KMD 4.SAYI



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 817

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 12 Eylül 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Güle güle Ümit, görüşmek üzere!..


İyi haftalar,

Ümit ÇelebicanPosta kutuma "Elem Elem" başlığıyla düşen mesajı okuduğumda çöktüm kaldım. Bugüne kadar yaşça büyük sevdiklerimin ölüm haberlerini almaya alışmıştım, ne kadar alışılabilirse işte. Ama içimde hiç büyümeyen çocuğun arkadaşlarının kötü sürprizlerine hazırlıklı değildim. Anılarımı şöyle bir yokladığımda hatırladım, Ümit'i en son görüşümün üstünden tam 23 yıl geçmiş. Yandaki resimdeki gibi güleç yüzüyle hatırlıyorum onu. Arkadaşlığımız başladığında onbir yaşındaydık. Birlikte, 7, 11, 14, 18, 21 numara sırasıyla, aynı sınıflarda, aynı yatakhanelerde geçirdiğimiz dört yılın belleğimde bıraktığı tadı hatırlamaya çalıştım ama beceremedim. Mayıs'ta bir araya gelme şansını da kullanamamıştık. Hep uygun bir zamanda bir araya gelmeyi umuyordum. Oysa hiçte uygun olmayan bir zamanda, en son görmeyi isteyeceğim yerde buluştuk onunla. Asıl kahreden, buluşma yerleri arasına artık cami avlularının da girmiş olmasıydı. Ne gereği vardı be arkadaşım? Herşey yoluna girmişken bu erken gidiş neden? Nur içinde yat Ümit, mekanın cennet olsun. Görüşmek üzere!..

Hey geride kalanlar, kendinize iyi bakın olur mu? En azından önümüzde elli yıl, hiç birinizi cami avlusundan uğurlamak istemiyorum, anlaşıldı mı?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

27 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ferda Önler

 TEYZUŞ : Ferda Önler


  6-7 EYLÜL olaylarının bana düşündürdükleri...

6-7 Eylül olaylarına dair benim de söylemek istediğim birkaç şey var.

Hem elli yıl, hem de bir-iki gün öncesinde yaşananları tasvip etmek, elbette ki mümkün değil. Olayın gerçek aktör ve altında yatan nedenlerini tam olarak bilemediğimizden, anlamakta zorlandığımız da aşikar. Bu tür olaylar kimi zaman birilerinin işine geldiği şekliyle lanse edilip gösterildiği, kimi zaman da ısrarla örtbas edilmeye çalışıldıkça, olan-biteni tüm çıplaklığıyla öğrenebileceğimizden yana da hiç umutlu değilim açıkçası.

Ama, benim aklıma en çok takılan ve anlamakta güçlük çektiğim bir başka nokta daha var. Bu olayın birden bire gündeme getirilmesi için, neden bu yılın 6-7 Eylül tarihleri beklendi? Neden 2002, 2003 veya 2004'lerdeki yıl dönümlerinde değil de, 2005 yılının bu sancılı döneminde ve günlerinde? Tozlu raflardan indirilmeyi bekleyen dosyalar, özellikle neden şimdilerde birbiri peşi sıra kamuoyu gündemine taşınıyor? Kimlerin işine yarayacak, yaratılan bu kaos ortamı?

Geçmişteki bir olay PAT! diye yeniden ortaya atılıyor, yeterince açıklığa kavuşturulmadan tekrar rafa kaldırılıyor. Geride kalan ise, sadece şüphe yaratır cinsten ve kafalara takılmış cevapsız sorular oluyor. Hemen sonrasında da milletçe birbirimize düşüyoruz...

İlk başta da söylediğim gibi, kesinlikle savunmuyorum yaşanan çirkin olayları. Elle tutulur, savunulacak hiç bir yanı yok şüphesiz! Ancak, kendimizi eleştirirken de daha dikkatli ve adil olmamız gerektiğine inanıyorum. Toplumun tümüne mal edilemez bu yaşananlar. "İşte biz buyuz zaten" deyip işin içinden çıkmamamız gerekir diye düşünüyorum.

Her toplumun bünyesinde barınan fanatik milliyetçiler mevcut. Ülkeleri yöneten hatalı, basiretsiz politikacılar, siyasetçiler, bürokratlar da. Onlara bakıp, bir ulusun, bir milletin, bir ülke halkının tümünü yargılamak, bu ayıbı toplumun geneline yaymakta son derece yanlış ve haksızlıktır diyorum.

Daha geçen ay, Fransa'nın başkentinde peş peşe üç bina kundaklandı. Çoğunluğu çocuk ve kadından oluşan Afrikalı mültecilerin onlarcası belki de sayıları yüze yakın insan, bu yangınlarda hayatlarını kaybetti. Benzeri olaylar, yine Avrupa'nın göbeğindeki ülkelerde, Almanya'da, Hollanda'da, Belçika'da yaşayan Türkler'e karşı yapıldı. Ama, hiç sanmam ki aklı başında ne bir Fransız, bir Alman, bir Hollanda'lı ne de bir Belçikalı vatandaş kalkıp da tasvip etsin yaşanan bu çirkin saldırıları veya "biz buyuz zaten" diyebilsin.

Süper güç ABD'ye bakalım... Daha doğrusu, ABD'yi yönetenlere... Bir doğa felaketinin çoğunluğu zencilerden oluşan eyaletleri vurduğu tayfun/kasırga sonrasında bu insanlara karşı sergilediği tutum, kendi vatandaşları tarafından ayrımcılık yapıldığı gerekçesiyle en şiddetli eleştirilere maruz kalmadı mı?

ABD'nin 150-200 yıllık geçmişine bir göz atalım... Şu son haftalarda CNBC-E'de yayınlanan "INTO THE WEST" dizisini izleyenler, Kızılderililer'e yapılanları ibretle seyrediyorlardır.

Özetle demek istediğim, her ülkenin geçmişinde veya bugününde yaşanan insanlık dışı, çirkin olaylar var. Kimisinde sırf yönetenlerin karıştığı, kimindeyse yönetilenlerin de dahil edildiği affedilemez olaylar. Kendi yakın geçmişlerini unutturup yok sayarak, bugün hedefe TÜRKİYE'yi koymaya kalkışanlara karşı alınacak tavrı belirlerken veya kendimizi savunur ya da eleştirirken, bunları da göz ardı etmemiz gerektiği inancını taşıyorum.

Kendimizle yüzleşelim derken, birilerinin oyuncağı da olmayalım!

Madem ki konumuz 6-7 Eylül olayları, bu konuda yaşadıklarını birebir kendi ağızlarından dinleyerek şahit olduklarımı aktarmak istiyorum sizlere.

Malumunuz, Selanik'li bir aileden gelmekteyim. İlk kez, 1987 yılında Yunanistan'a yaptığım ziyaret sırasında onbeş gün kadar da Atina'da kalmış ve o süre içerisinde, bu
6-7 Eylül olayları sonrasında oraya göç etmiş en az yedi-sekiz aile ile tanışıp, yakın dostluklar kurmuştum. Ne mutlu bizlere ki, o günlerden yadigar dostlukların birçoğu halen bugün de sürdürülebilmekte.

Bu meseleyi kendi aramızda en ince ayrıntılarıyla konuşma fırsatı doğmuştu o zaman. Yaşadıkları travmaları, başlarına gelenleri, maruz kaldıkları çirkinlikleri ve de Türk komşularından, eş-dost ve ahbaplarından gördükleri yardım ve destekleri de uzun uzadıya anlatmışlardı. Hiçbir şeyi abartmadan ve saklamadan, sadece gerçekleri yansıtmak gayesi ve gayretiyle. Üstelik, haklı sitemlerinin yanı sıra duydukları minnet ve teşekkürlerini de aynı hassasiyetle dile getirerek.

Bu nedenledir ki, onlardan duyup dinlemiş olduklarım benim için üç-beş köşe yazarı ile, medya yorumcusunun ya da politikacı veya siyasetçinin söyleyip yazdıklarından çok daha doğru, inandırıcı ve gerçektir.

"Şüphe götürmez bir provokasyondu" dediler, sözbirliği etmişçesine. Bütün olaylar, o dönemin hükümetinde yer alanlarla, hükümete yakın tüccar ve iş adamlarının maşalarınca desteklenmiş, organize edilmişti diye yorumladılar hepsi. "Eğer, o yıllarda sivrilerek birden bire servet yapıp zenginleşmiş iş adamlarını, devrin tüccar-tacirlerini araştırıp bakarsanız, kimler olduğunu da rahatlıkla görürsünüz" demişlerdi. "Kimse, kapı komşumuzu, mahallelimizi, İstanbul halkını top yekun bundan sorumlu tutamaz" diye de ısrarla eklemişlerdi. Çünkü, her birinin arkasından gözyaşı dökenler, yine o yakın komşuları ve mahallelileriymiş.

6-7 Eylül mağduru Rum vatandaşlarımızı asıl üzüp kahreden ise, ne olmuş biliyor musunuz?

İstanbul'da "azınlık" diye nitelenen "Rumlar", Yunanistan'a gittiklerinde bu kez de "Türk" oldukları için dışlanıyorlar. Geldikleri Atina'da çoğu kimse onlara ne ev, ne iş yeri satıp kiralamak istemiyor. Bunca zaman Türklerle iç içe yaşamış olduklarından, "Sizler, artık Türkleşmişsinizdir" diyerek, yakın çevrelerinde yerleşmelerine izin vermiyorlar.

Ağız birliği etmiş gibi söyledikleri kısaca şuydu;

"Türkiye'yi Yunanlı olarak terk ettik ve burada Türk olarak karşılandık. Aslında evimiz olmayan anavatanımızda kafamız karışık bir şekilde kaldık."

Yolunuz düşer de Atina'ya gidecek olursanız, İstanbullu Rumların sıfırdan kurup, yerleştikleri "Faliro" semtine uğramazlık etmeyin. Kendinizi adeta İstanbul'daymış gibi hissedeceğinize garanti verebilirim... Türkçe konuştuğunuzu duyduklarında çevrenizi nasıl bir sevgi çemberine alıp gözleri yaşararak, hatırlayabildikleri kadarıyla sizlerle hemen Türkçe konuşmaya başlayacaklarına da... Özellikle yaşı 55-60 ve daha yukarısı olanların!

***

Peki, sadece bizler miyiz azınlık diye nitelendirilen vatandaşlarımıza eziyet ve haksızlık eden? Neden bizim yöneticilerimiz, aydınlarımız, sivil toplum önderlerimiz, basın ve medya kuruluşlarımız biraz olsun orada aynı duruma maruz kalmış insanlarımızı taşımıyorlar gündeme, benzer şekilde gasp edilen haklarını arayıp sormuyorlar ilgili yerlerden?..

İpsala gümrük kapısından çıkın... Kara yolunu izleyerek Dedeağaç-Gümülcine-İskeçe- Kavala güzergâhında ilerlerken, geçtiğiniz yerlerde Türk azınlığın yerleşik olduğu kasaba-köylerine şöyle bir bakın. Hemen yanı başındaki Rum köyleriyle aradaki farkı mukayese edin. Adeta cüzamlılar gibi tecrit edilmiş olduklarını göreceksiniz!

Buralarda biraz mola verin ve kulak kabartın onların seslerine. Bakın, neler neler duyacaksınız onlardan? Ne tür muamelelere tâbi tutulduklarını bir bir anlatsınlar sizlere. Kendilerine gayet sistematik bir biçimde uygulanmakta olan sindirme, bezdirme, zorla göçe teşvik politikalarına, hele bir kulak verin! Sahip oldukları topraklar, mal-mülkler hangi şartlar altında, nasıl el değiştiriyor, bir sorun! Vatandaşlık haklarıyla nasıl oynanıyor? (Bu konuda geniş bilgi/kaynakları bulabileceğiniz bir link adresi aşağıda verilmiştir.)

Neden, basın-medya dünyamızın büyükleri kameralarını oralara çevirmez, mikrofon uzatmaz oradakilere? Neden, Allah'ın bir kulu çıkıp da sorgulamaz orada yaşanmış ve yaşanmakta olanları? Neden, hep bizlere çomak sokulur ya da kendi kendimizi çomaklarız da, oralara çomak sokmak bir an olsun bizlerin aklına gelmez? Gelse de izin verilmez!

Acaba, gücümüz yetmediğinden mi?..

Hadi, diyelim ki bizler demokrasinin hâlâ "D"sinde debelenip duruyoruz. Sindiremedik henüz. İnsan hakları, vs. gibi kavramlar, tam manasıyla yerleşip benimsenemedi. Peki, demokrasiyi, insan haklarını, gerek toplumu gerekse tüm kurum ve kuruluşlarıyla çok önceden hazmetmiş ve bünyesine katıp yıllardır uygulayanlara ne demeli? İngiltere, İspanya, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin sicili çok mu temiz bu konuda? Hiç mi çiğnenmiyor buralarda azınlık hakları?

İşlenen suç ve hataların, ayıpların altında kalıp ezilen, eleştirilen, kulağı çekilen, dışlanan veya her seferinde köşeye sıkıştırılan yalnızca Türkiye ve Türkler olmamalı.

Demokrasi ve insan haklarına dair tüm yaptırım, hukuk ve kurallar, her ülke için eşit biçimde uygulanıp sorgulanmalı.

Evet, kendi ayıplarımızla yüzleşelim. Gerektiği yerde özür dileyip, telafisi yoluna gidelim. Yapanların yanına kâr kalmasın, açık açık hesap soralım. Tekrarlanmaması için uyanık olup, uyaralım. Ama, lütfen bize karşı yapılanları da görmezden gelip suskun kalmayalım. Haklı-haksız, yerli-yersiz her fırsatta yaygara koparanların ekmeklerine yağ sürmeyelim.
Her söylenene, her yazılana sorgusuz-sualsiz, gözü kapalı inanmayalım. Kolayca galeyana gelmeyelim.

En önemlisi de kendi kendimizi topuğumuzdan vurmayalım!

Not: Bilgi için; http://www.turk-yunan.gen.tr/turkce/azinliklar/azinliklar_bati_trakya.html - Yunanistan'daki Azınlıklar / Yunanistan'daki İnsan Hakları İhlalleri / Batı Trakya Türk Azınlığı / Batı Trakya Türkleri.

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
              9 Kahveci oy vermiş.
17 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mesut Kondu


Koku

Orada duruyor. Duvarla bahçeye atılmış, eski, plastik bir kabın arasında. Oraya girdiği günü hatırlıyorum. Çocuklar bahçeye çıkmışlardı. O da oraya kaçmıştı. Ancak tek gözle görebildiği ve henüz aşina olamadığı dünyanın tehlikeli çocuk seslerinden tedirgin olarak. Orada öyle duruyor şimdi. O tedirginlikle küçük vücudunun aldığı şekille. Başını aşağı düşürmüş. Başı daha da düşmüş.

Annem, bahçeye bakan odada uykuya çekilmeden önce, "Pencereyi kapat," dedi. "Neden?" dedim, "Çok sıcak ama…"

"Kötü bir koku geliyor." Kötü bir koku mu? Pencereye yaklaşıp hafif bir rüzgârla içeri süzülen havayı kokladım. Dışarıdan gerçekten kötü bir koku geldiğinden emin olamadım. Ama yine de annemin isteğini yerine getirdim. "İyi geceler…" diledim. Hafif bir horultu duydum.

İşten dönüp, üzerimdeki terli kumaş parçalarından bir an önce kurtulmak için odama girdim. Odamın arka bahçeye bakan penceresi açıktı ve odada kötü bir koku olduğu da. Suratımı ekşiterek, sadece pencereyi kapatmakla yetindim. Çarçabuk soyundum ve kendi ter kokumdan arınmak için odamın hemen karşısındaki banyoya girdim. Kir, ter, koku aktı üzerimden. Köpüklerle, kimyasallarla. Yeniden doğdum.

Her yerden, kolay ulaşabilsin diye evin merkezine, antreye koyduğumuz oturaklı lazımlığın poşetini değiştirmenin vakti gelmişti galiba. Annemin lazımlığı. Bunu, Sultan teyzenin kapıdan içeriye adımını atar atmaz, antredeki havayı solur solumaz ekşiyen suratından anladım. Ben alıştım; bizler alıştık, ama yabancılar, misafirler için iyi bir karşılama olmuyor bu koku. Ekşi. Sıcakla birlikte daha da bayatlayan bir ekşilik. Kesif. "Hoş geldin Sultan teyze…" dedim. Girdi. "İnsanlık hali," diye geçirdi içinden herhalde, yüzüne her zamanki nurlu ifade yerleşti.

Biraz müzik dinlemek için odama girdim. Saat epeyce geçti. Gece yarısı ve çeyrek. Pencereyi açmadım. Çünkü pencerenin gerisindeki arka bahçeyi paylaştığımız komşuları rahatsız etmek istemiyordum. Bu şehrin bu muhitlerinde evler birbirine çok yakındır. Orta karar bir volüm, hele gecenin bu saatinde büyük bir gürültü sayılır. Müziği ve kendimi, sıcak bir yaz gecesi hücresine hapsettim. Bir ara, dolaptan soğuk bir şey almak üzere mutfağa gittim. Tezgâhın üzerindeki bulaşık sepetinden temiz bir bardak aldım. Sepetin yarım metre kadar uzağındaki bulaşık kaplara takıldı gözlerim. Bundan birkaç saat önce, kap kaçağı belli bir düzene göre tasnif etmiş, kendi kendime, "Film bittikten sonra yıkarım," demiştim. Film bitmişti. Başka bir şey başlamıştı. Ondan sonra da daha başka bir şey. Bulaşıkları yıkamamak için televizyonda ne kadar berbat şey varsa, seyretmiştim. Şimdi de, dolaptan bir bardak kola alıp müzik dinlemek üzere odama çekilecektim. Tezgâhın altındaki siyah poşeti gördüm. Çöp poşeti. Kutusuna geçirilmemiş, öylece duruyordu yerde. Dolu. Tıka basa koku. Gözüm poşete takılana kadar, kokuyu fark etmemiştim, tuhaf. Kaçtım mutfaktan. Koladan aldığım ilk yudum, burnumdaki çöp kokusunu sürükleyip götürdü.

Saçlarım öyle yağlıydı ki, kokuma kendim bile dayanamıyordum. Ve bir de bütün derimi kaplamış, eski ter kokusu başımı döndürüyordu. Duş almaya vaktim yoktu. Alelacele saçlarımı yıkadım. Banyo lavabosundaki bitti bitecek sabunu avuçlarımda köpürtüp, koltuk altlarıma uyguladım. İç çamaşırlarımı da değiştirirsem, insan vücudundaki belli başlı koku kaynaklarını geçici bir süreliğine kapatmış olacaktım. Artık hazırdım. Annemi öptüm. Çantamı alıp çıktım. Eve dönerken, süpermarkete uğrayıp sabun almayı unutmamalıydım.

Çok sigara içtim. Bugün, kendime koyduğum sınırı aştım. Aslında, sınır, sigarayı bırakmaya karar verdiğim günden sonraki gün genişlemeye başladı. İlk gün, bir. İkinci gün, iki. Üçüncü gün, üç. Dört, dört. Ve artık, yine, bırakmaya karar vermeden önceki günler kadar içiyorum. Bugün daha da fazla içtim. Odamı havalandırmak üzere, pencereyi açmaya gittim. Pencereyi aralar aralamaz, serin bir esintiyle birlikte mide kaldıran, vahşi bir koku etrafı sarıverdi. Kanadı kapattım hemen. Bahçede bir şey çürüyordu. Odadaki duman bulutunun içinden, saçlarım, elbiselerim, tenim, nefesim nikotin koka koka, çıktım. Genzimde, bahçede yaşayan ölüm kokusu. Lavaboda dişlerimi fırçaladım; yüzümü yıkadım. Sonra, dolaptaki maşrapadan buz gibi bir bardak su doldurup içtim. Biraz tazelenip ferahlayarak yatağıma çekildim. Uykuya.

20 Temmuz 2004. Sıradan bir tarih. Dünyanın, tarihli hayatımızın 2004 yılı içinde her hangi bir gün. Kimisi için her hangi bir iş günü, yıllardır yaptığı işi yaparak geçen. Kimisi için, sıcak, sıkıcı, ama denize girince ferahlanacak bir tatil günü. Kimisi için, önemli bir tarih, bir düğün günü. Kimisi için çok satan bir kitabın hayal kırıklığıyla okunup bitirildiği bir gün. Kimisi için ilk defa uçuş tecrübesi yaşanan bir gün. Kimisi için Tanrı'ya inancın yitirildiği bir gün. Kimisi için bir doğum günü. Kimisi için bir ölüm haberi. Benim için. İstanbul'da, Alibeyköy'de, Emiroğlu Öğretmenler Sitesi 35/A Blok daire 11'deki odamda, sabahın altısında bitirdiğim erotik film çevirisinden sonra biraz uyumaya çalışırken, cep telefonuyla gelen bir kara haber. Soğuk bir his. Ve koku. Her hangi bir sabah. Her hangi bir yerde. Her hangi bir durum.

Kedi. Tek gözü kör bir kedi. Yavru ve kör. Gaziantep'e döndüğüm sabah, odama valizimi bırakmak için girmiştim. İstanbul'da geçirdiğim 13 gün boyunca, odam kilitli kaldığı için, içerisi oldukça havasızdı. Perdeleri sıyırıp pencereyi açtım. "Miyaaav…" Başımı uzatıp bahçeye baktım. Üç tane kedi yavrusu gördüm, otların arasında. İkisi kıpır kıpırdı, oradan oraya bıcır bıcır. O ise, yattığı yerden, gıcırtıyla açtığım pencereye çevirdi kafasını. Bana baktı. Kör bir gözle. Nasıl kör kaldığı, sağ gözünün nasıl oldu da çıktığı gözümde canlandı birden. İçim ezildi. "Miyaaavvv… Ölüyoruuum…"

"Ne zaman yıkadılar seni?" diye sordum. Dağınık saçlarını arkaya attı eliyle annem. "Üç gün oldu."
"Ben yıkayayım mı seni?" dedim. Yüzüne utangaç bir ifade geldi.
"Yok," dedi.
"Kokuyorsun ama," dedim, "hava çok sıcak…"
"Pişik," dedi, "göbeğimin, eti örttüğü yer pişmiş…"
"Tamam," dedim, "yıkandıktan sonra pudra dökeriz, pişik kremi falan süresiz, geçer…"

Kardeşlerine göre oldukça çelimsiz kalmıştı. Öbürleri yiyorlardı. Belki de anne kedi sadece onları emziriyordu. Sağlam olduklarından. Bahçeye attığım lahmacun, ekmek, peynir parçalarını ilk önce onlar görüyordu belki. Bir çift sağlam göze sahip oldukları için. Medeniyetin arka bahçesinde de, aynı yasa yürüdü işte. Güçlüler ayakta kaldı. O ise, duvarla bahçeye atılmış, eski, plastik bir kabın arasına saklandı o gün. "Anıl canım, kabı kedinin önüne bırakın gelin," demiştim. Yeğenim Anıl ve ev sahibimizin kızı Emine ablanın oğlu Taner, sütlü ekmek kabını, kör kedinin önüne bıraktılar. Ve odamdan arka bahçeye açılan kapıyı kapattık. Bahçeden elimizi ayağımızı çekince, kedinin büyük bir iştahla süt kabına saldıracağını sandık. Kardeşlerine fırsat vermeden bütün ziyafete o oturacaktı, bizce. Yapmadı. Gizlendiği yerden milim kıpırdamamış. O tedirginlikle küçük vücudunun aldığı şekilde. Başını aşağı düşürmüş. Başı daha da düşmüş. Orada öyle duruyor şimdi. Gözlerindeki karanlıklar, eşit.

Ağzım kokuyor. Hava çok sıcak. Akşam çok sıcak. Penceremi açıyorum. Kediye bakıyorum. Çürüyor. Sinekler var üzerinde. Sıcak hava, pencerenin altındaki çürümenin kokusunu çok geçmeden burnumdaki sinirlere ulaşıyor. Kokusu, hatırası içimi eziyor. Pencereyi açık bırakıyorum. Bilgisayarın karşısına oturuyorum. Şortumun sol bacağına bir sinek konuyor. Kovuyorum onu. Ekranın sağ alt köşesine götürüyorum fareyi. 27 Temmuz 2005 ibaresi çıkıyor. Hülya ablamın ölümünün üzerinden bir yıl yedi gün geçmiş. 372 sıradan gün. Hatırası içimi eziyor ve kokusu. Mezarının başında, annemin yaktığı ağıtı hatırlıyorum: "Sineklerin yetişmiş bile kızım… oraya nasıl girdin?.."

Bilgisayarı kapattıktan sonra odamı terk edip antreye çıkıyorum. Antre, annemin çiş ve bok kokusuyla tütüyor. Tuvaletin lavabosunda, bugün aldığım limon aromalı diş macunuyla dişlerimi fırçalıyorum. İşim bitince, annemin odasına geçiyorum. Işığı yakıyorum. Yatağın üzerindeki felçli bedeninin soluk alıp verişlerle inip yükselmesini seyrediyorum. Penceresi açık. Perde gecenin serinliğinde, içeriye ölü kör yavru kedi kokusu taşıyan hafif bir esintiyle kıpırdanıyor. Odadaki hava hareketi, bana bahçede çürüyen hayvan etinin ve yatakta pişen insan etinin kokusunu ulaştırıyor. Annemin yatağının yanındaki komidinin üzerindeki boş tabağı görüyorum. Dün gece hazırladığım meyve tabağı. Kabuklar, iskeletler, çeltikler, çekirdekler dışında boş. Tabağı alıyorum. Burnuma yaklaştırıyorum. Kokuyor.

Mesut Kondu
Mesutkondu_j@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              8 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Derya Berrak


Her Yer Anadolu...

Bana Anadolu'nun çocuklarını anlat diyorlar. Sustum. Gözümün önüne geldi hepsi birer birer. Mehmet, Erhan, Kader...

.Hani Alibeyköy'lü boyacı çocuk 23 Nisanı kutlamıştı ya bir çift siyah ayakkabıyla. Hani İslim hastalanmıştı bir gün Çırılçıplak ayakları ve küçücük elleriyle dağ yollarında. Gözleri karda eriyen ilk çocuk değildi tabii.

.Hani bir sabah vakti "Hocam" diye gelmişti yanıma Mahsun "Hocam biraz izin verir misin bir koşu eve gidip gelem?" Yapılacak çok iş vardı o gün, Mahsunsa çok çalışkan Henüz otuzunda 12 çocuğu var Neden izin istesin ki diye geçirdim içimden O "kaytarmayı"hiç sevmez. "Çocuklardan biri ölmüş gene" dedi, "Onu gömüp gelecem." Doktora verecek para nerede Mahsun gülmeyi unutmuş Bildik, alışılmış bir çocuk ölümü... Bu köyde adet olmuş.

Sabah salasında durduk başımız önde. Hem de pek çok kez... Durduk

Ve otobanlardan geçtik aylar sonra Arabaların önünde, yol kenarlarında Her yer çocuk. Anadolu'dan gelmişler ama İstanbu

l'da... Ölümün şehri değişmiş ve salalar duyulmuyor. Bu kez başımız yanda . Onları görmezlikten gelmekten başka bir şey yapılmıyor(!) "Sandviç" ne diye sorduğunda bir usta gülmüştük acı acı. Çiğ patlıcan yiyorduk ve güneşin yakıcı sıcağı altında sandviçe gülebiliyorduk. Aylar geçti, belki yıllar... Her yörenin kendi adetleri, "bozulmamış" insanlar.

Bana Anadolu çocuklarını anlat diyorlar. Onlar çocuk oldular mı ki hiç?

Anadolu'dan döndüğümde Paris'i yazdım. İstanbul'u Yapılacak bir şey yok diye yazdım yazacak vakit çoktu. Başımı öne eğip bekledim yerinize.

Yazmadığım ve yazmayacağım Anadolu köyleri... Yapılacak şey çoktu "Seviyorum"demek yetmez. Yaptım yapmaya devam edeceğim, başım dik. Karlar üzerinde erimesin diye gözleri.. . Hayır Anadolu'nun çocuklarını yazmayacağım Ben Anadolu'nun çocuklarına yazacağım Hem de birebir yüz yüze Derya'ya, Kader'e, İslim'e... Umut vereceğim, görmediklerini gösterip hiç göremeyeceklerini bildiğim diyarları anlatacağım onlara ve kalem benim için sadece Anadolu çocukları okusun diye gönderilecek bir malzeme kitaplarsa dersleri; edebiyatımızı, tarihimizi bilsinler diye. Hayır ben onları anlatmayacağım. Sizleri onlara anlatmaya devam edeceğim. Başlarını kaldıracağım salalarda yerinize, eğik duran başlarını.

Bana Anadolu'nun çocuklarını anlat diyorlar. Sustum.
Ben onları değil onları bu duruma sokanları anlatacağım size İstanbul'da, Fransa'da, New York'da. Her yerde...

Derya Berrak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Beltan Göksel


AB Alfabemin ilk iki harfidir

Nerde Şam'ın böreğimi, çöreğimi pek hatırlıyamıyorum, bir laf vardı. Geçenlerde bir dost"Sen de dumanlaştın"dedi. Sigarayı bıraktığım için böyle söylüyor diye düşünürken devam etti:"Yahu eskiden şiir miir yazardın, yazdığın hikayelerde pek güzeldi. Aşk ile meşk ile doluydun"

Ne diyeyim; "Hayatımız hikaye oldu, şiir miir kestane işler bunlar, geçinip gidiyoruz" diyerek geveledim.

Rahmetli Babama lisede yazdığım şiiri okuyunca;"oğlum şiir karın doyurmaz, sen şu matematiği hallet"der sonra Anneme"şu oğlana dikkat et, bu yaşta aşık filan olur, başımıza dert açar "diye söylenirdi... Ah Babacığım! Avukat olduğumda "verdin kendini hukuk kitaplarına, mahkeme kapılarında sürünüyorsun. Azıcık roman oku, hikaye, şiir yaz, kendini bul"diye hayıflanır, benim yaşamdan uzaklaştığıma hükmederdi.

Tabii yaşam bir savaştı... Eğrisi ile büğrüsüyle dik kalmak lazımdı. Ciddi ve ağır olmak gerekirdi. Sanki şiir yazan, hikaye yazan ve kitaplarla haşır neşir olanlar garip insanlardı.Yadırganırdı...Yazdığını okutacak veya dinleyecek kimsen olmazdı. Dergilere gönderdiğin bazı şiir veya hikayeler oralarda kalır, neden sonra belkide malzeme kalmayınca yazının veya şiirinin çıktığını görürdün. Birisine gösterdiğinde; "hadi bakalım büyük yazar olma yolundasın"diyerek insanı moral olarak taciz ederler, hatta manidar olarak"başka uğraşın yok mu senin"der gibi tuhaf bakışlarla, gönül almak için "iyi iyi, güzel olmuş" teranesini geçerlerdi. Ta ki bana bir arkadaşın KAHVE MOLASI diye bir dergi var diyerek web adresini verene kadar... Dedikleri gibi, şiir veya hikaye gibi boş uğraşlara yeniden kavuştum.

Yazacağım o kadar konu var ki. Bilgisayarımın tuşlarında gezerken, şu AB konusu kafama fena takıldı. Hani ben de övünmek gibi olmasın Avrupa görmüş adamım. Her ne kadar 25 yıl önce Edirne'den Ardahan'a - pardon Edirne'den Roma'ya Roma'dan Paris'e taa Avrupanın göbeğinden kıyılarına kadar çok iyi etmişimde gezip tozmuşum arkadaş... Benimkisi pek tozunu atmak ta değildi, ama olsun anlatırken biraz ballandırmak gerekir değilmi? Hani tadı da öyle çıkar.

O zamanlar döviz möviz yasak. Çay kutularının dibine yerleştirirdik koca şapkalı markları. Hollanda mesela adam başına 1000 gulden olmadan içeri almıyordu. Niymegen'den sonra geldik Alaman-Hollanda hududuna, arabanın içine baktılar (araba da Murat 131-sanırsın Mercedes bizim için)üç kişiyiz. Cebimizde 2600 gulden var.Kapıda paramızı sordular. Ben de mektep ingilizcesi ile cevapladım, uyanığız ya; "benim için 1000-eşim için 1000-çocuk için ise 500 (Oğlum o zaman 6 yaşında) eder 1500 gulden.OKEY-tamam mı? " "Hayır" diyor gümrük polisi, inat ediyor 3000 olacak diye. Neyse bir akrabamız vardı da (Türklerin dünyanın her yerinde mutlaka bir akrabasının bulunduğunu o vakit öğrenmiş olmuştum böylece) kefil oldu girebildik içeri.

AB deyince, kriterlere giderek neden bizi almıyorlar neyimiz eksik gibi yorumlara gireceğim sandınız. Hayır, kafama takılan AB'nin EKONOMİK-SOSYAL VE HUKUKİ yönü değil. Zaten alsalar da almasalar da biz onların oralarını buralarını çoktan geride bırakmış bir milletiz evelallah.
Alamanyada otobanda her 10 KM.de bir cep vardı. Arabanız ile buralara giriyor her türlü ihtiyacınızı karşılıyorsunuz. Demem o ki apdeshane var (WC yazan) hemi de çok temiz ve kullanışlı. Yanı başında duş ve yıkanma yerleri yapmışlar.Girişte kocaman bir makina var, üstünde 1 mark diye yazıyor. Anlatmışlardı çıkmadan önce, makinalar var, parayı atıyorsun cola, çikolata, sigara düşüyor. İşte ben de makinanın önündeki kalın cama yaklaşıp eğilip derinlemesine bakıyordum ki kadının biri başladı ŞÖN-ŞÖN diye gülmeye . Acayibine gitmişti. Cahillik işte bilememiştim. Sonra öğrendim ki makinada prezarvatif varmış-hani bizim buralarda kılıf denilen şeyden.

Elin oğlu yolun kenarına o zamanlar bu konaklamaları kondurmuş. Eee, yani bizimkilerin nesi eksik! Geçenlerde gazetelerde okumuştum, yurdumun aziz ve akıllı insanı tutmuş bir münibüs içini döşemiş yatak yorganla, yol boyunca servis veriyor. Öyle CEBE sapak filan yok. ŞİMDİ, sorarım ben arkadaş; AB memleketinde bu yasal da ,benim ülkemde verilen hem de yolculuk yaparak verilen hizmet neden suç? Değil mi ama idam cezasını dahi kaldırmışken...

Artık her türlü işimiz şifrelenmeye kilitlendi. Herkesin AB'li vatandaşlarda olduğu gibi bir şifresi, bazılarının birden çok şifresi var. Bu şifre meselesi çok büyük önemi olan değerli bir sanal varlık olup herkesin şifresini iyi muhafaza ederek karışıklığa sebep olmaması gerekir. Hele doğum tarihi gibi çözümlenebilir şifreler kulanılması fevkalade yanlıştır.Tavsiyem tek bir şifreyi tüm kullanageldiğimiz alanlarda almaktır.Yine de siz bilirsiniz ,tavsiyemi tutar veya tutmazsınız. Ancak, yarınlarda sanırım artık günlük hayatımıza da el atacaktır bu şifreli hayat.

Her kartı olan kişi, o karta ait şifreyi tayin etmeli ve katiyyen herhangi görülebilir veya bulunabilir bir yere yazmamalı, mutlaka aklında tutmalıdır. Eee tabi kimse kimsenin aklının içindekileri bilemez dimi ama... Ne demiştim bu kartlı hayat ve kartın sevimli veya sevimsiz şifresi hayatımıza iyiden iyiye yerleşti. Çok yakındır, artık umumi wc'lerin kapılarına dahi kart yuvası yapılacaktır. Kartlar abone olunarak belediyelerden alınacak (böylece bir gelir kapısı açılacaktır)manyetik alan şifrelenecek ve ancak wc'ye, kartı ait olduğu yere sokarak şifrenizi gireceksiniz ve kapı açılacak, işinizi defi hacet yaparak göreceksiniz. Şifrenizi unutmayacaksınız.Unutmanız halinde ne olacağını artık siz kendiniz düşünün.Bence bu kartlar turistlere de bilmem kaç avroya gümrükten girerken verilmeli ki, rahatladıklarında ve memleketlerine döndüklerinde bizlerden sitayişle bahsetsinler. Tabi wc kapıları bir çok lisana uyarlanmalı, yoksa benim sevgili turistim kapısında boşaltır ki çok kötü bir propagandaya malzeme oluruz maazallah...

Konumuz dağılmasın... Ne istiyor bu AB bizden?... "Ossursak kabahat, sıçsak kabahat." Şimdi bu deyiş bu yazıya da, bana da yakışmadı belki ama ben bu sözü bir Atasözü olarak kullandım. Malumunuz Atasözlerinde ayıp olmaz efemmm... Kopenhag-Mopenhag gibi palavraları bir yana bırakalım. Adamlar apaçık bizden -bizlerden korkuyorlar. Niyemi?... Bir kere biz ekmeksiz aşsız kalamayız ,yedikmi deveyi hamuduyla götürürüz. Adamların bize de yetecek kadar yiyecekleri bile yok. Sandviç çocuğu bunlar. Bizimkisi öyle sandiviçi dahi somuna yatırıp yemeye kalkarsa, vay AB'nin haline... İkincisi, avratlarından korkuyorlar Bizim milletin evlatları yani ortalığı kalbura çevirirler. İşin yoksa bu karışıklığı çözmek için yeni bir ilim dalı bile gerekebilir. Nedir bu karışıklık, yahu şunu açık seçik söylesene demeyin. Gen karışıklığı kardeşim... Eee, karnı-sırtı pek olan ne düşünür, gerisi boş... Üçüncüsü AB insanı silahı müze gibi koleksiyonda tutmayı yeğ tutarken, ,silahla oynamayı seven yurdumun aslanları, yanında taşımaya alışkındır ve çekip kullanmaya da bayılır. İşte bu yüzden de çekinceleri vardır AB' nin. Bağıra bağıra konuşmak onların da huyudur ama "kodum mu oturturum "demezler. Çok kızdıklarında "rica"ederler. Velhasılı kelam ıvır zıvır şeylerden dolayı istemiyorlar. İşte odur budur şudur, babamın adı Hıdır. Bahane üstüne bahane çıkartıyorlar. Kaynana damat sorunları gibi sanki. Biz de zaten istemedikleri için israrcıyız herhalde. Eğer başından beri" buyurun bekleriz" deselerdi, biz kendimizi naza çeker, "bir düşünelim" diye istiareye yatardık. Seneler evvel AB ye girmeye ramak kalmışken bir büyüğümüz; "onlar Hristiyan, bizi yutmak istiyorlar, gavurdan dost olmaz"demiş, kapı eşiğinden dönmüşüz. Şimdilerde de bir ek protokol- efendim 3 Ekimi bir bekle, tartışmaları yapılıyor ,cevap verelim-yok vermeyelim diye. Bana kalırsa anlayan anlar, şöyle bir nota çeksek iyi olur sanırım:"Babamın adı HIDIR-Elimden gelen BUDUR"

Bir modadır almış başını gidiyor... Radyoyu televizyonu açıyorsun AB, sokakta AB,Yatakta AB, (uyurken rüyalarda yani) yarışmalarda en seçkin sorular AB üzerine. Hani spiker yarışmacıya soruyor diyelim:"AB görüşmelerinin yapıldığı Avrupa şehri neresidir?" Yarışmacı iç çekerek, sanki bir yere yazılacak o da okuyacakmış gibi ta uzaklara bakarak cevap verir; "Az bilemiyecek gibiyim." Spiker hatırlatmaya kalkar; "Hani canım bir çeşit lahanası var." Bu sefer iş iyice karışır, yahu lahana ile AB nin ne ilgisi olabilir diye yarışmacıyı alır bir düşünce. Neyse biz fazla derinlere girmeyelim. Elin oğlu girmiş bizim herşeyimize, gırgırını geçiyor, - almıyacağız da nişan yapalım geçiş sürecinde sizi bir görelim - ohh, bizi bilmem nasıl kullanacak bu süreçte... Orasına ben karışamıyorum, zaten aklımda ermez.

Ehh... Ne tatlı hatıralar.. Dört dönüm bostan, yan gel Osman... Başka işin mi yok kaardeşimmm... Bu memleketin sevdalısı çok, onlar bulurlar bir çare...

Beltan Göksel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Semra Karabulut


Hayata Bir de Böyle Merhaba De !

Yaşamımız bize en sık hüzünleri hatırlatır, ya da yaralanmışlıklarımızı.
Dostlarımızı hep, kötü günlerimizde yanımızda olmadıkları için suçlarız...
Ailemiz bize hep yakın olmalıdır.. Acaba neden?
Arkadaşlıklar günlük, sevinçler geçici, acil durumların sonu da sessizliktir...
Aşk hep ulaşılmaz olmalı,
Kıskançlıklarımız da öfkemizde..
Duygular içimizde coşmalı, tebessüm bizim yüzümüzde,
Nesneler elimizde durmalı hissettiklerimizse kendimizde...

Ama sevgi bunun neresinde? ...
Karamsar durmamalı hayata bir de böylesini dene...

Yaşamımız bize en sık hüzünleri hatırlatıyorsa bil ki öncesinde seni bu hüzüne taşıyan güzel bir şeyler yaşanıp,bitmiştir. Yaralanmayı bırak ve güzellikleri düşün.
Dostlarını gülen yüzlerle görmek istersen sana bakarken, sevinçlerini de taşı onlara..
Ailemiz bize hep yakın olsun isteriz ama hayatta ne kadar yakın dururuz onlara?
Acaba yanı başında durmak mıdır gerçekten içinde olmak mı, sadece istediğinde dokun onlara..
Yüzleri görmediğinde silinir aklından ama sıcaklığı hep kalır ellerinde ve yüreğinde…
"Her şey geçici" dersin ama aslında kalıcıdır farketmezsin.
Kalıcı olmasa hatırlamazsın bir kere...
Hiçbir şey günlük olamaz ki çünkü bugün bile yarındır ve dündür..
Arkadaşlıklar da öyle acil durumlar da...
Aşk yaşamının her zerresinde olmalı ama önce kendinde, kıskançlığında içinde..
Duyguları bazen açığa vurmak zordur.
Karşımızdaki anlamaz diye mi endişeleniriz yoksa yanlış anlaşılmak mı korkutur kimbilir…
Ama en önemlisi hissedebilmektir biliyor musun?
Farklı şeyler hissedince anlar insan yaşamanın tadını ve tattırmanın hazzını...
Kendi içinde yaşayıp yaşamadığın önemli değildir sevgiyi yaşattırıp yaşattıramadığına bakar herkes....
Ben sana içimde ki sevgiden bir kırıntı yolluyorum, senin kırıntılarına karışsın diye...
En azından hayata bir de böyle merhaba demeyi dene....

Semra Karabulut
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,739,739,739,739,739,739,739,739,739,73
              15 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Utku Gürtunca


En güzel masa

Çay bahçesinin en güzel, denizin bir tablo gibi önünde serildiği masayı gözümüze kestirdik. Sandalyeleri çekip karşı karşıya oturduk. İki çay söyledik. Birbirimizden çok, öfkesini öğlen sıcağında bırakmış, daha sakin dokunuşlarla karayı okşayan denize bakıyorduk. Suskunluğumuza, denizle sohbet ediyorduk diye bir bahane bulmayacağım. Pek ala biliyorum ki denizle sohbet edilmez, daha çok biz susarız o konuşur. Çok dert edilecek bir şey değildir bu, memnunuzdur konuşmaktan çok dinlemekten. Zaten bir süre sonra o da susar sadece izlememize izin vermek için. Sağ tarafta batmakta olan ve pırıltılarını çekingen dalgaların üzerinde dans ettiren güneşin nasıl muhteşem bir tamamlayıcı olduğunu algılayabilmemiz için susar daha çok. Deniz, minnetle güneşi vurgulamaya çalıştıkça, güneşin sadece denizin görünmez uzaklardaki bir yerinden yanımıza kadar gelen pırıltılı ince ve uzun yolu ısıtmadığını, aynı zamanda biz gölgedeki seyircilere de bir parçasını sunduğunu takdir ederiz. Sonra tam üzerindeki Türk bayrağıyla denizin bir parçası olan balıkçı teknesi hakında düşünmeye, keyiflenmeye başlayacakken suskunluk bozulur, çaylar gelmiştir, artık yanındakiyle konuşulacak onlarca şey vardır. Sohbet ince ve uzun devam eder, önümüzde serilen denizdeki günün son yüzücüleri kulağımıza teklifsizce delici sesler gönderir. Bütün çay bahsi ve bizler eziliriz hala çınlamakta olan gürültünün alında. Sadece ters ters bakmakla yetiniriz. Sonra teklifsizce yaşlı bir amca oturur masamıza. Selamünaleyküm der, aleykümselam deriz. İyice çakılırız oturduğumuz sandalyeye, daha çok büzülürüz. Kaçamak bakışlarımızla yakalayabildiğimiz ancak amcanı sandalyesinde diken üstünde olduğudur. Bir süre sonra rahatlar, kurulur sandalyesine. Garsonlardan biri gelir vakit. "Bir istediğin var mı amca?" diye sorar. Amcanın kırış kırış göz kapakları kırpışır, ağırlaşmış kafasını hareket ettirmekte tereddütlü, ağır ağır bakar garsona. O da ezilir kalır. "Yok" der, ikna edemediğini düşündüğünden mi, "Çok sıcak, çay iyi olmaz şimdi" diye ekler. Deniz cazibesini yitirmeye başlar, balıkçının ne yaptığının bir önemi kalmaz. Biz kafamızı kaldıramayız, suçlu çocuklar gibi başımız eğik… Ani bir çıkış parlar biran , "İki ada çayı" deriz. Biraz gerinme, daha dik durma hakkımız vardır. Amca değil ama biz yirmi dakika daha çay bahçesinin en güzel masasını işgal edebiliriz. Ada çayları gelir, benimkini amcaya say; zaten öyle çok da istemiyor canım.

Tıpkı denizle kurduğum gibi bir iletişim kurmaya çalışırım, olmaz, bakamam amcanın gözlerine. Cüretkar bilmişliğimle denize yüklediğim anlamların hiçbirini bulamam yüzündeki kırışıklarda. Anlamam mümkün değildir, evinde bir kenara atılmış, cebinde beş parası olmayan biri diyecek olurum, televizyon dizilerinden aklımda kalmış bu sahnelerin hepsine olanca gücümle dizgin vururum. Kırışıkların her birine ağıtlar yakabilir, destanlar düzebilir hassas kalbim, göz yaşları içinde kucaklayabilirim bu insanları, oysa karşımda ölüm korkum, yoksunluklarım içime akıttığım göz yaşlarım yoktur, bütün bunlardan bağımsız başlı başına bir insan vardır. Onu anlamaya çalışmak, beni küçücük kılıyordu kocaman yaşamın karşısında.

Onu, en öndeki masada bir "Selamünaleyküm" ile var kaldığım ancak hesabı istedikten sonra aklımın ücra bir köşesine geldi. Çok düşünmem, iyi akşamlar derim, kalkarım. Amca o masada bizsiz ve çaysız kalır. Benim bir parçam değilsin amca, soğuk sağ duyumla, ifadesiz bakışlarımla seni istediğim yerde bırakırım. Biran bile arkamı dönüp bakmam.

Tekrar deniz… Güneş şimdi bir pırıltıdan çok, dağın ötesinde, denizden uzak bir kızıllık olarak belirmekteydi. Ayağımın ucuna kadar gelen pırıltılı yoldan başka diyarlara yapılacak yolculuk bir başka güne kalmıştı. Tablo donuklaşır, kararır. Gitme zamanım gemleştir.

Çay bahçesinden geçerdik eve dönmek için. Yaşlı amca masada yok. Masada bir aile oturmakta. Akşama kadar çay içecek ve birbirlerini tanıyan bir aile… Amca ise tanımadığım bir ansan olarak bilmediğim bir yerle gitmiştir. Masanın üstündeki selamıyla yapayalnız kalmış olan kalan amca, biz gözden yitince, güneş dağın öte yüzünden kaybolurken selamını da yanına almış, ayrılmıştı masadan. Dağın öte yanından bize kalan şimdi kızılımsı zayıf bir aydınlık, daha sonra ise şehrin elektriğiyle aydınlatılmaya muhtaç kapkara bir akşam yada yoksunluk… Cadden geçerken bütün lambaların yandığını gördüm. Elimdeki şemsiyeyle kalakaldım, bu gülünç halimizle eve dönmek için geç kalmıştık.

Utku Gürtunca
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Entel Kahveci: Mustafa Uyal


MEDENİYYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR

Enflasyon canavarını en azından dizginlediğimiz , trafik ve beli silahlı düğün canavarlarına yoğunlaştığımız şu günlerde yeni ama "sanal" bir canavarımız daha oldu. Avrupa Birliği.. Her konuda yaptığımız gibi bunu da abartarak , gereğinden fazla yücelterek yaratıp yaratıp sonunda kapımızın dışına koyduğumuz şımarık, küstah bir çocuk edasıyla devamlı isteyip duruyor. Burada istenenlerin boyutu ve şekli iyice onur kırıcı olmaya başladı.Bu yazıya sebep olan ise geçen gün bir İtalyan dostumun dikkatimize gönderdiği sözde bir blogger'ın artık pes dedirten kampanyası. Hanımefendi tutmuş üç kitaptan ders çalışmış, bir milyon imza toplayalım da Türklerin düştüğü şu her şeyi kabul etme durumundan yararlanıp araya "Constantinopolis" deki Hagia Sophia'nın kilise olmasını sağlayalım diye kampanya düzenlemiş. . Müze olması saygısızlıktır falan...Yahu bağnazın milleti olmuyor demek, bizdeki maneviyatçılar illaki Cami olsun der, onların ne desem bilmem bir takımı kilise olsun. Yapabileceğimiz en iyi çözümü bulup bunu müze haline getirmişiz. Ne şiş ne kebap giderken çatlak sesler. Ama neden, bizim Avrupa birliği konusunda hem aydın hem karanlık(!) takımın olayı anlamak ve doğruları görmek yerine bize buradan ne düşer diye bakması.

Hatırlarsanız AKP tek başına seçimlerden galip çıktığı zaman İktidar ile ilgili komplo teorileri şöyleydi: Avrupa Birliğine girmek bu hükümetin işine gelir Ordu zayıflar, onlar da düzende en büyük engellerini kolayca aşıp Türkiye'yi istedikleri yöne doğru oynatırlar .Bu senaryo bir ara tuttu hatta gerçekten denendi bile, ama şimdi biraz sallanıyor çünkü tepkiler ve terör tırmanışı bazı gerçekleri iktidarın da kafasına vurmuş durumda. Bu arada sanki iktidarın desteğe ihtiyacı varmış gibi medarı iftiharımız Aydınlar da biz ancak demokrat olarak Avrupa'ya girebiliriz diye yola çıkarak teröristine, katiline, köktendincisine müsamaha göstere göstere, her olayda yahu öteki tarafı da dinlesek ne olur diye diye ve özellikle her koşul altında önce ülke çıkarını düşünen Atatürk'ü gerçekten anlamadan "Atam izindeyiz" ticareti yapa yapa bu kompleksli ve hatta hastalıklı düşüncelerini de eksikliklerini hissettikleri sanat,kültür vs. gibi aydın takıntılarıyla besleyerek koşulsuz teslimiyet bayrağını çektiler.Eli kuvvetlilerle sesi kuvvetliler böyle bir ittifakta buluşunca "İllaki girelim sonra hallederiz" havasında her gün yeni bir taviz verme moduna girdik. Sen verirsen bir alan bulunur hesabı Avrupa da çoştu ...İsteyen isteyene , bu sefer de sorun " vallahi bunlar ne dediysek yaptılar şimdi ne halt edeceğiz?" oldu. Yeni trend bunca yıl sonra "biz bir daha halka soralım oldu. Fransa Anayasayı veto etti çünkü Türkler geliyor. Hangi Türkler? Regie Renault'nun dünyadaki en büyük pazarı olan, en büyük ikinci üreticisi olan Türkler. Carrefour'u en büyük perakendeci yapan Türkler.Hollanda ha keza bu durumda.. Unilever, Shell ve Philips gibi devleriyle Türkiye'den her sene ciddi miktarlarda kazanç sağlayan Hollanda. Almanya aynı yolda ;Yüzlerce firması ile bu muhteşem pazardan almaya gelince hepsi alıyor da 1960 yılından beri çalışan bir süreç belli bir noktaya gelince kıvırtmalar başlıyor. Bu devirde İtalyan malları boykotu gibi o gün doğru olan yöntemler önerecek falan değiliz. Bunlar insanların kendi içgüdüsel tepkileriyle birleşirse zaten kendiliğinden olur.Ama artık Türkiye ve özellikle onu yönetenler bu ülkenin, bu insanın gücünün ve tarihinin ona verdiği azametin farkına varmalıdır..Artık Avrupa istiyor diye standartlarımızı değiştirmemeliyiz. Bu insan bu ülke buna layık olduğu için insan hakları, vergi adaleti, eğitim standartları yani toplam yaşam standartlarının yükseltilmesi gereklidir.Artık sosyal adalet her anlamda sağlanmalıdır. Örneğin kaçak elektrik kullanan hırsızların açtığı yara gerçek abonelere bölünerek tahsil edilmemelidir. Eğitim konusunda özel okulların eriştiği seviyeler her Türk çocuğuna her okulda sağlanmalıdır. Akaryakıt, Mobilya ve diğer imalat sektörlerinde inanılmayacak seviyelere varan ve herkes tarafından bilinen kayıt dışı üretim ve satışlar engellenmelidir. Türkiye "namusluların da namussuzlar kadar cesur" olması gereken bir yer değil yöneticiler başta olmak üzere her ferdin namus ve etik sınırlarında büyük millet ülküsü ile yaşadıkları bir yer olmalıdır. Bu kayıtsız şartsız hakimiyeti vermek aşamasına getirilmemiz istenen Avrupa birliği dediğimiz olayı detaylı olarak incelediğinizde çatırdayan bir yapı, eleştirdikleri her noktada ikiyüzlülük içinde olduklarını gösteren veriler ve her yönden sıkışmış bir ekonomiler tablosuyla karşılaşıyorsunuz. Bu arada dikte edilenleri okumaktan kendi gerçeklerimizi göz ardı ettiğimizi de eklememiz lazım.

Türkiye'de ekonomi gerçekten belli bir toparlanma sürecine girdi.. ve terör hortlatılmaya çalışılıyor.Acep nedendir? Türkiye Avrupalının çöpçülüğünden Eurovision galibi popçularına, Ralli Şampiyonu sürücülerine, Uefa kupası şampiyonu futbolcularına, Avrupa ikincisi basketbolcularına, en büyük otomotiv ihracatçılar sıralamasındaki sanayicilerine dönüşen bu ülkeyi din bazlı ayrımcılığa tabi tutarken diğer taraftan "imtiyazlı ortaklık" gibi bir ikiyüzlülük yapmaktan, Türk Kıbrıslıyı tanımazken Rum Kıbrıslıyı tam üye yapmaktan, Türkiyeye Rum kesimini tanımak için bastırırken Türk kesimini hem de BM planın onaylayıp niyetini belirten Türk kesimini tanımayıp izole etmeye devam etmekten çekinmiyor bu nasıl bir iki yüzlülüktür? İğrenç ama burada yöneticilerimize bir çift lafımız var. Bu sözde medeni ülkelerin sözde etik politikacılarına üzerimizden ucuz siyaset yapma fırsatlarını yıllardır bu insanı aşağılayarak, bu insana hak etmediği kadar kötü davranıp, hak ettiği hiçbir hakkı kendi kafanıza göre vermeyip Batı ile doğu arasında derin uçurumlar yaratarak, zengin fakir arasında aşılamayacak engeller ve fırsat dengesizlikleri yaparak, parası olanın Askerlik bile yapmamasını sağlayarak sizler verdiniz. Bu ülkenin insanını Sağcı Solcu, Laik Dinci, Zengin Fakir, Asker Sivil, Milletvekili Millet,Partili Partisiz, Şehirli Köylü, Küçük esnaf Sanayici diye kamplaştırarak, bölerek yandaşlarınıza imtiyazlar sağlayarak taraf olarak yönettiniz. Bunun en zayıf tarafımız olduğunu yedi cihana öğrettiniz.Yıllardır Kürt Türk diye başlatılan bir bölme işleminin anlaşılmaz bir denkleme dönüşmesine sebep oldunuz.

Şimdi, bu ülkenin yetiştirdiği genç ve çağdaş insanlarının neler yapabileceğinin, takım haline geldiği zaman Şampiyonlar Ligi finali, Eurovision finali,Formula 1 ve Universiade gibi uluslar arası başarı hikayelerini nasıl ardı ardına ekleyebildiğini anlayıp onları kamplardan çıkarıp dünya standartlarında yaşam haklarını, hak ettikleri kaynakları hak etmeyen yüzsüz, arsız hortumcu takımına , onun bunun yandaşlarına değil yarınlar için tüm millete vermenin Avrupa birliğini kapımızda nasıl yatıracağını anlama zamanıdır. Eğitime ,sağlığa ,kültüre, bilgiye yapılan her kuruş yatırımın Avrupa değil dünya standartlarını bu ülkeye getireceğini anlama zamanıdır. Sergi basmanın , cami avlusunda korsan gösteri yapmanın veya Televizyonlarda yaşlı transseksüellerle kayıkçı kavgası yapmanın ise ne olduğunu anlamanın...

Mustafa Uyal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.178 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


KIRGINIM

Bakışlar, bu kadar mı manasız ve Allahsız?
Dil, bu kadar mı bu, konuştukça anlamsız?
İncitmek, yaralamak ne kolay!
Artık bakmıyorum insanların gözlerine
Yoruldum, bakışlarda ki anlamları çözmekten; meal olmaktan birilerine
Duyduklarım, gri adımlarımın siyah rengi.
Bu kadar mı çıkmaz varlığımın kiri?
Yıkayın beni ya da yakın.
Yormayayım artık sizleri
Lanet okuyun bana, cezalar dileyin
Çözmeyin, yakın beni!
Zor dayanırsınız gübre kokusuna
Üzgünüm, dirim de çile siz ölüm de...
Bilmeyin içimde ki sarı taneleri
Gözlerimin çizgisinde biriktirdiğim papatyalarınızı uçurun tek sözünüzle
Çamurdan ellerim yardım et!
Sözlerim içimde biriktikçe aptallaşıyorum; susuyorum
Sustukça içimde büyüyen dağı çamurdan ellerimle her gece törpülüyorum,
Bir gün yakarsanız beni,
Size külfet olmasın; şimdiden tozlarımı savuruyorum.
Kırılan kalbim değil, bedenimin tamamıdır,
Kanamaz bu beden isterseniz deşin beni
Bıçakları asın kurutun, silmeyin kırmızı kelimelerimi...

Sesil SAR.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.portbodrum.com
Bodrum Yalıkavak'ta harika bir koyda "Sadece Marina Değil, Bir Yaşam Biçimi" sloganıyla özdeşleşen, hem tekneler hem de ziyaretçiler için muhteşem bir yaşama alanı. İtiraf ediyorum, bu siteyi de ben yaptım. Doğal olarak reklamı haketti:-)) Hamili site bizdendir yani. Severek çalıştığım sitelerden biri. İnşaatı halen sürse de bu haliyle bile fena olmadı. Haydi girin bir bakın.

...Have you been thinking about putting yourself up for sale lately? Ever wonder how much money you could get on the open human market? HumanForSale.com will attempt to place a value on your life using a variety of criteria in 4 basic facets of life (physical,mental,lifestyle,personality)... http://www.humanforsale.com/ İnsana nasıl değer biçildiğini merak edenlere.

Toplam 2712 kişi ile ilgili detaylı bilgileri bulabileceğiniz ve hatta mutlaka yer almalı dediğiniz önemli kişileri de ekleyebileceğiniz sağlam bir biyografi sitesi http://www.kimkimdir.gen.tr/ Mutlaka inceleyin.

Asp konusunda ne kadar iyisiniz? Bu soruyu okuyan bir çok kahvedaşımızın ha? ne? nasıl yani? ya da nereden çıktı bu soru? dediğini duyar gibiyim. Heyecean yapmaya gerek yok. http://www.maxiasp.net/ kısayoluna giriyor ve ayrıntılı bilgileri alıyorsunuz. Ve hatta sıkı bir eğitimle ustalaşıyorsunuz bile.

...Hırtaboz Kimir? diye soran hiperaktif ( ! ) arkadaşlara çözüm yolu : Arıza olma durumudur. 30 gün deneme süresi ile ( Trial Version ) dünyaya gelen çok değerli arkadaşlarımıza " Hırtaboz " denir. Ve işte size Bir kaç Hırtaboz replikleri... http://www.mizahturk.com/hirtabozlar.asp

Kahve Molası'nda bir dönem yorumlarını beğeni ile okuduğumuz sevgili dostumuz Hasan Taşkın yönetiminde iyi bir haber sitesi açıldı. Henüz çiçeği burnunda olan bu portalın kısa zamanda hakkettiği yere ulaşacağını söylemek müneccimlik olmasa gerek. http://www.haberyedi24.com

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PhotoFiltre 6.1.3 [1,40 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe
Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050912.asp
ISSN: 1303-8923
12 Eylül 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com