Eğitim Gönüllüleri



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 903

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 20 Ocak 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Dünyayı kurtarmak için hala bir şansınız var!!..


Merhabalar

Sorunlar azmış gibi bir de başımıza Sibirya soğuğu çıktı. Değişken gündem bizi öylesine esir almışki, etrafımızda olup bitenleri, doğanın acımasızlığını es geçmişiz. Rusya'da, Japonya'da yüzyılın soğukları ile boğuşulurken biz futbolun başı kim olacak? Hükümet Ulusoy'u nasıl devirecek? Ağca film çevirecek mi? gibi tatsız tuzsuz bir gündemi izlemek zorunda kaldık. Ama doğa bu, şakaya gelmiyor. Bir yol bulup kendini gösteriyor. Bir başka deyişle intikamını alıyor. Küresel ısınmanın sonucu dengesiz iklim şartları artık hayatımızın gerçeği. Bu konuda bugün bir dostumdan çok güzel bir sunum aldım. Belki birçoğunuz okumuştur ama kayıtlara geçmesi adına buraya almak istiyorum. İngilizce sunumu Türkçe'ye çevirmek için de epeyce uğraştığımı söyleyeyim de kıymetinizi bilin.

Mektup 2070 yılından geliyor. İlk olarak 2002 yılında "Crónicas de los Tiempos" isimli gazetede yayınlanmış. Yazarı belli değil o nedenle kendisine yayın izni verip veremeyeceğini soramadım. Hoş şu anda portakalda vitamin bile olmayan bir adama ne sorabilirim ki? Şaka bir yana, yazı tabiki bir kurgu ama verilerden yola çıkılarak yazılmış gerçekçi bir projeksiyon. Hala önlemenin mümkün olduğu bir zamanda yaşadığımız için önemi bir kat daha artıyor. Gelin bu yazıyı birlikte okuyup biraz düşünelim ve bir süreliğine de olsa günlük olayları bir yana bırakıp geleceğimizle ilgili Dünya adına duymamız gereken kaygıları hatırlayalım.

"2070'ten mektup var!..

2070 yılındayız. 50. yaşımı yeni kutladım ama ben 85 yaşında bir adam gibi görünüyorum. Yeterli su içemediğim için böbrek hastasıyım. Yaşayacak fazla vaktim kaldığını sanmıyorum. Toplumumuzdaki yaşlı insanlar arasındayım.

5 yaşında küçük bir çocuk olduğum günleri gayet iyi hatırlıyorum. Parklarda yüzlerce ağacın olduğu, evleri kocaman bahçelerin kuşattığı günlerdi o günler. Dilediğimizce duş yapabiliyorduk. Oysa bugün sadece derimizi özel yağlı havlularla silerek temizlenmeye çalışıyoruz.

Önceleri kadınlarımızın harika uzun saçları vardı. Oysa şimdi su kullanmadan temiz tutabilmek için kadını erkeği saçlarımızı kazıtmak zorundayız. Eskiden babam evimizin bahçesinde hortumla arabamızı yıkardı. Şimdi çocuklarım suyun bu türlü pervasızca kullanılabileceğini kabul bile edemiyorlar.

Küçükkken her tarafta "SUYU KORUYUN, İDARELİ KULLANIN" yazan afişler vardı. Televizyon ve radyolar sık sık bu konuyu gündeme getirir, insanları uyarırdı. Ama hiç kimse aldırış etmedi. Hepimiz suyun sonsuza kadar yeteceğini sandık. Oysa şu anda tüm nehirler, göller, yeraltı suları, barajlar kurumuş durumda.

Endüstri durma noktasında, işsizlik korkunç boyutlarda. Çalışanlar maaşlarının bir kısmını içme suyu olarak alıyorlar. Bir kavanoz su için suç işleyenlerin sayısı hergün artıyor. Yiyeceklerin %80'i sentetik.

Eskiden insanlara günde 8 bardak su içmeleri önerilirdi. Bugün ise yarım bardaktan fazla içme şansım yok. Tek kullanımlık giyeceklerimiz var. Bu da atık madde miktarını büyük ölçüde artırıyor. Tuvalet için özel tanklar kullanıyoruz çünkü su kaybından dolayı kanalizasyon sistemi çalıştırılmıyor.

İnsanların dış görünüşleri içler acısı. Susuzluktan kurumuş, kırışmış vücutlar, ozon tabakasının yok denecek seviyeye gelmesinde sonra oluşan yüksek radyosyon nedeniyle büyük lekeler. Deri kanseri, bağırsak enfeksiyonları, böbrek hastalıkları ölümlerin başlıca nedenleri.

Derideki kuruluk nedeniyle 20 yaşında 40 yaşında görünen insanlar dolaşıyor etrafta. Bilim adamları üzerinde çalışıyor ama henüz bir çare bulmayı başaramadılar.

Su üretilemiyor. Ağaçların yok olmasyla birlikte oksijen ve bitkisel gıdalarda yok olmakta. Bu da insan zekasının giderek durgunlaşmasına neden oluyor.

Erkeklerin sperm morfolojisi şekil değiştirmiş durumda. Bebekler genellikle zeka gerilikleri, şekil bozuklukları ile beraber doğuyorlar.

Yetişkin her insan günlük 137 m3 hava için para ödemek zorunda. Bu parayı ödeyemeyenler, güneş enerjisi ile çalışan mekanik ciğerlerde üretilen hava üflenen bölgelere alınmıyorlar. Hava kalitesi iyi deği ama en azından insanlar nefes alabiliyorlar. Ortalama yaşam süresi 35 yıl civarında.

Bazı ülkelerde nehir kenarlarında yeşil alanlar halen mevcut. Bunlar da ordu korumasında. Su altın ve gümüşten daha değerli bir servet artık.

Yaşadığım yerde hiç ağaç yok. Çünkü yağmur yağmıyor. Arasıra serpiştiren de sadece asit. Mevsimler yok oldu denilebilir.

Çevreye sahip çıkmamız konusunda çok uyarıldık ama hiçbirimiz aldırış etmedik.

Bazen oğlum çocukluğumu anlatmamı istiyor. Ona yeşil tarlaları, yağmuru, o güzelim çiçekleri, içemeyeceğimiz kadar çok suyu ve sağlıklı insanları anlatıyorum. Oğlum dinliyor, dinliyor ve soruyor: "Baba, peki bu suya ne oldu?" İşte o zaman sanki boğazım sıkılıyor. Çünkü suçlu olan neslin üyesiyim. Çevreyi hiçe sayan, uyarılara kulan asmayan bir neslin ferdiyim. Ve şimdi bu büyük suçun faturasını bizim çocuklarımız ödüyor.

Yakın bir gelecekte, geri dönülmez bir noktaya gelen bu çöküş Dünyayı üzerinde yaşanılamaz hale getirecek. Ah keşke elimde bir güç olsa ve geçmişe dönüp insanlara "Dünyayı kurtarmak için hala bir şansınız var!" diyebilsem."


Tatsız değil mi? Ama bu vurdumduymazlığımız sürerse gerçekleşme olasılığı oldukça yüksek. Neyse, bu karanlık tablodan biraz sıyrılmak için gelin güzel bir şarkıya kulak verelim. Geçen gün çaldığımda sevmiştiniz. Gene Grup Gündoğarken'den benim en sevdiğim şarkılarından birini çalıyorum, Rüzgar. hepinize güzel bir haftasonu diliyorum, esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Sibel Oral


RİCA ETSEM, BİR ÇOCUĞUN HAYALİNE ORTAK OLABİLİR MİSİNİZ?

Kasvetli bir Kasım ayıydı. Kendimden ve bu şehirden çok sıkılmıştım. Daha lüks yaşama adadığımız zamanlarımız, birbiriyle çarpışıp yamulan insan ilişkilerimiz, içimizde ki merhamet duygusunu çalan "hırsız hırslarımız" bizi yaşamlarımızın ve bencilleşen yalnızlığımızın dibine gömüyordu.

Güneşin doğuşunu da batışını da koca İstanbul'un kalabalık yaşam topluluğu arasından izlemek, izlerken kendi içsel yalnızlığının farkına varmak ve bu farkındalıkla Kasım ayının kasvetine katkıda bulunmak içten bile değildi. İşsizdim ve bir iş gelmişti. Önce "sipariş üstüne nasıl hikaye yazılır ki?" diye sordum kendime. Aynı günün akşamı Cihangir çay bahçesinde hiç sevmediğim halde çay içip sipariş üzerine yazmak zorunda olduğum hikâyeyi düşündüm. Bana verilen konuya uygun istenilen konseptte hiçbir şey yazamıyordum. Parmaklarımın arasında kalem döndü durdu saatlerce. Zihnim hiçbir şey üretemiyordu; pes ettim ve bir kahve söyleyip en sevdiğim kalemimi masaya koyup kendime döndüm ve onu gördüm.

Teninin rengi, mantosunun kapüşonu ve kaşlarının duruşuyla bana kendi gibi olan bir çocuğu hatırlatıyordu; 10 yıl önce postallarımı boyamak için bana sırnaşan Mesut'u… Hakkari'den 9 nüfuslu ailesiyle terörden kaçıp İstanbul'a göç etmiş. Babamın iş yerinin yakınlarında ayağında ayakkabı olmamasına rağmen başkalarının ayakkabılarını boyar, parlatır kazandığı parayı babasına verirdi. Okula hiç gitmemişti oysa okul çağı gelmişti. Okula gidecek para, okula kayıt olabilse bile kitap alacak, önlük alacak paraları yoktu. Zaten bunu umursayacak hayalleri de yoktu. Babam ve yakın çevresi Mesut'u çok sevdi ve birlik olup onu okula yazdırdı. Önlük, kitap, defter, çanta aldı, cebine harçlığını koydu ve Mesut artık okullu oldu. İşte, hikayemin kahramanını bulmuştum. Mesut ve onun gibi çocukluğunu okuldan uzak terör gölgesinde yaşayan çocuklar olacaktı.

Hızla eve gittim ve internette doğu'da yaşayan çocuklarla, doğu illerinde ki okulların durumlarıyla ilgili araştırmalar yapmaya başladım. Heyecandan yerimde duramıyordum. Hikâyem kafamda çoktan yazılmış hatta yaşanmıştı bile. Ertesi sabah araştırmalarıma devam ederken bir site buldum; http://www.kardesinisec.com Böyle bir sitenin varlığından haberdar olmamıştım. Uzun süre inceledim. Evet, bu harika olabilirdi zaten 3 kardeşim vardı ve 1 tane daha olsa üstelik yardıma muhtaç bir kardeşim olsaydı ve ben ona yardım etseydim belki de yazacağım hikâyenin içine girecektim. Hakkâri ilinde kardeş bekleyen isimleri ve tanıtım formlarını tek tek dikkatle inceledim. Durdum… Çok tuhaftı…

Adı Soyadı: Sibel DAYAN
Yaşı:13
Adres: Hakkâri Merkez

-"Dayan Sibel"
diyerek okulunun telefonunu buldum ve aradım. Ne diyeceğimi bilemiyordum, onu nerden bulduğumu, internetin ne olduğunu ona nasıl anlatacaktım?
Telefonu kapadım ve Mesut'u düşünmeye başladım.

Bu arada hikâyemin tretmanlarını yazmıştım ve çok beğenilmişti. Hemen senaryo hali sipariş edilmişti. Siparişlerden nefret ediyordum ama bundan daha önemlisi Hakkari'li Sibel Dayan'dı. Onu aramam gerekiyordu, sanki beni bekliyordu. Kafamda ki bütün kaygılardan kurtulup okulunun bana verdiği komşularının numaralarını çevirdim ve onu istedim. Sesini duyunca, sesim titredi. Ona kendimi tanıttım ve onu nereden bulduğumu ve bunu neden yaptığımı anlattım. Sandığımdan daha kolay oldu. Öğretmenleri onlara her şeyi anlatmış. Uzun zamandır o da birinin onu seçmesini bekliyormuş. Ona sorduğum sorulara karşılık bana verdiği cevaplar beni şaşırtıyordu. İki odalı bir evde 12 kişi. Babaları ne iş olursa onu yapıyor. Sibel, evin okuyan tek kızı. Türkçesi gayet düzgün ya da beklediğimden daha düzgün ve her şeyden önemlisi bana "siz" diye başlayan cümleler kuruyor.

Sesimin titrek hali kendini doğallığına teslim ettiğin de ona ilk mektubumla birlikte bir hediye göndermek istediğimi ve benden ne istediğini sorduğum da bana verdiği cevabın ardından bir süre konuşamadım. Çünkü benden çilekli toka ya da renkli boncuklu kolye istemişti. Sadece bu kadar mı? İnanamıyordum. Sadece toka ya da kolye mi? Hayal etmek için renkli bir dünyaya ihtiyacı vardı ve belki de bu yüzden benden renkli boncuklu kolye istemişti.

Telefonu kapadım ve ona sayfalarca mektup yazdım. Ona alabileceğim her şeyi alıp yollamak istiyordum. Artık içime tuhaf bir duygu yerleşmişti. Sürekli onu düşünüyordum. Ne yiyor, nasıl rüyalar görüyor, ne giyiyor, şu anda ne yapıyor?
Peki, bana ne yaptığının farkında mı?

Şehir hayatının verdiği sıkıntıların misillemesinden doğan çarpılmış insan ilişkilerinin kıyısında boğulurken çok uzaklarda hiç tanımadığım küçük bir kız çocuğu bana "sizi seviyorum" diyor ve beni mutlu ediyordu. Ona yolladığım mektupları komşuları ve akrabaları ile topluca okuduklarını söylemesi beni mutlu ediyordu. Annesi, babası ve ablasıyla bile konuşmaya başladım. Sağlığımı ve onlardan, oralardan bir şey isteyip istemediğimi soruyorlardı. Evet, mutlu oluyordum hem de çok tuhaf bir şekilde...

O kadar güzellerdi ki etrafımda ki herkes çok çirkin geliyordu.
O kadar içten gelen bir samimiyetle benimle konuşuyorlardı ki bana birilerine yardım etmekten dolayı içime dolan huzurla tanışıyordum her gün biraz daha fazla…


Ramazan bayramında benden hediye olarak sadece kitap istemesine rağmen ona pembe bir etek ve kazak yolladım. Paketinin içine kitabın,çilekli tokasını ve renkli boncuklu kolyesini de koydum.Her hafta arayıp sınav sonuçlarını, derslerini soruyordum. Onunla konuştukça yaşamıma anlam üstüne anlam yükleniyordu. Bu arada onunla olan bu ilişkim hikâyeme ve üzerinde çalıştığımız projeye çoktan yansımıştı. Herkese Sibel'i ve onun gibi hayallerini bekleyen çocukları anlatıyordum. Bazıları anlamıyor hatta eleştiriyordu.

Sorun neydi? Biz kameralı cep telefonu, son model araba ya da bilmem nereye tatile gitmek için kart ekstrelerimizde ki rakamların küçüleceği günü beklerken orda ki çocuklar sadece çilekli toka ya da kitap bekliyordu.

Ben hiç çilekli tokanın hayaliyle uykulara dalmadım.
Siz daldınız mı?


Hiç tanımadığınız bir çocuğun sizden gelecek olan mektubun hayaliyle her gün uykuya dalması düşüncesi mi sizi daha mutlu eder yoksa patronunuzdan gelecek terfi e-postası mı?

Binalar arasında daha lüks yaşama adadığımız zamanımız, birbiriyle çarpışıp yamulan insan ilişkilerimiz, içimizde ki merhamet duygusunu çalan "hırsız hırslarımız" bizi yaşamlarımızın dibine gömmüşken, kilometrelerce uzakta patlama sesleriyle uyanıp, lastik pabuçlarla okula giden çocukların hayallerine ortak olamaz mı?

-Olur!

Sibel Oral


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,459,459,459,459,459,459,459,459,45
11 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Turan Bozkurt

 Vestanca : Turan Bozkurt


  VESTAN DESTANI

KISIM I

Botandı nehrimiz ;
Dicleye akardı,oradan Şattülaraba, Fıratla yoldaş ; bizden selam, odun ve alabalık taşıyarak..Bir kolu "soğukpınar"sortkindeydi alabalıklarımıza kaynak,,bir koluyla da "melikşah yaylası "melküşan"dan toplardı kışlık menfaatimizi,uzun zemheri kışlarda hayat mematımıza dayanak..Meydan dağı eteğinde ardına deltalanan bu;baharları öfkesi sel ,yorgunluğu çamur kabaran su,komşuluklarımızı üç yakaya on köprülük Çatak yaparak dolanırken ta Kızıldenizlere ,her bir hülya ve masalımızı da akardı mevsimlik huylarınca gelecek yaşlara..Yazları yorgunluktan dizlerimize eğilir;serinlik sarınırdık kenarlarınca..Kışları sıcak akardı mevsime inat;eriyen karlardan ruhlarımıza ılık ninniler şırıldayarak..İnce ve kaygan taşlarla pırıltılarında çap çup zıplayan sayısız lemeç yapar,her dönemecini de kulaç mesafelerimize menzil sayardık. En atak ben olurdum her seferinde,çünkü her suya balık ve az çolak, akış yukarılarına solaktım..

Babam,
varlığıma ötelerden köprü adam, onsekizinde eli ekmek ve aş kotaran bir zıpkın veYusuf dolanırken mahallenin tüm züleyhalarına kırk bahar önce,nisanın yağmursuz bir salısında öğle ezanına denk gelmişim. .Annem bir elinde bezbebek bir elinde hamur yoğururken,üç gün salavatı şerif-gitti gidecek-,dördüncü gün bi iznillahla doğurulmuşum.. Üçten ikinci babaannemden yekane Kadir amcamı koldan bir sayarsak,boyumuza zadelerden onbeşinci, hane halkım "Mala Piri" obasınaysa erkek torunlardan ilkmişim..

Meydan dağı eteğinde,
tek çarşıya solundan cepheli, beş dükkan ardına,iki oda bir kilerlik dam ve pencere şişlerinden kızağıma hız kattığım yukarı dört, yana sekiz adımlı havuzlu avluda,sağ yukarımızda babam dayısı cihangir kızlarının kınalı ellerinden düğün bayramı,ramazanlarda kapı diplerine sığışıp bin bir geçelere uçtuğumuz Faris amcamın şahmeranlı ,şehrazadlı, zaloğlu rüstemli arkası yarınlı hikayelerinden cenk ve samanlık seyranı,ve akrabalardan her daim baştacı leman ablayı,tatlardan kirpi yahnisini ve bozkır seslerinden keklik ötüşünü tanıyıp,tehcir ve mezalimden yanık bahisli taş plaklardan dağlara ağıtlarla ,"Gravi" hasan kızı adile ninemin kırmançça ninnilerinden dil dillenip şimdilerime can çıkmazlık huy huylandım..

Dedem ,
bahtım aynı çıksın! duasıyla, paşalardan Fevzi adlamış göbek adımı..Diş hediğim ocaktayken,asker mektubu gelince ta İzmir Karşıyakalardan,yadigar diye kucaklanmış ve hükümet kaydına arkadaş hatırlık Turan diye yazılmışım..Şedit Çerkez bakışlarımı miraslandığım dedeme, muhtar konaklığı kahve köşelerinde incir ve yemişlerle eşlik etmişim dört yaşlarıma dek..Hele ki,üçüncü baharıma ay kala,paşa adlığımı sıfatlanarak,"dedemin bastonu bu!..bu dedemin tabakası ..vermem!"diye saç yolar çığlık çığlık ferman basarmışım hane halkına diğer adsızlardan her varlığını sakınarak..

Urartu evlerimde öğrendim,dünya dört bucak..
Duvarlarımız kerpiç,damlarımız toprak,yemişimiz ceviz,belediye kavaklığı bahçemiz,kaf dağımız Iloke ve Beledi reis Kadir amcamızın miri arazisi "rezemir" tek bağımızdı..Kışları kızak kaymalardan artan zamanımıza babalarımız okul ve kar küremelerini gündüze,annelerimiz de gecelere ev gezmelerini pay ederdi..Yazları ise yaylakları ancak göçerlerden ezberler başka bilmezdik.Çünkü biz sabit ve konardık o ellerde yüzyıldır..Bir tek Efe amcam ve Aysel yengemin bahçesi yaylak ve ormanımızdı amcamkızı ve oğullarının..

Namımız vardı sülalecek..
Biz,her kavga da kurt,her muhtaca yurt,kırgınlığımız korkutur,barışlara umuttuk..Dedem babası Kolağası Vasfi atam ve beş oğulluk taifesiyle ,tehcirden sonra yurt ve dam tutmuştuk Vestanı..Beşler büyüğü Musa,Irak ellere gidip soy salmıştı Süleymaniyede,ki, Lütfü,Zekeriya,Mehemet ve dedemi Misak-ı Milli ye emanet bırakarak..

Tahta iskemlelerde sabitti Remzi dedem hep;
fevziye halam,Zekeriyazade amcamTahsin kızı fikoş abam ve tevellüdüne üç ay fark attığım süt kardeşim zaafiyet ercan'lı fotoğraflarda..Otuz toruna babaannemse,filtresiz bitlis dumanlanan yumuk gözleri ve alnımıza dokunduğunda mangal kenarı elleriyle ruhumuzu masallara kanatlayan rüya yastığımız dizleri bağdaş vaziyette;"ferik " ve"bala"larına kanat kabaran bir zümrüd-ü anka nakışlanmıştı en derinimde..

Amcalarım ve halalarım vardı kıyamet:
Fatma ve Remziyenin adları vardı yalnız yazları hatırlanan; boy boylanıp soy soylanmışlardı başka illerde..Çocukluğuma kalansa soydan obamızın son beşiği ablam yarısı ve sıfattan adaşım birtek fevziye halam..

Sondan bir amcam Orhan"la tattım Mahsuni Şerifin bozkır bozlak türkülerini..her yeni tayin memurun şehirli kızlarına gözkırpış mektubunu yanlış ellere çok yakalattım belediye bahçesinde daldığım oyunlarda sıyrılan gömleğimden.İştahına yemek mazaratına hız yetişmez,boğa bakışlarından asla kendisine akşamüstleri görünmezdik..

Sona iki Burhan amcamsa,kınından sıyrılmış bir söğüt dalıydı;öfkesi yakıcı ,sevgisi narin.
İskemlelere bağdaş büklüm oturuşuyla kahkahalarımıza ırmak,bal gözleriyle yüreklerimize sevinç akardı...

Efeler efesiydi Muzaffer amcam;namını adı bildim yedi yaşıma dek.Dedem,.on köy bir bucaklık merkezimize muhtar olduğundan beri,ta melküşan diyarlarına dek nam salmıştı evimizin yiğitliğini ve ikramını.Resmi adresi nüfüsta,nüfuz makamı ise kaymakamdan öndeydi eşraf,vekil,bakan ve halkımın gönlünde amir amcamın.

Hele boydan ve sıradan ortanca Nazmi amcam ki;Mir Mahi destanının baş kahramanı Hemzo büyük dayımızın tıpatıp temsiliydi osmani sonrası çağlarımızda..Daha ondördündeyken bir tufan arabi komşularımızı silme dağıtmıştı bir sustalıyla tek başına. Kale kenarlı akik taşlı yüzüğü nam ve nişanesiydi bozkurtluğuna remzioğullarının..Annemyarısı seyhan yengemle beşi zülüflü üçü yeleli can soylandılar obamıza..Sevdaları aşıklara sebil ,sözleri ezberimiz ve her şakamızda; cömertlik namlarıyla da her konağımızdaydılar.

KISIM II

Sonbaharları;
komşu köy ve bahçelere gömlek ve yelek içleri dolusunca talanlık ceviz ve elma akınlarında, kışları soba yakınlarında yıldızlara eş tutuğumuz kızlara erişmelik mektuplar karalar,ilkbaharları dağlardan mendi ve yarpuz ve çayırlardan da ibik çiçeği ve ekşilik toplar,yazları botanın sağ kolu norduz çayında yeni kıyı ve kumluklar keşfiyle; sabahın köründen akşamın ezan karalarına dek deri çatlayıp; yiten güneşten ve babalarımızın öfkesine zehir zangır titremelik yüzme akınlarında ,hayata ahvalimiz bir çocuk bir ergen gelgitlerinde huylar dolanırken,yaz bitişlik Eylül törenlerimize son bir daha,yani ki,gündüzleri ceviz taşlayıp ,geceleri teksas tommıks değiş tokuşa eremeden;bilyalarım,kuşatanım(sapanım),tel arabam ve babaannemin dizi,otlu peynir ve lavaş ekmek, metin ve arif,ibiş ve ercan ve ondört numara paşabahçe gaz lambasının titrek sarı ışığında mektep büyüdüğüm çocukluğuma veda niyetsiz ve dönüşü nihayetsiz bir eylül sabahı, yedi bucaktan alnı deprem yazgılı on sekiz yağız ve kol kanatsız kürt kurduyla birlikte iyot ve buz esen bir sahilde gençliğime indim.

Leyli meccaniydi adı hayat sözlüklerinde ergen gençliğimize yeni yurtlandığımız kumsalımız;
Botansa,artık her sıla dönüşlerinde boğazımıza yumruk yumruk düğümlenen ağıt ve masalımız..

KISIM III

En Büyük Çekmecesine ergenliğimi gömdüğüm
İmar piri Sinan ustamın adını köprülediği yerde,
"Ben bir keremlik severim,sen git bin sevil!
Sürgünüm dönüşsüz artık,aslımı kendin bil!"
Bana nam u nişane yıldız parlayan bir çift kara göz
Ve örgülü saç bağından özge ne bir eda ne bir söz"
Şair müsveddelik kafiyelerle dizeler hislenerek,
Sesinin rengini bile bilmemeklikten deli meyyal,
Hülyalarımın kuyularında adını ilana naralanıp;,
Alnım ter sırtım buz gece karasında:vayyayeeyy!
Sayhalanarak,
Tatar Ramazan voltalanırken çoçukluk sevdama
Koridorun bir ucu babaannemin dizi
Bir ucu ergenliğime yat saati çıkmazındayken,
Ortası botan buğulanan hasretimle
Lodosuna kanlı küfür bastığım bu Albatros sahillerinde,
On sekiz kürt kurdunun nefesine sığınıp
Arabi emzirdiğim annemin yalellisini
Babamın Çerkez dedesine ağıtlarını
ve kırmanç babadayılarımın dağlarına türküleriyle
yorganımın altındaki yıldızları sayarak sabahlardım..
..
gündüzler pustu gündüzler hüzün.
hep sustaydım: sulu bakış buğulanırdım saniyelerce kınalıdan keklik çağrışsam..
geceler karaydı geceler uzun..
hep yastaydım:ne ana ne yar değil bu değil!ah yalnız sıla kanadığımı bağrışsam:
Botanım!..
Vatanım!..
....

Bu deniz tuzluydu botan şirin.
Bu deniz dipsiz kirli bir mor, botansa pırıl şeffaf ve sırf yakamoz..bu denizde ufuk bitimsizdi gri ve duman;,botanımınsa öbür yakasına davransam arif,ibiş,meydan dağı ve üstü masmavi asuman; bu deniz hırçın pervasız bir kadın yaban,botanımsa ha annem ha babaannem ne zaman kıyısına davransam;bu denizin dalgalarla kabarıp korkutan öfkesi vardı poyrazlarda,botanımın baharlarda sel homurtusu bile ninnilik nazdardı;bu denizin böcekleri hin,kara,kuşları ciyak ciyak ; botanımın kıyısındaysa yalnız uğur böcekleri ve cik cik serçeler uçardı..

KISIM IV

Darülfünundu umut ve kısmetim..
Annem kardeşleriydi ilk yıllar bana barınak.
Sonralar izbe ve sefil varoşlara çul ve pulsuz sığınarak
Her yağmur daha bir İstanbul sevdalandım dört yönüm beyazıt.
Bildiklerim bulduklarıma yetmez,bulduklarımı akıl sıkletim çekmeyince,
Haritalarımı yırtıp pasaportlarımı paralayınca bir midillili frenkperest kara göz,
Yeniden olmaya davranıp,
Oğuz Atay hallerinden giyindim kahve köşelerinde püfür efkar..Geceler İsmet Özelce bir koşu tutturdum kaldırımlarda sorulara cevap kıvranarak.Pink floyd kanatlanıp,bob dylan süzüldüm çok zamanlar cevapsız sorulara kahhar karalanınca.. Bir cebimde Yunus öbüründeyse Marx"la büzüldüm duvar diplerine bitişsiz kahırlar kanatınca..Perdelere davrandım aralamaya yeni ve bilinmedik..Her rahleye diz kırdım öğrenmeye tanıdık tanımadık.Bazen sürünüp bazen dimdik tecrübelenerek ,bir mektepten dört medrese tahsillendim:;

sahaflar-mabedim
çorlulu-mekanım
ziya-can yoldaşım
ve zeynep:Bozkır botan iklimli ruhuma dünyalar coğrafyalandığım,payitahttan rafinelenmiş can ışığım!

KISIM V

Botan uzak,botan rüya,botan babaannemin yitik masalıydı artık..
Leyli meccaniden devlet yetimliği tescillenmiş serazad yalnızlık ve darülfünündan diplomalık tasdiklenmiş ufuklara vurgun anlayışla,ne yıldan yaşlanmaya yüz verip,ne maişet gereklerinden hız kesmeden dingil zorlamalık haller ve mekanlar mültecilendim kırılıp kanayarak şimdilere..
Beş işlendim,eş eşlendim,yer yurtlandım,hem on çeşit hedef umutlandım seneden döneme devrederek..
Dönem devir değişerek huy huylandım,yol yollandım,durmadım durulmadım hep yeniye meylederek..
..
Her kırgınlıkta bu şedit şehre küsünce;
Her halimde ve her kelimemdeydi botan..
Botan özgürlük:kuşlar atlar ve bozkır,
Botan uygarlık:sümer,urartu ve babil,
Botan hayat:su,ceviz,düğün ve masal
Heyhat;
Botan uzak,botan rüya,botan duvarlarda dekor posterlik asılıydı artık..
..........
Dönüşsüzlükten, atiye çatallanınca yollar;
Bin Ziyad heveslenip maziye endülüslük,
Hayatlardan yeniye davrandım yeni bir masal:
Artık her kelime ve her halimde şimdiye deniz vardı:
Deniz yenilik ,deniz öteler,ötelerdekiler benim olmalı."
Deniz ufuk,deniz kadın,gemilerle yelkenlerim olmalı"
..
heyhat;
ne deniz sevdi beni ne ben gemileri..
bir botan anlardı hasretimin bozkır kanatlanan dengini dicleye akarken oradan kızıldenize fıratla yoldaş;
denizin ne dağı vardı ne kınalı keklikleri..
ne deniz sevdi beni ne de ben grileri..
bir babaannem anlardı sevdamın menekşe rengini değirmen üstü bağlardaki baharları papatyaya arkadaş;
ne deniz sevdi beni ne de ben öteleri
bir arif anlardı Gravi babam dayılarımdan türkülendiğim özlemlerimi Vestana ve kerem hallerime sırdaş
.....
bir yaz başı,
orta iki karne dönüşü babannemin vefatına ramak yetiştiğimde,ona değil masallarıma feryat figan yanmış,
zaafiyet nam amcamoğlu Ercana şimdi kimle zemheri hayattan sıyrılmaca hülyalara rüya kanatlanacağız
ha!? Sorusuna;"..mirası olmaz ki mangal kenarlı şefkat ellerin..!"değince,canımı göz boşalıp dolmuştum..
..
Şimdilerde,
Yorgunum dönüşsüz sürgünlerden ha bu diyar son;ha bu diyar yakın az kaldı ötede botan var demekten,
Denemekten yorgunum dönemeçleri,alladdinin lambası şu diyardaki bir yardadır halime çare denemekten
Yorgunum kendime her seferinde bulunur,dayan,belki bir bilen vardır yarpuzu,tel arabayı bilen demekten
Deneyip yenilmekten yorgunum artık,ne bu diyarlar biter,ne duvarlar yıkılır,ne de sonuç var denemekten
Yorgunum dillenip diyememekten,
Yorgunum..
....
Botan bir nehir değil,değil hiç;
Botan bir fikir,bin dil bir hürriyet;
Botan bir diyar,bin din bir medeniyet;
Botan bir yar,bin eda ve naz,bir can;
Botan arif ve ibiş ve metin ve ercan;
Botan zülüf yarlara kına ,çiçek,inci mercan,
Botan ruhumun asılı babannemin masalları,
Botan ilk göz ağrımın saçlarını yunduğu su,
Botan menekşe,papatya,mendi,yarpuz,
Botan çoçukluğum ,ilk dünyam,
En doğrusu,
Botanım,
Hasretim,
Vatanım!

Turan Bozkurt (Vestana)
vestana1bozkurt@yahoo.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


  DÖNME DOLAP / ELDE VAR SIFIR

"Daha ilk satırdayken söyleyeyim; yazının sonuna vardığınızda eğlenmiş olacağımızı sanmıyorum. Buna dair belirgin nedenlerimde yok, sadece eğlenmeyeceğimizi hissediyorum. Şu sıra kendi kendimi de pek eğlendiriyor bulmuyorum…"

Berbat giden havanın da etkisiyle, bayram tatili hiç bitmeyecek sandım bir ara. Bir ara dediğim şu satırlar yazılıyorken hala bayram ve hala tatili aslında… Ülkemizi, yabancı turistlere tanımlamaya elverişli olduğu kabul edilen, ama bir o kadar da yaratıcılıktan yoksun "tatil cenneti" cümlesini, ben, kendi ülkemin insanı için daha uygun buluyorum. Bayramlar, seyranlar, anlamını kaybedeli çok olmuş, adı anıldığı anda insana turist Ömer etkisi yapan sayısız "önemli günler" ülkesinden sırf bu nedenden dolayı pek sıkıldım. Kimseye bir şey dediğim yok, madem resmi tatil diyor ilgili merciler, yapacak bir şey yok, herkes turist Ömer postuna bürünüyor haliyle. Bu ülkede Cumhuriyet Bayramının bile layıkıyla, hissettirmesi gereken coşkuyla kutlanamadığı kanaatini çok evvelden beri taşıyor olduğum için, turist Ömer'i anma hareketini sağlayan bir bayram anlayışını da, kabul etmem imkânsız. Sakın ola kızmayın, ya da kızarsanız kızın, aldırış etmeyeceğim.

Ne diyordum, ha tatil… Bu konuda her nedense ilk aklıma gelip, orada uyumayı, her bayramda uyanmayı görev edinmiş ilk şey bunlar değil aslında. Daha çok, öğrenci kategorisindekiler adına takıntım var; okullar açılıyor, zaten yaz rehaveti hala omuzlarda, yağmurlar başlayana dek, yazın kumsaldaki haller, yaz aşkları hayalleriyle haşır neşir akıllar, yağmurların başlamasıyla birlikte başlayacak olan ilk yazılılar, bunu nihayet ayarak kendini derse kaptıran, ilk yazılılar tam bitmiş, ikinciye hazırlanmak için planlar yapılırken, küt diye bir bayram gelir en aşağı bir haftalık tatil. Öğrenci kısmı için ikinci yazılılar için yapılan planlar, birden rota değiştirip, bayram da ne yapacağıza döner. Özgür kızlar ve oğlanlar o bir haftalık tatilde son derece mutlu, bundan bir hafta önceki hallerinden bir iz bile bırakmadan ikinci kimliklerine geçmişlerdir bile. Tabii bir de bunun yarını var elbette. Yarını gelir, okullar açılır. "Ah gene okul, ne güzel el enseydik şu tatilde" oflamalarıyla yeniden adapte olma çabaları, yeniden yazılı kâbusları… Bir an önce büyüseler de kurtulsalar kendileri. Yine okullu oldular, yine her şey yoluna girdi bir şekilde, esas kimliklerine yeniden döndüler… Derken küt o da ne sömestr geldi. Haydi, sil baştan. Özgür kızlar ve oğlanlar, ikinci kimliklerindeler yine. Bu böyle sürüyor gidiyor. Ve bu çocuklar bu esnada okul bitiriyorlar ya… Öğretim yılları arasında geçirilen tatillerle değil de, tatiller arasında geçen öğrenim yıllarıyla...
Heyhat…

***
İğrenç hava koşulları, şehirde kalanları tatil boyunca evine çiviledi. Şehirde kalmayı ve evine çivilenmeyi son derece istekli bir şekilde seçenlerden biri de bendim. Planım da belliydi, bayramdan bir gün önce, eve gerekli alışverişi yapacaktım, evin kapısını, gazete istemek için astığım not dışında bir daha da hiç açmayacaktım. Bayram ziyaretleri, el öpmeler, tv.deki bayram özel programları beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Ben sadece dokuz günlük yalnızlık ve sessizlik süresini kendimce değerlendirme çabasındaydım.

Tatilin ilk günü, ne zamandır bir parçayı bulamadığım için takıntıya dönüştürdüğüm, sanki başka parçaya gerek yokmuşçasına o parçanın peşinde düşüp, haftalardır sürünen puzzle'ımı bitirdim. Tutkalını sürdüm, kurumaya bıraktım. Ve aklımın bir köşesinde beni tırtıklayan bu şeyden kurtulmuş oldum. Elde var bir.

İkinci günü ise, nicedir vakitsizlikten darmadağınık olmuş kütüphanemde, aradığımı artık asla bulamıyor oluşumun verdiği rahatsızlık sonucu, koca bir günüme mal olmuş olsa da kütüphanemi düzenledim. Yorgunluktan, kütüphanemin karşı komşusu kanepeye uzanırcasına oturup, yaklaşık yarım saat kütüphanemi izledim. Hiç bu kadar derli toplu olmamıştı, pek mutlu oldum. Artık bir kitaba ulaşmak hiç zor değildi, çünkü bölümlere ayırmıştım. Elde var iki...

Kütüphaneye karşı komşu kanepede otururken, neden bu iki nesneye yıllardır komşu sıfatını yakıştırdığım geldi birden aklıma. Yani, sırf aynı odada ve karşılıklı oldukları için mi komşu saymıştım. Çok saçma… Bunlar daha çok iki aşık olabilirlerdi.

Kütüphane ve kanepe birbirlerine yıllardır delicesine aşıklardı. Hatta ortada duran sehpanın da bu aşkın tüm detaylarından haberi vardı. Hatta bu evdeki tüm nesneler, kendi dünyalarındaki (bu dünya nesneler dünyası oluyor elbette) bu büyük aşka gıpta ediyorlardı. Evdeki diğer nesnelerin arasında, kütüphane ve kanepeninki gibi bir aşkı yakalayabilmiş olan kapı boncuğu ve perde vardı sadece. Kütüphane ve kanepe kadar olmasa da, onlarda aşağı yukarı birbirlerine aşıklardı.

Bu kadar eşya arasından sadece iki tane aşık çift olabilmesi nesneler dünyasının aşka olan inançlarını zayıflatıyor ve umutsuz gibi görünen ama her an bir aşk başlayabilir umuduyla oldukları yerde, usulca, aşkın onlarında kapısını aralamasını bekliyorlardı. Tabii arada umutsuzluğa düştükleri de oluyordu elbette. Hatta böylesi zamanlarda, özellikle kanepe ve kütüphanenin aşkını kıskandıkları da oluyordu. Perde ve kapı boncuğunu da kıskanmaları aslında mümkündü, ama perde biraz huysuzdu, arada açılıp kapandığı için, kapı boncuğu tarafından uyumsuzlukla suçlanıyordu ve bu durum, nesneler dünyasında yankı buluyor, zaten zayıf olan aşka inancı daha bir baltalıyordu. Ama neyse ki, kütüphane ve kanepe vardı, hiç değilse onlar hala aşıktılar…

Deli mi? Sensin deli. Saçmalıyor muyum, bakın işte o hiç belli değil. Böyle olmadığını hanginiz nereden biliyor olabilirsiniz ki, elinizde aksini kanıtlayacak bir şey var mı? Yok! O zaman deliliğin sınırlarını çizebilecek yetkinliğe henüz ulaşmadınız demektir.

***
Kütüphanemi düzenlerken acıyla fark ettim ki, iki kitap dışında okunmak üzere beni bekleyen bir şey yok. O ikisini de hiçbir zaman okumayacağım için, sadece alınmış ama asla okunmayacaklar gibi bir tanımlamanın eserleri olarak, asla el sürmeyecek beni bekleyen iki kitap olma özelliğinden ileri gidemeyecekler ne yazık ki.

Sonra gözüme birden Ayn Rand'ın kitabı ilişiyor; "Hayatın Kaynağı". Bu kitap ile ilgili ileriye yönelik bir fikrim olduğu geliyor aklıma, kapağını açıyorum, hatırlayamadığım fikri oraya bir post-it aracılığıyla iliştirdiğimi umarak. Ve umduğumu buluyorum, pembe bir post-it ve Aralık 2002 tarihli notum: "bu kitabı yeniden okuyacağımı biliyorum" yazmışım. Bunu yok yere yazmam ben, o halde yeniden okuma vakti.

Tatilin diğer üç günü de neredeyse soluksuzcasına bu kitabı okuyarak geçiyor. Soluksuzcasına derken kastım; kendimi şaşırtan bir bene denk geliyorum kitabın içinde. Onlarca post-it ve onlarca not üzerlerinde, hepsini bir dahaki okumamda, satır aralarında yaşarken aklımdan o anda nelerin geçtiğini anımsatması için iliştirmişim, bundan dört yıl önce. 'Gelecek' diye ben buna derim. Elde var üç…

Kendimi çok sevdim o anlarda, ne güzel bir şey yapmıştım kendime ve yaptığımı unutup yıllar sonra karşılaşınca tam anlamıyla sürprizlerle karşılaşmışım. Hiç insan kendi kendine sürpriz yapabilir mi? Yapabilirmiş buyurun işte… Tavsiye de ediyorum, insanın kendi kendine sürpriz yapması, hayatta bir defa da olsa muhakkak tecrübe etmesi gereken, hoşluk ötesi bir şey. Fakat bunu kendinize bir sürpriz hazırlıyor olduğunuz mantığını güderek yaparsanız benim aldığım kadar haz almanızı garanti edemem. Kendime sürpriz hazırladığımı kendimden nasıl gizleyebileceğim diye düşünecek olursanız, düşünmeyin, bunun nasıl olacağını ben de bilmiyorum, ayrıca benim, bana yetecek kadar aklım olduğunu kabul ediniz, bir ara.

Bu arada "cep kitap" fantezim belirdi yine aklımda… Her ne kadar yeni bir fikir olmasa da, benim yaygınlaşması konusunda son derece inatçı olduğum bir mesele şu cep kitap hadisesi. Yaygınlaşması için bir şey yaptım mı? Hayır, peki yapacak mıyım? Hayır. Sadece istiyorum, istiyorum diye de kılımı bile kıpırdatmamam aykırı mı? Yok artık…

İsteğim, fantezim şu; kitapların normal ebatları dışında bir de cep boyları basılacak. Adı gibi cebe girecek ebatlarda yani. İyi de 500 sayfalık bir kitabın cep boyu nasıl olur diyene, şak diye cevabımı yapıştırırım; iki cilt basılır kardeşim… Düşünün, kitapçıya gidiyorsunuz, kitabın hem normal ebatlı hali hem cep boy hali var. Siz uygunluğunuza göre olanı seçip alıyorsunuz. Ondan sonra son derece özgürsünüz, istediğiniz anda, istediğiniz yerde, cebinizden çıkarıp okumaya dalabileceğiniz kitabınız, tuvalette bile sizinle.

Şimdi diyebilirsiniz ki, bu olmayan bir şey değil. Evet, ben de olmayan bir şeyden söz etmiyorum zaten. Olduğu haliyle memnun etmeyen bir durumdan bahsediyorum ve daha fazlasını istiyorum. Hatta kendimce nasıl olması gerektiği konusunda çözüm bile buldum. Şöyle ki; en azından ilk baskısını satmış bir kitap, ikinci baskıya geçildiği vakit, diyelim ki 3000 adetlik yeni bir baskı, 2500 adedini bir önceki gibi olsun yine, 500 adedi de cep boy olsun ne var yani bunda. Cep boylar da, tükendikçe yeniden basılsın. Bunun bir risk olduğunu hiç sanmıyorum. Can Yayınları'nın cep boy teşebbüsü olmuştu sanırım, ama cep boyu yapılacak kitapların seçimi konusundaki düşünce pek de iştah kabartıcı değildi sanki… Neyse ne işte ne, ben cep boy kitap istiyorum.

***
Rand'ın kitabını ikinci defa bitirip, mutlulukla raftaki en güzel yerine yerleştirirken, birden eyvah, şimdi ne okuyacağım diye paniğe kapıldım. Okunacak kitabım kalmamıştı, dahası bu tatil devam ediyordu. (elde var üçe eksi bir=elde var iki)

Şart mı yani okuman diyecekleri terslerim, yapabilecek daha iyi bir şeyim yok. O aptal televizyona kendimi adayacak değilim herhalde. (Seda Sayan ablamız, -Tanrı onu korusun- Şen şakrak bayram çocuğu modelindeki şarkıcı ve türkücülerimiz, bayramda kaçamak yaparken yakalanan ünlü ordusuyla can bulan bir televizyonun, benim canıma can katması mümkün olmadığı gibi, var olanı alması da an meselesi olur.) Ayrıca o cihazdan hiç anlamamakla beraber, anlamayı denediğimi, bunun için küçümsenemez bir performans sergilediğimi ama yine de muvaffak olmadığımı söylemem çok yeterli olacaktır. Dahası evde itiraz edecek biri olmasaydı eğer, ben kesinlikle televizyonu olmayan bir evde yaşıyor olurdum. Hiç ayak yapmıyorum, aynen böyle, ben televizyon izlemiyor ve izlemiyor olduğum için kendimi soyutlanmış ya da bir şeyler kaçırıyor gibi hissetmiyorum.

Dağıldı yine konu, ne diyordum, ha okunacak kitap kalmaması… Bunun üzerine berbat havanın caydırıcılığı ile iyi de ne yapacağım tatil boyunca düşüncesi arasında mücadeleden galip çıkarak, kitapçıya gidiyorum. O da ne benim kitapçı kapalı. (elde var üçten bir eksilen elde var ikiye, eksi bir daha=elde var bir)

Sinir oluyorum tabii. Sinir oluyorum çünkü benim kitapçım (Gergedan, Caddebostan) dokuz kitap alınca onuncu kitabı bedava veriyor, böyle bir promosyonu var. Aldığınız kitapları kendi amblemlerinin olduğu kâğıda yazıp size veriyorlar, dokuz kitap olunca onuncuyu seçtiğiniz herhangi bir kitabı hediye ediyorlar. Bedavayı seviyor muyum? Bir defa onuncu kitabın bedava olması tabii ki güzel. Öte yandan, büyük kitap marketlerden biri olmayan bu kitapçı dükkânında böyle bir şey yapılmasını seviyorum ben.

Gergedan'ın kapalı olması nedeniyle, çaresiz Erenköy tiki d&r'a yol alıyorum. Hınca hınç dolu tabii. Yaklaşık bir saat boyunca raflar arasında sayısız tur atarak, alacağım kitapları topluyor, en aşağı dört kişiyle çarpışıyor ve kasaya geliyorum. Önce sekiz tane dıt sesi duyuyorum, sonra bir klink sesi ve 203 ytl diyor, kız. "Yine mi ya" diyorum, "anlayamadım" diyor, "boş ver" diyorum. (elde var üçten süratle eksilerek elde var bire kadar düşen elde var bir'ime, eksi bir daha=0)

Hem sinirli hem mutluyum. Mutluyum çünkü okuyabileceğim sekiz tane birbirinden güzel kitaba sahibim ve sahip olabildiğim için şükrettiğimi söylemeliyim. Mutsuzum çünkü bunlara sahip olmak 203 ytl. Sekiz tane kitap için yüksek bir bedel ve ben bu bedeli ödeye ödeye bir hal oldum yıllardır. Ayrıca param olmadığı ve alamadığım zaman da, Allah cezanızı versin, kitap okumak bile mümkün değil diyeceğimi çok iyi biliyorum. (Demişliğim de vardır.)

Kitap okumanın hobi olarak kabul edildiği bu ülkede, 203 ytl. ye sekiz kitap almışsın çok mu, sen hobi dediğini ne sanırısın ki… "Hobi" sahibi olmak için bir şekilde zengin olmak gerekiyor. Ben zengin değilim ama sırf bu yüzden bile olsa olmak istiyorum. Umarım, bir gün, kitap okumanın hobi kabul edilmediği bir ülke olabiliriz. Bundan ötürü sıkıntı duyan, sorun kabul edenlerin sayısının az olduğunu hiç sanmıyorum. Öyle ya da böyle, şikayetlerimiz vardı…

Bazılarımız, kitapların Türkçe çevirilerinden memnun değildi, orijinalini bulmaya çalışıyordu, sen ben, kitaplara sahip olmak için ödediğimiz paranın ne kadar yüksek olduğundan şikâyetçiydik, o ya da bu, yeteri kadar parası olmadığı için alamadığı kitaplara iç geçirmekteydi… Ve hepimiz, tüm bunlara rağmen, öncelikle yazarına ve emeğine duyduğumuz sonsuz saygıdan, "iyi ki yazmış ve paylamışsın sevgili yazar, iyi ki alıp okumuş, seninle paylaşmışım" samimiyetinde ki vefamızdan, kendimize varınca da, bir hırsızlığa suç ortaklığı yapmayacak insanlar olmamızdan, korsan kitap almayı aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. Belki her zaman alacağımız kitaplar eksik kalacaktı, ama korsan kitap almaktansa, eksik kalmayı tercih edecektik. Belki harcanması gereken tonla yer varken, paramızı, kitaplarımıza vermekten kaçmayacaktık. Tüm bunları yaparken, başımız da dimdik olacaktı üstelik… Başını eğmesi gerekenlerin bizler olmadığını çok önce bilmiştik.

***
Bayram tatilinin bende yarattığı bu dönme dolap akıl halimden nefret ettim. Neyse ki yarın tatilin son günü, çok şükür bitiyor. Bu nefretime bir etiket bulmalıydım ve ben de bayram tatili yüzünden gibi bir iyimserlikle az önce etiketlemiş oldum. Elde kalana gelince, bundan bilmem kaç paragraf önce, elde kalan diye bir şey kalmamıştı zaten, ama yine de adet yerini bulsun diye söyleyeyim; elde var sıfır…

"Görüldüğü üzere eğlenmedik. Benim derdim, bizi eğlendirmekten daha önemli bulduğum kendimi eğlendiremiyor oluşumla ilgili. Eğlenmeme engel olan nedenler de tastamam anlattıklarımdan ibaret. Ve neden bu kadar baltalıyor beni, anlamış değilim. Buna biraz aklımın başına gelmesi denebilir mi mesela, denebilirse, yeniden eski halime dönebilmek için ne yapmam gerekiyor hiç bilmiyorum."

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
6 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Faik Murat Müftüler

 MuratHoca : Faik Murat Müftüler


  DİKENLİ TEL

"Telin dışı güzeldir be Muhsin. Az mı hasretini çektin? Darısı başımıza koçum. Allah muvaffak etsin seni"

Muhsin'in, kapıdan çıkarken duyduğu son söz buydu. O gün kaç kere teşekkür ettiğini, "Darısı başınıza" veya "Allah kurtarsın" dediğini hatırlamıyordu. Geride bıraktığı yüzlerce mahkûm için söylenebilecek çok fazla söz yoktu. Her şeye rağmen 'hiç olmazsa' yaşıyor olmak cezaevindeki yoksunluğun avuntusu olamıyordu; çünkü yoksunluğun verdiği ıstırabı tatmak için yaşam ilk koşuldu. Orada yaşam, cezanın bittiği gün için saklanan çeyiz gibiydi. Yedi yaşındaki bir kız çocuğunun, sandık içinde duran yatak örtüsü kadar âtıl, anlamsız ve ertelenmiş…

Muhsin, sekiz yılını geçirdiği cezaevinden yaya olarak uzaklaşıyor, beş on adımda bir istemsizce arkasını dönüp yüksek gri duvarlara bakıyordu. Duvarın adı yoktu orada. Tel derlerdi. O bir simgeydi çünkü. Oniki metre yükseklikteki beton duvarın üzerine çekilmiş dört sıra dikenli tel… Esaretin, yokluğun, özlemin ve acının simgesiydi.

Kent merkezine giden en kısa yol sekiz kilometreydi; ama o uzun yolu seçti ve yönünü Ortaköy'e doğru çevirdi. Sekiz yıl önce cezaevine ilk getirilişinde ve sonradan iki kez de hastaneye sevki sırasında uzaktan gördüğü, yemyeşil meyve bahçeleriyle örtülü Karabağlar'ın içinden yürüyüp yeşile doymak istiyordu. Şehirde oturanlar buraya "Yayla" derlerdi. Bir özelliğiyle Türkiye'de benzeri olmayan bir yaylaydı burası; yükselti olarak kent merkezinden daha alçaktaydı.

Bağlar ve bahçeler arasından geçen labirent gibi toprak yollarda yürümeye koyuldu. Yolunu kaybetmekten korkmuyordu. Çünkü tam karşısında, uzaklarda yükselen Kızıl Dağ'ın doğu cephesinden gün doğumuna doğru bakan, Atatürk'ün beyaza boyanmış meşhur siluet portresi kent merkezinin hangi yönde olduğunu gösteren bir deniz feneri gibiydi. Zaman zaman meşe, zeytin, kiraz, armut, söğüt, kavak ve çam ağaçlarının ardında kaybolsa da ufka bakan her açıklıkta yeniden parıldıyordu. Bir an için durup Kızıl Dağ'ın yemyeşil yüzünde -o uzaklıktan- minicik beyaz bir ben gibi görülen portreye baktı; gözleri doldu… "Keşke" dedi "Keşke ayaklarımın yürüyeceği yollar kadar, kalbimin ve beynimin yollarını da senden ilham alsaydım"

Dünya dillerindeki en saçma ve en önemli kelimelerden biriydi "keşke". Geçmişe atıfta bulunmasıyla saçmalığı, geleceği kurmadaki işleviyle önemi biçimlenen, acayip bir sözcük… Yarına faydası olmayan 'keşke'ler unutulmuyor. Her gün yinelenen ve yinelendikçe daha da saçmalaşan, söyleyeni aptal yerine koyan… Hayır! Gerçek bir aptallık; aptal yerine koyma değil…

Gömleğinin koluyla gözlerini kurulayıp yeniden yürümeye başladı. Yürümekle yürüyüş arasındaki farkı o gün fark etti Muhsin. Yürümek bambaşkaydı. Cezaevindeyken bağlama dersleri aldığı müzik öğretmeni "Bağlama, motor hareketlerle çalınır. Bu hareketleri beyninle değil beyincik ve omuriliğinle yaparsın. Beynin, çok tekrarlanan bu tekdüze hareketleri, bir süre sonra otomatikleştirir ve hareket yönetimini omuriliğine ve beyinciğine devreder. Yürümek, araba kullanmak, bisiklete binmek gibi... Motor hareketleri yaparken başka şeyler düşünebilirsin" demişti. Haklıymış. Yürüme anları, eskilerin tefekkür dediği salt düşünme eyleminin en iyi yapıldığı anlardı. Kent meydanlarında sloganlar atarak toplu yürüyüş yapmak, bir polisin kafasını yarıp komalık etmek, yürüyerek geçtiği ana caddelerden koşarak uzaklaşmak, ara sokakların ürkek-mazbut derinliğinde güven aramak yerine, önce bir süre yalnız başına yürüseydi; düşünseydi, sadece düşünseydi… Tam "Keşke" diye düşünecekken bir üst paragraftaki 'keşke' mevzusunu hatırlayıp vazgeçti. "Yarın daha güzel olacak. Yarın, daha güzel olacak"

Toprak yolun sola doğru kıvrıldığı yerde ufuk yeniden kaybolmuştu. Üç adet iri meşe ağacı ve böğürtlen çalıları yolu dar ve gölgeli bir koridora çevirmişti. On adım sonra, meşe ağaçlarının kapattığı manzara, gerdek gecesinde usul usul soyunan bakirenin teni gibi her adımda ayrı bir heyecan yaratarak gözlerinin önüne serildi. Koyu tevhid yeşili yapraklarının arasında sosyalist kızılı, bayrak kırmızısı, şarap rengi bir şenlikti kiraz bahçesi. "Hey koca Tanrı! Uğruna kanlar döktüğümüz, düşman kıldığımız renklerin özde kardeşliğini, bağında bahçesinde gizleyen kullarını bağışla!" diye bağırdı sessizce. Bir kardeşlik türküsünün, pastoral bir ezginin notaları gibiydi kirazlar. La Mi Mi Fa Mi Re Do Re Si La Do Si La La… Geçen yaz yiyememişti mübarek kirazı. Bir önceki yıl bir avuç nasip olmuştu da yarısını koğuşun garibanı Şakir ile paylaşmıştı. Helâl olsun…

En yakınındaki ağaca doğru seğirtti. Göz hakkı derler. Üç beş tane kirazın haramı olmaz. Hırsızlık da sayılmazdı ama o da ne?!... DİKENLİ TEL !... En yakın dalın en ucundaki kirazdan daha uzak. Uzandı, ayaklarının ucuna kalktı, nafile. Yerden bulduğu kuru bir dal parçasıyla sarstı dalı. Bir iki tane düşürmeyi de başardı; ama dalın tam altına düştü kirazlar. Ne kol yetişti ne de kuru dal. Dizlerinin üstüne çöküp ağladı Muhsin… Doyasıya ağladı. Cezaevinde yalnız kalamıyordu insan. Gülebilecek ama ağlayamayacak kadar kalabalıktı orası. Şimdi burada, dikenli telin dibinde, uçkurunun derdine düşmüş, çığrınan üç beş ağustos böceği ve bir örümcekten başka kimse yoktu. Ağladı, ağladı.

Ne lanet bir şeydi şu dikenli tel. Sekiz yıldır içerdekini içerde tutmak içindi. Şimdi de dışarıdakini dışarıda tutuyordu. "Duvar ne büyük bir nimetmiş meğer" diye düşündü Muhsin. "Erişilmez kıldığını, görülmez kılmak gibi bir merhameti var. Muhakkak ki kul işi olan duvardı. Lâkin dikenli tel, Tanrı işine benziyor daha çok. Gözü değil eli durduran, ruha değil cisme zulmeden…"

Bir süre sonra kendini toparlayıp yoluna devam etti. Kente vardığında iyice karnı acıkmış, ayaklarına kara sular inmişti. Bir lokanta bulup karnını doyurmak istiyordu. Kurşunlu camiinin arkasındaki sokaktan yokuş yukarı, çarşı içine doğru yürürken sağlı sollu nalburlara gözü ilişti. İki saat önce kiraz bahçesinin kıyısındaki kederini henüz unutmamıştı. Nalburlardan birine daldı.

"Selam!"
"Aleykümselam. Buyurun?"
"Dikenli telin bir topu ne kadar?"
"Otuz milyon. Yüz metredir bir top"
"İyi... Nerelere satıyorsunuz bunları?"
"Nasıl yani? Anlamadım. Bildiğin dikenli tel işte. Müşterisi çoktur. Bağı bahçesi olanlara, okullara, belediyeye; ne bileyim işte. Dedim ya müşterisi çok"
"Başka?"
"Ya. Alacaksan vereyim istediğin kadar. Kimin aldığı sana ne lazım abicim ya?"
"Düşün hele. Mesela cezaevine vermedin mi hiç bunlardan"
"Verdim tabii. İki yıl önceydi galiba. Epeyce bir miktar almışlardı"
"Hah! Tamam işte. Aradaki farkı düşündün mü hiç?"
"Neyin farkını?"
"Bahçesi olanla, cezaevi yönetiminin dikenli teli kullanma amaçlarını"
"Ha! Tamam. Şimdi anladım. Sanırım sen evleniyorsun"
"Ne evlenmesi?"
"Hiiç. Benim ufak bir şakamdır evlenen arkadaşlar için"
"Ne şakası?"
"Ben nalbur olduğum için evlenen arkadaşlara işimle ilgili bir hediye götürürüm hep. Şaka yani aslında. Hani damada ayva, geline merdane hediye ederler ya? Onun gibi bir şey. Ben de iki metre kadar dikenli tel keser götürürüm düğünlere. Senin de dediğin gibi bu dikenli tel, bazen içerdekini içerde tutmak için kullanılır. Bazen de dışarıdakini dışarıda tutmak için… Evlilikte ikisi de var. Yani çift sıra dikenli tel. En çok evlenenlere lazım bu meret. Görmeyi engellemez, dokunmayı önler."

Nalbur pişkin bir kahkaha attıktan sonra sözünü sürdürür.

"Sizin düğün ne zaman kısmetse?"
"Düğün falan yok. Ben cezaevinden yeni çıktım"
"Ne o? İntikam almaya mı geldin yoksa?"
"Yok. Hayır. Şeyi soracaktım. Buralarda kiraz satan bir manav var mı?"

Faik Murat Müftüler
murathodja@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Sevil Duha Erken


HAYAT SANA DOKUNMAMA İZİN VER

Çaydanlıktaki çayı döktüm bugün yine,
Bir türlü az demlemeyi öğrenemedim.
Evde kendi kendimeabarttığımbirkonuda gülücükler hatta kahkahalar attım.
Kahkaha seslerimi kayıt cihazına kaydettim.
Çok güzel olduğunu düşündüğüm, ama bilmediğim sesimle şarkılar söyledim.
Kaydettim.
Dinledim.
Komşuların kapıya dayanmasından korktum.
Hayaller kurdum.
Evde olmasını istediğim yakışıklı adamla konuştum.
Güldük eğlendik.
Sevişmedik bugün.
Daha derin birşeyler vardı.
Tv de süper bir babanın reklamını izledik.
Öyle bir babası olmasını diledim henüz doğması hiç muhtemel olmayan çocuklarıma.
Adamın birinin bana yazdığı güzel cümleleri okudum.
İnanmadığımı birkez daha fark ettim.
Ama inanmak istediğimi de.
Ne olurdu doğru olsaydı dedim?
Bir hastamdan dualar aldım.
Kendimi kahraman gibi hissettim, ama o ölmüştü.
Ölseler bile dua eden insanların yüceliğini hissettim.
Tanrıdan başka kimsenin bilmediği iyiliklerimi sevdim birkez daha.
Annemle onun istediği kadar uzun bir telefon konuşması yaptım.
Ve şimdi yazmanı istediğim satırları yazıyorum.
Hayat sana dokunmama izin ver.

Sevil Duha Erken


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Müge Eralp Kaya

 Müge'nin Sofrası : Müge Eralp Kaya


  Müge'nin Sofrası -8-

Sevgili Kahve Molası dostları, yemeğimizin baştacı olan çorbalarımızda bugün sırayı değişik bir çorbamız alacak, haydi mutfağa... PEYNİRLİ KABAK ÇORBASI

MALZEMELER

1 soğan, 2 orta boy kabak, 1 patates, 1 çorba kaşığı margarin, 4 bardak su yada et suyu, 5-6 adet çekirdekleri çıkartılmış siyah zeytin, 3 çorba kaşığı peynir, 1 domates, yarım demet maydanoz, 1 bardak krema, tuz, karabiber

YAPILIŞI
Soğanımızı doğrayalım ve yağda iyice kavuralım patatesleri de ekleyerek kavurmaya devam edelim, diğer yandan, kabaklarımızı küp küp doğrayalım ve suyla beraber tenceremize ekleyelim ve 10dk. pişirelim. Zeytinlerimizi 2 ye bölelim, peynirlerimizi ufalayalım, domates ve maydanozumuzu yıkayıp doğrayalım. Diğer yandan, kremamıza su ekleyerek mikserle pürüzsüz hale gelene kadar çırpalım, tuz ve biberi ekleyelim. Son olarak, zeytin, peynir, domates ve maydanozu ekleyerek servis yapalım...

Ve bugünkü tatlımız özellikle çocuklarımızın da çok severek tüketeceği bir tatlı.

PUDRA ŞEKERLİ MUHALLEBİ

MALZEMELER

4 bardak süt, 1,5 su bardağı şeker, 1 çay bardağı pirinç unu, 2 yumurta, 1 paket vanilya, pudra şekeri

YAPILIŞI
Süt, şeker, pirinç unu ve vanilyayı muhallebi kıvamında pişirelim, 2 yumurta akını kar haline gelene kadar mikserde iyice çırpalım, sonra muhallebiye katalım ve kaynayana kadar pişirelim, sıcakken kaselere dökelim. Soğuduktan sonra üzerine pudra şekeri serperek servis yapalım...

PÜF NOKTASI
DOMATES SALÇANIZ ÇOK EKŞİ İSE: İçerisine bir havuç rendeleyin, havuç salçanızı tatlandıracaktır...

AKLINIZDA BULUNSUN
Hamur açtıktan sonra, tezgaha yapışıp kalan unu temizlemek sandığınız kadar zor değil, tezgahın üzerine bir tutam tuz serpin ve ıslak bir bezle silin, kolayca temizlendiğini göreceksiniz...

MENÜ
Peynirli kabak çorbası, brokoli salata, pilav, mısır gevrekli kurabiye

Müge Eralp Kaya


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Nadya Alpkonlar

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.852 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Sevda Güneşi...

Yıldızlar
Yüreğime kayıyor
Bir dilek tutuyorum
Hayal dünyamda
Yüzünün güzelliğinde
Mutlu oluyorum
Sevdamsın
Sevdanın aklığı
Hasrete
Gecenin siyahı
Suskunluğa bürünüyor
Yıldızlar
Gecenin koynuna giriyor
Gözlerim
Akan yaşlarla
Vedalaşıyor
Başlayan günün üzerine
Sevda güneşi doğuyor

Özlem GÖKDEM

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Faik Murat Müftüler

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Bora Dandinoğlu

Klavye ile haşır neşir küçüklere sorumluluk duygusunu bir nebze olsun aşılayabilecek bir site.Basit bir üyelik işleminden sonra hayatı sizin ellerinizde olan sanal bir çiçeğiniz oluyor. İyi bakarsanız büyüyor, bakımsız kalırsa boynunu büküyor, bakımda aşırıya kaçarsanız kızıyor. Boy sıralamasına göre üyelerin çiçekleri birbiri ile listelerde yarışıyor. http://www.sibercicek.com/index.php

Ev ve ofisindeki ki mobilyaları sık sık değiştirme merakı olanlar veya yeniden dekore etmek isteyenler için faydalı bir link.Odanızın ölçülerinde ki bir platform üzerinde her türlü ev/ofis mobilyalarını istediğiniz şekle sokabiliyorsunuz.Böylece yaptığınız değişiklikten memnun kalmayıp başa dönme sıkıntısı yaşamıyorsunuz.Sitenin asıl amacı bu değil tabiki. http://www.furniture.com/common/roomplanner/

Hangimizin uçurtma ile ilgili bir anısı yoktur ki?Fakat günler geçtikçe bildiğimiz klasik çıtalı uçurtmalar tarih olmuş ve değişik yapı ve şekillerde olanları göklerde süzülüyor artık.Bu sayfa da 15 ayrı yapı ve şekilde uçurtmanın yapılışı çizimlerle tarif ediliyor ve uçurtma hakkında önemli bilgiler veriliyor.Gerisi size kalmış. http://www.angelfire.com/pokemon/ucurtma/

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


IamTOO 3GP Converter 2.1.47 [6.56 MB] Windows (tümü) / demo
http://www.flydownloads.com/download/dvd_software/3gp_video_converter.exe
Çok güçlü bir "3GP" (cep telefonu video formatı) video dönüştürme programı."3GP" video formatındaki vido dosyalarınızı kolaylıkla ".mpeg" formatına dönüştürebilirsiniz.Ayrıca RM,MP4,MOV,WMV,MPEG,AVI gibi formatları da "3GP" formatına çevirebilirsiniz ve klipler oluşturabilirsiniz.Bu klipleri bilgisayarınızda Quick Time ile telefonunuzda (Nokia,Sony Ericson,Motorola) izleyebilirsiniz.Tek dezavantajı ücretli olması ama benim memurum işini bilebilir tabiki.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060120.asp
ISSN: 1303-8923
20 Ocak 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com