uykuya yatmayıp sabahın beşinde bile beş altı kuvvette esen poyraz, ileriki saatlerde denizin ortasında bize etmediğini bırakmazdı.
Sivriada'dan işte bu bilinçle çıktık. Bir saat kadar sonra tepemizden Yeşilköy'e inen uçaklar geçmeye başladığında elimiz bir türlü pruvayı Marmara'nın ortasına doğru çevirmeye varmıyordu. Nedense hep kıyıya mesafemizi koruyarak ilerlemeyi tercih ediyorduk. Azıcık korkuyor muyduk ne? Yok canım, buna "korku" değil "tedbir" demek lazım.

Bu Yeşilköy'e inen uçakların içinden denize bakmışlığım olmuştur. En sert poyrazda bile aşağıda deniz dümdüz ama sadece rengi daha beyaz görünürdü. O beyazlık işte şimdi bizim etrafımızda zıplayıp duran, hatta bazen güvertemizden aşan dalgalarmış meğer.
Uçaktan her baktığımda denizin ortasında içinde olmayı hayal ederek bir tekne arayan gözlerim, şimdi tepemizden geçen bu demirden kuşların ne kadar mükemmel bir taşıma aracı olduğunu idrak etmeme yardım ediyordu.

Bu konuyu hiç konuşmamış olmakla birlikte, teknedeki iki arkadaş Marmara Adası'na gitme sevdasından tamamen vazgeçmiştik de; önümüzde iki küçük sorun kalmıştı. Birincisi, bunu ilk kimin söyleyeceği, ikincisi de, karaya nerede ve nasıl ayak basacağımız?

Büyükçekmece'nin önünden geçerken ana yelkene ikinci camadanı vurmamız gerekti. Cenovayı da iyice küçülttük. Bizi buraya kadar geniş apazla getiren rüzgarı şimdi apazdan alıyorduk ve artık denizin mavisini hiç göremiyorduk. Yani uçaktan bakanların bembeyaz göreceği bir haldeydi şimdi deniz. Ama biz artık uçakların rotasından da uzaklaşmıştık. Kıyıdan birkaç mil açıkta bembeyaz dalgalar arasında yapayalnızdık. Tepemizden uçak bile geçmiyordu. Artık yolculuğun hedefinden vazgeçtiğimizi birbirimize söylemeye gerek bile kalmamıştı. Sürekli kıyıyı tarayan gözlerimizden belliydi ki kendimizi görebildiğimiz ilk limana atacaktık.

Sivriada'dan çıkalı beş-altı saat kadar olmuştu. Yani beş-altı saattir dayak yiyiyorduk o küçük balıkçı barınağını gördüğümüzde.
Güzel teknemizin beni her zaman koruyacağına inandığım koca karnı, bir dansözün göbeğinden daha kıvrak, bir o dalganın bir bu dalganın kucağında hoplayıp duruyordu. Bu şartlar altında havuzluktan onun oynak karnının içine girdim ve zar zor haritaya bakabildim. Gördüğümüz ve hemen dümen kırdığımız limanla aramızda hiç bir engel yoktu. Yelkeni melkeni toplayarak canımızı dar attık bu küçük barınağa. İçeri girdiğimizde okyanuslar aşmış da gelmiş denizciler gibiydik. Makineye rölantinin bir gıdım üstünde yol verip, şöyle bir döndük limanın içinde. Bütün balıkçılar bize taktirle bakıyor olmalıydı; "Vay canına acaba nereden geliyor bu havada, bu yiğit denizciler" diye. Teknenin içinde iskeletlerimiz söyle daha bir dikleşti, kartal gözlerimizle rıhtımda, mendirekte bağlanacak bir yer aradık kendimize. Ama nafile, köyün bütün balıkçıları doluşmuştu içeriye. Tabii; kim kalabilirdi ki bu havada denize?
O sırada kaptan köşkünün alnında kocaman harflerle Baba Tarzan yazan bir balıkçı teknesinin güvertesinden ufak tefek bir adam eliyle "bu yana doğru gelin" diye işaret etti bize. Bu kavruk balıkçının çağrısına uyup ona doğru yöneldik. Altmış yaşlarında görünen balıkçı bize taktir ve saygıyla, "gelin gelin, benim tekneye bağlanın, burası güvenlidir" dedi. "Eyvallah babalık" deyip baştan ve kıçtan iplerimizi uzatıp usturmaçalarımızı iki teknenin arasına sarkıttık.

Adı Baba Tarzan'mış. Yani buralarda onu herkes böyle tanırmış. "Buyrun gelin taze çayım var yorulmuşunuzdur" diyerek teknesine davet etti bizi.
Davete uyup Baba Tarzan'ın güvertesine atladık. Sahiden de çay iyi geldi. Pek meraklı bir adam değildi Baba Tarzan. Fazla soru sormuyordu. Nereden gelip nereye gitmek istediğimizi, şimdi neden bu küçük balıkçı barınağında olduğumuzu hep biz anlattık ona; konukseverliğine karşılık olarak. O da çaylar boşaldıkça tazeliyor ve bizi dinledikçe, "iyi yaptınız beyav ne işiniz var bu avada denizde?" diye buraya sığınmakla ne kadar doğru bir karar verdiğimizi söylüyordu. Baba Tarzan bizim kararımızı dolayısıyla denizciliğimizi onayladıkça biz de, çayımızdan bir yudum alıyor, şöyle mendireğin üstünden ufka doğru bakıp, "çok sert esiyor çok" diyorduk sık sık. Sonra da bir kez daha soruyorduk, "Ya baba bu mevsimde böyle hava olur mu buralarda?" Ve Baba Tarzan her defasında, "Yok beyav ben altmışbeş yaşında adamım böyle ava görmedim bu mevsimde" kabilinden sözler ediyor ve ekliyordu; "Bizim burda siz de tekneniz de rahat edersiniz. Poyraz kalana kadar bekleyin işte buracıkta. Ne aceleniz var beyav? Canınızı sokakta mı buldunuz? Çıkılır mı bu avada denize?"

Sohbete bizim teknenin iplerinin rüzgarın gücüyle direğe vura vura çaldıkları müzik eşlik ediyordu. Baba Tarzan'ın konukseverliği ve söyledikleri yüreğimizi rahatlattı. Gerçi gitsek giderdik ama iyi ki sabahleyin hedeflediğimiz rotada ısrar etmemişiz diye düşünüyorduk artık. Çünkü bu ustalık ya da cesaret değil aptallık olacakmış düpedüz. Üstelik burayı buldurup sığınmamız akıllı denizcinin yapacağı ustaca bir işmiş. Öyle diyordu Baba Tarzan.


"Gidin şöyle bir bizim kasabayı dolaşın, bak yukardaki kahvede bilardo, pin pon falan da var. Oynarsınız isterseniz, ben de eve kadar çıkçam azcık, sonra görüşürüz gene" dediğinde artık havanın ne kadar sert olduğunu ve bizim buraya sığınmakla nasıl da akıl dolu ve ustaca bir iş yaptığımızı tekrarlamaktan gına gelmiş olmalıydı balıkçıya. Olabilir, ama o da teslim ediyordu denizdeki durumun vahametini yani.


Mendireğin otuz-kırk metre kadar yükseğinde küçük bir meydana çıktık. Bu meydandan kasabanın içine doğru, ortasında çam ağaçları olan bir yol gidiyordu. Küçük meydanda bir Atatürk büstü, çamlı yolun başında da irice bir tabela vardı. Tabelada, "Burak Karakum Bulvarı" yazıyordu.

Gayet tabii ilgimizi çekti bu isim. "Burak Karakum".. Daha önce hiç duymamıştık. Ön ismine bakarak bunun genç bir insan olduğuna ve büyük bir ihtimalle artık yaşamadığına karar verdik. Çünkü yaşasa caddeye isminin verilmesi için büyük bir iş yapmış olması gerekirdi ki o zaman bu ismi biz de duymuş olurduk. Demek ki olsa olsa bu Burak, genç yaşında ölmüştü ve adı da böylece yaşatılıyordu. Kimbilir belki de kasabanın denize verdiği bir kurbandı Burak. Bu konu üzerine kafa yormaya Baba Tarzan'ın tarif ettiği yerde bilardo oynarken de devam ettik. Burak, askere gidip de geri dönememiş bir delikanlı da olabilirdi.

Akşam teknenin havuzluğunda keyif yaparken gözümüz yine sık sık direğin tepesindeki pinele takılıyordu. Anlaşılan bu poyraz bu gece de yorulmayacaktı. Anlaşılan niyeti bizi buraya hapsetmekti. Yani yarın sabah bize yolculuk değil, yine Baba Tarzan'ın güvertesinde muhabbet görünüyordu.

Güne çok erken başlamış, çok da yorulmuştuk, akşam bir şeyler yiyip ikişer de bira içtikten sonra yattık. Hani bazı geceler vardır; sanki yokmuş gibi. Akşam gözünüzü kaparsınız, sabah açarsınız. İşte öyle bir gece geçirmişiz. Sabah gözümüzle beraber kulaklarımız da açıldığında ilk duyduğumuz ses ana yelken ıskotasının direkte çaldığı trampet oldu. Poyraz gücünden kuvvetinden hiç bir şey kaybetmemiş, aynı hızla esmeye devam ediyordu. Kamaranın kapısını açıp havuzluğa çıktığımızda rıhtıma bağlı olduğumuzu gördük. Yani dün akşam yatarken rıhtımla aramızda olan ve bizim bordasına bağlı bulunduğumuz Baba Tarzan, şimdi yerinde yoktu. Sonra şöyle bir etrafa baktık ki; dün akşam biz yatarken barınağın içini tıka basa dolduran teknelerin hiç biri yoktu. Barınak bomboştu.

"Nereye gitmiş kardeşim bu havada bunlar?" diye düşünerek kafamızı kaşırken mendireğin ucundan Baba Tarzan girdi içeri. Ağır ağır yaklaşıp bize aborda oldu. Ve biz soran gözlerle ama ne soracağımızı bilemeden suratına bakarken önce o konuştu. "Günaydın beyler, ava gene berbat, siz bugün çıkmazsınız heralde, isterseniz rıhtıma bağlı kalın ben size bağlanayım ama birkaç defa teknenizden geçerim ona göre."

Hala bir şey soramıyorduk Baba Tarzan'a. Bir süre teknesinin üstündeki çevik hareketlerini izledik sadece. Sonra yine şaşkın şaşkın suratına bakarak, "hayrola baba nerden bu havada böyle?" diyebildik.

"Yavu siz yattıktan sonra akşamdan bi parça ağ atıverdiydim de onu toplamaya gittim sabah. Ordan geliyom işte" diye yanıtladı bizi. "E iyi ama baba bu havada denize çıkılır mı?" diyecek olduk, "Napçen beyav ekmek parası işte" dedi.

Sonra dün biz geldiğimizde barınağın içini tıklım tıklım doldurup da şimdi hiç biri ortada görünmeyen tekneleri sorduk Baba Tarzan'a, anlattı nerede olduklarını: "Epsi ekmek peşinde işte beyav. Ama siz bakmayın cahildir bunlar. Akıllı, okumuş adam çıkarır mı burnunu limandan bu avada, baksanıza şu poyraza."

Biraz sonra Baba Tarzan'ın güvertesinde yine çaylarımızı yudumluyorduk. Bu defa biz demledik çayı.

Kasabanın tek caddesine ismini veren Burak Karakum'u sorduk kurt balıkçıya. Bize onun hikayesini anlatmasını istedik.
"Haa o mu" dedi Baba Tarzan, "O kızancaaz üç dört sene evvel okul gezisiylen Uludağ'a gitmiş. Ne işin var senin oralarda be yavrucuk. Biz burdan lodos avalarda görürüz işte Uludağ'ın tepesini. Ep bembeyaz kar altındadır. Ne var yani gidip yakından görcek? Ecel çağırmış besbelli. Orda bi kayadan aşşa yuvarlanmış. Ruhunu da oracıkta teslim etmiş. Evinin tek evladıydı. Anası babası perişan oldu tabii. Kasabalı toplandık, bari ismini yaşatalım dedik. Reise söyledik, belediye yazdı işte adını oraya."

Biz Baba Tarzan'dan Burak Karakum'un hikayesini dinlerken balıkçılar birer ikişer geri dönüyor, barınaktaki bağlama yerleri yavaş yavaş teknelerle doluyor, poyraz hala çok fena esiyordu.

Derya İzbul
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,439,439,439,439,439,439,439,439,43
              7 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kül Rengi Gökkuşağı : Mehmet Necip


MASUMİYETE (S)ÖVGÜ

Birşeyler yapmalıyım. Ne idüğü belirsiz hislerime karşılık bulamayacağımı bilmenin kederini üzerimden atıp çareler bulmalıyım bu beladan kurtulmak için. Girmemem gerektiğini çıkmaza sapmadan anlamam güzel ama ya kalbim beni dinlemez de yularımdan çekip götürürse? Ne yapmalı da o köşeyi dönmemeli?

Şişenin dibinde kalan üç beş yudum votkayı da bardağa boşaltmak için ayaklarımı sehpadan kaldırıp gövdem ileri yatırıyorum. Bardakla şişeyi bir araya getiremeyecek kadar şarhoşum. Şişeyi kafaya çekmeye karar verip bardağı körlemesine fırlatıyorum sehpanın üzerine. Bardağın kül tablasına çarpıp çıkardığı şıngırtıyı, ardından kültablasının ara ara yanık izleriyle anasını bellediğim halının üzerinde yuvarlanışını farkedince bir küfür koyveriyorum en mantıksız tarafından. Bardağa da, kültablasına da, halıya da, hayata da, aşka da... Başımın çaresine bakmak zorunda oluşuma da bir küfür savurduktan sonra devam ediyorum düşünmeye.

Beni ona aşık edenin ne olduğunu bulmalıyım önce. Benimle tek alakası aynı iş yerinde çalışmak olan bu bu gencecik kıza beni bağlayanın ne olduğunu bulmalıyım. Ondan başkasını gözümün görmemesine... Masumiyet... Evet, masumiyet... Bakışında, duruşunda, yürüyüşünde ve konuşuşundaki masumiyet durup dururken dikkatimi çekip yüreğimi kıpır kıpır eden. Yapmam gereken gayet basit artık. Bu masumiyete gölge düşürmeliyim. Ama nasıl?..

Bir yolu olmalı elbet. Bir yolu... Bir yolu... Bir yo... Hayır hayır... Ne olursa olsun ona zarar gelmesine razı olamam. Kendimi kurtarmak için başka birini ateşe atacak kadar hayvanlaşmadım henüz.

Ya ben, ben ne olacağım? Hala bir insan olduğuma göre kendimi kurtarmanın bir yolunu aramamdan daha doğal ne olabilir ki? Biz insanlar değil miyiz tarih boyu hayatta kalabilmek uğruna bitkileri, hayvanları, hatta en yakınları da dahil olmak üzere insanları değişmeye zorlayan, çıkarları uğruna köleleştiren, tabiatına aykırı şeyler yaptıran ve istediği zaman hiç çekinmeden katleden. Bunu düşünecek halde değilim ama. İnsanlığın ne yaptığı beni çok da ilgilendirmiyor şimdi. Buradan kendime ne rahatlama payı ne de kurtuluş yolu bulabilirim.

Bu kadar içmemem gerektiğin kanaat getiriyorum şimdi. Hiçbir şeyi adam gibi düşünemeyeceğim bu şekilde içmeye devam edecek olursam. Varlığıma gölge düşürmekten, kendim gözümde küçülmekten öteye gidemeyeceğim. Kendi gözümde küçülmekten öteye... Kendi gözümde...

Hayalini getiriyorum odanın loşluğunda gözlerimin önüne. Gül pembesi eşarbı, deniz mavisi pardesüsüyle can buluyor karşımda. Usul usul yanına yaklaşıyorum. Her zamanki masum duruşuna biraz da çekingenlik eklenmiş bu gece. Niyetimi belli edip ürkütecek hiçbir davranışta bulunmamaya gayret ediyorum. Dokunacak kadar yakınına gelince hırsla uzanıp örtüsünü başından çekiyorum. Hiç ses çıkarmıyor ama ağlamaklı olduğunu anlayabiliyorum gözlerinden. Daha sonra sırayla pardesüsüne, gömleğine, eteğine saldırıyorum. Çırpınmaya başlıyor. Narin bedeniyle karşı koymaya çalışıyor ama şehvetin verdiği gözüdönmüşlükle bir ayı kadar kuvvetlenen beni engellemesi imkansız artık. Yine de direniyor. Bileklerine sarılıp boynundan öpmeye başlıyorum. Gittikçe daha büyük bir hırsla debeleniyor. Çığlıklarına ve yardım çağrılarına hiç kulak asmıyorum. Elimi omuzuna atıp sütyeninin ipini koparmak üzereyken vazgeçiyorum.

Tekrar kanepedeyim. Bir köpek kadar soğukkanlı, bir kedi misali uyuşuk oturuyorum. Başaramadığımın farkındayım. Ömrü boyunca yaşamak istemeyeceği bir tecavüz sahnesi kurgulayarak onca yücelttiğim masumiyetini allak bullak etmek istedim. Ama hala bütün saflığıyla karşımda direniyor, bana hiç fırsat tanımıyordu. Bu yöntemle kurtulamayacağım besbelli. Ya tersi olsaydı?

Üzerinde aynı pardesü, başında aynı örtüyle beliriyor tekrar karşımda. Bu sefer hiçbir şey yapmıyorum ben. Yavaş yavaş eşarbını çıkarıyor. Pardesüsünü omuzlarından atıp kollarından aşağı akıtıyor. Kar beyazı gömleğinin düğmelerini okşuyor şimdi. En üsttekinden başlayarak teker teker çıkarıyor iliklerinden düğmeleri. Çözdüğü her düğmede hınzırca bakışlar atıyor bana. Beni baştan çıkarmasına izin vermemeliyim. Hiç kıpırdamadan oturuyorum karşısında. Bana her bakışında o günahsız kızın bir parçası yok oluyor. Giderek bana benzemeye başlıyor. Devam etmeli buna; en az benim kadar alçak olmalı. Ona değer vermemi engelleyecek kadar alçak...

Gömleği yerde duruyor şimdi. Gömleğin altından çıkan, var oldu olalı güneş yüzü görmemiş göğüsleri çarpıyor gözüme. Dikkatimi çektiğine seviniyor adeta. Beni daha fazla heyecanlandırmak için dokunmaya başlıyor gögüslerine. Birkaç arzulu okşayıştan sonra vazgeçiyor. Herşeyin belli bir sıraya göre yapılması gerektiğinin farkında. Çıldırmama yetecek kadar yavaş hareketlerle eteğine uzanıyor. Topuklarına kadar inen eteğin alt tarafından tutup yukarı çekiyor. Usta bir heykeltraş elinden çıkmışa benzeyen bacakları serili duruyor gözlerimin önünde. Baldırlarıyla kalçalarının uyumu beni baştan çıkarıyor. Dizkapaklarındaki öpülesi pembelikle okşanası yuvarlaklığa hayran oluyorum adeta. Tarif edilemez bir iştahla bakıyorum gözlerine. Elimi pantolonumdan içeri daldırıyorum. Sabırsızlandığımı görünce eteği çekip çıkarıyor ve bana doğru yürüyor.

Tam yanıma gelmişken sol kasığımda hissettiğim ıslaklıkla kendime geliyorum. En olmadık yerindeki bu uyanış beni çileden çıkarıyor. Kendimden iğrendiğimi farkediyorum. Ama zannettiğim gibi yapış yapış bir ıslaklık değil kasığımdaki. O an anlıyorum şişenin dibindeki birkaç yudum votkayı bacağıma döktüğümü. Ve bir küfür daha koyveriyorum. Votkaya da, rüyaya da, sevdaya da, saflığına da...

Mehmet Necip
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
              3 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.705 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


SANRI

Gözlerin gelir aklıma;

Parça parça, bölük bölük
Çöker yüreğime hüzün.
"Alın götürün beni" derim
Dertleri kederleri süzün.

Ağır ağır kaybolur gecede yüzün.
Çeker gider;
Ne kıymeti var ki sözün?

Bir çocuk çöker penceremin önüne.
Ürkektir çocuk,
Üşümektedir hem de.
Gel gir içeri çocuk.
Gel gir!
Gülsün gül yüzün.

Alparslan Zengin

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


9.ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ

18-22 Mayıs 2005

ANA TEMA : ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK, DİL HAKLARI VE ÖYKÜ

YER: İMGE KİTABEVİ- (Konur sokak- Kızılay/Ankara)

18-22 MAYIS- Saat 12:00 ve 18:00 saatleri arasında Öykü Saati

21 MAYIS- ÖDÜL TÖRENİ (Saat: 18:30)
YER: ÇANKAYA BELEDİYESİ ÇAĞDAŞ SANATLAR MERKEZİ
ONUR ÖDÜLÜ: İNCİ ARAL
ONUR KONUKLARI : KATA KULAVKOVA - M.SADIK ASLANKARA

İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=3850&ek_tarihi=29/04/2005
Yazılarıyla hem elektronik hem de basılı dergimize renk katan sevgili Nesrin Özyaycı'nın yeni çıkan "ALLEBEN'DE BOĞULMAK" kitabıyla ilgili olarak Hülya Soyşekerci'nin bir yazısı. Dilerseniz yorumlarda da bulunabilirsiniz.

www.kaslagit.com
"Amacımız, insan gücü ile yapılan keşif yolculuklarıyla çocukları eğitmek ve herkese esin kaynağı olmaktır. İstendiğinde hayallerin gerçekleşeceğini, bu yolda karşılaştığımız engellerin aslında bizi durdurmaması gerektiğini göstermeye çalışıyoruz." diyor Erden Eruç. Bu güzel proje ile ilgili detayları öğrenmek, Erden Eruç'u tanımak ve belki katkıda bulunmak için tıklayın.

Siz işyerinde veya ev ortamında bilgisayarınızla yoğun bir irtibat halindeyseniz, ekranda hep aynı görüntüyü görmekten sıkılır ve güzel bir resim ararsınız. Biz bu resimlere ne diyoruz? Duvar kağıdı. http://www.wallpapervault.com/ kısayolunda en alası mevcut. Hem de bazıları aktif animasyonlu, (ne demekse?). Ve işte en sona sakladığım sürpriz. http://mariemarie0000.free.fr/fichiers/images/pop.swf kısayolunda öyle ilginç bir şey var ki inanamadım. Eminim sizler de gözlerinize inanamayacaksınız. Sonunda yaptılar dedirtecek bu orjinal çalışmayı lütfen kaçırmayın. Büyük küçük hepinizin hoşuna gideceğine eminim.

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


xp-AntiSpy Setup Download 3.94-1 [326 KB] Windows Free
http://xp-antispy.org/index.php?option=com_remository&func=sellang&iso=en
Harika bir yardımcı program. Windows üzerinde sizi rahatsız eden pekçok şeyi manuel olarak kapatmak mümkün olsa da bunun zaman aldığı ve bir miktar bilgi gerektirdiği hepinizin malumu. İşte bu program tüm bunları bir check atmakla hallediyor. Mesela MSN siz istemeden başlamasın mı istiyorsunuz? Deneyin çok işinize yarayacak.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050517.asp
ISSN: 1303-8923
17 Mayıs 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com