1001 Dilek



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 971

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 26 Nisan 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Bir deli ben miyim?


1. Kahve Molası Öykü Yarışması - Detaylar için tıklayın.
Merhabalar,

Başlayalı ne kadar oldu bilmiyorum. Görsel yanına mükemmel denilebilir aslında ama beni rahatsız eden bir yanı var ki işte onu paylaşayım istiyorum bugün. Bir ben miyim, yoksa başkaları da rahatsız olacak mı diye bekledim birkaç gün. Ama nafile, ulaşabildiğim yerlerin hiçbirinde bir tepkiye rastlamadım. O zaman madem bundan bir ben rahatsız oluyorum. Demek ki hasta olan benim beynim. Bakalım kahvecilerden yarama merhem olacaklar çıkacak mı dedim ve başladım saydırmaya. 1..2..3...

Kuş bakışı bakınca, olay övünülecek birşey gibi görünüyor. Öyle ya, ilk defa bir Türk kuruluşu F1'in kardeşi GP2'ye sponsor olup bir takım kuruyor. Kendi renk ve logosuyla kaplanan bir araba GP2 de pistlerde olacak, ne güzel. Bu yeni gelişmeyi de haklı olarak herkese duyurmak istiyor. Amaç açık, bir miktar daha fazla yakıt satmak. Ticari bir kuruluştan da farklı bir davranış beklemek olmaz tabi. Ancak yapılan reklam filmi televizyonlarda dönmeye başlayınca benim tüylerim dikenleşmeye başlıyor. İlk seferinde bunun nedenini çözmeye çalıştım ama başaramadım. Birkaç kere daha izleyince kafamda birşeyler şekillenmeye başladı.

Mutlaka hepiniz izlemişsinizdir. Kırmızı beyaz bir film izliyoruz. Türk bayrağına benzer bir araba pistte tur atıyor. Birkaç slogan yazı olarak görünüp kayboluyor. Fonda ise senfonik bir yorumla çalınan Milli Marşımız. Kaskın ve arabanın üzerinde bulunan ay yıldızların Türk Bayrak Kanununa aykırı olup olmadığını tartışmaktan, hatta Milli Marşımızın kime telif ödenerek ticari amaçlı kullanılabildiğinden çoktan geçtim. Reklamcılar bunu düşünmüşler kılıfını da hazırlamışlardır mutlaka. Ben iki farklı yönden reklamı değerlendiriyorum. Her ikisinde de garip bir üzüntü ve rahatsızlık duyduğumu söylemem gerek. Eğer bu filmde, yükselen milliyetçi ya da ulusalcı akımdan etkilenilip bayrak ve marş kullanmış ise, tamamen ticari bir satışa Cumhuriyet'in 2 ana unsurunu alet etmelerini içime sindiremiyorum, bu bir. Yok eğer gene aynı temel duygulardan esinlenerek ortaya çıkan, başımıza çuval geçiren Amerikalı'lara Polat'lı filmle verdiğimiz cevap gibi bir olaysa, hala komplekslerinden arınamamış bir memleketin çocuğu olarak derin derin üzülüyorum, bu da iki. Ama şurası bir gerçek ki, Milli Marşımızı bir reklam jingle'ı olarak dinlemekten hiç hoşlanmıyorum, bunu da gayet iyi biliyorum. Bilmem siz ne düşünüyorsunuz? Yoksa bir işkilli deli ben miyim?

Bugün sizlere hoş bir enstrümantal şarkı dinletmek istiyorum. Behzad çalıyor, Endless Passion. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 KahveRengi : Alaattin Bender


MATADORUN RESİMLE DANSI - Orhan PEKER

"Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk, biraz adam, biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın, öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti"


Yine aynı çocuktu "Bu dünya bir hoş dünya, Bu dünya sarhoş dünya" diyerek yaşamı "ti"ye alan. "Realist yanım bir yana, hala o hassas, çocuk tarafım eskisi gibi. Şu yolculukları ciddiye aldığım işi daha çok öğrenmek, daha iyi yapabilmek için göze almıştım." diyen Orhan Peker'den başkası değildi.

"Cornelius'a Mektuplar"

Hani bazı şeyler vardır, yitirildiğinde anlaşılır ya değeri. Ama nafile!. Ben de yakın zamana dek çok aramıştım. Neden sonra yine İmren Erşen yetişmişti imdadıma. Evet aradığımı bulmuştum: "Cornelius'a Mektuplar". Benim gibi okuma özürlü biri konu sanat, hele de resim olunca, gecenin karanlığında bir solukta okuyuverdi.

"Dolduramaz boşluğunu ne ana, ne gardaş
Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş"


şiirindeki gibi bir dostluktur bu. Aşık Veysel'in kara toprağa sarıldığı gibi o da Cornelius'a sarılmıştır. Ünlü ressam Orhan Peker'in yatılı Avusturya Lisesi'nden arkadaşıdır Cornelius. Bir ömür boyu sürecektir bu kadim dostluk. Tıpkı Van Gogh'un, kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplar gibi Orhan Peker de ölümüne dek Cornelius'a yazmıştır. Sırasında boya sipariş etmiş, "şahaserler yaratacağız" diye eklemiş; sırasında borç istemiş, sırasında fikirlerini paylaşmıştır. Gün olmuş, bir mektubunda "'Cornelius bursu' böylece beni maddi ve manevi destekleyerek normal süresini doldurmuş oluyor." diye eklemiştir. Arkadaş'a yazılmış kitap dolusu bu mektuplarda Orhan Peker sevincini, tasasını, resimlerinin serüvenini, sırasında aşklarını, adeta hayatını tüm samimiyetiyle anlatmıştır. Ben de mektuplardaki satır aralarından yola çıkarak bir de bu pencereden Orhan Peker'i tanımaya, tanıtmaya çalışacağım. Peker'i ilk olarak "Başka, Bambaşka" yazısı ile anmıştık.

"Samimi olmayan sanatta iş yok"

Akşama kadar resim yiyip içen; "resim yapma - sanat yapma" neşesini hiçbir zaman kaybetmeyen bir sanatçı Orhan Peker. Akademi'den yeni mezun olduğu sıralarda "Daha non-figüratif olamadık. Olmaya da -şimdilik niyetli değilim." diyen Peker hiçbir zaman da olmamıştır. Çünkü o hep yalansız, dolansız resmin peşinde koşmuş, içten olmuş; "samimi olmayan sanatta iş yok!" demiştir. Hayatını kazanmak için yaptığı tercümanlık, memuriyet gibi sanat dışı işlerde "disiplin denen beladan" hep şikayet etmiş; buna karşılık sanatında disiplini, çalışmayı hiç elden bırakmamıştır. Öyle ki, "Gülibik" gibi kitap ilüstrasyonlarında resimlerin ve yazıların dizilişinden harf puntolarına kadar titizlikle ilgilenmeyi ihmal etmemiştir.
Avusturya'da Rembrandt, Tiziano ve Bruegel ile burun buruna gelirken, Paris'te 1953'lerde Picasso, Braque ve Matisse'in hakimiyetinden şikayet etmiş, genç bir ressam olarak Paris'te varolma savaşı vermiş; mektubunda "Büyük ümitler. Korkunç hakikatlerin sokaklarında sürttüm durdum." demiştir. Van Gogh gibi bu dünyada resim yapmasaydı, hiçbir işe yaramayacağını düşünür Orhan Peker.

"İspanyol Defteri"

Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nda çalıştığı yıllarda İspanya hükümetinin bursuyla Madrid'e gider. Burada Hocası Bedri Rahmi'nin "On"lar grubunun kuruluşunda işaret ettiği El Greco başta olmak üzere Prado Müzesi'ndeki ustaları izler. "Kopya yapmak hem duygu hem de teknik bakımından faydalı oluyor. Tabii zorla değil de aşkla yapılırsa." diyerek El Greco'dan kopyalar yapar. Öte yandan resminin üzerine "El Turco com El Greco" ("Bir Türk El Greco'ya Karşı) yazarak adeta El Greco'ya meydan okur. Sanki Matadorun boğaya meydan okuması gibi cesurca, korkusuzca. Matadorun ölümle dansı olan boğa güreşlerini izler İspanya'da. Burada çizdiği desenleri topladığı defter "İspanyol Defteri" adı altında 1995 yılında YKY* tarafından basılır. İspanyada bir yandan hayatın içine karışırken diğer yandan da flamenko eşliğinde içki ile fazlaca haşır neşir olur. 1964 yılında alkol ile ilgili olarak "bu gidişin doğru olmadığını biliyorsam da yine de içmek geliyor içimden" der. Montparnasse'daki Cafe Dome'da Modigliani'nin, Malaga'da Picasso'nun şerefine kaldırır kadehini. Picasso ile ilgili olarak "Malaga deli dolu, çılgın bir yer. Picasso ancak burada doğabilirdi!" der. İspanya'dan yazdığı bir mektubunda "bilirsin ben bu baskı işlerini severim. Bir ressam olarak belki de bu tarafım ağır basmaktadır." diyen Orhan Peker, başta ellerinde hortumlar sağa sola koşuşturan tulumbacıları, (itfaiyeciler) kocaman gagalarıyla şomağızlı kara kargaları, sırt sırta vermiş mandaları resmeder "litografi"lerinde. Atları, güvercinleri kazır gravür plakalarına. Ak kağıda damlayan siyah mürekkep lekelerinin gezindiği gibi gezinir baskı resimlerinde.

"Benim için mutluluk: Resim yapmak"

"Sanat herşeyden önce, kalple kafa arasında gerçekleşiyor. Bundan bir denge, bir armoni çıkarmak kolay değil. Bir sürü abstre ressamın resimlerinde seyirciyi sıkan herhalde formalist, hatta bir çeşit akademik oluşlarıdır." 'İki karpuzun bir koltuğa sığmadığı' gibi iki karpuz dilimini de bir tuvale sığdırmak handiyse imkansızdır. Ama imkansızların ressamı Peker aklının ve bileğinin gücüyle beyaz bir leke içerisinde iki kırmızı karpuz dilimini tuvale resmedecektir. Mandaların başı ile sırtı arasında yer alan boyun kısmı yay şeklinde çöküktür. Mandaların boynuzu boyun çizgisinin yerini almışcasına paralel bir formda resme yerleşerek biçim sadeleşir. Orhan Peker'in resimlerinde ilk bakışta formu kütle şeklinde bir bütün olarak algılar, detayları göremezsiniz. Algıyı rahatsız eden karmaşık çizgiler, lekeler bir bir ayıklanarak, biçim, yeni bir düzende soyut bir leke tadında yeniden var olur. İmbikten damıtılmışcasına bir saflık, bir sadelik söz konusudur. Kedi sırasında top gibi yuvarlak bir biçime girmiş, kafası, gözü, ayakları ve kuyruğu saklanmıştır. Sanki o anda karşınızda soyut bir resim yatmaktadır. Ancak dikkatli bakıldığında neden sonra anlaşılacaktır figür. Tüm bu uzuvlar tıpkı bir şefin senfoni orkestrasını yönetmesi gibi resmin boyunduruğu altına girer ve farkedilmeyi beklerler. Paletinden eksik olmayan renkleri yine mektubundan anlıyoruz: Fildişi siyahı, Titan beyazı, "Van Dyck" kahverengisi (acı kahverengi), "Vermillon" kırmızısı. Bu renkler olmazsa olmazlardandır!; öyle ki, bunların dışındaki renklerin seçimini Cornelius'a bırakmıştır.

"Resim benim için bir varolma meselesidir. Yani ben resim yaparken kendimi mevcut hissederim." der bunun "alın yazısı" olduğunu düşünür. "Benim için mutluluk: Resim yapmak" der. "Sanat belki bir çeşit tatmindir, rahatlamadır. Ama sanatçı için mi, seyirci için mi? Gelmiş geçmiş bütün iyi sanatçılar acı çekmediler mi" diyerek yüreğinde duyduğu sızıyı açığa vurur. Zaten Peker'in gözlerine dikkatli bakıldığında o gözlerden yansıyanın yalnız ve yalnız hüzün olduğu anlaşılır. Şair-ressam İlhan Berk'in dediği gibi "Hüznü, acıyı kazımaya gelmiştir sanki."
Orhan Peker bir sergisinden bahsederken "Ne yazık ki bu köpekle oynayan çocuğu da satın aldılar. Halbuki bu çocuk benim oğlumdur. Benim böyle bir oğlum vardır. Belki de Gümbet'te karpuz yiyen çocuktur" diyerek resmindeki figürleri sırasında kendi çocuğu gibi sahiplenmiştir.

"Gerçeklerin en büyüğü" dediği ölüm onun peşini bırakmaz

1967 yılında evlendiği eşi Özden ile 1973 yılında yolları ayrılır. "Yalnızlık kötü şey. Yalnız içilen içkinin bile tadı olmuyor." der. Takvimler 1974 yılının sonlarını gösterdiğinde yazdığı bir mektupta "Hiç unutmam, Kastamonu köylerinden birinde çok yaşlı bir kadına rastlamıştık. Ona, 'Hala ölmedin mi teyze?' diye takılanlara başını dik tutarak: 'Durun bakalım hele, yollar kalabalık' diye cevap veriyordu. Biliyorsun ben de "Durun bakalım, yapılacak resimler var' diyorum" diye yazmıştır. "Sen beni sadece desteklemekle kalmamış, bana başından beri inanmıştın. Bildiğin gibi ben de bu işi hiç bırakmadan bugünlere vardım. Ama tabii yola devam etmek gerek. Daha yol uzun." der. İstanbul'a yerleşir, ikinci evliliğini yapar. "İstanbul düzenine, daha doğrusu vefasız İstanbul'a alışmak zor. Bir hay huy gidiyor buralarda." derken diğer taraftan, sağlığı içten içe elden gitmekte, dağların karı yavaş yavaş erimektedir. "Gerçeklerin en büyüğü dediği ölüm" onun peşini bırakmaz.

Ne yalan söyleyim Peker sergisinden aldığım hazzı Picasso sergisinde bulamadım

Orhan Peker 18 Şubat 1973 tarihinde Köln'den Hamburg'da yaşayan arkadaşı Cornelius'a yazdığı mektupta, Emil Nolde'nin retrospektif sergisinden "Tabii nefis bir sergi. Sebebi de ortada: adam samimi olarak kocaman bir hayatı bu yolda harcamış." diyerek bahseder. Gün olmuş devran dönmüştür. Şimdi sıra Orhan Peker'e gelmiştir. Mart ayında İstanbul'daki Picasso sergisini izlemek niyetiyle çıktığımız sanat yolculuğunda, ne büyük tesadüftür ki Beşiktaş Belediyesi'ne ait MKM Kültür Merkezi'ndeki sanat galerisinde Orhan Peker'in nefis bir retrospektif sergisini izleme fırsatı bulduk. Ne yalan söyleyim Peker sergisinden aldığım hazzı Picasso sergisinde bulamadım.

"Başka, Bambaşka" resimlerdi onlar

Sergi salonunu bulmakta epey zorlandım. Oysa ki İstanbul'a girişimizde Fatih Köprüsü'nün üzerinden aşarak Avrupa yakasına adım atar atmaz yoldan görmüştük bu yeni Kültür Merkezi'ni. Ne yazık ki ertesi gün Beşiktaş güzergahından geçerek çok zor bulmuştum bu adresi. Galeri gerçekten nefisti. Girişte Ara Güler'in çektiği büyük boyutlu fotoğraflar ve açıklamalar karşılıyordu sanatseverleri. Baskı resimler ve "İspanyol Defteri"ndeki desenleri salonun sağındaki bölümde idi. Bizim salona girdiğimiz sırada, Orhan Peker'in Akademi'den dönem arkadaşı ünlü ressam Adnan Çoker de sergiyi geziyordu. Tabii, bizim iki yaşındaki delikanlı bebek arabasından kurtulur kurtulmaz başladı salonda koşturmaya. Hem koşturuyor hem de dili döndüğünce mırıldanıyor, zaman zaman da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Geniş salonda diğer bölümlerden birinin arkasından Adnan Çoker'in sesi duyuldu: "Sessiz olalım lütfen." Bu uyarıyı bizim ufaklık "duymamış" olacak, bağırmaya devam ediyordu. Bu arada gelen galeri görevlisinden ikinci uyarıyı almıştık ki, eşim hışımla soluğu Adnan Çoker'in yanında aldı; birazdan bir fırtına kopabilirdi. Açıkçası benim kaybedecek bir tek dakikam bile yoktu; sergiyi izlemeye devam ettim. Neden sonra sıra Adnan Çoker'in de bulunduğu bölümdeki Orhan Peker resimlerini izlemeye gelmişti ki, bir de ne göreyim; başta 7 yaşındaki kızım Görkem ile eşim koyu bir sohbete dalmışlar. Adnan Çoker büyük bir sabırla Görkem'in ellerinden tutmuş resimlerle ilgili kızıma sorular soruyor, adeta onun görsel zekasını ölçmeye çabalıyordu. Görkem bu "soru-cevap" yarışmasından büyük bir keyif almış olacak ki, benim kulağıma eğilerek "Baba Amca'ya söyle de daha başka resimler hakkında da soru sorsun" diye hayıflanıyordu. Sağolsun Adnan Çoker de Görkem'in bu ricasını kırmıyor, Batı'daki müzelerde bu tür eğitimin okul öncesi yaşlarda başlatıldığını anlatıyordu. Bu arada Erdal İnönü ve eşi de salona girmiş, tek tek Orhan Peker'in öksüz kalan resimlerini izliyorlardı. Bense Peker'in fırçasının dolaştığı gibi dolaşıyordum o tuvallerin üzerinde.

"Vermillon" kırmızısı kullanılarak bir atın hüznü gözlerine nasıl yansır. Yine aynı ateş kırmızısı vazodaki çiçekler bir o kadar suskun, bir o kadar boynunu bükmüş. "Başka" (kedisinin adı) beyaz "pati"lerini başının altına sıkıştırmış, bulabilene aşk olsun. Sanki aynı beyaz gövdeyi paylaşan iki siyah koç başı; biri profilden, diğeri cepheden bakmakta. Yeşil ve kahverengi sadece iki rengin hakim olduğu, ancak kendi içinde bir o kadar renkli, bir o kadar hareketli, gölgelik altında başını çevirmiş size bakan ürkek gözlerle bir oğlak. Yeşilin tonlarına yaklaşan bir grilikte, sırtındaki heybesi yere değdi değecek "arkadaşım eşşek." Kırmızı şezlongta "Başka", Gramofon dinlerken "Başka", anlayacağınız Başka, Bambaşka resimlerdi onlar. Hep bir "sessizlik", hep bir "sensizlik" anlatır resimleri. Atları boynunu bükmüş, yorulmuş, biraz hüzünlü; güvercinleri üşümüş, birbirine sokulmuş, bir at ve yere çökmüş bir manda, içten içe karşılıklı dertleşir gibi. O çocuk horozunu bağrına basmış, köpeği ile arasında kadim bir dostluk kurmuş, sanki biraz üzgün...

Matadorun resimle dansını gördüm bu resimlerde. En ufak bir çalım, en ufak bir göz boyama olmaksızın. Ve yüreğini gördüm Peker'in; çocuksu, sevgi dolu. Ve bitip tükenmez azmini gördüm. Daha da ötesi yavuklusu - resme sevdasını gördüm. Ama bu sevdaya ihanet ettiğini hiç mi hiç görmedim. Sezen Aksu'nun, yazımın girişindeki, "Bir Çocuk Sevdim" parçasının Orhan Peker'e yakıştığını düşünüyorum. Büyük usta Orhan Peker'e saygılarımla...

Kaynakça*: -1993 yılında Yapı Kredi Yayınları* (YKY) tarafından bastırılan Orhan Peker - "Cornelius'a Mektuplar" kitabı.

Alaattin Bender
www.alaattinbender.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Gökçe Gerçek


KAYBOLAN GEMİLER

Seveceksiniz...

Tüm kalbinizle birini, bitmeyen tükenmeyen bir sevgiyle seveceksiniz mutlaka yaşamınızda! Gönlünüzün boş olduğu zamanlarda, hayıflandığınızı ve içini doldurma emelinizi anımsayacaksınız hergün... Günlerden biri belki de ulaştıracak sizi isteğinize.

O zaman kalbiniz bir deniz olacak. Kimi zaman sakin, kimi zaman fırtınalı, bazı anlar hareketli, bazı anlar da kabarıp dolup dolup taşacak attığı yerden. Kontrolünüz dışında şekil alabilen yüreğiniz şaşırtacak sizi. Sevdiğiniz insan tüm benliğiyle dolduracak içinizi, saracak ve sizden yeni bir sen oluşturacak.
Kararlarınız küçük bir sandal gibi duygularınızın denizinde, o ne tarafa gitmek isterse oraya kürek çekeceksiniz tatlı bir hevesle...

Yüreğiniz büyük bir deniz, sevdiğiniz de gemi olacak. Her köşede bir iz bırakacak. Günleriniz birbirine benzemeden geçerken, birgün nedenli-nedensiz ayrılacaksınız. Geminin varlığı noktalanmış olacak. Birini sevmenin müthiş birşey olduğunu ama sevmenin anlaşmak olmadığını herşeye yetmediğini anlayacaksınız belki de. Siz anlamasına anlayacaksınız da anlayamayan, defalarca anlatsanızda anlamayacak olan deniziniz olacak. Duygularınız devredışı kalan ancak aniden aktifleşen düşüncelerinizle muazzam bir çatışmaya girecek...

Bütün olan bitenden sonra, kendinizle uzlaştığınıza inandığınızda, batmaya yenik düşmesinden başka bir seçeneği olmayan geminiz, ağır ağır gömülecek kalbinizin sularına. Hergün, her saat ve her dakika biraz daha ilerleyecek suların altında zaman hızla ilerlerken yoluna.

O coğrafya da, O'ndan başka hiç kimsenin gezinmediğini ve her diyarında imarelerinin olduğunu, denizin nasıl delice kabarıp taştığını, yankılanırcasına mutlulukla haykırdığı zamanları hep özleyeceksiniz.

Elinizden, bu batışa hüzünlenip acıyla hissetmekten başka birşey gelmeyecek, gelemeyecek! Düşüncelerinizi bir de gururunuz kucaklayacak. Taa ki bir sabah kalktığınızda artık onu düşünmediğinizi farkettiğiniz o korkunç anda hissetmiş olacaksınız geminizin tamamiyle dibe vurduğunu!!
Yüzeyden hiçbirşey görülmeyecek, anlamlandırılamayacak fakat çok derinlerde gömülmüş bir mazi yaşayacak. Dalgaların sahile vurduğu çakıl taşı, yosun gibi, vuracak sizi O'nun hayali, yüzü, hatıraları, hataları, ikinizi içeren günlerin parçaları...

Kalbinize geldikçe, düşünmekten keyif alacaksınız bazen, bazen de gözyaşlarına boğulacaksınız olur olmaz yerlerde, vakitlerde. Böyle sürekli gelecek kalbinizin aklına.

Üçüncü, dördüncü ve sayamadığımız nice şahıslar birbirlerinden fotokopi gibi çoğalttıkları lafları, moral yükleme kıyafetiyle giydirip, cömertçe söyleyecekler kulaklarınıza. Bir sürü insan ve bir sürü işe yaramayan halbuki işe yarar genel mantığıyla birbiri ardına eklenmiş söz lokomotifleri yarıştıracaklar. Sizi anlamaları için sizin yerinizde olmaları gerektiğini asla bilemeyecekler...

Deniz feneri misali her gittiğiniz yerde, her elinizi uzattığınız kimse de arayacak gözleriniz sevdiğinizi bilinçli bilinçsiz! Pusulanız da tüm iletişim araçlarınız olacak. Belki diyeceksiniz bir kırıntı görüşme, bir tutam atılacak mesaj için seferber edeceksiniz hepsini ve hatta yirmidört saat kulağınız, gözleriniz uyumayacak!

Hani olurda arar diye aradığını varsaydığınıza dair monologlarınızın sesi hiç kesilmeyecek.

Bir de dalgıçlık sizin için hayati bir uğraş olacak çoğu zaman. Anılarınızdan oluşan paletlerinizi geçirip ruhunuzun ayaklarına, dalacaksınız yüreğinizin sularına... Siz daldıkça, bulanıklaşacak suyun rengi.

Geminiz gönlünüzün en engin duygularında ebediyen sessizce uyuyacak.
Nerede olduğunu hep bileceğiniz kaybolan bir geminiz var şimdi... Yüreğiniz kadar yakın, bir anıyı yaşamak kadar ulaşılamaz.

Gökçe Gerçek


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Neslihan Güzel

 Kahveci : Neslihan Güzel


  CEMRE DÜŞTÜ

Loş ışıklı bir oda, işlemeli bir perde, hızlıca yakılan bir çakmak ve yalnız bir kadın. Kadının oturduğu kırmızı eski bir koltuk, koltuğun yanında ise üç pedallı, kuyruklu bir piyano, insafsız za-manı sorgulayan.
"Bilmiyorum, bilmiyorum!" dedi kadın iki kelime ile. Neden? Niçin? Sorularına cevap arıyordu kafasında. Kaybolmuş bir evrende, çıkmaz bir sokağın ortasındaydı sanki. Eski plaktan çıkan fon müziği hüzünlüydü, onu alıp götürmüştü uzaklara, sonsuzluğu arıyordu kendi iç dünyasında, gözlerinden akan iki damla yaşla beraber. Kadının fısıltılı sesi sopranoydu, ince ve tiz bir tat bırakıyordu insanın kulağında.

Ağlamaya başladı, "Neden ben, neden?" diye sorgulamasını sürdürdü. Kalktı oturduğu o baba yadigârı koltuktan, odanın sol köşesine doğru yol aldı. Köşede duran çeyiz sandığına uzandı elleri. Cevizden yapılmış, önünde işlemeleri olan ahşap sandığa. Kapı aralandı, beyaz tüyleri ile yeşil gözlü kedisi içeri girdi kapının aralığından, duvara sürtüne sürtüne, "miyav" kedi kısa kesik bir ses tonu ile. Kadın kedinin başını okşadı, "üşümüşsün sen!" dedi. Elleri ise kedinin kulaklarını kavramıştı. Kedi üşümüş, titriyordu beyaz olan tüyleri ıslanmış sırtına yapışmıştı.
Sandığın üstünde ki birkaç parça eşyayı aldı eline, dantelleri vardı, beyaz olan rengi yılların yorgunluğu ile sararmıştı biraz. Eski tenteneler, oyalar, özenle örülmüş masa örtüleri. Kadın "daha fazla" dedi, yarım kalan cümlesi ile sandığı kapattı, aheste bir el hareketi ile. Yavaş ve aheste.

Pencereye doğru yol aldı ayakları. Dışarı doğru kafasını uzaktı. Ahşap olan dış merdivenlere takıldı gözleri, ıslanmaktan yorgundu basamaklar. Kararmıştı yağmur yemekten. Tren geçiyordu gürültü sesi ile geçtiği yerleri aydınlanıyordu. Saat akşamın dokuz yirmisini gösteriyordu.
O trenle yok olmayı, uzaklaşmayı istedi. Gittiği yeri bilmeden gitmek, kaçmak bu şehirden, insan-lardan, kaybolup gitmek.
Dışarıdaki kar tanelerinin saymaya başladı ardından, bir, iki, üç…
Tren geçip gitmişti, fakat kulağında hala sesi yankılanıyordu, Küt küt eden rayların sesi…

Kapıyı aradı eliyle, anahtarı kapının arkasından alıp iç tarafına yerleştirdi. Elinde duran poşetleri mutfağa doğru götürdü birer birer. Kedi "miyav!" diyerek kadının arkasından mutfağa gitti, sahibini özlediği belli idi. Kadın balkonun kapısını açtı, bun gün hava güzeldi. "Cemre toprağa bir düşse!" dedi. Bahar gelecek, bu soğuklar da bitecekti. Havadaki kir rengi grilik gitmiş, yerini mavili boyalı bulutlara bırakmıştı. Karşı konağın cumbasına takıldı gözleri. Fesleğenler boynunu bükmüş su istiyordu.

Kedi, ayağına dolaşmaya başladı kadının, etrafında dönüyordu, kabarmış beyaz tüyleri ile. "Tamam, oğlum!" dedi, onun duyacağı bir ses tonu ile ve kedi miyavlamasını kesti. Dolaptan süt şişe-sini aldı, tabağa boşaltıp balkonun köşesine bıraktı. Elinde kalan boş şişeyi çöp kutusuna attı.

Odasına geçti ardından, kitaplığa göz gezdirdi. Kitapların neredeyse hepsi tozlanmıştı, uzun süreden beri elini sürmemişti çünkü. En uçta olandan başlayarak incelemeye başladı göz ucu ile.

Bir adam vardı, sandalyesine ters oturmuş. Elleri sandalyenin sırt tarafından aşağı doğru sarkmış bir şekilde, onun üstünde ise, kırmızı bir zeminin üstüne, sarı puntolarla yazılmış olan "Victor Hugo," onun altında ise "Bir idam mahkûmunun son günü" yazısı vardı, büyük harfle yazılmıştı. Hemen onun yanında, yeşilin rahatlatan tonları ile üzerinde biblo bir çocuk resmi bulunan Gorki'nin çocukluğum kitabı vardı. Onun üzerinde ki tozları eliyle şöyle bir aldı, çevirmeye başladı sayfaları…

Odun ateşi ile etrafa ışık saçan bir şömine, şömine üstünde ise eski bir gaz lambası, dili içine kaçmış, yanmayan. Odanın kapısı eskimiş, mavi rengi solmuştu. Kilimin üzerinde baklava dilimleri vardı, kırmızı renkte. Şöminenin üstü kararmıştı isten, beyaz olan badana rengi gri olmuştu.
Balkona çıkancı bir çardak karşılıyordu misafirleri. Hasırlarla örtmüşlerdi balkonun üstünü. Direk-lerini ise sağlam olsun diye, dübele benzeyen kocaman çivilerle çivilemişlerdi. Evin önünden, dört-nala bir atlının geçtiği çınladı kulaklarında. Balkonun köşesinde asılı duran üç tane su kabağı vardı, daha tam boyutuna ulaşmadan alınmışlardı, kurumayı bekliyordu duvarın üzerinde. Pencerenin demir parmaklarında ise patlıcanlar, biberler, bamyalar asılmıştı, kimi iyice kurumamış, kiminin rengi ise matlaşmış, büzüşmüştü bile.

Evin hemen altında ise, ahır gibi depo gibi bir yer vardı. İçinde hayvanların barındığı ve saman vb. şeylerin konulduğu. Kapısının hemen yanında bir dirgen, boylu boyunca uzanmış yere yatmakta idi, bir tarafı kırılmıştı sapının. Dişlerinin arasına ise saman çöpleri takılı kalmıştı. Evin balkonundan bakınca caminin minaresinin gökyüzüne, semaya uzandığı görünüyordu.

Kapının girişinde asma ağacı vardı, sarmaş dolaş olmuş kolları ile beraber, ahırın üzerine doğru uzanmıştı. Soğuğun etkisi ile hiç yaprağı kalmamış, birbirine daha sıkı sarılmışlardı.
Ellerini birbirine kavuşturarak indi, ahşap merdivenlerden aşağıya doğru, yürüdüğü yolda ayaklarının altına saman çöpleri yapışıyordu. İleriye doğru baktı, gözleri karşıdan geçen kadına daldı, eşarbını kafasına iyice dolamıştı, arka tarafı beline kadar iniyordu, üzerinde yeşil önünü iyice iliklediği bir hırkası vardı. Eşarbının altından ise uzun siyah saçları akmıştı göğsünün üstüne, iki belik halinde. Altında ise, kahverengi pazenden yapılmış, bol bir üst donu vardı, beli lastikli. Onun üstünde ise, etek olarak önüne tutulmuş, gri üstüne yeşil renklerde bir önlük, onun da beli arkasına iple bağlanmıştı. Elinde ise bir bakraç vardı, bakır rengi üzerinde gri bir şeridi olan. İçi dolu olmalıydı ki, kadın sütün ağırlığından beli hafif sağa kaymış olarak yol alıyordu.
Dağlarının yeşili her renktendi, insanın içini okşayan, ruhunu mest eden yeşillerden.
Kadınlar geçiyordu karışından ellerinde tokuşlarla, leğenlerindeki çamaşırlarla. Ne kadar da neşeliydiler, zor olan bu işi ne kadar da zevkli bir hale getirmişlerdi. Derenin o sakin duran yosunlarını bozacak, kurbağaları ürküteceklerdi.

Kadınlar dere kenarında yavaş yavaş yerlerini almaya başladılar. Bir taraftan türkülerini söyleyecekler, bir taraftan da çamaşırlarını tokmakla vuracaklar, kirlerini dereye boşaltacaklar, akşam olduğu zaman ise gündüzün geceye kavuştuğu vakit, ellerine leğenlerini alıp, evin yolunu tutacaklardı, günün yorgunluğu ve bir iş yapmanın sevinci ile.

Postacı kapı kapı dolaşıp mektup dağıtıyordu, takım elbisesi yeni ütülenmiş, kravatı tam bağlanmıştı, beyaz gömleğinin içinde ben buradayım diyor heybetli duruşu ile. Elinde bulunan siyah körüklü çantasını sımsıkı tutmuştu. Kim bilir? Kimlere ne umutlar götürüyordu. Mektup, telgraf belki de mahkeme tebliği.

İnsanları görünce başında bulunan o armalı şapkasını hafifçe havaya kaldırıp selam veriyor, uzun olan siyah bıyıkları yanağına doğru kayıyor, hafifçe gülümsüyordu, böyle yapınca yanağında bulunan çukurlarda kaybolup, minikleri ortaya çıkıyordu…

Kedi mutfakta ki işini bitirmiş, kadının ayağının yanına gelmişti. Karnının doymasını ise bir miyavlama ile bildirdi. Kedinin sesinden irkilen kadın bir an da elinde bulunan yeşil kitabı yere düşürdü. Gorki'nin çocukluğunu anlattığı kitap onu eski köyüne, çocukluğuna geri götürmüştü. Ani bir sesle "Ben buraya ait değilim!" dedi.

Kadın sıkılmıştı dört duvar arasında, ona bunaltıcı gelmişti bu oda. Gökyüzünün mavi olana renklerini bir anda kalemle boyamak istedi siyaha. Duvarda ki resimlere baktı, hepsi cıvıl cıvıldı, içini açsın diye asmıştı o tabloları. Ama açmıyorlardı işte, onlara baktıkça daha çok kaçmak istiyordu bu şehirden ve insanlardan. Hızla üstünü giydi, siyah mantosu ayaklarına kadar örtüyordu, onun altına kalın tabanı kauçuk olan botlarını geçirdi. Altları toprak olmuştu ama onun farkına bile varmadı aceleden. "Bir an evvel bu evden çıkmam gerekiyor, yoksa boğulacağım!" dedi. Başına siyah renkte olan melon şapkasını geçirdi, saçları yüzünün her iki tarafından yanaklarına değerek, omzuna doğru dökülüyordu.

Arnavut kaldırımlı eski, terkedilmiş bir sokaktan aşağı doğru ilerliyordu. Öyle hızlı yürüyordu ki, ayağı arada yağmurdan aşınmış olan kaldırım taşlarının boşluklarına takılıyordu ama o bunun farkına bile varmadan yoluna hızla devam ediyordu. Eski ahşap binaların yolunu takip ederek, ana caddeye çıkmayı başarmıştı. Deniz fenerinin olduğu yerde, oturacak bir yer aradı kendine. Gökyüzünün mavi olan rengi, gece kızıllığına bürünmeye başlamıştı bile. Fenerin yanan ışığı, yüzünün sol tarafını aydınlatıyordu ama yüreğinin siyahını aydınlatmaya yetmiyordu.

Kendi kendine sorularını yöneltemeye başladı, sanki bir iç hesaplaşmaydı buydu. Hayatın gaye-sini neydi? Amaç neydi? Niçin yaşıyordu? Acaba, yaşadığı hayatın kaçı kendinin, kaçı başkasının hayatıydı? Ne beklemişti hayattan, hayat ona neler vermişti? İstediği, dilediği bir hayat mıydı bu? Peki, mutlu değilse, neden istediği hayat için mücadele vermemişti? Onun engelleyen neydi? Kafasının içi, soru yumakları ile doluydu, düşündükçe daha da çetrefilli oluyor, çıkmaz sokaklara giriyordu. Sorular bir ağacın dalları gibi birbirine iyice dolaşmıştı, çözmek istedikçe kafası daha çok karışıyor, daha çok bunalıyordu. Peki, ertelemekle ne olacaktı? Yıllardan beri ertelememişti hayatı, hayallerini…

Sorularla dolu olan beyni o kadar da karışıktı ki, beynindeki düşünceler, kırışmış, buruşmuş bir çamaşırı andırıyordu. Ne şekil alıyor, ne de kullanılabiliyordu. Sanki birikmiş, bir çaput yığından başka bir şey değildi. Sadece ağırlık yapıyor, hayallerine engel oluyor, soyut bir yaşamda yüzdürüyordu onu.

"O kadar çaresizim ki" dedi. "Derin denizlerde boğulmak gibi bir şey bu."

Etrafta ki insanların sesleri iyice birbirine karışmaya başlamıştı. Havanın iyice soğumaya başladığı, mavi gökyüzünün yerini, gri yağmur bulutlarına bıraktığı, akşam vakti olmuştu. Gündüz ise geceyi doğurmanın sancısı içinde kıvranıyordu.

"Cemre düşse!" dedi. "Keşke toprağa bir an önce düşse! Acaba benim kalbime ne zaman düşecek cemre?" Bu sorunun ve cevabını bulmak ve sürenin kısa sürmesi umuduyla yerinden kalktı. Arnavut kaldırımlı, terkedilmiş sokağının yolunu tuttu.

Fener ise akşamın karanlığına ışık tutuyor, yakamozun çırpınışlarını, gözyaşlarını izliyordu.

Kadın kapının kolunu çevirdi yüzündeki hüzünle ayakkabıları çıkardı, düzgün bir şekilde yerine yerleştirdi. Kendisini balkona attı, içinde durulmak bilmeyen fırtınayı susturmak istercesine. Fesleğenlerine baktı "Susamışlar!" dedi. Eline aldığı bir bardak suyu, fesleğenlerin dibine boşalttı. Onun ilk yağmuru bekleyen çatlak toprak gibi suyu içmesini izledi. Bir gün kendisi de, mutluluğu yakaladığı zaman, toprağın suya yapıştığı gibi yapışacak, bir daha da asla onu bırakmayacaktı. Çay yapmak için mutfağa girdi, eski demi balkonda ki çiçeklerin dibine boşalttı, onları beslesin diye. "Çaydanlıkta ki dem kadar yalnız, mutsuzum" dedi. Tekrar ocağın üstüne demliği yerleştirdi, içine suyu-nu koyarak.

Odasına geçip dağılan eşyalarını toplamaya başladı bir bir. Duvardaki resmine daldı gözleri, ne kadar da güzel siyah beyaz olan bir resim. Kendi kendine şöyle bir gülümsedi. Artık mimiklerinde ki çizgileri daha belirginleşmişti, günden güne daha da derinleşiyordu. Buna üzüldü, derin bir nefes alıp oh! Çekti. Nevresimini katlamaya çalışıyordu. "Artık nefesim kesilmeye başladı" dedi.
İşlerin çoğu bitmişti, mutfağa girip çayı demledi, onun oturmasını beklerken, karşıdaki ahşap sarı evin demir parmaklıklarına takıldı gözleri, pencerenin ardındaki mor menekşeler açmış, göz kırpıyordu sokaktaki kar tanelerine.

Kaldırımdan geçen kadın elindeki şemsiyesini kızının üzerine doğru tutuyor, onun yakasını örtüp soğuktan korumaya çalışıyordu.

Arkasından gelen başka bir adamda, yanındaki köpeğinin üşümesinden korkuyordu. Bir taraftan kendi başını soğuktan korumaya çalışıyor, bir taraftan da köpeğinin tasmasını daha hızlı dercesine asılıyordu.

Düşündü, herkes bir şeyleri seviyor, bir şeyler için mücadele veriyor, birilerini tehlikelerden, hastalıklardan korumaya çalışıyordu. Her zaman düşündüğü sorulara cevap aramaya başladı yine. İnsanlar sevdiği işi yapıyor, sevdiği insanlarla beraber, onlara bir şeyler katmanın sevinci içindeydi. O halde dünyayı döndüren sevgi değil de, neydi?

Kendisini düşündü ne yapmıştı? Ne yapmak istiyordu? Olmak istediği neydi? Daha neler yapabilirdi? Her şeyden önce hayattan ne bekliyordu? Hayat ondan ne bekliyordu?

Beyaz olan desenli kupasına çayını doldurup, üç şekerini de ekledikten sonra, yavaş adımlarla salonda ki yerini almıştı. Eski olan bir tarafı yırtık sandalyesini kendine doğru çekti, elindeki bardağını sarsmadan masanın üzerinde bıraktı. Camdan dışarı bakabilecek şekilde yönünü ayarladıktan sonra, bilgisayarın ekranını kendine doğru çevirdi. Elinde çayı, dudaklarında yılların yorgunluğu, içinde sakladığı hüzün ile kelimeleri yakalayıp, satırlara eklemeye başladı.

Yolda gördüğü ayakları yalın kızın sarı saçlarını, yıldızların yanıp sönerken kaydığını, yeni açmış bir açelyanın sevincini, parktaki çimlerin birbiri ile fısıltılı konuşmasını yazdı. Yazdı yazdıkça, kocaman olan yüreği iyice doldu. Bir daha, bir daha derken satırlar yetmez oldu artık hüzünlü düşleri-ne.

Köyünü düşündü. Bahçesinde ki fasulyeleri, onların yeni çimledikleri zaman ki etrafa meraklı bakışını, muz ağaçlarını, o geniş yapraklarını etrafa nasıl serpelediğini, kırmızı balıklarının akvaryumda ki koşuşunu. Portakal ağacının çiçeklerinin kokusunu, yeni oldukları zaman ki ham yeşilini, bademlerin daha olmamış çağla halini.

"Bu şehir!" dedi, "Buradan kaçmam lazım. Benim öykülerim, ben, buraya ait değiliz."

Çıkıp sokak boyu dolaştı, Arnavut kaldırımlı, dar bir sokaktan aşağıya doğru indi, solan sarmaşık yapraklarına selam verdi. Yolda ilerledikçe evleri inceliyor, cumbalarına bakıyor, açan çiçeklerin güneşi görme sevincini yüreğinde taşıyordu. Kendi dünyası genişliyor, hüzünlü düşleri de birer birer canlanıveriyordu.

Eski bir konağın bahçesinde bulunan iki dal arasına kurulmuş salıncağa takıldı gözleri. Koşarak bir kız çocuğu çıka geldi, ahşap sarı boyalı kapının ardından. Saçları sarı, atkuyruğu bağlamış, üzerinde ki kırmızı eteği, beyaz kazağı ile. Küçücük ayaklarına pembe bir ayakkabı giymişti, en fazla otuz numara olan. Salıncağın iki tarafındaki ipleri sıkıca kavranıp, eski bir paspasın konulduğu, oturağa oturdu. Salındıkça salındı. O kadar neşeliydi ki sanki bulutların üstüne çıkmıştı, onları ayaklarının altına almış, uçuyordu. O kadar saf ve masum, bir o kadar da coşkulu.

Nedenini bilmediği bir hüzün vardı içinde. "Çocuk olmak güzel" dedi.

Ayakları yavaş yavaş bu kapıdan uzaklaşmaya başladı, sokağın sonuna doğru ilerdi, aheste, acelesi olmayan adımlarla. Omuzlarından aşağıya doğru silkelemek istiyordu dağları, çünkü çok ağırlık yapıyorlardı.

Yol kenarında bulunan, duvarlarda yazılan yazıları okudu, Ömer, Melike ismi, onun altına çizilen bir kocaman kalp, hemen yanında, Sekiz B sınıfı yazısı, büyük harflerle yazılmış. Ahşap pencereleri boyamak için kullandığımız, boyalarla yazılan, "en büyük cim com" yazısı, sarı kırmızı renklerde. Yoldan geçenlerin bile fark etmediği, gizli mesajlardı bunlar.

Yolun sonuna gelmişti, artık bundan sonra daha da ileriye gidemezdi, sokak iyice tenhalaşmış, kimseler de kalmamıştı.

Adımlarını, geriye doğru döndürerek, evin yolunu tuttu. Aynı yoldan geri dönmesine karşın hala gözüne çarpan yeni güzellikler vardı.

Eski evin kapısın önünde ki eşik boştu. Daha önceleri böyle mi olurdu oysa kapı önünde birkaç kadın bir araya gelir, altlarına eski bir kilim parçası, eski bir minder alır, kapının önünde laflardı saatlerce. Kimin elinde oyası, kiminin danteli olurdu. Onları gören birkaç kadın daha eklenirdi kervana. Küçük bir topluluk oluştururlardı. Bir taraftan iş görür bir taraftan konuşurlardı saatlerce, yemek vaktine bir saat kala herkes birer birer dağılmaya başlardı. Kiminin de çocuğu okuldan sırtı çantalı gelir, annesi de onun peşinden girerdi eve.
Ama şimdi sokaklar bomboştu, ne kadınlar vardı, ne el işleri. Artık yağmur yağarken pencereden dışarı bakan Arap kızı da yoktu. Sabahları erkenden sıcak ekmek kokusunu duymak için pijamalı bakkala giden babalar da kalmamıştı. Pijamanın üstüne geçirilmiş siyah deri montlarıyla. Ellerinde pazar çantaları olurdu, üç beş ekmek almak isterlerse eğer. Kırmızılı, yeşilli, mavi çizgili göz kuşağı gibi olan saplı pazar çantaları.

Birde pazardan gelirken kullandığımız fileler vardı içine patates, soğan koyduğumuz içini gösteren, ince iplerden örülmüş fileler. Artık onlarda tarihte kaldı, güzel bir anı olarak.

Sokaktan aşağıya doğru gidiyordu, yirmi derecelik bir rampadan iniyor, yürüdükçe yol biraz daha kısalıyordu.

"Zaman" dedi, "ne çabuk geçivermiş!"

Bahçe duvarlarına, pencerelere bakarken, izlediği yolda, bir yazı gözüne ilişti, "akordeon tamiri yapılır." "İlginç" dedi, kendi kendine, "hala akordeon çalan insanlar var mı?" Kaç yıl önce olduğunu hatırlayamadı, sokakta onun sesini duymuştu. Harika bir şey olduğunu düşünmüştü. Sanırım deniz kenarındaydı. Bir ama olacaktı adam. "Evet, evet" dedi, üç yıl kadar önce. Ne kadar da güzel melankolik bir parçaydı en yakın yere oturup, parçayı sonuna kadar dinlemişti. Adamın parmakları tuşların üzerinde dans ediyordu sanki yukarı, aşağı. Arada bir de enine doğru esnetip, müziğe ahenk katıyordu.
Adamın boynunda ki ip epey eskimişti, bu işi uzun süreden beri yaptığı belliydi, hem akordeonunun eski olmasından, hem de parçaları çalmasında ki ustalıktan.
"Hala bu işi yapan birileri var demek ki" dedi. Yoksa bu ekmek teknesi nasıl dönecekti. Zamanın o acımasız, ejderha gibi olan yıkıcığına rağmen, hala ayakta durmayı başaran, bir iş yeri.

Yürüyerek yolun başındaki evinin bulunduğu sokağa gelmişti, bahçesinde akasyaların, rengi solmuş erguvanların olan sokağa... Akşam yine akşam diye geçirdi içinden. Akşamın karanlığı ruhunu yeniden yelpazelemeye başlamıştı. Dimağında ki psişik çemberi onu çok düşündürüyordu. Yeryüzünde sanki bir sürgünde yaşıyordu. İnsanlara bakıyor, ağaçları izliyor, kuşları seyrediyordu. Herkes koşturuyordu bir taraftan bir tarafa. Rutin amaçsız, programlanmış bir hayat diye geçirdi içinden.
Kaçımız istediği işi yapıyor? Kaçımız istediği insanla beraberdi?

Bu sorular kocaman bir sis kümesi oluşturdu kafasında. Yığınlaşmış saman çöpleri gibi.

Sonra kendi kendine, "yol kenarına düşmüş bir çam kozalağı gibiyim" dedi. Bir rüzgâr beni bu-raya savurmuş, bir çam ağacından düşmüşüm. Burada bekliyorum öylece. Neyi bekliyorum? Ölümümü, bir arabanın beni kazara ezip geçmesini. "Yalnız bir kozalak!" dedi, mırıltı halinde. Etrafında hep başka ağaçlar olan, hiç kimsenin önemsemediği, geçerken bile dönüp bakmadığı, ezip geçtiği bir kozalak. Mutfağa gidip eline çayını doldurdu, yavaş adımlarla, piyanonun başına geçti. Taburesini kendisine doğru çekti uzun zamandan beri bunu yapmıyordu. Belki içindem ki gölgeli düşleri bu dağıtır diyerekten başına oturdu.

Kaç zamandır sokaklarda dolaşıyor, öyküler yazıyordu sabahlara kadar. Bitmesin istiyordu gece-ler. Gezdiği sokakları öykülerine aktırıyor, satırlarına rüzgârın sesini, denizin çırpınışlarını katıyordu. Bazense bu satırlar mısra olup şiirinde can buluyordu. En sonda balkonunda ki petunyasına bir şiir yazmıştı. Yazdıklarını da ceketinin cebinde saklar gibi saklar, kaybolmasından korkardı. Zambak gibi ince zayıf, narin ve beyaz olan elleri ile piyanonun tuşlarına basmaya başladı. Beethoven'nun Kır Senfonisini çaldıktan sonra, artık kendinden lirik bir şeyler çalması gerektiğini düşündü, kendince doğaçlamalar yapmaya başladı.
Nisan rüzgârlarında etrafa saçılan portakal kokularını, ak bulutların semaya yükselişini, denizin yeşil yosunlarını, elmanın kızılını, petunyanın kokusunu da ekleyerek, bitiriverdi son çalışmasını. Ama üzerinde birkaç kere daha çalışması gerekiyordu, unutmamak için her zaman yanında taşıdığı kâğıt ve kalemiyle not aldı. Tekrar, biraz öncekinden daha seri bir şekilde çalmaya başladı, o zambak gibi beyaz ince ve uzun parmakları tuşların üzerinde dans ediyor, zamanla yarışıyordu sanki. İkinci çalışında sesin biraz daha yüksek olması gerektiğine inanarak, pedala daha hızlı bastı, artık evin her tarafında yankılanıyordu tınılar. Sanki nisan rüzgârları balkondan içeri girmek için gelmişti. Beraberinde de portakal kokularını, denizin mavisini, bulutların beyazını getirmişti.

Parçanın bitiminde sırtından aşağıya doğru, derin bir çöl sıcağından çıkmışçasına terler boşaldı, omuzlarından aşağı doğru indi, soğuk soğuk.

Elinde bulunan partisyonları salonun öbür köşesine fırlattı. Notalar savruldu dört bir tarafa. Çiçeklerle bezenmiş olan kırmızı halının üzerinde, gözyaşı dökmeye başladılar.

Kadın hızla eşyalarını toplamaya başladı. Eski tahta valizini eline alıp tozunu aldıktan sonra, bir-kaç rahat kıyafetini yerleştirdi. "Lüzumlu olanlar" dedi, kendi kendine. Artık çok eşyadan, aksesuardan sıkılmıştı. Sade ama mutlu bir hayat yaşamak istiyordu. Kendi için gerekli olan kitabı, kıyafeti ve günlüğü aldıktan sonra, valizinin ağzını kapadı. Etrafa şöyle bir göz gerdirdi, alacağım başka bir şey var mı diye. Balkondaki fesleğeni ve petunyası ile vedalaştı. Kedisini unutacaktı az kalsın, son anda onu da kucağına aldı. Ahşap, sarı renkli merdivenin basamaklarından aşağıya doğru inmeye başladı. "Artık bu evden bu şehirden kurtuluyorum" dedi. İçinde bir sevinç vardı, yeni bir yere taşınmanın sevinci. Bir tarafı ise buruktu, evini, anılarını burada bırakıyordu çünkü. Kapıyı son kez kilitledi, belki bir daha bu kapıyı hiç açmayacaktı, kim bilir?

Bahçesine son kez bir daha baktı, erguvanlara, akasyalara. İçinden bir şeyler kopmuş, dağılıvermişti o anda. Karşıda duran evin cumbasına bakıp gülümsedi, menekşeler de ona bakıp göz kırptı. Dar bir sokaktan aşağı doğru yürümeye başladı. Yürüdüğü sokaklarda izler bırakarak ve anılarını ağaçlarının dibine gömerek. Bir eline kahverengi deri valizini, diğer kolunun altına ise kedisini alıp, muşmula ağaçlarının yanından evini son kez selamladı.

Artık yolculuk vakti gelmişti. Hayallerine yolculuk vakti. Her zaman hayalini kurduğu köyüne geri dönüp o saf dünyada yaşamaya başlayacaktı. Artık şiirlerini, denizlere, serin esen rüzgâra yazacaktı. Yalın ayak tuzlu kumlarda gezip, dalgalarla dans edecek, sabahın serinliği ruhunda hissede-cekti. Bunları düşündükçe mutlu olmaya başladı, yeni bir yer, yeni bir başlangıç, yeni insanlar.

Tren istasyonuna yaklaştıkça sesler gelmeye başladı, insan sesi, ray sesi. Belki bu şehri son görüşü olacaktı, arkasına bakıp geldiği yola son kez baktı. Kedi sahibinin hüzünle karışık sevinçli haline bakıp, "miyav" dedi, kısa ve tiz.

Elindeki valizini yukarıya doğru kaldırıp, basamakları atladıktan sonra, yirmi sekiz numaralı koltuğa oturdu. Artık hayalleri gerçek olmuştu, hep uzaktan bakıp iç geçirdiği trendeydi. Yıllardır ertelediği hayata kavuşmasına çok az bir zaman kalmıştı.

Portakal ağaçlarının kokusunu, baharın serinliğini, bulutların beyazını sadece sonatlarıyla değil, ruhuyla, bedeniyle hissedecekti. "Yalnız bir kozalak olarak kalmayacağım artık" dedi.

Pencereden dışarıya baktı, güneş tepede dikilmiş ona bakıp gülümsüyordu, havalar ısınmaya başlamıştı artık. "Cemre düştü." dedi.

Peki, sadece toprağa mı düşmüştü cemre? "Hayır! Onun yüreğine de düşmüştü."

Neslihan Güzel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Semih Bulgur

  Kahveci : Semih Bulgur


   Neden Kara Mizah ?

Sevgili okuyucu ve izleyicilerimden, " Neden bu kadar karamsarsın, yazılarını okurken veya çizimlerini izlerken gülemeyecek miyiz, intihar etmeyi düşünüyor musun?" tarzında birçok mesaj alıyorum. Hatta bir izleyicim " Sizin bir tablonuzu tam on beş dakika izledim ve izlerken bunalıma girdim" şeklinde bir mesaj göndermişti. Bu şekilde de olsa izleyiciden gelen mesajlar beni öyle sevindiriyor ki.

Benim, yazıp çizmemdeki ve kara mizah ağırlıklı çalışmamdaki en önemli sebeplerden biri haksızlıklara, adaletsizliklere, dengesizliklere, ters giden şeylere, yalana, dolana ve hileye karşı mesaj vermektir. Bunlara karşı hiçbir şey yapamasam da hiç değilse birileri görür de vicdanı sızlar diye umut etmektir.

Bu ülkede bir yılda yüzlerce dolar milyarderi çıkartıp, sokakları yürünmez, insanları güvenilmez, açları kap kaççı, tokları taktakçı yapanlara karşıdır benim çizgim, yazım, cazım.

Cumartesi günü, bir çizer abi ile taksim meydanındayım, 14-15 yaşında pasaklı giyinmiş, siyahlara bürünmüş, pankçı punkçu bir kız yanımıza geldi. Beşiktaş'a gidecekmiş, ailesi beklemekteymiş, nemli gözlerle para istiyor bizden, birkaç kuruş uzattık biraz buruk.

Kızı takip ediyorum, gidiyor kendi gibi dağılmış bir arkadaşının yanına, parayı ona veriyor. Arkadaşı kızın yanağına bir dil darbesi atı veriyor. Az sonra yanlarına bir adam geliyor erkek çocukla konuşuyorlar. Adam çocuğun eline bir miktar para sıkıştırıyor ve kızı alıp gidiyor bey oğlunun arka sokaklarına.

Sonra akşam oluyor yatıyorum yatağıma, bütün gece o kızı düşünüyorum. Ya o kız benim kız kardeşim olsaydı ya sizin kız kardeşiniz. Yani, bu ülkede ben, lay lay lom edebiyatı yapamam istesem de komik olamam. Dünya'yı ben mi kurtaracağım? Hayır, ama bu sapmış düzene karşı benden sonra bir çizgim, bir satırım bir nefesim kalırsa işte bu her şeye değer.

Ben şuna inanıyorum, devamlı mutluluk diye bir şey yoktur asıl olan huzurdur ve ben huzurlu bir insanım. Çünkü vicdanım rahat, tabiî ki mutsuz anlarım oluyor ve bunu tuvale aktarıyorum. Zaten sanatçı, ruh halini sanatına aktarabiliyorsa sanatçıdır. Yani, çalışmalarımda nadir olarak komik şeyler görmeniz o kadar doğal ki.

Sözün özü, sevgili izleyicilerim sağlığımı dert etmesinler, intihar etmeyi düşünmüyorum. Ama kalemimi ölene kadar doğruya ve güzele doğru sallayacağım. Eğer bu ülkede komik şeyler görürsem merak etmeyin onları da çizeceğim. Yazımı, çizgimi takip edipte olumlu olumsuz tepkisini gösteren ve gösterecek herkese sonsuz şükran, saygı ve sevgiler.

Semih Bulgur
www.semihbulgur.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.962 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


eylül özlemesi

bu sabah
cam açıktı
uyandım
eylül geldi
sabah
serin
diri
yeni

ve kafiyesi şiirin
özledim seni

Gül Ozan

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #49



  Çözüm: Sudoku #48
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Uçtu uçtu!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

...Blog, genellikle güncelden eskiye doğru sıralanmış yazı ve yorumların yayınlandığı, web tabanlı bir yayını belirtir. Çoğunlukla her gönderinin sonunda yazarın adı ve gönderi zamanı belirtilir. Yayıncının seçimine göre yazılara yorum yapılabilir. Yorumlar blog kültürünün çok önemli bir dinamiği ve yapıtaşıdır. Yorum mekanizması ile Yazar ve okuyucular arasında sürekli bir iletişim sağlanır. Blogcuların kendilerine has bir kültürü vardır. Yapıları birbirine benzer, üzerlerindeki yazışma ve konuşmaların tarzları birbirlerine benzer. İlk ağ günlükleri manüel olarak yazılıp güncellenirken, bugün bu iş için özel yazılmış yazılımlar kullanılmaktadır... Bu kadar uzun olan bu açıklamadan sonra http://www.blogcu.com kısayolunu tıklayarak Türkçe blog keyfini yaşamaya ne dersiniz?

Bu arada yukarıdaki ayrıntılı açıklama tarzındaki bilgileri bulabileceğiniz en kapsamlı web ansiklopedi http://tr.wikipedia.org hem de tamamen Türkçe. Daha önce denememiş olanlara ısrarla tavsiye ediyorum.

Herhangibir web sayfasının ne kadar ziyaretçisi olduğunu incelemek isterseniz en kolay kaynak http://www.alexa.com Hemen giriş sayfasındaki kutucuğa web trafiğini incelemek istediğiniz web sayfasının tam adresini yazıp enter'a basmanız yeterli. Hatta isterseniz alexa'ya ait toolbar'ı kendi bilgisayarınıza yükleyip ziyaret ettiğiniz web sayfasının trafik durumunu online olarak takip edebilirsiniz.

Bu siteye büyükler giremez! ilkesi ile hazirlanmis çocuk haklarına yönelik portal site'de flash oyunlar, resimler ve eğitici bilgiler bulunuyor. Neresi burası, tabiki http://www.atlikarincam.com/

Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060426.asp
ISSN: 1303-8923
26 Nisan 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com