KMD 4.SAYI



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 812

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 5 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Cehennem zebanileri!..


Merhabalar,

4. SAYI ÇIKTI!Oldukça hareketliydi değil mi hafta sonu? Spor ve siyaset cephesinde yaşanan sıcak saatlere bir de takunyalı cehennem zebanilerinin çığlıkları eklenince ortalık toz duman oldu. Futbolda aldığımız sonuca hiçbir itirazım yok. Oyunculardaki yürekliliği gördükçe kızmak mümkün değil. Sporun cilvesi bu işte, az hata yapan kazanıyor. Son dakikada o hatayı yaparsan herşeyi alt üst edersin. Fatih Hoca'ya söylenecek bir laf yok bence. Oynanması gereken kumarı oynadı ama son dakikada ters dönen zar yüzünden kaybetti, çok rahat kazanabilirdi de.

Ama bir başka avluda oynanan kumar vardı ki, aklı başında herkesin durup düşünmesi, cebini yoklaması gereken bir kumardı bu. Fatih Camii'nde 500 tane cehennem zebanisinin, şeriat, hilafet çığlıklarıyla oynamaya cesaret ettikleri bir soytarılıktan söz ediyorum. Kumarhaneyi açıp bu sözde dindar zebanileri kollu makinada jack-pot oynamaya yüreklendiren hükümet ve temsil ettiği anlayıştan söz bile etmeye gerek görmüyorum. Aklı başında herkes bunun böyle olduğunu görebilir. Hükümetin başı "Polis görevini yapmalıydı" buyurmuş. Bak sen şu Allahın işine? Polis dediğin senin benim gibi etten kemikten insan, geçim sıkıntısı, görev yükü derken zaten bunalmış, bağlı olduğu İçişlerinden sorumlu bakanlığın iki dudağı arasına sıkışmış geleceğiyle emir kulu bir yetkili vatandaş. Muhtemeldir ki aralarında aynı görüşü benimseyenler vardır ama bu hiçbir zaman gelecek bir emri uygulamalarına engel teşkil etmez. Bunun tek sorumlusu bu yetkiyi kullanmayan amirler ve onların yöneticileridir. Oynanan kumara ses çıkarmayarak, daha da gelişmişlerini yapabilirsiniz mesajını vermişlerdir. İzinli gösterinin sınırlarını aşmadıkları için müdahale edilmemiş. Ben buna bir yerimle gülerim ama burası uygun değil. Sen Cumhuriyeti yıkmak için sloganları sıralayacaksın, Atatürk'e vatan haini diyeceksin, önceden hazırladığın yasadışı bir örgütün pankartlarını fütursuzca açacaksın, Tekbir sesleriyle ortalığı inleteceksin ama gösterinin sınırlarını aşmamış olacaksın. Nedir yani? Bu adamların durdurulması için illa ana avrat dümdüz gitmeleri mi gerekiyor? Çekilen filmlerden gayet güzel görülüyor, yetkili diye orada bulunan şahıs, elebaşının sırtını sıvazlayarak "Haydi aslanım yeter bu kadar, yavaş yavaş yokolun" diyor. Elebaşı da "Tamam paşam" diye karşılık veriyor. İşte bu, iktidar zihniyetinin, kendileri hoş görmeseler bile, yandaşları vatandaşları için açtıkları yolun sonucudur. Ve bu yolun sonu hiç iyi değildir. Bugün beşyüz kişinin bağırdığını yarın beşbin, öbürgün ellibin kişinin bağırmayacağını garanti edebilir misiniz? Hatta bunu "Kafirler camiiyi yaktı." yalanıyla ajite etmeyeceklerini söyleyebilir misiniz?

Bakın bundan elli yıl önce Selanik'te Atatürk'ün evini yaktılar diye çıkarılan söylenti Cumhuriyet tarihimizin en kara günlerinden birine çanak tutmuş, 6-7 Eylül olaylarında azınlıklara düzenlenen yağmalama olayları koskoca bir kültürel mirasın bir anda büyük ölçüde yok olmasına, binlerce vatandaşın yerinden yurdundan, işinden, malından, mülkünden ayrılmasına neden olmuştur. Ve bu hiçte öyle denildiği gibi bir anlık galeyanın eseri dedildir. Planlı programlı bir çalışmanın meyvalarıdır. Zira aynı anda yurdun pekçok yerinde patlamış ve hep aynı manzaraların yaşanmasına neden olmuştur. İşin tuhafı o zamanın DP iktidarı azınlıklara yakınlığı ile bilinen bir iktidardır. Hatta bu yakınlıkları bir sonraki seçim döneminde de devam etmiş ve meclise Ermeni vekiller bile sokmuşlardır. Oysa bugün, sıradan vatandaşı galeyana getirecek söylentiyi çıkaracak cehennem zebanilerinin kimlere yakın olduğunu düşünmekte yarar vardır. Felaket tellalığı yapmak değil niyetim ama bu türde yaşanması muhtemel olaylar sırasında hükümetin kimden yana tavır alacağını kestirebilmek pek kolay olmasa gerek, haksız mıyım? İşte bu olayları kumara benzetmemin nedeni budur. Kumar alenen milletin gözü önünde oynanıyor, tepkiler alınıyor, peyler sürülüyor ve bir sonra ki hamle belirleniyor. Ve umut hep yeşil tutuluyor. Belli mi olur, bir gün gelecek, kol çekilecek, JACK-POT!..

Agos yazarı Hırant Dink'in harika bir önerisi var. Dink, "Eğer 6-7 Eylül olaylarının vehameti konusunda hem fikirsek, gelin şimdi Beyoğlu'nda gene bir yürüyüş düzenleyelim ama bu sefer taş yerine çiçek atalım." diyor. Bence muhteşem bir öneri. Böylelikle hem elli yılın günahını çkartırız hem de AB kapısında harika bir mesaj veririz. "Biz hatalarımızı kabul ediyoruz, peki siz kabul edecek misiniz?" deriz. Fena mı olur dostlar?

Gelin haftaya muhteşem bir pop klasikle başlayalım. King Crimson çalıp çığırıyor, Epitaph. Hepinize başarılı bir çalışma haftası diliyorum, hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ferda Önler

 TEYZUŞ : Ferda Önler


  DÜŞÜNCELER : MARTICILAR ve MARTILAMA...

Bu defa da sizlere, "MARTILAR"dan söz etmek istiyorum.

Her ne kadar sahil insanı değilsem de nedendir bilmem, aşırı derecede bir deniz tutkum vardır. Deniz denince de aklıma hemen MARTI kuşları gelir. Sanırım asıl tutkum da, işte bu MARTILAR... Bana; insanla-deniz, denizle-kuş, kuşla-insan arasındaki bu üçlü ilintiyle birlikte, yaşanan derin sevgiyi ve güçlü dostluk bağlarını çağrıştırır.

İşte yine böylesi bir çağrışımdan hareketle, gazetelerden birinin hafta sonu ilavesindeki 'Pazar Yeri' köşesinde uzunca bir zaman önce yazan üstadımız, Müjdat Gezen'den alıntı yaparak, "martı-insan" ilişkisine dair üç minik öyküyü aktaracağım.

Martılara karşı tutkumdan dolayı olsa gerek, yayınlandıkları sırada gazeteden kesip saklamışım. Geçenlerde, evdeki arşivimde martılarla ilgili başka şeyleri araştırırken, tesadüfen tekrar elime geçtiler. Fakat öykülerden önce, bana ait küçük bir ayrıntıyı nakletmem gerekiyor. Sanırım o zaman, öyküleri buraya neden taşıdığımı daha iyi anlayacaksınız.

İşin esas ilginç yanı da, bu konuda birbiriyle hayli ilintili sayılabilecek bazı hoş tesadüfleri son günlerde peş peşe yaşamış olmam...

*** Dolap çekmecelerinde seneler öncesinden biriktirdiklerim arasında asıl aradığım, hayal-meyyal olarak hatırlayabildiğim kadarıyla aklımda kalmış birkaç eski fotoğraftı. Beni, onları yeniden gün ışığına çıkartmaya iten sebep ise, kısa bir süre önce aldığım sürpriz bir e-posta oldu.

Genel merkezi halen İstanbul-Gümüşsuyu'nda bulunan ve bir zamanlar benim de Ankara'daki ofisinde görev yaptığım bir holdingin, İstanbul bölümünden yakın iş arkadaşlarım; "Aris, Takvor ve Nafiz Üçlüsü" ile beni epeyce uzun bir aradan sonra buluşturan söz konusu e-posta, tesadüfler zincirinin ilk halkasıydı...

İkinci halkayı, varlığını çoktan unuttuğum şu minik öyküleri tam da bu e-postanın ABD'den geldiği günlerde yeniden buluşum oluşturdu. Zincirin üçüncü ve de en önemli halkası ise, e-postanın bana ulaşmasına tesadüfen aracılık ederek sağlayandı!.. (Onun kim olduğu bende saklı kalsın mı? çünkü biraz özel de...)

Geçmişte aramızda çok sıkı dostluk bağları olan bu "Üçlü" ile yollarımız, onların birbirleri peşi-sıra ABD'ye gidip New York'a yerleşmeleri ve benim de yurtdışından döndükten sonraki süreçte o holdingden başka bir şirkete geçişim neticesinde, '80'li yıllara ramak kala ayrılmıştı. Önceleri, aradan geçen senelere rağmen irtibatımızı koparmadan bir hayli sürdürmüştük. Ancak, '90'lı yılların başlarına gelindiğinde, bağlantılarımız sanki biraz kesintiye uğramış, daha sonrasında da ne yazık ki birbirimizin izini hepten kaybetmiş gibiydik.

Birlikte çalıştığımız dönemde, ben ne vakit görev gereği İstanbul'a gitsem, ki çok sık iş seyahatim olurdu İstanbul'a, birbirinden asla ayrılmaz bu üçlü, ev sahibi olmaları sıfatıyla beni mesai saatlerimiz dışında da ağarlar ve kelimenin tam anlamıyla İstanbul'un altını üstüne getirirdik.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu şehrin pek çok güzelliğini ben ilk kez onlarla keşfetmiş ve İstanbul'u lâyıkıyla, yani keyfini çıkara çıkara yaşamayı daha o yıllarda, yine onların sayesinde öğrenmiştim. İstanbul'a ve martılara dair unutulmaz anılarım arasında en fazla yeri de onlar alır zaten. Martılarla gerçek anlamda tanışıp, bu denli haşır-neşir oluşum ve onlara tutkumun başlangıcı da, taa o yıllara dayanır aslında.

Hele ki, Takvor'a ait küçük balıkçı teknesiyle çıkıp Sedef Adası açıklarında yaptığımız çapariyle istavrit avının keyfine hiç mi hiç doyamazdım. Bir kez denize açıldık mı, bir daha karaya dönmeyi kesinlikle istemezdim. Tekneden ineceğimiz Bebek koyuna yaklaştıkça yüzüm asılır, günün bitişinden dolayı her defasında aynı hüzün ve kederi yaşardım, çünkü denize ve MARTILARA veda anlamına gelirdi bana.

Balık avı boyunca kâh tepemizde, kâh sağımızda-solumuzda uçuşup duran, tekneye bir konup bir kalkan martıların varlığı, bana göre daha çok bir 'çığlığı' andıran sesleri... Yine, deniz üzerinde martılarla kurulan ve bana hâlâ inanılmaz gelen o dostluklar sayesinde, sanki hep birlikte neşeyle oynanan oyunlar... işte bunların hepsi beni alıp, daha önceleri hiç tanımadığım, bilmediğim bambaşka alemlere taşırdı.

Ayrıca, Gümüşsuyu'ndaki holding binasının arşiv olarak kullanılan çatı katına açılan küçük terasında bu üçlü tarafından beslenen martılarla yakından kurmayı başardığım ilişkilerden ötürü, galiba o süreçte bu kuşlara daha çok bağlanmıştım. Hatta, o dönemlerde okuduğum Richard Bach'ın kitabından öylesine çok etkilenmiş olmalıyım ki, bunlardan birine hiç tereddüt etmeksizin ben de "Jonathan" adını koymuştum. Uzak mesafelere uçmayı henüz beceremeyen küçük bir martıydı benimkisi ve annesi yoktu. Kendimi, ona gönüllü olarak 'annelik' etmeye tayin etmiştim.

İstanbul'dan dönüş vakti gelip çattığında onunla vedalaşmanın hüznü, evlat hasreti gibi sarardı içimi. Her veda esnasında, arkamdan neler hissettiğini düşünüp merak eder ama, nasılsa dostlarıma emanet edip bıraktığım için de, içim biraz rahatlayarak ayrılırdım yanından. Fakat gene de aklım, yüreğim onda kalırdı işte!.. Sonra, iş gereği İstanbul'a tekrar gitmemi haber vermek üzere arkadaşlar telefonla arayıp da;

"Jonathan, annesini özlemiş yine... gelip biraz ilgilensen şununla... Biz başedemiyoruz!"

şeklindeki yarı esprili, yarı şifreli daveti yaptıklarında, adeta koşarcasına yola çıkar, soluğu İstanbul'da alırdım. 'Kavuşma sevinci' denilen şeyin 'neme-nem bir duygu' olduğunu hatırladığım kadarıyla en iyi o sıralarda öğrenmiş olmalıyım.

Gönüllü anneliğim çok uzun sürmedi. Çabuk büyüyüp gelişti. Uçmayı da çok çabuk öğrendi. Ardından da hiç vakit kaybetmeksizin asıl yaşam alanına, yani denizlere kanat açıp gitti benim küçük MARTIM.

Daha ilk günden itibaren bunun doğal beklentisi içinde olmama rağmen yine de gidişini öğrendiğimde içim çok acımış, burulmuştu. O anda, terk edilmek gibi gelmişti bana. Hiç hakkım olmadığı halde, içten içe ona öfkelenmiş, kızmıştım, belki de... Halbuki, bu duyguların aynını ya da bir benzerini, kim bilir kaç kez benim ardımdan o da yaşamıştı?!.



***

Sonraları bu sahne, bana hep annemi düşündürtmüştür!.. yani, ben evden ayrıldıktan sonra arkamdan annemin duygularının neler olabileceğini?.. Günü gelince evden çıkıp giden evlat da, tıpkı yuvadan uçup giden kuşlar gibi olmalıydı. Geride bırakılansa, işte bu türden bir yürek sızısına, burukluğa benzer bir şey, hatta çok daha fazlası olmalıydı!..

Günün birinde "anne" olmayı asla göze alamayacağımın en net biçimde farkına varışım da, işte yine o zamanlardı galiba. Benim, anneme rahatlıkla yapabildiğimi, aynı gönül rahatlığıyla kendi evladım da bana yapabilirdi pekâlâ! Çünkü, gidişini engellemeye, yuvadan ayrıldığı için onu suçlamaya, kuşkusuz benim de hakkım olmayacaktı. Ama ben, annem gibi veya onun kadar, ne olgun, ne güçlü, ne de dayanıklı değildim... O halde geriye bana, daha en başından duruma el koymanın bir tek yolu kalıyordu, ki ben de onu yaptım:

Gidenin ardından yaşanması yüzde yüz muhtemel; kaygı, özlem, hasret, boşluk, sızı, terkedilmişlik, vb., gibi nahoş duyguları tadıp yaşamaktansa, bunları yaşatacak olana hiç sahip olmamak!

Kararımın ne kadarı korkakça ya da hangisi daha cesurcaydı, o dönemde bunu pek sağlıklı biçimde sorgulayamazdım. Hayati önem taşıyan veya radikal sayılabilecek bazı kararların alınabilmesi için, sadece gençliğin verdiği cesaret yeterli olabiliyordu. Galiba, insanın birebir yaşayarak tatmadığı bir duygudan mahrum olması, tadıp da sonradan aç ve yoksun kalmasından daha doğru ve mantıklı gelmişti bana o yaşlarda. Hepsi bundan ibaretti!

Şüphesiz ki bu, yaklaşık yirmibeş-yirmialtı yıl öncesinde sahip olduğum hayat görüşüme ve o günün koşullarına göre alınmış bir karardı. Bugün olsa, aynı kararı verebilir miydim? Bilemiyorum!.. Peki, bir hata mıydı ya da pişman mıyım?

Artık kanat çırpamadığıma göre, ne önemi var ki?..

***

Arkadaşlarım, belki beni teselli için, belki de içimdeki umudu canlı tutabilmem için, eğer sağ kalmayı başarabildiği takdirde diğerleri gibi onun da yavrulamak üzere mutlaka aynı yere dönüp geleceğini söylüyorlardı ama, bir yılı aşkın bir zaman diliminde gelen-giden olmadı! Sonrasını da bilemiyoruz, çünkü orada bizlerden kalan hiç kimse yoktu artık.

Kim bilir, dönüp de bulamamak korkusuyla belki o da bir daha geri gelememişti...

Her canlının içinde yaşattığı farklı korkuları vardır elbet! Ama, ister bir insanda olsun, ister bir martıda, varlığına alışılan birinden ayrı kalmak korkusu, bence her iki türdeki en benzeş duygu olmalı. Bu nedenledir ki, 'martı-insan' arasındaki yakınlaşmalar, bir zaman sonra derin dostluklara kolayca dönüşebilmekte veya 'insanla-martı' bütünleşebilmekte...

Kısacası; bendeki MARTI tutkusunu bu dostlarım çok iyi bilirlerdi. Zaten aramızdaki o sıkı dostluk bağı, eminim içimizdeki ortak - martı - sevgisinden kaynaklanıp besleniyordu.

Bana taktıkları bir de lakap vardı: "Kara Martısı!"

Eh, doğaldır ama, değil mi? Neresinden bakılsa sonuçta ben, denizlere hasret 'Ankara'da yaşıyor ve hiç istemesem de her seferinde dönüp karaya vuruyordum kendimi... Üstelik, karadaki yaşamın kuralları da öyle sanıldığı kadar kolay değildi!

***

Demek martılara olan tutkumla ben, aradan geçen bunca seneye rağmen hâlâ da hatırlanıyormuş olmalıyım ki, geçenlerde biraz da tesadüfen bana ulaşan sürpriz e-postanın ekine, yukarıda sözünü ettiğim o yıllarda (evin dört-bir yanını deşercesine aradığım halde maalesef bir türlü bulamadığım ve belki de bendekilerle aynı gün) çekilmiş bir de eski fotoğraf iliştirilmişti... Fotoğraf karesindeyse;

Terası çevreleyen korkuluk demirlerine tünemiş bir yavru martıya, hafiften ürkerek elleriyle yem verirken bir hayli de mutlu gözüken 'çok genç bir kadın'... ve de yanında, ona gülümseyerek bakan 'üç yakışıklı genç adam'...

Aynen tahmin ettiğiniz gibi, bu eskimiş fotoğraftakiler bizlerdik! Seneler sonra gelen e-postaya not düşüp imza atanlar da, yine o yılların ayrılmaz üçlüsü... Ne yazıyor orada, biliyor musunuz? (sadece çok kısa bir bölümü)

***

........
" Bizler, aradan geçen sürede umudumuzu asla yitirmedik... Yıllardır inatla, sabırla ve büyük bir özlemle hala MARTI JONATHAN'nın ANNESİNİ ARIYORUZ!..
........,
KARA MARTISI' nın uzaklardaki 'martıcı' dostları;
Aris, Takvor & Nafiz Triosu..."

***



Az önceki, benim gibi birer "MARTICI" olan dostlarımla yeniden buluşup kavuşmamızı anlatan öyküydü...

Üstat GEZEN ise, köşesinde "MARTILAMA" başlığı altında, her hafta bir martıdan söz ediyordu minik öykülerinde ve şöyle başlamıştı anlatmaya:

"Bu bir hayatı hakikiye öyküsüdür. Az biraz burulacaksınız ama, hayata dair çok şeyler bulacaksınız."

MARTILAMA-1

Birinci martı hikayesi yıllar öncesine rastlar. Kızım Elif o zamanlar dört beş yaşlarında. Cihangir'de bir çatı katımız var. Elif, çatıdaki pencereden bir martıya her gün yemek veriyor. Martının adı Rauf. Nedenini bilmem. Elif öyle diyor. Uzun yıllar sürdü bu martı besleme. Sonra ben Elif'in annesinden ayrıldım. Elif'le ilk eşim az ötede bir eve taşındılar.

Rauf çatıdaki pencereye her sabah gagasıyla vurur, Elif de hemen yemeğini verirdi. O sabah Rauf gene gagaladı pencereyi, Elif yoktu. Yemeğini ben verdim. Ertesi sabah bekledim, gelmedi, daha sonraki sabahlarda da gelmedi Rauf.

Elif ve Rauf birlikte gittiler...

MARTILAMA-2

Bir Temmuz sabahı tekneyle Boğaz'a doğru gidiyorum. Az önümde minik bir balıkçı kayığı. Üstünü ufak bir çatıyla kaplamışlar, muhtemeldir ki, balıkçı burada uyuyor geceleri. O minik çatıya, süzülerek gelen bir martı kondu. Balıkçı ona bir şeyler söyledi. O da balıkçıya. Aralarında ne konuştular bilemem ama, balıkçı çatının üzerine bir balık bıraktı. Martı o balığı yedi. İkisi konuşa konuşa gidiyorlar. Ben teknemde yalnızım. İşte ilk kez o balıkçıyı kıskandım. Elif ile, Rauf adlı martısı geldi hatırıma... O balıkçının bir martı arkadaşı var. Arkadaş, dost denen kavramların günümüzde alabildiğine azaldığı dünyamızda, o balıkçının bir martı dostu vardı. Onunla bir mutluluğu paylaştılar... Yolunuz Moda-Haydarpaşa açıklarından geçerse, ikisini mutlaka görürsünüz. Zaten o yörede onları bilmeyen yok.

MARTILAMA-3

Birkaç yaz önceydi. Teknemden çıktım eve doğru yürüyorum. Denizde bir martı gördüm. Kanadı kırıktı. Dönüp kepçeyle aldım onu. Yakındaki veterinere götürdüm. Kanadını alçıya aldık. Bir kutunun içine koyduk ki gagasıyla kanadını hırpalamasın. Teknenin üst katı meskeni oldu. Önündeki delikten yemini yiyip suyunu içiyordu. Eylül gelmişti. Tekneye az gidebiliyordum, çünkü çekimlerim başlamıştı. Her gün kaptana telsizle martının durumunu soruyordum. Bir gün gene telefon ettim:

- Dursun Kaptan, bizimki ne alemde? diye sordum.
- O dün uçtu, dedi...

Göz pınarlarıma bir iki damla yaş birikti. Beni terk eden ikinci martıydı...

***



ÇOK SEVDİĞİNİZ DOSTLARINIZDAN HİÇ AYRI DÜŞMEMENİZ ve YOLLARINIZIN ASLA AYRILMAMASI DİLEKLERİMLE... HOŞ, HER NEREDE OLURSANIZ OLUN, GERÇEK DOSTLARINIZ BİR GÜN MUTLAKA GELİP ZATEN SİZİ BULUYORLAR, YA!.. AMA, SİZ GENE DE BAĞLARI KOPARMAMAYA BAKIN...

Not: Fotoğraflar: (1, 2, 3.) Hürriyet/Fotoğraf Galerisi'nden, (4) tüm kuşların büyük dostu, Sn. Kazım Çapacı'ya aittir. http://med.ege.edu.tr/~capaci/gumus.htm

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,929,929,929,929,929,929,929,929,929,92
              13 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Kıvanç Gülhan

 Kıvanç'ça : Kıvanç Gülhan


  UMUM VAZİYET

Cumhuriyet, halkın kendi kendini yönettiği bir sistemdir. Genel anlamıyla halk, kendi iradesini ortaya koyabilmek adına birilerine vekalet vererek görevlendirir Bu, seçimler yolu ile olur. Vekaleti alanlar milletin vekili olarak TBMM 'inde görevlerine başlarlar. Partilerin de adaylarını, biraz okumuşlarından seçtiklerini biliyoruz. Bu demektir ki bizim vekalet verdiklerimizle oluşan meclis aslında halkın eğitim düzeyinin hatta iradesinin biraz üzerindedir.

Bu nedenledir ki Demokrasiden çok sıkça söz eder ve faziletlerini anlatırlar.
Konuşurken lafı karmaşık bir hale sokarak anlaşılmamasını sağlamak, şifreli cümleler kurmak da usulden olup, daha kültürlü ve bilen görünmelerini sağlar. Çevresindeki dalkavuklar da ha bire başlarını tasdik eder mahiyette salladığından insan, kendi bildiklerinden şüphe eder hale gelir.

Oysa demokrasi yönetim biçimi değil, bir yaşam tarzıdır. Dolmuş kuyruğunda sırayı bozup binmek isteyenin demokratlığından söz edilemez. Demokratlığı hazmetmiş biri her ne koşulda olursa olsun otomobilini iki oto'luk yere park etmez. Başkalarının hak ve özgürlüklerine müdahaleyi aklından bile geçirmez.

Meclis televizyonunun müdavimleri, vekillerimizin bu konularda ne hassas olduğunu bilirler.

Eğitim düzeyinin homojen olmadığı toplumlarda demokrasi bazen zarar verir. Radikal düşünceler, bir bakarsınız ki büyük taraftar kitlesine sahip olmuş.Gerçekte bu düşünceler kültür alt yapısı sağlam ve homojen olan toplumlarda küçük birer ayrıntı olarak kalırlar ve toplum için tehlike oluşturmazlar. Dolayısıyla müdahale gereği de kalmaz.

Bu ülke, daha önceki seçimlerde Erbakan'ı adıyla uyumundan mıdır bilmem başbakan yapmış ve Sekiz Yıllık Eğitim Yasasını Başbakan olarak imzalamak da kendilerine nasip olmuştur. Bu günlerdir, incir çekirdeğini doldurmaması gereken mevzuların gündemin baş köşesine oturması. Türban olayından bahsediyorum. Yani siyasetlere yön veren Türbandan.

Şeriat ile idare edilen İran'da bizdekine benzer bir baş bağlama şekli yok.
Başa oynayan bir partinin başkanına sorulan en önemli soru; " Türbanın siyasetlerindeki öncelik sırası". O, üzeri kapalı konuşurken, yaverlerinden biri bunu birinci sıraya yerleştiriyor ve "benim görüşüm" diyerek partisini bu işten sıyırıveriyor.

Bir lokanta reklamında " Ailenizle birlikte yemek yiyebileceğiniz çağdaş bir mekan" metninin altında, tesettürlü hanımlardan oluşan bir aile görüntüleniyor. Genç kızların bir bölümü ise eş bulup izdivaç yapabilmek için kapanıyorlar.

Ya biz toplum olarak Türkiye'nin ne sıkıntıda olduğunu bilmiyoruz yada her şey o kadar güllük gülistanlık ki oyalanacak mevzular arıyoruz. Çağdaş Atatürk Türkiye'sini el birliğiyle öldürdük. Kemikleri sızlıyordur her halde Atatürk'ün de.

Kıvanç Gülhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,678,678,678,678,678,678,678,678,67
              9 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Tuğba Çamlıbel

 Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel


  Geri Dönüyorum...

Sevdana geri dönüyorum...Üzgünüm, bu kadar yaşayabildim ancak kendi başıma...Bu kadar dayanabildim.

Yüreğim boş yere sebepsiz çırpınışlarda...Senden her firar edişim, gözlerinde son buluyor...Her değdiğinde gözlerimiz birbirine, bir terk edişim daha sona eriyor...Bu kaçıncı terk edişim seni yüreğimde...Ve kaçıncı gözlerine yeniden dönüşüm...

Hatırlar mısın bir rüya düşürmüştü seni aklıma? O sabah telefonunla uyandırmıştın beni. Heyecanla " gelmelisin " demiştin. " Şimdi, şu anda, gelmelisin bana..."

İçim bir tuhaf, kapatıp telefonu, gelmiştim sana...İş, güç, merak eden arkadaşlar bir an önemsiz olmuştu bende. Hissetmiş miydim neydim?

Varınca yanına, uzanıp tutmuştun iki elimi de...Gözlerinin içi gülüyordu...O gözler...O gözler bir kez daha kalbimi mühürlüyordu...Bakamayışım bundandı gözlerine. Yeni bir mühür izi istemiyordum gönlümde. Çünkü, önceleri, iz olup gitmişlerdi...Bir iz daha istemiyordum. İz bırakıp gitsin istemiyordum bir kişi daha...O mührü takıyorsa gönlüme, tutsun anahtarını elinde.
Kaybetmesin...Yitirmesin...Açmasın bir daha...Ama işte o an bir kez ve biliyorum ki son kez gönlümü mühürleyip, anahtarı eline veriyordum...

Başladın rüyanı anlatmaya...

" Tıpkı bir filmin başrol oyuncuları gibiydik. Romantik aşk filmlerini de sevmem bilirsin. Ama insan kendi yaşayınca farklı oluyormuş. "

Şaşkın gözlerle seni dinliyordum...

" Asos' a gidiyoruz seninle...Arabayı ben kullanıyorum. Sen yanımdasın...Sağ elim, sımsıkı elini tutuyor. yan gözle seni seyrediyorum...Hep dışarıya bakıyorsun. Sürekli bir şeyler soruyorsun. "Burası neresi?", "Bu kayalığın bir hikayesi var mı?", "Daha önce kaç kere gittin Asos' a? "

Ben gülerek bitmeyen sorularını yanıtlıyorum sürekli... Sonra yine dışarıyı seyrediyorsun... Elin hâlâ şu anda ki gibi sımsıkı elimde... Bir zaman sonra gözlemci ruhuna sinirleniyorum. Benimle ilgilenmiyorsun çünkü...

Virajlı yollardan geçip varıyoruz Asos' a. Odalarımıza yerleşiyoruz. hemen sahile götürüyorum seni...Gün batımını görmeni istiyorum limanda. Güneş tüm kızıllığıyla uzanırken denizin koynuna, kulağına fısıldayıp, sana evlenme teklif ediyorum...Tıpkı şimdi baktığın gibi, uzaklara bakıyorsun o anda da...Batan güneşi mi düşünüyorsun, yoksa doğan sevdamızı mı bilemiyorum. Sonra tebessümle bana dönüp ' evet ' diyorsun. İşte her şey bundan sonra başlıyor...

Birden sanki sahne değişiyor. Kumsalda görüyorum ikimizi. Bembeyaz giyinmişsin... Rüzgarda uçuşuyor eteklerin...Bir çardağı süslemişler beyaz çiçeklerle...Çardağın altında uzunca bir masa...Her biri ayrı bir çiçek deseniyle giyinmiş genç kızlar alıyorlar seni yanımdan. Taç giyme merasimine davet ediyorlar seni. Masanın etrafına karşılıklı diziliyorlar... Seni baş köşeye alıyorlar başında taç olan bir kızla birlikte. Oranın geleneğine göre bu usulle en son evlenen genç kız, gelin tacını sana devrediyor. Papatyalardan yapılmış tacı, usulca, ipek saçlarına bırakıyor...

Ve o an gözlerin sevgiyle bana bakıyor...Yanına geliyorum. Boynuma sarılıyorsun sanki az sonra ayrılacakmışız gibi...

Tam o anda uyandım. Odada gözlerimi gezdirdim. Tüm yaşadıklarımızın bir rüya olduğunu anladım. Kahretsin, dedim içimden. Tekrar kapattım sımsıkı gözlerimi...Belki devam ederim kaldığım yerden bu güzel rüyaya diye...Ama olmadı...Sonra seni aradım, ve, yanımdasın işte..."

Sözlerin bittiğinde, aklıma az önce ellerine bıraktığım anahtar gelmişti. Fısıldamıştım kulağına. " emanetime iyi bak " diye...Gözlerimden anlamıştın neyi kastettiğimi...Daha da sıkı kavramıştın ellerimi...

Üzgünüm canım sözümü tutamayacağım...Her nerdeysen, kiminleysen, kime uzatmışsan yardım elini, hangi kötü şartlar altında hiç tanımadığın insanlara bir nebze yardım etme çabasındaysan, hangi göz bakıyorsa sana minnetle, hangi yitirişlerine ağlıyorsan hâlâ

Umurumda değil...

Sana geliyorum tüm itirazlarına rağmen...Beni korumak istediğin dış dünyaya, seninle birlikte meydan okuyorum...Seninle birlikte, hiç tanımadığım, dillerini bile bilmediğim ama bir satır olsun öğrenmek için yalvaran gözlerle bakan minik çocukları kucaklamaya geliyorum...

Kırgınlığım geçti sana...Amacın ne olursa olsun beni bırakıp gidişine bir türlü hak verememiştim..Beni götürmek istememeni anlayamamış, teklif bile etmeyişine içerlemiştim...

Sonraları boyut değiştirdi kırgınlığım...Kendime söylenmeye başladım...Nasıl gitmedim yanında diye...Demek hissettirememiştim sana ne olursa olsun, nereye gidersen git yerinin yanım, yerimin yanın olduğunu...

İkimizi de affettim... Sonu ne olursa olsun sana geliyorum...

Sana,

Gözlerine,

Yaşadığımız her şeye,

Bütününe,

Kısacası sevdama dönüyorum...

Kısacası sana,

Bana,

Sevdana geri dönüyorum...

Tuğba Çamlıbel
tugbacamlibel@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,828,828,828,828,828,828,828,828,82
              11 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Cemal Aksu


Aylardan kasım olurdu, mevsim sonbahar...

Üniversitede ilk günlerimdi. Gölcük belkide en puslu akşamlarından birini yaşarken, arkadaşlarla her zaman gittiğimiz nargile salonunda tanımıştım onu. Bir arkadaşın ev arkadaşıydı. Yüzünün beyazlığı mı yoksa gözlerinin güzelliği mi etkilemişti beni bilmiyorum, ama gözlerimi bir türlü ondan alamıyordum. Kimi zaman nargile dumanın arkasına saklanarak, kimi zaman loş ışıklardan yararlanarak kısa aralıklarla tekrar tekrar süzüyordum. Bizleri tanımadığından olacak, konuşmaması hoşuma gitmişti. Tıpkı bana benziyordu. Susuyordu. İşte böyle hiç anlamadan apansız bir başlangıcı vardı ubudiyetimin. Nasıl yapmıştı yada ne olmuştu bilmiyorum ama çok kısa bir zaman sonra tamamen kölesi olmuştum. O ne kadar, “bende senin esirinim” dese de, ben bir köle, oda sahibimdi. Bu esaret gün geçtikçe ard arda ve karşılıklı yapılan fedakarlıklar sonrasında yerini kusursuz bir aşka bırakmıştı. Ama diğer arkadaşların yaşadıkalarını yaşamıyorduk. Yani aramızda hiç bir üryan gelişme olmuyordu. Bunu yapmak yerine yağmurda gezmeyi, gece sokakta dolaşıp, sabahı aramayı seviyorduk. Yada diğerleri gibi ailelerimiz gönderdiği paraları disko yada barlarda harcamak yerine, soğukta üşüyen sokak çocukalarına eşit şekilde pay etmeyi yeğliyorduk. Sabah olunca eve gidip, balkondan denizi seyretmeyi seviyorduk birde. Bu, anlattığım şekilde iki yılı aşkın bir süre devam etmişti...

Yine bir kasım akşamı yağmurda yürümüş, sokak çocukalarına yardım etmiş ve yollarda sabahlamıştık. Ama o sabahın ardındaki akşam bir başkaydı. Belkide ilk yanlızlığımı yaşamıştım o gece, belkide babamın ölümünden sonra ilk kez öyle sızlamıştı zavallı yüreğim. O olmasa da yağmurda yürüyor, sokak çocuklarına yardım edebiliyor ve sabahı bulabiliyordum, ama hiç bir sabah o kadar güzel görünmüyordu bana.

İşte yine o bana güzel görünmeyen sabahlardan birinde, onun için yazdığım bir şiiri sizlerin de duymanızı istedim.

Aylardan kasım olurdu, mevsim son bahar,
Gecenin karanlığına bırakırdık kendimizi.
Sonra yağmur yağardı, ıslanırdı sokaklar
Islanırdık, yeniden yaşarken kaderimizi.
Sevdalılar gayri meskun bir sahilde pineklerdi.
Sanki kaybolmuş gibi sabahı arardık yollarda.
Takım elbiseli şahir eşkiyaları ihtilasa giderdi.
Cürümü olanlarsa, mimlenirdi karakollarda.
Sokak çocuklarını üşüten bir rüzgar eserdi, serin.
Dertlerini dinler, kapanmayan yaralarını dağlardık.
Biri üşümekten yakınırdı, dolardı ışıldayan gözlerin.
Ateşi körüklerdin önce, sonra ağlardın, ağlardık.
Nihayet güneş gösterirdi kendini, gün aydınlanırdı.
Hayat kadınları ıslak kasıklarıyla sabaha yallanırdı.
Geceyi aydınlatan fukara mumları tek tek sönerdi.
Şehir eşkiyaları birşey olmamış gibi ihtilastan dönerdi.
Sonra balkona çıkar, denizi seyrederdik uzun uzun,
Olmayacak şeyleri hayal eder, dalardık derinlere.
Ben bitmesini istemezdim bu kısa yolculuğumuzun,
Sense hep karışmak isterdin, denize akan nehirlere.
Zira nehirler denizlere akıyordu, denizler senin güzel şehrine.
Sonunda aldandın, senin gibi asılsız İstanbul’un sahte zehrine.
Sen gidince unutmayı denedim olmadı, üşüdüm sonra, sonra ürperdim.
Seni beklemeyi denedim olmadı, düşündüm sonra, sonra boş verdim.
Şimdi ise yüksek rakımlı bir tepedeyim, adına eğrelti bayırı denen.
Burada henüz yaşanmamış nice sevda var, yaşanmayı bekleyen, bekleten.
Birde sana aşık ruhum var, gitmene rağmen hala dönmeni isteyen.
Aşılar var birde, sen ve senin gibileri beklemekte direnen, direndiren.
Bekliyorum işte, önce Allah’a, sonra döneceğine inanarak
Belki bir rüzgarla, belki yağmurla, belki karla, gelirsin bir gün.

Belkide o güzelim şehrin zehrini zehirleyenlere bırakarak, belki hiç beklenmedik bir anda ansızın bir firarla, kim bilir? Gelirsin birgün...

Sonra aylardan kasım olur, mevsim sonbahar. Gecenin karanlığına bırakırız kendimizi. Sonra yağmur yağar, ıslanır tüm sokaklar, VE YENİDEN YAŞARIZ KADERİMİZİ...

Cemal Aksu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Ceren Keskin


İçimdeki çocuk

İçimdeki çocuk ve ben muhalefet halinde 'Merhaba' dedik yeni güne. O'nun söylediklerine burun kıvırdığım gibi, baştan çıkartmalarına da kapılmıyorum bugünlerde.
Ellerimden çekiştiriyor, 'Haydi uçurtma yapıp, kırlarda peşine düşelim.'
Yanıt vermiyorum. O, buna hiç aldırmıyor, 'İstersen ağaçlara çıkıp iğde toplayalım, dizlerimiz yara bere içinde kalsın.'
Suskunluğum devam ediyor. İçimdeki çocuk ısrarcı, 'Yağmurda oyun oynayıp ıslanalım. Sonra da bir güzel azar işitelim.'
Gülümsüyorum...
İçinde biriktirdiklerini söylemeye devam ediyor. Rengarenk hayallerimiz dökülüyor birbir, 'İstersen perili köşkün bahçesine girelim gizlice. Tozlu pencerelerden içeriye bakıp, hikayeler uydurup, korkutalım birbirimizi.'
Gülmeye başlıyorum.
Keyifle devam ediyor, 'Tom Miks, Zagor ve Teksas'ları yatağın altına saklardık, sonra da onları sınıftaki çocuklarla takas ederdik ya, Kulver Kalesi'ni, Suzi'yi, Tom Miks'i anlatayım mı sana?'
Çocukluğumun kahramanlarına kocaman birer öpücük gönderiyorum.
Anılarımızı didikliyor arsızca, 'Perde, mum ve birkaç karton figürden oluşan şovumuzu apartmanın bodrumunda, para karşılığı mahallenin çocuklarına sahnelerken fena yakalanmıştık anneye. Hatırlıyormusun?'
Kahkalarla gülmeye başlıyorum. Neden böyle bir şey yaptığımızı düşünüyorum. Belki de babamla birlikte izlediğim ilk tiyatro oyununun etkisinde kalmıştım.
İçimdeki çocuk devam ediyor, 'Demir patenlerimizle yarış yaparken sen kötü düştün de, alnına 3 dikiş atılmıştı ya, o dikiş izleri geçti mi?'
Hayır. Duruyor.
'Babanın, yatağına bıraktığı taş bebek ile uyandığında ne çok şaşırmıştın değil mi?' diye soruyor içimdeki çocuk. Gözlerim doluyor.
Canım acıyor. Susturmaya çalışıyorum. Susmuyor. Canımı daha çok acıtmak istercesine dökmeye başlıyor yüreğindekileri, 'Sana, büyümek çok tehlikeli, kal benimle dedim!...'
O'nu hep içimde koruduğum, ona hep kulak verdiğim halde bunları neden söylediğini anlayamıyorum. İçimdeki çocuk ise, hainliğe devam ediyor, 'Söyle bakalım. Büyüyünce, ihanete, riyakarlığa, sadakatsizliğe, haksızlığa, bencilliğe, anlamsız savaşlara, kana, gözyaşına, acıya alıştın mı?
Hayır... Alışamadım...
Eğer büyümek, sevgisizliği kabullenmek, paranın, hırsın ve şehvetin gözleri kör etmesine boyun eğmek, hayata dair renklerin paletini daraltmak, kalbimin sesine kulak tıkamaksa, büyümek istemiyorum!
Yıkılmışlığın öfkesine, umudun karartılmasına seyirci kalmaksa büyümek, ben çocuk kalmak istiyorum!
Büyümek eğer, tek suçları o topraklarda doğmak olduğu için öldürülen savaşın çocuklarına barışı anlatamamak, sapanla taş atan çocuklara silahla karşılık vermek, mülteci kamplarında odasının duvarlarına, hiç görmediği Kudüs'ün resimlerini yapıp asan savaşın çocuklarına sessiz kalmaksa, ben büyümek istemiyorum!

Doğum günüm bugün benim.
Yok, bir yılı daha geride bırakmanın hüznü değil benimki. Memleketimden binlerce kilometre uzakta, bir bankta kar altında kahve içerken bıraktım, yeni yaş kutlamalarını.
Benimki, büyümenin çıplaklığı ile yüzyüze gelmenin öfkesi.
Hayata farklı bir pencereden bakıp, göremediklerimle yüzyüze gelmenin şaşkınlığı. Gördüklerime müdahele edememinin çaresizliği.
Değiştiremediğim ne çok şeyin var olduğunu bilmenin endişesi.
Sadece bu...

Ceren Keskin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,758,758,758,758,758,758,758,758,75
              8 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Zerrin Aynaoğlu


Baksır

Bugün yeni bir Range Rover aldı. Beni yanına oturttu ve plazaya gittik. Hülya Avşar'ı gördüm. Tanrım gittikçe Banu Alkan'a benzemeye başlamış. Yine elinde dosyaları katları dolanıp duruyordu. Bizimkine selam verdi, sohbet ettiler. Bizimki yeni arabanın evraklarını ve köşe yazılarını editöre bıraktı ve aceleyle çıktık. Nüfus kağıdım bu sefer elden ele dolaşmadı çok şükür. Orada, annemin babamın adı, cinsiyetim, kaç kilo olduğum, rengim her şey yazılı ama kimse bana bir şey sormuyor.

Ben bir baksır değilim kardeşim. Annem tarçın, babam taygır olabilir ama bir kere biz laboratuar türüyüz. Sen benim buldog dedemin yedi göbekten kangal bir ninesi olmadığını nerden bile bilirsin ?
Bizimki bir de gazeteci olacak. Bunlar böyle ezber iş yapıyorlar işte.
Ben bir pit bulum, pitt bull! Benim annem bir gece gizlice bahçeye giren bir pit bulun tecavüzüne uğradı. Sekiz kardeşin içinde pit bulluk benim üstümde kaldı işte. Bunu sen ne bileceksin ki. Hem hayvan seviyorsun hem de pit bulları besleyenlerin aleyhine böyle plaza gazetelerinde kulis yapıyorsun. Kanıma dokunuyor. Bir de benim sırtımdan para kazanıyorsun. Beni başlık yapıyor, köşene benim maceralarımı döşeniyorsun ama beni ne kadar tanıyorsun? Beni seviyorsun ama anlamıyorsun. Benim sırtımdan hayvan severlik primi yapıyorsun. Ödüller alıyorsun. Beni olduğum gibi sevecek birine ihtiyacım var. Minderimdeki gözyaşlarımın şahidi kara geceler. Bir pit bul olup baksır gibi davranmak, her gün senin manikürlü ellerini yalamak benden neler götürüyor farkında mısın? Sen alışmışsın yalamaya beni de kendin gibi sanıyorsun. Metroseksüel plaza gazetecisiyle yuva olur muymuş? İki ipli hamal olsaydın da huzurum olsaydı.

Yine veteriner yollarına düştük işte. B.k mu var beni çiftleştireceksin. İki de birde taşınıyoruz göstermedikleri aday kalmadı.
Beyefendi o konuda da yanılıyorsun. Hiç mi farkında değilsin ki ben geyim. Doğurtmak ya da doğurmak ta istemiyorum üstelik. İkide birde bu da insanlaştı, hayvanlardan hoşlanmıyor diyor duruyorsun, azcık gözünü açıp baksana. Gey olmasam senin o çok çağdaş tavırlarının ardında gizlenen maçoluklarınla nasıl dayanırdım. İkide birde bu hayvan beni tüm insanlardan daha iyi anlıyor diyorsun. Neden anladığımı da bilsen böyle demezdin.

Bir yol ayrımındayım ama beni bu hale sen getirdin. Ya hepinizi parçalayıp yedi ceddimin intikamını alacağım ya bu balkondan kendimi atıp intihar edeceğim. İlk önce biyolojik kimliklerimi verin, şu yalan nüfus kağıdını değiştirin. Keşke kimliksiz bir çingene olsaydım da adam gibi doğa da yaşasaydım. Yeter dayanamıyorum artık.

- Beyefendi. Israr etmeyelim derim. Bu köpek çok yaşlı. Bundan sonra yaşaması çok acılı olur. Baksanıza şuuru bir gelip bir gidiyor.
- Adam sigarasından bir fırt çekti baktı. " Benim için çok zor ama onun kurtuluşu olacaksa uyutalım " dedi. " Bari bir yavru alaydık!"

Zerrin Aynaoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.158 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Ölüm

Ölümün kıyılarında geziniyoruz..
Avare, umarsamaz..
Dalga geçercesine...

Bir yanımız yaşam,
Bir yanımız dipsiz bir kuyu...

Ölümün kıyılarında yüzüyoruz
Bir dalga boyu uzaklıkta yaşam
Bir titreme boyu hizasında
Belki de yüreğimizin tam ortasında.

Ölümün kıyısındayız
Hergün burunburuna
Dizdize dipdibe geziyoruz
Ama herşeyden habersiz....

Macide Aydan Seylan

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

...Have you been thinking about putting yourself up for sale lately? Ever wonder how much money you could get on the open human market? HumanForSale.com will attempt to place a value on your life using a variety of criteria in 4 basic facets of life (physical,mental,lifestyle,personality)... http://www.humanforsale.com/ İnsana nasıl değer biçildiğini merak edenlere.

Toplam 2712 kişi ile ilgili detaylı bilgileri bulabileceğiniz ve hatta mutlaka yer almalı dediğiniz önemli kişileri de ekleyebileceğiniz sağlam bir biyografi sitesi http://www.kimkimdir.gen.tr/ Mutlaka inceleyin.

Asp konusunda ne kadar iyisiniz? Bu soruyu okuyan bir çok kahvedaşımızın ha? ne? nasıl yani? ya da nereden çıktı bu soru? dediğini duyar gibiyim. Heyecean yapmaya gerek yok. http://www.maxiasp.net/ kısayoluna giriyor ve ayrıntılı bilgileri alıyorsunuz. Ve hatta sıkı bir eğitimle ustalaşıyorsunuz bile.

...Hırtaboz Kimir? diye soran hiperaktif ( ! ) arkadaşlara çözüm yolu : Arıza olma durumudur. 30 gün deneme süresi ile ( Trial Version ) dünyaya gelen çok değerli arkadaşlarımıza " Hırtaboz " denir. Ve işte size Bir kaç Hırtaboz replikleri... http://www.mizahturk.com/hirtabozlar.asp

Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PhotoFiltre 6.1.3 [1,40 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe
Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050905.asp
ISSN: 1303-8923
5 Eylül 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com