Eğitim Gönüllüleri



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 909

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 30 Ocak 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Lastikli kravat!..


İyi haftalar,

Yatılı okula ilk başladığım yıllarda en büyük sorunum sabahları kravat bağlamaktı ama müteşebbis kravatçılar tarafından hayatımıza kazandırılmış olan lastikli kravatlar imdadıma yetişmişti. Lastikle yakınlığım uzun sürmedi ama geçiş döneminde bana hayli yardımcı olmuştu, sağolsun. Dün gece, akşam ana haber bülteninde yaklaşık 10 dakika kadar verilen haberi görünce "Vay be, nereden nereye" demekten kendimi alamadım hatta tutamadım bağırdım. Tüm konu komşudan özür dilerim. Haber "Pratik türban" olarak piyasaya sürülen ve müteşebbis tarafından patenti alınan bir buluşla ilgiliydi. Ortasında surat kadar bir deliği bulunan, kafaya takılan bir nevi panço. Yalnız bu pançoyu boynunuza kadar indirmiyor, sadece suratınızı içinden geçirip kafanın üzerinde bırakıyorsunuz. Delik kenarındaki lastik türbanın kafayı kavramasını sağlıyor ve sanki uzun uzadıya çengelli iğne operasyonu yapılmış hissi veriyor. Tıpkı benim lastikli kravatın dakikalarca uğraşılarak bağlanmış hissi verdiği gibi. Çıkarması da çok basit, alnın üstüne gelen perçeminden tuttunuz mu şıp diye çıkıyor. Artık kadınlarımız kaç göç sırasında vakit kaybetmeden kılık değiştirecekler ve haşa günaha girmeyecekler. Allah bu müteşebbisten ziyadesiyle razı olsun. Nereden nereye demekte haksız mıyım, söyleyin bakalım. Artık ulusal televizyonlarımızda ful makyaj, üstü çarşaf altı g-string tesettür defileleri uzun uzun gösteriliyor ve sportif genç kızlarımız ve kadınlarımız için üretilen pratik türbanlar asrın buluşu olarak ana haber bültenine konu oluyor. Vay be sayın seyirciler!... Tartışıp duruyoruz, Tayyip Bey değişti mi değişmedi mi diye. Ne gereksiz ne anlamsız bir tartışma. Tayyip Beyin değişmesine ne gerek var yahu. Değişen biziz, biz. Gitgide daha mülayim, daha hoşgörülü, daha sabırlı, daha sessiz, "ensesine vur lokmasını al" oluyoruz. Ve olan bitenin hiç farkına varmadan sadece seyrediyoruz. İyi seyirler olsun hepimize!..

Sevgili Teyzuş Ferda Önler'in aşağıda tekrar yayınladığım yazısı bundan böyle ilk öğretim 6. sınıf Türkçe kitaplarında yer alacak. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz. Haydi gelin size bir güzel Charles Aznavour şarkısı çalıp gideyim, La Bohème. Hepinize güzel bir çalışma haftası diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Serap Ezgi


İLK

Ayla; hayatını değiştiren, içinde bastırdığı 'diğer kadını' küçük bir Ege köyünde keşfettiğini; anlatsa da kimse inanmazdı. Yerde yatan, nefesi kesilmiş gibi duran kadına baktığında; hissetikleri ne korku, ne de kaygıydı. Bu duygunun tarifini; kelimelerle kendine bile tekrarlaması imkânsızdı. Yaptığı tek şey; onu orada bırakıp, kaçmaktı...

Sokakların arasında kaybolmuştu. Aslında kaybolmayı kendi istemişti. Yaşadığı; bilmedik bir köyde, bilemedik sokakların arasında, bildik bir kaybolmuşluktu. Biraz şımarıklığından olsa gerek, döndüğünde anlatacak bir hikâye peşinde usulcana koşuyordu. Meraklı gözlerle etrafına bakınıp; her bir detayı görüyor, hafızasına kazımak için, dönüp dönüp bir daha bakıyordu. Onun hayattaki en büyük yanlışları; fazla şüpheci ve fazla meraklı olmasıydı. Hayatı ezberlemeye çalışıyor- ki bunu gerçekten iyi yapıyordu- hayatı ezbere yaşıyordu. Oysa biraz daha detaylardan sıyrılıp, bütünü uzaktan görebilseydi, çok daha mutlu olacaktı.

Şüphe; iliklerinden kemiklerine dek her yere bulaşmıştı. Kanına karışır, yok olmamacasına bedenin içinde gezinir dururdu. Bunu hissederdi. İlk farkına vardığında korkmuştu. Neler olduğunu anlamaya başladığında; bedeni, beynine eşlik etmeye başlamıştı. Şüphe; kafatasının içinde gözlerine doğru süzülüp, kulaklarına erişiyordu. İkisi de eş zamanlıydı. Tüm başını; ensesine doğru bir bulanıklık kaplardı. Derken bütün beyni; saçlarının her bir kökünü hissedecek kadar zonklar, yerine sığmayan mayalı bir hamur gibi taşmaksızın, genişlerdi. Kendini böyle hissederdi. Farkında olduğu düşsel değişime bedenide uyar, parmaklarını sürekli oynatmaya başlardı. Kasıklarından bacaklarına garip bir sızı yükselir ve belinin tam ortasında ki çukurda toplanırdı. 'Ya öyle değilse!' ile başlayan sorular; heyecanına karışıp, hayatı ona keyifli ama dayanılması güç isteyecek şekilde yaşatırdı.

Ayla; bunun eziyet olduğunu hiç düşünmedi. Aksini nasıl yaşardı hiç bilemedi. Her zaman bir şeylerden şüphelenmek varlığının diğer yarısını tamamlamıştı. Pek çok kere haklı çıkacak kadar yalan bir dünyada yaşadığından, kendine ve şüphelerine olan inancı her geçen gün artmaktaydı. Bu onun savunma mekanizmasıydı. Bu kalkan; onu her türlü kırılganlıktan ve düşmanca dünyadan kolayca koruyordu. Asla yenilmeyecek, hep ayakta kalacaktı. Tüm çabası bu yüzdendi.

Farkında olmadan yaşadığı; güvenin ne kadar huzur dolu ve vazgeçilmez bir duygu olduğuydu. Aklına takılan şüpheye dair sorular, kendine olan güvenini ne kadar arttırdıysa; diğer insanlara duyduğu güveni de o kadar azalttı. Çünkü haklı çıkıyordu. Gün geçtikçe diğer büyük bir hataya daha düştü: Genelleme yapmaya başladı. İşte; bu onun erdem ve fazilet sayılabilecek tüm değerleri bir bir terk etmesine neden olan, sonu başlattı. Ukalalık ve küstahlık beraberinde alaycılıkla değişmez bir döngü içinde karakterine sinmeye başladı.

Nefes aldığı her anı; şüphenin dışında dolduran diğer bir kavramda meraktı. Merak denilen şeyi sadece kendi içinde yaşar, kimseye zarar verecek şekilde kullanmazdı. Tek zararı; bildiklerini taşıyamadığı anlarda, insanların ikiyüzlülüğüne duyduğu öfkeydi. Öfke; onu gün geçtikçe daha da derin bir kuyuya çekmeye başlamıştı. Bilmek onun için güçtü. Güç; sahip olmayı çılgınlar gibi arzuladığı tek şeydi. Bilmek yetiyordu ona. Her şeyi mutlaka bilmeliydi. Öğrenemediklerini umursamazmış gibi görüp, küçümserdi.

Sadece çevresinde yaşayan insanlara ait şeyleri merak etmezdi. Aklına düşen her şey bu kapsamın içinde yer alırdı. Bilgi edinmek, burada merakla özleşirdi. Öğrendiği her yeni şeyde; güçleniyor, güçlendikçe bilgiye ait açlığı artıyordu. Merak ettiği şeyi öğrenemediğinde uykuları kaçardı. Nasıldı, nedendi ve ne şekilde olacaktı. Geceleri aklına takılan soruları; ninnisiydi.

Her sabah ve her boş anında kendini bu şekilde görür, kendisiyle bu kadar dürüst bir yüzleşme yapabildiği için gurur duyardı. Kendi kendisinin aynası olabilmiş, kendini bu kadar iyi tanımış olmanın rahatlığıyla; bir tür iç huzura kavuşmuştu. Üçüncü kişiler ne derse desin, nasıl görürlerse görsünler değişmeyeceğini bilir, düşüncelerinin sabitliğine olan sadakatiyle; vicdanını temizlerdi.

Bu anlatılanların farkına varabilecek biri yoktu. Bu kadının; Ayla'nın kendi dünyasıydı. Dışarıdan bakıldığında; bu kadını herkesin sevdiği bir gerçekti. Özünde sadece kendine ait sır sayılabilecek bu ederleri; bir tek kendisi bilirdi. Aynaya baktığında gördüğü kadın buyken; diğer insanların gördüğü biraz şımarık ama güçlü bir kişilikti. Sevilirdi, sevgilerinden şüphe duysa da sevildiğini bilirdi. Kendi sevgi ölçüsü; gaddar ve kuralsızdı. Tüm bu hislerini kendi içinde saklar, dış dünyaya neredeyse kusursuz bir maske takardı. Neşesi ve doğuştan sahip olduğu şeytan tüyüyle; hep aranılan ve vazgeçilmez biri olmuştu.

Ya da o, öyle sanıyordu.

Bulunduğu yere, bir harabeye giderken uğramışlardı. Dört arkadaş bir arabaya doluşmuşlar, bütün kış nöbetlerden paralarını biriktirip, kısa ama yorucu bir tatile çıkmışlardı. Egenin en güneyine, denizin iyice sıcaklaşmaya başladığı bir yerlerdeydiler. Son iki gecelerini yaşayacaklar ve evlerine döneceklerdi. Eve dönme fikri sevimsiz gelse de; evlerini özlemeye başlamışlardı.

Küçük bir köy değildi dolaştığı yer. Köy adı altında; çoktan turistik bir kasabaya dönüşmüş, kendi haline insanların kendi kendilerine öğrendikleri yabancı dil ile sokaklarda zeytin ve yağ sattıkları bir yerdi. Anadolu'nun doğusunda hiçbir köy bilmezdi. O Egeliydi, Egenin köylerini bilirdi. Zeytin ağaçları altında uyuyarak büyümüş, üzerine bulaşan karadut lekelerini denize girerek temizlemişti. Ege ve deniz; güvendiği, taparcasına sevdiği varlıklardı. Kendini; bu topraklarda doğup büyüdüğü için, bu denizde yüzebildiği için şanslı sayardı. Kendini özel sanırdı, kendisini özel sandıkça; şımarırdı.

Ayla diğerlerinden ayrılıp köyün; kırmızı kiremitlerle süslenmiş, beyazı solgun evlerin arasına dalmasına sebep; Egenin bir köyünü daha ezberlemek istemesiydi. Bu köyün; sokaklarının genişliği bir arabanın geçeceği kadardı. Bahçelerin önünde alçaklı yüksekli duvarlar yükseliyordu. Her evin bahçesi yoktu. Daha doğrusu; her evin bahçesi sokağa bakmazdı. Bazı evlerin sırtları sokağa dayanmıştı. Alçak olan duvarlardan; erik ağaçlarının dalları, limonların ve köyde garip duran muz ağaçlarının kolları sarkardı. Duvar diplerine dikili ağaçlar; bahçenin içerisindeki dünyayı sokaktan saklama konusunda başarılıydılar.

Ayla gördüğü evlerdeki hayatların her birini bilirdi. Hem de kendisininkine yakın hayatları; yaşamışlığın verdiği hüzünle bilirdi. Bilirdi de; şimdi o hayatın hiç içinde olmamış gibi hissederdi. Babası ölmese okuyamayacak, annesi ve teyzesi gibi bir hayat sürecekti. Oysa şimdi her şey çok farklı olmuştu. Fakir, zeytin toplamaya giden, kendi halindeki küçük kız; bir şekilde okumuş, üniversitelere gidip doktor bile olmuştu. İsteyerek yaptığı bir meslek olmasa bile; statüsü ve insanların üzerinde hâkimiyet kurabilmesi açısından bu mesleği sevmişti.

Aklından geçmişi geçerken yürümeye devam etti. Saptığı sokağın içinden ona doğru yürüyen bir köpek vardı. Köpekle bakıştılar. Bu hayvan; bakımsızlıktan kemikleri sayılan, kulakları düşük, köyün yazın uzaktan görünen rengi gibi; sarı toz rengi bir köpekti. Hayvan; yerlere bakına bakına gelip, tam çaprazında durdu. Ayla da köpek durduğu için durdu. Hayvana baktı, göz göze gelip bir süre öylece kaldılar. Köpek; yorgun ve kendi halin deliğinde başını öne eğip, duvarın kenarına doğru yürüdü. Ayla fotoğraf makinesini açıp, ayarları yaptıktan sonra, bir adımda geri dönüp; hayvanın suratını çekti. Fotoğraf makinesini kapatmayarak, etrafında çekebileceği başka ne var diye bakındı.

Sapmış olduğu sokak; diğerlerine göre çok dardı ve yerdeki taşların birçoğu bozulmuştu. Yola ait taş parçaları, irili ufaklı duvarların dibine gelişigüzel atılmıştı. Evlerin duvarlarına birkaç kattan fazla kireç vurulmuş olduğundan, yer yer dökülmüştü. Az uzaktan; bir su sesi geliyordu. Ayla, bu sesi dinleyerek kaynağını bulmaya karar verdi.

Bir süre yürüdü. Köyün merkezinden iyice uzaklaşmıştı. Bunu fark ettiyse de önemsemedi. Avuç içi kadar yerde ne kötülük olabilirdi ki? Ayla, bir süre sonra suyun kaynağını buldu. İncecik bir dere gibiydi. Suya taşlardan bir yol yapılmıştı. Daha çok sulama amaçlı ve köyün girişindeki balık lokantalarının; havuzlarını doldurmak için kullandığına karar verdi. Birkaç kare fotoğraf aldıktan sonra, gerisin geriye dönmeye karar verdi.

Suyu arkasında bırakıp, öğrenmiş olmanın huzuruna ermişken, birden durdu. Karşısında bir ev olduğunu fark etti! Ne çardağı nede bahçesi vardı. Gelişigüzel otların bittiği yolun kenarında, idareten yapılmış gibi duruyordu. Ev; sokaktaki evlere göre daha yeniydi. Camların önünde; alttan küçük takozlarla tutturulmuş ahşap raflar vardı. Ahşap olan cam çerçevelerlerin mavisine uysun diye; bu raflarda gelişigüzel maviye boyanmıştı. Orta büyüklükte bir saksının sığabileceği genişliğe sahip bu ahşap rafların üzerlerinde de; yan yana konmuş saksılar içinde sardunyalar ekiliydi.

Bir kadın ki bu evin sahibiydi; altmış yaşlarında, başında beyaz örtüsü, kulağında sallantılı küpeleriyle o çingene pembesi ve kırmızı sardunyaları suluyordu. Sardunyaların arasına birde sakız çiçeği karışmış, tozpembe çiçeklerini duvardan aşağıya katmer katmer sallandırmıştı. Çocukluğuna ait sardunyaların kokusunu hatırladı. Ayla'ya bu bitkinin görüntüsü ne kadar güzel görünse de, kokusu bir o kadar itici gelirdi. Bahçeye, anasının baharda budağı dalları ekerdi. Onlarda büyür; arsız, koca gövdeli, az yapraklı çiçeklere dönüşürlerdi. Üç sene üst üste bir sardunyayı budamamıştı. O sardunya da neredeyse ağaç olacaktı. Babası öldüğünde; birileri o kalabalıkta üstüne basmıştı da, bu şekilde yok olup gitmişti.

Kadın; çiçeklere su vermeyi bırakmış bir elini beline, diğerini camın kenarına dayamış Ayla'ya bakıp duruyordu. Ayla kadın gitse de evin fotoğraflarını çeksem diye düşünürken; kadın camın yakınına oturdu. Cama yakın, bir divan olmalıydı. Kadın hala dar sokağın ortasında evinin dibinde duran bu kısa boylu, gözlüklü, boynunda makinesi asılı duran Ayla'ya bakmaktı. Cılız ve yaşlı kadın Ayla için; ben boylarda diye düşündü. Onu şöyle bir süzüp; giydiği beyaz elbiseden çıkan kollarının ve bacaklarının; kaslı ve pek çirkin göründüğüne kanaat getirdi. Dik dik ona bakmaya devam etti. Ayla da kadına sinirlenmeye başlamış, onu bir düşman gibi görmeye; dahası hissetmeye başlamıştı.

İki inatçı keçi gibi bekleşip dururken, Ayla tebessüm ederek konuşsam mı diye düşündü. Bu düşünceden vazgeçip, birkaç adım daha eve yaklaşıp, gardını almış asker gibi durdu. Ayla; kadının aklından geçen ne acaba diye meraklanmaya başlamıştı. Kadın onu neden oradan gitmesini bekliyordu? Neden oturup da kendisini izlemeye başlamıştı? Bu kadın kendini ne sanıyor? diyerek, aklına bulutları kondurmaya başladı. Ne yapacaktı?

Daha fazla dayanamayıp; sesindeki siniri bastırmaya çalışarak sordu:

_ Teyze bir şey mi oldu, ne bakıyorsun?

Kadın oturduğu yerden yavaşça ayağa kalkıp, cama iyice yaklaşarak:

_ Keyif benim değil mi sana ne! Dedi.

Ayla o an ne yapacağını bilemedi. Kapıldığı öfke içinde tüm organlarının aynı anda kasılıp, canını yakmasına neden oldu. Birçok çivi aynı anda karnın içinde hareketlenmeye başladı. Beklemediği bu cevap düşünme yeteneği elinden alıp, saldırması gerektiğini söyledi. Hiç bilemediği bir nedenden, kendinden geçmişçesine çattığı kaşlarının arasından, ateş saçan gözleriyle sağa sola bakındı. Bel çukuruna dolan ateş öyle bir yanıyordu ki; düşünceleri ve duyguları fırtınaya tutulmuş plastik bir top gibi oradan oraya çarptırıyordu. Gördü! Duvarın dibinde yerde, durup duran taşlardan en irisini gördü ve hırsla eğilip aldı. Bir an bile tereddüt etmeden taşı sağ eliyle camda duran kadına; bütün gücüyle fırlattı.

Taş, Ayla'nın ellerinde tozunu bırakarak, camda bakınan kadının yanağına geldi. Oradan da gerisin geri, sardunyaların iki yaprağını kopararak yere düştü. Kadın taşın çarpmasıyla şöyle bir sarsılıp, garip bir ses çıkararak dengesini kaybetti ve sabit duran camı kırarak, saksılarla beraber toprağın üzerine düştü. Ayla sebep olduğu şeye şaşkın bir şekilde bakakaldı…

Ölçemediği bir zaman sonra arkasında ki nefes seslerini duyduğunda kendine geldi. Bir an paniğe kapılır gibi oldu. Yavaşça başını çevirdi. Az önce fotoğrafını çektiği köpek; yerde çiçeklerin arasında yatan kadına bakıyordu.

Ayla; kendini toparladı. Yerde yatan kadının; nefesi kesilmiş gibiydi. Çok acele düşünmesi gerekiyordu. Bir adım daha atıp; kadının boğazına saplanmış cam parçasını görünce; öldüğüne kanat getirip, koşarak oradan uzaklaşmaya başladı. Suyun yanına gitti. Suyu takip ederek köyün tam ters tarafına çıkabilir ve o yönden köye yeniden girerek hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdi. İçindeki öfke dinmiş; yerini hiç bilmediği garip bir duygu kaplamıştı. Korku değildi bu, kaygı hiç değildi…

Ayla; kazayla da olsa ilk cinayetini bu şekilde işledi.

Serap Ezgi


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,549,549,549,549,549,549,549,549,549,54
13 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Barış Güvercini : Banu Kurtis Chouard


  DÜNYA DÖNÜYOR -1-



Şu yanda görülen nesneye baktıkça hep kafamı görür gibi olurum. Bir insan hergün sabah akşam, hiç durmadan dünya etrafında turlayan insanların yollarını düşünebilir mi? Hemde nasıl,mecburdur efendim.
İçi tıklım tıklım dünya gailesi ile dolu olan bu kafanın, zaman zaman pusulasını şaşırıp azcık yalpaladığı da olur. Sonra, dönüp dolaşıp yine dengesini bulur. Bazen de bir yere gelip tasar. İçindeki düşlerini dışına atmak ister. İşte kafamın içinde yer eden bir unutulmazı da artık kafamdan uzaklaştırmak için yazıya döküyorum.

Bay ve Bayan CRUZET

Baharın soğuk günlerinden bir sabah, isteksizce hazırlanıp evden çıkıp, düşüne düşüne işimin yoluna koyuldum. İş yerime yaklaşırken kapının önünde beni bekleyen yaşlı bir çifttı görünce tepem attı.
Ben daha acentayı açmadan eğer kapının önünde bekleyen müşteriler varsa son derece huzursuz olurum. Bana isime geç kalmışım gibi suçluluk duygusu yüklerler. Elim ayağım dolaşır. Mecburen kendimi toparlayıp, güler yüzlü olmaya gayret göstersem de hislerimi tam saklayamam. Beni bekleyenleri selamlarken, onların gözlerinin içine sokarcasına saatimi gösterirken :
"Günaydın, hoş geldiniz.Acentamız her sabah saat 10 da açılır" dedim.
Geç kalmadığımı ispat etmeğe çalışırken, bir yandan da orospu bohçası denilen çantamın içersinden anahtarları bulup çıkarmaya çalışıyordum.
Acentadan içeri girmek için nerdeyse acil susam acil deyince açılan kapı da artık maziye karıştı. Büromuza hırsızlar dadandılar, bilgisayarları çaldıkları yetmiyormuş gibi büronun içersini darmadağan edip kaçıyorlar. Güvenlik açısından sigortanın kaprislerini yerine getirmek için kapıya kilit üzerine kilit takıldığı yetmiyormuş gibi, bir de yarı elektrikli kepenk takıldı. Sabah akşam kepenk tangür tungur açılıp kapanmaya çalışırken, kimi zaman da inadı tutup açılmamakta direniyor. İşte bu sabah da kepengin inadı tuttu. Bekleyen oldukça yaşlı müşterilere dönüp :
"Üzgünüm kepengi açamıyorum. Sizi biraz bekleteceğim. Buyrun sizi yandaki kahveye davet edeyim. Kepengi açtırınca gelir sizi kahveden alırım" dedim..
Kadıncağız beyine kepengi gösterek başı ile işaret etti. Adam elimden anahtarı alıp, evirip çevirip inceledikten sonra eşinden rujunu istedi, anahtara ruj sürüp yere oturdu.Ustaca kilide anahtarı yerleştirip, sağa sola doğru çevirirken kadın da telgraf yollar gibi ayağının üçü ile kepenge hafif hafif vurmaya başladı. Çok geçmeden kepengin alt kilidi açıldı. Yukarı doğru ağır ağır süzülürken, yaşlılara kepenk açma teknikleri ve becerileri için çok teşekkür ettim.
Hep beraber neşeyle acentaya girdik. Hemen kahve hazırlayıp, kendilerine ikramda ettim. Bu arada, bir kaç sırt çantalı genç, dünya türü yolcuları da biletlerini almaya geldiler. Camcı gelip camları silmeye başladı, postacı kuryeyi getirdi, yukarı katta oturan komşu teyze de her olduğu gibi piyano çalmaya başladı. Çok yakından gelen piyanonun melodilerini durmadan çalan telefonlar bozuyordu. Telefonlara cevap verip vermemekte tereddüt ediyordum. Zira benden evvel gelen bu insanları artık bekletmemem gerekiyordu.
"Ay çok özür dilerim herşey üst üste geldi" gibilerden bir şeyler geveleyip onlardan özür dilemek isedim ama adamcağız sözümü kesiverip : "Çalan telefonlara neden cevap vermiyorsunuz, işinize devam edin, biz piyano dinliyoruz, hayatımızdan memnunuz." dedi.
Ve nihayet büroma yerleşip bu tonton insanlarla tanışıp onlarla konuşmaya başladim.
Bay ve Bayan Cruzet Fransız asıllı olup, yıllar önce Kanarya adalarına yerleşmişler. Eskiden Paris'e sık sık çocuklarını görmeye gelirlermis. Çocukları da büyümüş, meslek sahibi olmuş ve evlenmişler. Dört tane de torunları olmuş. Çalışmaktan çok yorulduklarını hissederek, iki ay önce emekliye ayrılmışlar. Kanarya adalarında işlettikleri birkaç dükkkanı da satmışlar. Bay Cruzet bu vesile ile kendi dükkanlarındaki kepenk sorunlarından bir kaç tanesini anlatınca çok güldük.
Bay ve Bayan Cruzet çok yakında evliliklerinin ellinci yılını dolduracaklarmıs. Onlar için çok kutsal olan altın yıllarını bir dünya turuna çıkarak kutlamayı yıllar önceden planlamışlar. Bana "Nihayet beklediğimiz günler yaklaşıyor" derken her ikisinin de gözlerinden mutluluk akıyordu. El ele tutuşuyorlar, biribirilerini sevgi dolu gözlerle süzüyorlardı. Onlara imrenerek baktığımı fark eden Bayan Cruzet bana :
"Bu yaşta böyle bir yolculuk macera mı olur? Siz ne düşünürsünüz? Bize neler önerirsiniz? " diye sordu.
Yaşlarının yetmiş civarında olduğunu tahmin ettiğim bu iki insanın yüzlerindeki ifade bana huzur ve güven veriyordu. Onlara destek olup bu rüyayı gerçekleştirmeyi ne kadar çok isterdim. Yine de temkinli davranmam gerekirdi. Onlara :
"Dünya turuna çıkmak, dünyayı gezmek, görmek, yakından tanımak her insanın kafasını kurcalayıp hayal ettiği bir rüyadır.Bu rüyayı gerçekleştirebilmek için iki önemli anahtar gerekir. Birincisi zaman, diğeri ise maddi olanak.Yaşla hiç ilgisi yoktur. Her yaş dönemine uygun bir gezi programı hazırlanabilir."dedim.
İkisinin de yüz ifadelerinde derin bir tebessüm belirdi. Bay Cruzet kendinden çok emin olarak "Biz bu yolculuğa uygun olan zamanı yakalamak için yıllarca bekledik.Gezimizin süresini iki buçuk-üç ay olarak kararlaştırmıştık. Yine de bize hazırlıyacağınız programa göre zamanı siz istediğiniz gibi ayarlayın ama dört ayı geçmesin." dedi.
Hiç düşünmeden onlara sordum:
"Sizin daha önce kısa da olsa başka seyahatlarınız oldu mü? "
İkisi birden bir ağızdan cevap verdiler :
"Hiç olmadı, hiç fırsatımız olmadı, sadece Paris ve Tenerif arasında yıllarca gidip geldik."
Yolculuk tecrübelerinin hiç olmadığını anlayınca sorularıma biraz buruk devam ettim :
"Dünya türü yolculuğunun rotası çok zengindir. Ama gerçek bir dünya türü olabilmesi için Atlantık ve Pasifik okyanuslarını aşmak gerekir. Uzun uçak yolculuklarını gözünüz alıyormu?"
Biribirlerini baktılar, Bay Cruzet gülerek bana :
"Yaşamak çok güzel, nerede olursa olsun iyi yaşamak için herşeyi göze alıyoruz." dedi.
Verdiği cevaptan çok etkilensem de ben yine hiç tereddütsüz sorularıma devam ettim:
"Seyahat sürecinde iklim şartlarını da göze almak gerekir. Soğuk veya sıcak havanın sizde ne gibi etkisi olabilir?"
Şaçma bir soru sormuşum gibi bana bakarak :
"Aaaaaa hiç farketmez soğuksa giyiniriz, sıcaksa soyunuruz." dedi.

Onlar inatçı çocuklar gibi sorularıma cevap verdikçe, ben de sormaya devam ediyordum :
"Gideceğiniz yerlerin sırasına göre gereken saglik, sigorta gibi önemli ve gerekli bazı hususları dikkate almanız şarttır. Seyahate başlamadan önce olacağınız aşılar dahil her konuda özel doktorunuzun onayını almanız gerekir." dedim.
"Daha bu ay tüm kontrollerden geçtik. Kendimizi demir kadar sağlam hissediyoruz." dediler.
İkisi de kımıldanmaya başladı. Zorluk çıkarmamdan çekiniyor olmalıydılar.
Buna karşılık ben de sorularıma devam etmek mecburiyetindeydim:
"Eğer bir gruba katılarak dünya türü yapacaksanız, gruba katılan diğer insanların sosyal ve kültür seviyesini de araştırmanız gerekir."
"Hayır biz başbaşa gitmek istiyoruz. Grupla kattıyen gitmeyiz, A dan Z' ye kadar herşeyi bize göre planlamanızı istiyoruz.
Hazırlayacağınız yol planımızı da bilmek istemiyoruz. Herşeyin bize süpriz olmasını diliyoruz.
Bay Cruzet bana bakarak hafifçe öne eğilip, ellerini masamın üzerine koydu :
"Bakın, bizim sizden beklediğimiz su: farz edin ki bu sizin seyahatiniz. İstediğiniz rotayı kendinize göre çizin, gidin gezin görün ve geri gelin.".
Hayatımda ilk kez bana böyle bir şans veriliyordu. Ne hayal ne de hakikat olmayacak bir şans.
" Böyle bir yolculuğu size hazırlamam için sizleri kendim kadar çok iyi tanımam gerekir. Biliyorsunuz renkler ve zevkler meselesı. " dedim.
Bay Cruzet ayağa kalktı. Ellerini arkasına bağlıyarak hem yürüyor hem de benimle konuşuyordu :
" Not alırmışınız ? Yaşımız icabi yorulmamak için uçak tren vapur ne olursa hepsine birinci mevkiden yer ayırtın. Otellerin en tipik olanını seçin. Mümkünse beton olmasın, sonunda gideceğimiz yer nasılsa beton olacak. Seçeceğiniz memleketlerin içinde az gelişmiş insanların nasıl yaşadıklarını da merak etmiyoruz. Onların gelenek ve göreneklerini rahatsız etmeyecek şekilde turlar düzenleyin."
Tekrar yerine oturdu. Benden bir bardak şu istedi. Suyunu yudumlarken eşine "şen de fikrini söyleşene" dedi. Bayan Cruzet de bana :
"Hiç boş günümüz olmasın. Biz altı saatten fazla uyuyamayız. Hep hareket halinde olalım. Tarihi yerleri gezerken yanımızda mutlaka fransızca veya ispanyolca bilen bir rehberi ihmal etmeyin. Çarşı pazar, alışveriş için zorlanmayalım. Hatıra eşyaları toplamayı sevmem."
Artık onlara en zor soruyu sormak mecburiyetindeydim:
"Ben tüm bu istediklerinizi göze alarak seyahatinizi hazırlarken sizi telefonla arayıp sorular sorabilirim. Bu arada size ücreti hesaplayacağım. Seyahat ücretini size nasıl belirteceğim? Detaylara girmeden mesela X memlekette X otelinde iki gece kahvaltı, gezi, rehber falan diye bir liste yapabilir miyim?"
Eh tabi başka türlü olamaz, bu sizin probleminiz gibilerden bana baktılar. Yolculuklarına ait tüm detayları en son gün, havaalanında öğrenmek isteklerini de ilave ettiler.
Arkalarında sıra bekleyen diğer yolcular birikmeye başlayınca ayağa kalktılar. İki-üç hafta sonra tekrar Paris'e geleceklerini söyleyerek, vedalaşıp gittiler .

Arkası Yarın

Banu Kurtis Chouard
PARİS


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Funda Güven


KUŞ GRİBİ VE CİCİ KUŞLAR…

Bekir Coşkun'un birkaç gün önceki "Cinnet..." başlıklı yazısını okuduğumda içim acıdı, yüreğim burkuldu, gözlerim doldu...

Yazı, kuş gribi korkusuyla, insanların evlerinde besledikleri muhabbet kuşlarını evden kovduklarını, dışarı attıklarını anlatıyordu. Yıllarca besledikleri, konuşsun diye üç beş kelime öğrettikleri, bugüne kadar yemini, suyunu eksik etmeden baktıkları o minik kuşları bu soğuğa dayanamayacaklarını bildikleri halde dışarı uçuruyorlar. Birkaç saat sonra donarak öleceklerini bile bile !

Bahçelievler'de çocuklar ağaçların arasından "cici kuş, cici kuş" diye konuşan kuşların seslerini duyuyor, sabah olunca da o ağaçların altında cansız bedenlerini görüyorlarmış.

Ben yaklaşık 11 yıldır muhabbet kuşu besliyorum. Durmadan konuşan ama yaşlandığı için kafesinden bile çıkmaya tereddüt eden kartopu gibi bembeyaz, sanki nazar boncuğuymuş gibi göbeğinde mavi tüyleriyle sevimli mi sevimli bir kuş... Bir an olsun ki ona bir zarar vermek ya da korku nedeniyle onu sokağa atarak ölüme terketmek gibi bir düşünce gelmedi aklıma. Çünkü önce böyle birşeye gerek olup olmadığını, evdeki kuşlardan gerçekten de zarar gelip gelmeyeceğini öğrenmenin en doğrusu olduğunu düşündüm ve uzmanların sözlerine, yazılarına, araştırmalarına güvendim. Bu virüsün evde beslenen hayvanları etkilemeyeceğine ikna oldum, çünkü yeterli bilgiyi edinmek için okudum, dinledim, araştırdım. İşin kolayına kaçıp evimde beslediğim o minik canlıyı olasılık dışı bir ihtimal yüzünden sokağa atmadım.

Yazık ki insanoğlu cahilliğinden, anlamsız korkularından kurtulamıyor. Milletçe paranoyak olduğumuz zaten malum ama buna da bir yerde dur demek gerekiyor. Yapılacak birşeyler olduğuna inanmak gerekiyor. İşin aslını, nedenini, önlemini öğrenmek gerekiyor. Ama gelin görün ki şu kuş gribi olayında insanlarımız herşeyin kolayına kaçıyor ve tüm zalimliğini sergiliyor. Kimileri evlerinde besledikleri kuşları kovarlarken, diğerleri yakaladıkları tüm hayvanları canlı canlı, bağırta çağırta yakıyorlar. Bir işkence, bir vahşet aldı yürüdü. Uzmanlar virüs taşıyan kanatlıların gazla öldürülmelerini önerirken bizim kolaycılarımız, cahillerimiz yakaladıkları hayvanları kanatlarından çekiştire çekiştire hooopp ateşin içine...

Son zamanlarda geç de olsa nihayet bunlar tepki almaya başladıysa da hala sürüyor kanatlı hayvan düşmanlığı ve uygulanan vahşet. Ölsün diye aç bırakılan tavuklar, torbalara doldurularak öldürülen civcivler, diri diri yakılan hasta ya da sağlıklı binlerce masum hayvan.

Elbetteki insanların ölümüne neden olan böyle bir virüsün yayılması için tedbirler alınacak, birtakım çalışmalar yapılacak ama bu işin adam gibi bir usulu, yöntemi our. Bu vahşet niye ? Temizliğe önem vereceksiniz, ellerinizi sık sık yıkayacaksınız, hasta ya da virüsü kapabilecek koşullarda yaşayan hayvanlarla temastan kaçınacaksınız, kanatlı hayvanların dışkılarından gözyaşlarına kadar temastan uzak duracaksınız. Evlerinizde virüsü kapma riski omayan "cici kuşlarınızı" ölüme atmayacaksınız. Neler yapmanız gerektiğini hergün bangır bangır bağıran uzmanlara kulak verceksiniz. İşin kolayına kaçmayacak, paranoyaklık yapmayacak, vahşete göz yummayacak, yapılması doğru olanı yapacaksınız.

Hava çok soğuk, her taraf bembeyaz karla kaplandı. Belki bulurlar da açlıktan kurtulurlar diye bahçeye cici kuşlar için küçük ekmek parçaları koyuyor ve tüm canlıların hakettikleri muameleyi görmelerini diliyorum...



Funda Güven
www.fundamavis.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Mehmet Sağlam

 Kahveci : Mehmet Sağlam


  DUYGULAR KALPTE Mİ, BEYİNDE Mİ?

Yazıya şöyle bir soruyla başlamak istiyorum: Yaşamı daha değerli ve daha anlamlı kılan duygularımız acaba ne derece genlerin etkisindedir, örneğin insanların birbirine küsmesinin genetik bir nedeni var mıdır?

Aslında küsme; bir kırılganlık işaretidir ve kırılma duygusunun doğurduğu bir tepki veya davranış biçimidir. Kırgınlığın şiddetine göre, kişi kendine, dostlarına ve hatta tüm dünyaya küsebilir ve bu duygusal tepkiyi kısa veya uzun süre götürebilir. Kırılma, acı ve aşkla birlikte ruhsal dengemizi en çok etkileyen üç duygudan biridir.

İnsanı kıran ve acı veren nedenler arasında üç temel faktör vardır: Kötülükler, hatalar ve gerçekler.

Küsmeye neden olan bu üç etken, birbirleriyle iç içe birer ilişki içindedir. Örneğin, gerçekler bizi kırabilir ama hatalı ve rencide edici şekilde yüzümüze vurulduğu zaman, kötülüğe ve acıya dönüşebilir ve küsmeye yol açar. Keza, bize hak ettiğimiz bir kötülük yapılabilir; fakat gerçeği içerdiği hâlde acıya ve kırgınlığa sebep olur. Ayrıca, hatalar hem kötülükleri hem de bir/kaç gerçeği ortaya çıkarabilirler.

Kırgınlık duyguların en yanıltıcı olanıdır. Bu becerisi, kendisini gizleyebilmesinden ve sevgi, sempati, saygı, özveri gibi diğer duyguların “postuna” bürünme yeteneğine sahip olmasından kaynaklanır. Birine içten içe küstüğümüz hâlde, yalan bir sevgi ve saygı gösterdiğimiz hâller, kızgınlığın bu “maskesi”ni kullandığı anlardır.

İnsanın en şiddetli acılara dayanabilmesi de bu duygunun bir bukalemun gibi rengini değiştirebilme özelliğine sahip olmasındandır: Acıları bir şekilde rasyonalize ederek, dayanılır hâle getirebilmemizi sağlar.

Aslında, bize çok karmaşık, anlaşılmaz ve mantıksız gelen duygularımız fiziksel birer oluşumdur, evrim kurallarına uyar ve içinde doğa mantığı taşır. Yani bütün duyguların birer mantığı, sebebi ve sonucu vardır. Ve bütün duygular genlerden gelen emirler üzerine üretilen enzimler, hormonlar ve beyindeki nörotransmiter denen salgılar sayesinde oluşurlar.

Dar çerçevede mantıksız görünen ve rasyonel düşünce tarafından sürekli dışlanan duygular, geniş perspektiften bakıldığında bilincimizin en vazgeçilmez yapı taşlarından biridir. Ama salt bilgi üzerine oturttuğumuz yanlış eğitim sistemi yüzünden, bu devasa potansiyelimizden yeterince yararlanamamaktayız.

Son yıllarda yapılan araştırmalardan sonra IQ testlerinin işe yaramadığı ortaya çıkınca, bunun yerine EQ (duygusal zekâ) testleri uygulanmaya başlandı. Bu durum “tutsak kalmış” beyinsel ve genetik gücümüzün açığa çıkarılması ve kullanılması bakımından oldukça olumlu bir gelişmedir ve belki daha heyecanlı bir çağın da başlangıç müjdecisidir.

Ben bu potansiyel yeteneğimiz sayesinde evrimsel bir sıçrama yapacağımızı bile düşünüyorum. Çünkü bizi diğer canlılardan ayıran ve “üstün” kılan şey; duygusal, psikolojik ve ruhsal yapımızla birlikte beyin hücrelerimizdeki “genetik bilgi bankası”nın hafızadır. Bu genetik belleği ilköğretim, lise ve fakülte gibi üç düzeye ayırmak mümkündür: Temel Evrim Mantığı, Orta Evrim Mantığı ve Üstün Evrim Mantığı.

Doğadaki fizik ve matematik kanunlarının evrim yoluyla biyolojimize işlenmiş hâli, Temel Evrim Mantığı içerir. Bu, Biyolojik Bilinç’in bir parçasıdır. Bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar: Yani, üreme, beslenme, çevreyi algılama ve bir tehlike anında vurma veya kaçma güdülerini doğurur.

Orta Evrim Mantığı: Sınama ve yanılma yöntemiyle öğrenme yeteneğidir. Bunu tüm hayvanlarda ve çocuklarda görebiliriz. Ben buna ham bilinç diyorum.

Üstün Evrim Mantığı ise: Akademik düzeyde düşünme, öğrenme, gözleme, rasyonel davranma ve bilgiden bilgi üretmektir. Bu sistem, bazı hayvanlarda ilkel düzeyde gözlenir fakat insanlarda üstün bir gelişme göstermiştir ve Sosyal Bilinç’in bir parçasıdır.

İşte bütün duygu ve düşüncelerimiz bu üç mantık düzeyinin kombinezonları ve varyasyonlarıdır. Bu çeşitlemelerin hem negatif hem de pozitif boyutları vardır: Sevgi ve nefret, sevinç ve öfke, mutluluk ve mutsuzluk gibi... Bunların birinden diğerine geçişi çok kolay ve anî olarak gerçekleşebilir.

Duyguların oluşumunu bir ağacın anatomisine de benzetebiliriz: Duyguları uyaran sinir hücrelerini ve aralarındaki bağlantıları ağacın köklerine benzetirsek; bu uyarıları tetikleyen düşünce veya dış çevre faktörleri ağacın gövdesi ve dalları olur. Gövde, yani düşünce ve çevre, negatif olduğu zaman bütün dallar ve yapraklar negatif olur ve köklere bile negatif sinyaller ulaşır. O hâlde, pozitif düşünmek ve pozitif çevre koşullarında yaşamak, duygusal denge ve verimlilik bakımından son derece önemli iki etkendir. Bence başarının sırlarından biri de budur.

Duygu ile his arasında bir fark var mıdır?

Evet, aralarında bir nüans vardır; ama işin içine heyecanı da katarak açıklayalım:

His (feeling): Herhangi bir şeye karşı zihinde veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek olmayan bir duygusal tepkinin farkına varma işidir (awareness). Örneğin bir ayağı topallayarak yürüyen bir kediye duyulan acıma hissi, farkına varılan böylesi bir tepkidir.

Duygu (emotion): Farkına varılan bir hissin kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel bir uyarılmışlık hâli (arousal) oluşturmasıdır. Korku, üzüntü, aşk gibi…

Heyecan (excitement) ise: Duyguya oranla daha kısa süreli; ama daha yoğun ve şiddetli bir uyarılmışlık hâlidir. Yani çabuk gelip geçen, şiddetli bir duygudur. “Yüreğim ağzıma geldi!”, “Kan beynime sıçradı!” veya “Kendimi zor tuttum!” ifadelerindeki şiddetli duygusal hâller, heyecan kategorisine girerler.

Vücudun sadece bir organını veya bölgesini uyarmak gereksinimi ortaya çıktığı zaman, beyin o organa bir sinirsel sinyal (impulse) gönderir ve bu sinyal bir refleks hareketi yaratır. Fakat beyin, bedenin tümünü uyarma ihtiyacı hissettiği zaman, bu işi bir sürü sinyal gönderip zahmetli bir şekilde yapmaz. Hangi duygu veya refleks uyandırılacaksa, o duyguyu gerçekleştirecek hormonları üreten salgı bezlerine bir sinyal gönderir ve bazı hormonlar hemen üretilip, kan dolaşımına akıtılırlar. Böylece en geç 6 saniye içinde, o hormonun yarattığı duyguya kapılırız. Heyecanlanma gerektiği zaman ise, hem hormonlar hem de sinir sistemi kullanılır.

Bu arada sözünü ettiğimiz duygusal zekânın da bir tanımını yapmakta yarar olacaktır...

Duygusal Zekâ

Duygusal zekânın içeriği henüz tam olarak anlaşılamamıştır ve hatta tanımı bile henüz bilimsellik kazanmamıştır. Fakat öncelikle duygu derken nelerden söz ettiğimizi saptamak ve hafızamızı tazelemek bakımından şu listeye bir göz atmak yerinde olacaktır:

- Sevgi (çocuk, aile, dost, millet, insan, Tanrı sevgisi)
- Aşk (cinsellik taşıyan romantik sevgi)
- Şehvet (cinsel dürtüleri tatmin etme isteği)
- Utanma (masumiyet ya da şerefsizlikten doğan duygu)
- Acı (yürek acısı, buruk acı gibi)
- Hırs/İhtiras
- Gurur/Övünç
- Kuşku/Vesvese
- Alınma/Küsme
- Panik/Şok
- Hayranlık/Gıpta
- Mutlu olma
- Mutsuz olma
- Tatmin olma
- Kendini aşağı hissetme
- Kendini üstün hissetme
- Zevk alma
- Hüzün duyma
- Üzüntü, sevinç, öfke, cesaret, korku, hınçlanma, isyan, kıskançlık, suçluluk, pişmanlık, şefkat, minnet, umutsuzluk, şaşkınlık, bezginlik...

Beynimizde, Hipotalamus denen, nohut büyüklüğünde bir “duygu merkezi” var. Bu merkez, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini düzenleyen ve “Endokrin Sistemi” denen hormonlar sistemine bağlı olan salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. Hipotalamus, bu salgı bezlerinin gerekli hormonları ürettikten sonra hedef organlara gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Troit bezi, Hipofiz bezi, Epifiz bezi, pankreas, testisler, yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli hormonlar salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu hislenir, duygulanır ya da heyecanlanırız.

Duygulanmamızı sağlayan bir başka neden de beynimizin ürettiği “nörotransmiter” denen kimyasallardır. Bunların bazıları eroin, kokain, esrar, ekstasi, kafein veya alkol ile eşdeğer etkiler oluştururlar.

Duygu dediğimiz şey “kültürel kutsallaştırma” yüzünden çok sayıda insanın yanlış bir inanca kapıldığı gibi, öyle kalbe yerleştirilmiş, manevî bir oluşum değildir. Aksine tamamen maddî ve bedensel bir olgudur; genlerin ve hormonların bedenimizde ve beynimizde ortaya çıkardıkları etkileridir.

Duygusal zekâ; duyguları zamanında üretebilme, yaşatabilme, denetim altında tutabilme, başka bireylerle sağlıklı duygusal iletişime (empati) girebilme ve birlikte pozitif duyumlar yaşama (kompati) yeteneğidir. Bir başka deyişle; aklın kendisini his bombardımanlarından koruması ve duyguları gerektiği yerde bastırma gücünü veya yaşatma isteğini gösterebilmesidir.

“Herkes doğal olarak duygulanır, duygulanabilir, bu, zor değildir. Ama zor olan şey; doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duyguyu doğru ölçüde ve doğru biçimde gösterebilmektir. İşte bu tanım -tek başına- bize duygusal zekâ hakkında çok şey öğretmektedir.

İşte duygusal zekâ, bu çağda başarılı bir yaşam için geliştirilmesi gereken önemli bir zekâ türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu zekâ türünü ölçebilecek testler henüz ortaya çıkmamıştır.

Kim bilir; “Ne soğuk insan!” diyerek suçladığımız kişiler, belki de ortalamanın çok üstünde bir duygusal zekâya sahip çağdaş insanlardır!

İnsan: Ruh denen varlık ile madde denen varlığın bir sentezidir bence. Bu yüzden insanın hayattaki amaçlarından, en azından yarısı bedeniyle ilgili, diğer yarısı da ruhî yönüyle ilgilidir. Hayatı sırf maddesel bir olgu olmaktan çıkarıp ruhsal bir kaynaktan taşıp gelen gerçeklerin de tesiri altında düzenlemek gerekir.

İnsanın anlam arayışı ile değer olgusu arasında tükenmez bir münasebet vardır: Değerlerle ilişkisi bulunan kişinin yaşamı, değerlerin gerçekleştirilmesine katkı yaptıkça anlam kazanır. Zaten hayatın anlamı da, değerler edinilip yaşandığında kavranır. Öyle anlaşılıyor ki yaşam, anlamını bir ölçüde değerlere borçludur.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı, insan amaçlarını gerçekleştirdiği ve değerlerini yaşatabildiği oranda mutlu olur.

Son sözü Shakespeare’e bırakalım:

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor,
kaybetmekten korktuğu için.
Sevilmekten korkuyor,
kendisini sevilmeye lâyık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor,
sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor,
eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor,
reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor,
gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor,
dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ölmekten korkuyor,
aslında yaşamayı bilmediği için.
Ve yaşamdan korkuyor,
kendisi yerine başkalarına göre yaşadığı için.”


Mehmet Sağlam
mehmetttsaglam@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ferda Önler

 TEYZUŞ : Ferda Önler


  ENGELLERİN ARDINDAKİ FIRSATLAR

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş. Sonra da de pencere önüne geçip oturmuş.

Sabahleyin bir an önce saraya varmak isteyen tüccarlar, kervancılar, görevliler... yol üzerindeki bu kocaman kayayı görünce şaşırmışlar. Bazıları kayanın çevresini dolanmış, bazıları kayanın üstünden aşmış. Bu arada da ama sesli; ama içlerinden söylenmişler:

" Bu padişahın gözü, bu taşı görmüyor mu?"

" Yöneticiler uyuyor mu?"

" Vah memleketin haline!"

" Devlet, vergi alırken var; ama hizmet götürürken nerede?"

Nihayet, bir köylü gelmiş. Adamcağız saraya meyve ve sebze getirirmiş. Kayayı görünce ötekiler gibi söylenmemiş. Sırtındaki küfeyi indirip kayaya sarılmış. Onu uğraşa uğraşa yolun kıyısına itmiş. Kan ter içinde kalmış; ama başarmanın mutluluğu da gözlerinden okunuyormuş. Köylü, küfesini sırtlayıp gidecekmiş ki kayanın eski yerinde bir kese görmüş. Keseyi alıp açmış. Kese altın doluymuş. Bir de kralın notu varmış içinde:

"Bu altınlar, kayayı yoldan çeken kişiye aittir."

***

İnsan çalışıp üreterek, üretip paylaşarak mutlu olan canlıdır. Yaptığımız her olumlu iş yalnızca bizim değil, başkalarının hayatını da kolaylaştırır. Sosyal hayat, bu sayede dengeli olarak devam eder.

Biraz çaba ve işbirliğiyle zor gibi gözüken nice engeli aşmamız mümkündür. Ne var ki çoğu kişiler işin kolayına kaçar; bahaneler üretir, sonra da kaçan fırsatlar için hayıflanır.

Bir şeyi başarmış olmanın gurur ve huzurunu yaşamak varken, ne diye bahanelere sığınırız ki? "Bana ne"ci, "adam sende" ci tutumumuz, sorumluluklarımızı kavrayamamış olmamızdan mıdır? Yoksa tembellik midir bütün bunların sebebi?

İşin daha kötüsü, bazıları, engellerle, aksaklıklarla mücadeleye kendini adamış kişilere engel olmaya bayılır. Sokak ortasında bangır bangır müzik dinleyen, sigara izmaritini sokağa atan, yere tüküren birini uyarmaya mı kalktınız, söz hazırdır: "Sana ne kardeşim.", " Bu toplumu düzeltmek sana mı kalmış.", " Mahalle muhtarı mısın?"... Hatta işi hakaret etmeye, kaba kuvvete başvurmaya götürenler de az değildir. Bunlar "hem kel, hem hodul" dediklerimizdir. Aslında bu gibi kişilerle mücadele etmek yolumuza çıkan taşları kaldırmaktan daha zordur. Ancak bu kişilerle mücadele etmeden toplumsal huzura kavuşmak imkânsızdır.

Ummadığımız fırsatlar, aşabildiğimiz engellerin ardındadır. Yaşam koşullarımızı ancak karşımıza çıkan engelleri aşarak iyileştirebiliriz. Bu aynı zamanda insanî bir sorumluluktur. Eğer 'Ben de o köylü gibi biriyim.' diyebiliyorsanız hayat başarısı size uzak değildir.

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
10 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.084 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


YAKAMOZ

Geceleri ay ışığında seyrettiriyor kendini
Denizin ortasındaki ışık pırıltıları ile dans ediyor
Seven yürekleri mest ediyor...
Kandırıyor, belki de yakamoz
Hayata dair umut veriyor...
Aşkı anımsatıyor, acı bir tebessümle
Mehtaptan süzülüp gelen sevecen sevgileri hatırlatıyor
Umut yeşertiyor karanlık gecedeki şavkından süzülenle
Yakamoz ile aşk
İkisi bir arada fizik kanunu gibi
Ve tıpkı hayalin resminin çizildiği an gibi umutla ötüşüyor.

Şadıman Şenbalkan

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Alaattin Bender - Sergi

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Kara kış hayatı felç edince bir çoğumuz gününü evinde geçirmeye mecbur kaldı, aynı benim gibi :) ... Hava durumunu sadece evinizin camından gördüğünüz veya televizyon kanallarının gösterdiği kadarıyla takip etmek size yetmiyorsa, günlük ve tahmini hava durumu için işte size en yetkili web sayfası http://www.meteor.gov.tr/

İşte bu da bu tipi ve rüzgarda sokağa çıkamam diyenler için, kardan adam yapma sayfası http://www.frontiernet.net/~imaging/build_a_snowman.html . Şapkasından havuç burnuna kadar bir çok ayrıntı düşünülmüş durumda. Size sadece seçim yaparak uygun yere yerleştirmek kalıyor. Aslında karın soğuğunu ve ıslaklığını hissetmeden kardan adam yapmak ne kadar zevkli olur bilmem ama, neyse...

İstanbulda yaşayan veya İstanbul'un sokakları ne alemde diye merak edenlere online trafik kameraları http://www.ibb.gov.tr sitesinden. Trafik kameraların'da, canlı yayın yazısını tıkladığınızda kamera noktalarını ve tıkladığınızda eğer donmamışsa kamera görüntüsünü canlı olarak takip edebilirsiniz.

Son olarak sıkıntıdan patlayanlara "sabır küpü". http://www.goriya.com/flash/rubik.shtml İster örnek çalışmaları inceleyin, ister zamana karşı kendinizi test edin.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


AVG AntiVirus Free Edition 7.1.375 [15.8 MB] Windows (tümü) / Free
http://free.grisoft.com/doc/2/lng/us/tpl/v5
Hala anti-virüs programı olmayanlara, olupta güncelleştiremeyenlere mükemmel bir seçenek. Adının bedava olmasına bakmayın. Fazlası var eksiği yok. Hemen yükleyin ve limitsiz update olanaklı bu programı hemen kullanmaya başlayın. Bilenler biliyordur ama bilmeyenler bana duacı olacaklar eminim.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060130.asp
ISSN: 1303-8923
30 Ocak 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com