Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.031

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 17 Ağustos 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : Orada kimse var mı?..

17 Ağustos 1999 - Yüksel SitesiMerhabalar,

Yedi yıl geçmiş üzerinden. Dilimize dolanmış ama beynimizden atılmış bir koca felaketin üzerinden yedi koca yıl geçmiş. Resmi rakamlarla onyedibin gayriresmi kırkbin canı yitirmişiz. Deprem sırasında ve sonrasında neler yapmamız gerektiğini öncelikle öğrenmek gerek demişiz, deprem çantalarımıza varıncaya kadar hazırlamışız ama kırkbin kişi ölürken sadece 208 kişinin o yıkıntıların altından canlı çıkabildiğini unutmuşuz. Deprem sırasında veya sonrasında önlem almak yerine depreme hazır olmanın olmazsa olmaz olduğunu anlamamazlıktan gelmişiz. Deprem vergisi diye geçici vergi koymuş sonra gelen sıcak paraya aşık olup iletişim vergisi adıyla kalıcı hale getirmişiz. Peki toplanan paralarla ne yapmışız? Hiç. Kocaman bir hiç. İstanbul'a belediye başkanı olduğu için şimdi başbakan olan, İstanbul'a aşığım diye göreve başlayıp ardından İstanbul'u boynuzlayıp kendine başka sevgililer bulan bir iktidarımız olmuş, İstanbul'u sağmal inek olarak görmüşüz. Mevcut durumu düzeltmek bir yana, tek bir plan bile yapmadan depremi unutmuş, İstanbul'un tüm açık kapalı alanlarını gökdelen dikilsin diye pazarlamaya çalışmışız. Peki bunlar sürpriz mi? Haşa. Ne sürprizi? Bunlar "Ne ekersen onu biçersin." özdeyişinin izdüşümü. Kader kısmet diye büyümüş bir ırkın çocuklarının başına geçmiş, kendileri gibi alın yazısını anayasa edinmiş bir iktidardan olası bir deprem için önlem almasını beklemek haksızlık değil mi? "Ne gelirse Allah'tan gelir gerisi yalan gelir." diye türkü söyleyen iktidarımızdan tek ricamız var, hiç olmazsa deprem olmasın diye her fırsatta dua etsinler. Gerisi kader, kısmet...
Heyyy Ankara!.. Orada kimse var mı?

İstanbul deprem aymazlığını hatırlayadursun, Ankara, Kuğulupark'ından kavakları kesmekle, kuğuları kovmakla meşgul. İ.Melih Gökçek, katlı kavşak sevdasıyla Kuğuluparkı katletmeye çalışıyor. Ankara'lılar buna sessiz kalmayın. Biz İstanbul'luların Ankara'ya geldiğimizde nefes almak için illa uğradığımız parkınıza sahip çıkın. Bizi ve sizi Kuğulupark'tan mahrum edeceklerin kulağını çekin. İşiniz zor ama gazanız mübarek olsun.

...

Bu kasvetli havadan çıkabilmek için gelin hep birlikte hoş bir melodiye kulak verelim. Billy Ocean söylüyor Caribbean Queen. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Nurten Karahasanoğlu


İKİMİZİN HİKAYESİ

Sıcak bir yaz akşamüstü, servilerin gölgelediği iki mezarlık arasındaki yolda yürüyorum. Dar kaldırımdan, ara sıra önüme çıkan ağaçların engelinden kurtulmak için araba yoluna iniyor sonra tekrar kaldırıma çıkıyorum. Akşamüstü olmasına karşın boğucu temmuz sıcağı hâlâ kendini hissettiriyor. Ama servilerin gölgesinin yarattığı bu serinlikte yürümek iyi geliyor.

Adetimdir, ne zaman mezarlık yolundan geçsem gözüm mezar taşlarına kayar. İsimleri okuya okuya giderim. Okumakla kalmaz, burada yatanlar kim, hangi tarih aralığında yaşamışlar, kaç yaşında ölmüşler öğrenmek isterim. Bu merakım sık sık duraklamama neden olur, yürüyüş süremi uzatır.

Bazılarının mezar taşında meslekleri de yazar. Müslüman mezarlığı olmasına karşın resimleri olanlar da var. Bu daha da hoşuma gider. Böylece kimliğini öğrendiğim ölünün kim bilir hangi yaşta çekilmiş vesikalık fotoğraftan sureti de karşımdayken onu tanıma arzusuyla dolar, ona bir öykü yazarım kafamdan.
Bu yoldan kaç kez geçtim yıllardır bilmiyorum. On bir yıl içinde ayda bir kez yolum düşse yüzden fazla yapar. Demek ki en az yüz kez okumuşum bu isimleri, tekrar tekrar. Hemen her seferinde yeni bir isime de rastlıyorum. Bir keresinde şu anda oturmakta olduğum evin eski sahibinin ismine rastladım örneğin. Her ay gelen elektrik faturalarında hâlâ onun ismi yazıyor.

Bu sefer ise tırnak içinde "Oya'cık" yazılı bir taş ilişti gözüme. "Oya'cık". Böyle yazıyordu. Kısa, çok kısa bir feryat ifadesi yansıdı bu isimden yüreğime. Doğum tarihine baktım, aynı yıl doğmuşuz. İçim ürperdi. İsmiyle bana ilkokuldaki en iyi arkadaşımı anımsatırken, o en yakın arkadaşımı çok uzun zamandır görmediğimi fark ettim. Bu ismi taşıyan tek arkadaşım. Doğum gününü hiç unutmadığım, o gün geldiğinde elimde olmadan anımsadığım, sonra yine unuttuğum. Bir dahaki yıl aynı güne kadar.

Başımı yoldan tarafa çevirdim, "Oya'cık" ın ölüm tarihini görmek istemiyordum. Merakıma yenildim, korka korka başımı tekrar mezarlığa çevirdim. Orada, o buz gibi soğuk taşta, doğum tarihinin yanından bana kendini gösterdi. Otuz bir yaşında ölmüştü "Oya'cık". Benim oğlumu doğurduğum yıl. Ben bir can dünyaya getirmiştim, "Oya'cık" ise kim bilir hangi sebeple canını bırakıp gitmişti bu dünyadan.

Evden nereye gitmek üzere çıktığımı, hangi saatte nerede olmam gerektiğini falan unutup kalakaldım bu kısacık feryat ifadeli mezar taşının karşısında. Bir tür saygı duruşuydu bu kalakalışım "Oya'cık" a. Yaşıtım olup, benim hâlâ yaşamakta olduğum bu dünyada kısa süre konukluk etmiş olan bu kadını hiç görmüş müydüm acaba? Büyük olasılıkla aynı semtte yaşamıştık. Aynı okullara mı gitmiştik? Evlenmiş miydi? Çocuğu var mıydı? Vardıysa o küçücük varlık ne olmuştu annesi ölünce? Büyük olasılıkla babasının değil de varsa anneannesinin ya da teyzesinin yanında büyüyordur şimdi. Bana bir şey olsa benim ailem öyle yapardı, oğlumu kimselere bırakmazlardı, babasına bile. Belki de hiç evlenmemişti, çocuğu da olmamıştı. Zaten "Oya'cık" seslenişi küçümen, narin, kırılgan bir kız çocuğunu anlatıyordu sanki. Çocuk doğurmuş bir kadını değil. . Peki annesi var mıydı ki? Belki ondan önce ölümü tatmıştı kadın, belki de tam tersi hâlâ yaşıyordur da doyamadığı kızı için mezar taşına o kısa feryat ifadesini o yazdırmıştır.

Beynimin içinden hızla geçen ve beni ürpertmeyi sürdüren bu düşüncelere bir son vermem gerektiğini düşünüp, aynı hızla mezarlık yolunun sonuna doğru yürümeye başladım. Hiçbir mezar taşını okumak istemiyordum. Gözlerimi yerden kaldırmadan yürüyüşümü sürdürdüm. Az ileride sağ koldaki mezarlıkta babaannem ve halamın kocası İsmail eniştem yatıyordu yıllardır ve ben onları ziyarete hiç gitmemiştim, ama "Oya'cık" beni çağırıyordu. "Burada çok yalnızım, hepinizden çok uzakta."diyordu. Neredeyse yirmi yıl öncesi gibi. Yolumu değiştirip eve dönen yolda ilerlemeye başladım. Yol bitmeyecek gibiydi, koşmaya başladım. Nefes nefese eve vardığımda heyecanım son haddindeydi. Müzik setine, uzun süre arayarak bulduğum Ümit Besen kasetini koydum, bir kadeh nane likörü doldurup koltuğa oturdum. "İşte bu bizim hikayemiz" diyordu kasetteki ses, en dokunaklı sesiyle.
"İşte bu bizim hikayemiz, öyle saf öyle temiz"

Yıllar oldu dinlemeyeli bu kasedi. Ne zaman duysam bu şarkıları onu hatırlıyorum. Hatırlamaktan da öte sanki, kanıyla canıyla yanı başımda oturuyor ve birlikte dinliyoruz şarkıyı. Kirpiklerimden yanaklarıma süzülen göz yaşlarım. Ağlıyorum, evet; neden ağladığıma anlam veremeden ağlıyorum. Sevmediğimi sanırdım onu oysa. Neşe ablamdı o benim. Birlikte ne kadar gün ne kadar çok gece geçirdik.Bazen güldük, eğlendik, çokça da kavga ettik. Pendik'te otururlarken sık sık Üsküdar' dan yatıya giderdik onlara ailece. Bizde televizyon yoktu; dizileri, filmleri, dünya kupası futbol maçlarını izlemek için bu gidişleri çocuk heyecanıyla nasıl da beklerdik. Dayımın marangoz dükkanı vardı oturduğu apartman katının altında. Halleri vakitleri yerindeydi. Bizde olmayan bir çok eşya vardı evlerinde. Çocuk özentisiyle, ille bizde de olması gerekip de ulaşılamayacak varlık göstergeleri olarak bakardık bu eşyalara.
Formikadan yapılmış büyük bir aynalı büfe; içinde, el emeği bembeyaz dantel örtülerin üstünde fincan, bardak takımları. Bu dantel örtülerin kıyısında köşesinde de mutlaka renkli iplikle örülüp örtüye iliştirilmiş güller. Büfenin üzerinde irili ufaklı insan ve hayvan şekillerinde biblolar. Annem hiç sevmezdi bu bibloları; "kalabalık görüntü ruhumu daraltıyor" derdi. Onun derdi resimler ve biblolarla bir arada namaz kılamamasıydı belki de.

Salonun tam ortasında, üzerine içinde plastik çiçekler olan bir vazo yerleştirilmiş ve yine formikadan yapılmış bir masa dururdu. Masanın üzerinde de beyaz dantel bir örtü. Bu örtü müthiş sabır ve emek gerektiğini anlatırdı ona bakan gözlere. Nasıl ördüklerini düşünürdüm, bu büyük sabrı nasıl gösterirler diye.

Bizim evimizde divanlar varken onlarda koltuk takımları vardı. Ne rahattı oturmak o koltuklara. Sadece bu koltuklar için bile gidebilirdim o eve. Bir de büyük bir radyo-pikap. Tam on tane plağı yerleştirip sırasıyla dinleyebiliyorduk. Beni en çok bu pikap çekiyordu. Günün son moda şarkılarını kız kardeşim, Neşe ablam ve onun kardeşleriyle pikabın başına toplanır dinler ve dans ederdik. Çok büyük keyif alırdık.

Maddi olarak herhangi bir eksikliğin görünmediği bu evde bir şeyler eksikti. Bunu çocuk halimle düşünür, anlamaya çalışırdım. Karı kocayla, anne çocukla, baba çocukla ve kardeş kardeşle hiç anlaşamaz hemen hemen her gün tartışırlardı. Karıkoca ya çocukların nasıl yetiştirileceği, ya kadının müsrifliği ya da akrabaların, onların mallarında gözü olduğu üzerine bitmeyen tartışmalarıyla geçirirlerdi günlerini. Dayım aileye büyü yapıldığını söylerdi. Onun için hiç tartışmaları bitmezmiş. Büyüyü yapan da yengemin ailesiymiş. Bu böyle yıllarca sürdü. Bütün mallarını ve mülklerini kaybetmelerinin, çocuklarının hayata sarılamayışlarının tek sebebi saydıkları büyü yüzünden yıllar sonra ayrıldılar birbirlerinden. Dört tane torunları varken hem de. Gençliğinde, en cahil yaşlarında bile yapmadığını yapıp dövdü karısını dayım ve evi terk etti gitti.

Neşe ablam işte böyle, her günü huzursuz, mutsuz bir çocukluk ve genç kızlık geçirdi. Buna rağmen umutluydu, hayalleri vardı. Çünkü adı Neşe idi. Hep, bir gün adına yakışır şekilde neşeli ve tasasız bir yaşam süreceğini düşünürdü. İlkokuldan sonra okutmadılar. Bu yüzden hayallerini yakışıklı ve zengin bir koca süslemeye başladı. İlle yakışıklı olacaktı yalnız. Parası olup da çirkin adamlara hiç bakmazdı bile. Kendisini çok güzel bulmazdı, ama dönüp de bir daha baktıran bir havası vardı. İri ela gözlerinin altını mutlaka kalemle belirginleştirirdi. Çok önem verirdi buna. "Gözler" derdi, "gözlerdir insanı anlatan". Dudaklarında da her zaman koyu renkli parlak bir ruj olurdu. Beyaz teniyle kontrast yapıp dikkat çekmek için. En çok bacaklarını beğenmezdi. Haklıydı galiba, kalın ve dümdüz dururlardı; ayakları da düztabandı. Keyifsiz ve bunalımlı anlarında takardı kafasına bunları, diğer zamanlarda umurunda bile olmazdı; çok kendiyle barışıktı.

Genç kızlığa adım attıkları sırada, dayım üç kızını da Kuran kursuna yolladı, başörtüsü taktırdı. Buna en çok direnen Neşe ablam oldu. Onun hayalleri ve istekleriyle örtüşmeyen bir durumdu bu. Dayak yedi babasından, evden dışarı adım attırmadılar günlerce; o, direndi. Sonunda kendince bir çözüm buldu. Evden çıkıp bir sokak ilerledikten sonra başörtüsünü çıkarıyor, dönerken eve yaklaştığında örtüyordu. Bu böyle bir iki yıl sürdü. Dayanamadı, evde kopardığı kavga kıyametler sonunda amacına ulaştı. Bir daha hiç örtmedi saçlarını.

On sekiz yaşındaydı. Evdeki baskılardan en bunaldığı sıralar. Görücüye ilk gelen adamı kabul etti. Hemen söz kesildi. Çok şaşırmıştım. Hiç onun hayallerindeki gibi değildi adam. Genç bile sayılmazdı, basbayağı orta yaşı sürüyordu. Saçları seyrek, göbeği çıkıktı. Özel günlerde bile üstü başı özensiz gelirdi. "Bu evden kurtulmam gerekiyor" demişti bir gün bana. Henüz yaşım bazı şeyleri anlamaya yetmese de böyle bir kurtuluşun çözüm olamayacağını söylemiştim ona. Her türlü çözüm o evde kalmaktan iyiymiş ona göre. Nişan ve düğün alışverişleri yapıldı. Bu alışverişler öyle bir tartışma, inatlaşma içinde geçti ki, zor bela nişan yapıldı. Alışverişler Osmanbey ve Şişli'den değil de Mahmutpaşa'dan yapılmıştı. Nasıl olurdu böyle bir şey, insan bir kere evlenmiyor muydu? Günler sürdü bu tartışmalar. Sonunda nişanı atıverdi Neşe ablam.

Nikaha bir hafta kalmış, davetiyeler bastırılıp bir kısmı dağıtılmıştı. Siyah kadife zemin üstünde kırmızı, yapraklarının ucu sivri sivri büyücek bir çiçek olan o talihsiz davetiye annemin evindeki eski aile albümümüzde hala duruyor; albümün o sayfasını açanlara hüzünlü bakışlar fırlatarak.

Çoktan Pendik' ten Üsküdar' a taşınmışlardı. Dayım artık bir kamyonla kömürcülük yapıyordu. Kemerburgaz' dan kamyonuna yüklediği kömürleri eş, dost, akraba yardımıyla satıyordu. Eski varlık çoktan yitip gitmişti. Nişan atılır atılmaz apar topar Neşe ablamı Bursa'ya yolladılar, halamın yanına. Bursa otobüsünde aniden regl olacak, intiharı düşünecek kadar bunalıma giren Neşe ablam halamın yanında bir aya yakın kaldı. Biz de zaten yaz tatillerinde orada olurduk. O yaz da orada birlikte gezdik, yedik içtik, kavga ettik. Nedense kavga edemeden duramıyorduk. Ben hâlâ okumaya devam ederken, o okula gidemediği için beni ukalalıkla suçlar; ben de onun davranışlarını cahilce bulur ve yüzüne vururdum. Genç kızlığa henüz geçmiş benim gibi yeniyetme biriyle onun bunalımını atlatması olanaksızdı. Sürekli onu hırpaladığımı hatırlıyorum. Saçına, makyajına, giyimine hep olumsuz eleştiriler getirirdim.
Frapan olduğunu düşünüyordum. O ise beni erkeksi ve pasaklı bulurdu. "Kızım" derdi. "Sen bu halinle hiç bir erkeğin dikkatini çekemezsin. Bir gün evlenirsen ki bu çok uzak görünüyor, bunu ben de görürsem acırım o adama."

Ümit Besen'i çok severdi. Bütün şarkılarını ezbere bilirdi. Kasetini evire çevire hiç bıkmadan dinlerdi. Ben de onunla alay ederdim, küçümserdim. Çünkü ben en iyiydim onun yanında.

Bütün bunlara rağmen aramızda kimsenin bilmediği, anlam veremediğim, karşı koyamadığım gizli bir ilişki de vardı. İstanbul'da birbirimizin evinde yatıya kaldığımız günlerin gecelerinde yaşanan çok özel ilişki. İkimize aynı yatağı verirlerdi o gecelerde. Cinselliği kıyısından köşesinden az buçuk öğrenmiştik. Flörtü, değil yaşamak hayal etmek bile yasaktı. Birkaç yıl sürdü mü bu ilişki bilmiyorum. Ama bittiğinde rahatladığımı anımsıyorum.

"Oya'cık", sen de yaşadın mı böyle gizli duygular? Yapmayı istemediğin, ama karşı koyamadığın durumlar oldu mu senin de?

Bursa'da halamın evinin karşısında oturan bir ailenin çirkince bir oğlu vardı, Ahmet. Neşe ablamla bir akşam sohbetinde tanıştılar. Ahmet o kadar çirkindi ki; ilk bakanda gözlerini başka yere çevirme isteği belirirdi. Birbirlerine aşık oldular. Herkes, aileler, komşular şaştı bu işe. Ahmet çok güzel konuşuyordu, romantikti, bilgiliydi aynı zamanda. Mevsim yazdı, temmuz ayının en sıcak günleri ve gecelerini yaşıyorduk. İkisi de gençti ve bu yaz sıcağı kanlarını kaynatıyordu. Ahmet'i sevmiştim. İlk kez karşı çıkışta bulunmadım Neşe ablama, destek verdim. Benim desteğimin bir önemi yoktu ya.

Aşklarını öğrenen dayım ve yengem hemen Bursa'ya gelip bu güzel ilişkiye son verdiler. Belki gerçek aşkı bulduğu, bunalımına son verecek güzel bir ilişkiyi acımasızca yok ettiler. Neden karşı koymadı ailesine Neşe ablam diye düşündüm sık sık. Ben olsaydım dinlemezdim onları dedim kendi kendime. O zamanlar öyle dedim, şimdi olsa ne yapardım bilmiyorum. Yapabilecekleri sınırlıydı, kendine güveni de kalmamıştı.

Bu olaydan sonra kendine Üsküdar'da da bir düzen tutturamayan dayım bütün ailesini, eşyasını topladığı gibi Bursa'ya göç etti. Artık halama komşuydular. Kızlarının üçünü de ayrı mağazalara tezgahtar olarak verip, geçimin yolunu buldu dayım, kamyonunu sattı, başka bir işle uğraşmadan yıllarca kızlarının kazandıklarıyla geçindi. Arada sırada yengem de evinde çocuk bakıyordu. Yoksulluk çökmüştü ailenin üzerine yıllardır ve kalkmak bilmiyordu. Kızların tek düşündüğü bir an önce evlenmek ve uzağa gitmekti. Yakında oldukları sürece yine sömürecekti babaları onları.

Neşe ablam bir kaç yıl içinde Antalyalı, baba tarafı zengin bir gençle tanışıp kaçarcasına evlendi ve Antalya'ya gitti. Bir kızı oldu. Ben hiç görmedim, çünkü anlamsız kavgalarımızdan biri sonunda birbirimizi kırmış ve darılmıştık. Nikahına da gitmedim.
Annem anlatırdı; kızını öyle çok seviyormuş ki "Kızım olmazsa ben asla yaşayamam. Allah ikimizi birden ayırsın bu dünyadan" dermiş.

Ne acelesi vardı?

İstediği oldu. Kızıyla birlikte ayrıldılar bu dünyadan erkenden. Daha yirmi beş yaşında. Otobüs durağında beklerken gelip çarpmış ona ve bebeğine azrail kılıklı sarhoş sürücü.

Neden onu bir kez daha görmeme izin vermedi? Neden başa çıkamadığım bir vicdan azabıyla baş başa bırakıp çekip gitti? Bu bir ceza ise bunu hak etmiş miydim ben? Bütün suçlu kader mi yoksa o sarhoş sürücü müydü?

Ölmeden bir hafta önce bir rüya görmüştüm, bütün dişlerimi göstererek kahkahalarla gülüyordum. Aklımda kalan hep dişlerimdi. Annem bir ölüm haberi duyacağımıza yorumladı, Onun ölüm haberiydi duyduğumuz. İlk ölüm acımdı benim, dayanılır gibi değildi. Hep onunla dargın ayrıldığımıza hayıflandım, hâlâ hayıflanıyorum, her genç ölümde onu yanımda hissediyorum.

Kasetteki şarkının beni götürdüğü yıllar çok geride artık. Yıllar sonra bir gün, Ümit Besen şarkıları dinleyeceğime ve bu şarkıların beni ağlatacağına hiç ihtimal vermezdim.

Ah "Oya'cık". Beğendin mi yaptığını?

Neşe Ablam doğduğu topraklardan çok uzakta sonsuzluk uykusunu uyuyor. Hiçbir ziyaretçisi yok, çok yalnız. Sen benim Neşe Ablam olur musun "Oya'cık"? Belki yalnızsın sen de. Neşe Ablam olursan seni yalnız bırakmayacağım, emin ol.

Nurten Karahasanoğlu


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Elif Eser

 Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak)


  Çok Teşekkür Ederim Sana

Cemrem'e….

Güneşin gözümdeki gözlüklere meydan okuyan tavrına inat, çocukluğumda yaptığım gibi gözlerimi iyice kısarak bakma çabamı yinelerken aklıma geldin ve gülümsedim. Çocukluğum, nasıl da güzeldi... Kağıttan şeytan uçurtmamın kuyruğu, takılır telefon tellerine. Yanımda olmadı mı asla uyuyamadığım "maviş" pofuduk bebeğim... Sonra uçaklara el sallayışımı hatırladım... Elimde mermer parçası 'kaymak taşım'la sek sek oynayışım...

Biraz daha büyüdüğümde ise oğlan çocuklarıyla bir olup çift kale maç edişimiz. Evde dilsiz dilber, sokağın azılı çete başı ben... Yaz öğle sonraları aniden bastıran yağmurun hemen ardından çıkan güneşin kavuruculuğu ve ortalığa yayılan mis gibi toprak kokusu... Nasıl da özledim...

Ve ilk gençliğim... Deli başım, dumanlı halim. Annemi üzdüğüm günlerim, babama kafa tutup konserlere, mitinglere koşturmalarım. İşçi Bayramı'nı davullu zurnalı halaylarla kutlayışımız meydanlarda. Birlik vardı o zamanlar, dirlik vardı. Ayıp vardı, gelenek vardı. Sahip çıkmak vardı mahalle arkadaşına. Sokağından yabancıyı geçirmemek bir de.

Sevdiğimiz zaman gözümüz başkasını görmezdi. Yürek dolusu severdik gümbür gümbür. Erkekli kızlı toplu gezer, duvar diplerinde gece yarısına dek çekirdek çitlerdik. Herkesin içi de birdi dışı da. Kimse kimseden korkmaz, kapımızın kapısında anahtar üzerinde durur, dileyen kilidi çevirip içeri girebilirdi.

Güneşe nanik yaparken parmaklarımla, aklıma geliverdi işte. Başımı sana çevirmiş gülümserken yakaladım kendimi, toparlandım... Seni şimdi nasıl çok, nasıl başka sevdiğimi bir kez daha hatırladım.

Oysa çoktandır alışkanlığa dönüşmüştü aşkımız. Belki yıllar yılı beraber olmanın getirdiği bir alışkanlıktır bu. İnsan, sevdiğine bakarken; böylesi hesapsızca, durduk yere geçmişin tozunu da almaya başlıyorsa yaşlandığını mı anımsıyor ne? Olsun, biz her yaşta güzeliz seninle. Sözüm var hem sana unuttun mu, ben ölsem de aşkım ölümsüz akacak ebediyete...

Halbuki, yine şöyle bir geçmişe bakıyorum da... Mutlu ettiğin kadar, hattâ belki mutluluktan daha çok bana çektirdiğin acı dolu günleri de yok sayamıyorum. Bir de kötülükler unutuluyor denir ya, hadi canım sende. Kim en çok canını yaktıysa, o aklından çıkmak bilmiyor. Kovuyorsun, hayalinde eziyorsun kafasını, gene de bir çentik aralık bulup giriveriyor düşlerine. Mutlu günlerin ise sabun köpüğü misali dağılıyor, eriyor kötücül tohumların içinde. Acılaştığını, biteviye mutsuzlaştığını hissediyorsun.

Az mı fırtınalara yakalandım sayende. Az mı yandım, kavruldum aşkınla. Tamam, hakkını yememek lazım, mutluluktan ayağımın yerden kesildiği anlar da olmadı değil hani, keza, içimdeki tarifsiz sızıdan gecelerce kıvrandığım bitmek bilmez saatler, günler de öyle azımsanacak gibi değil. Gerçekten aşk mıydı bu? Yoksa tutkunluk derecesinde bağımlılık mı?

"Sevdiğinden hem daha az sevileceksin, hem sevdiğin seni yüzüstü bırakıp bırakıp gidecek. Sen onu tam unutmaya başlamışken, bir bakmışsın hiçbir şey yokmuşcasına pervasızca çıkıp gelecek, sen de içindeki zaafa boyun büküp kabul edeceksin. Yeniden başlayacaksınız, sıfırdan başlayacaksınız, tam düzene girdi derken, o tekrar arkasını dönüp gidecek, izini kaybettirecek. Peşinden yollara düşeceksin. Yollarda düşeceksin.Yardım edecek kimse olmayacak yanında. Kanayan yaralarını usul usul saracaksın. Canın çok yansa da saklamayı bileceksin hem yaralarını, hem gözyaşlarını, -ki içine içine akıtmaya da zamanla alışacaksın. Uzun süre ağlamayı dahi yasak edeceksin kendine. "Değmez" diyeceksin. Değip değmediğini bilmeden.

Yalnızlık diye bir şeyi keşfedeceksin bu arada. O senin dostun, yârenin olacak. Kapalı kapılar ardında seni tek dinleyen, duvarlarla arandaki gizil rehber. Yalnızlığınla uyumaya alışacaksın. Yemek yemeye, müzik dinlemeye, karşılıklı şarap içmeye. Seni terk ettiği, bir köşede kedi yavrusu gibi unuttuğu için üzülmemeyi öğreneceksin. Bir gün yine gaflete düşüp geri dönerse ona meydan okumayı öğretecek sana yalnızlığın. Başkaldırıyı. Hani haksızlığa tahammül edemezdin sen? Az mı elinde maytaplarla sesin kısılana dek bağırdın Zülfü Livaneli konserlerinde "Ey Özgürlük!"

'Öyleyse ne duruyorsun, küçük budala? O gelmiyorsa sen git bul, ondan özgürlüğünü geri iste...'

Başka yüzlerde onu arayacaksın. Dost sandığın yüze yakınlaştıkça bir başka maskesi sırıtacak sana. Dilin kemiği yokmuş hayret ederek göreceksin! Her kafadan bir ses çıktığını, dilin söylediği ile akıldan geçenin aynı düstur olmadığını anladığında korkacaksın. Çocukluğundaki kadar dürüst, açık ve net değil insanlar. Nasıl da gölgelerinden korkarak dolaşıyorlar.

Sevgilerin de sahtelerinin türediğini, her 'seviyorum' diyene inanmaman gerektiğini, gerçeği ile taklidin birbirine tek yumurta ikizi kadar benzediğini acıyla fark edeceksin. Masumiyet kisvesi altında ortalıkta dolanırken, sevdiğine sadakât yemini verip, arkasını döndüğü anda ihanet eden insanlarla yüzleşeceksin.

Şehirler gezeceksin. Kendini mi, onu mu aradığını sorgulayarak dağlar, tepeler arşınlayacaksın. Ve her seferinde heyben boş döneceksin. Derken aşkını unutmuş, gailene düşmüş bulacaksın kendini. Onsuz var olabilme savaşın başlayacak bu kez de. Kendini kırbaçlama, kendi içinden yeni bir benlik doğurma savaşı. Ve en nihayetinde ne ona ne bir başkasına gereksinim duymadan kendine yetebilme mücadelesini kazanacaksın.

Çok yorgun, çok bitkin ve kim ne derse desin ölümü özleyecek, nihai sonu arzulayacak kadar umutsuz... Kazandığına sevinemeyecek halde mutsuz. Geleceksiz ve yarınsız kalacaksın.

Fakat yine bir sabah, bir uyanacaksın ki baş ucunda, güneşi gölgeleyerek sımsıcak gülümsüyor. Oysa senin gülecek dermanın dahi kalmamış. Usulca yanaklarından yaşlar süzülüyor onu tüm heybeti ve küstahlığı ile karşında görünce... "Ağla" diyor bir de utanmadan... "Ağla... Ağla ki içinin taşlığı yıkansın..."

Ağlıyorsun sende. Hiç tükenmeyecek sanıyorsun göz yaşların. Bir yandan da hesap soruyorsun "Neden gittin? Ben o kadar kötü müydüm ki bana bilmediğim acıları reva gördün? Ben ne yaptım sana? Söyle ne yaptım? Hak mıydı? Mutlu musun şimdi? Bak, yapayalnızım. Bak, gençliğimi uğruna feda ettim. Neden azat etmedin beni? Ölüm özgürlüktü benim için, neden ölüm/özgürlüğü çok gördün bana? Şimdi ne yüzle geri döndün peki? Ben şimdi ne yapayım seni? Başıma taç yapsam yakışmazsın, ayağıma çarık diye giysem ayağımı sıkarsın! Söylesene be hey gafil ne demeye gelirsin?!!...."

Ava avaz haykırarak ağlıyorum. Öyle çok ağlıyorum ki takâtim kalmıyor, uyandığım yatağıma yığılıyorum. Yastığımın kenarına ilişip saçımı okşuyorsun. "Dokunma bana! Uzak dur benden!" diyorum. "Tamam, sakin ol. Ama bir yandan da beni dinle..." Gözlerimi kapatıyorum, sırtımı dönüyorum sana. "Uyumak istiyorum."

Çocukken de böyle yaptığım geliyor aklıma. Annem de hep anımsatır "bir şeye çok üzüldüğünde yüzünü duvara dönüp ağlayarak uyurdun." derdi. "Çocukken de bu kadar yalnız mıydım anne, duvarları dost edinecek kadar?" diye sormak istesem de çoğu kez yutkunmuşumdur. İşte o gün de aynısını yapıyorum. Ama benden de inatçı çıkıyor, sakin sakin konuşmaya başlıyorsun;

"Seninle ilk göz göze geldiğimiz anı anımsıyor musun? Çok gençtin ve çok sevimli? Aynada kendine bakıyordun. İlk sana oradan gülümsemiştim. Sende beni fark edip aynı şekilde karşılık verdin. Öyle heyecanlı, öyle hevesliydin ki... Seninle ne yapmam gerektiğini uzun uzadıya düşünmem gerekiyordu. Çünkü istiyordum ki bir gün yetişkin biri olduğunda da bu saf, temiz çocuk halini korumayı başar. Beni hep yanında hisset, hep böyle yamacında. Yalnızlığı da bil, sevdayı da, aşkı da... Acıyı ve gözyaşını da... Sen, gerçeğin tam ortasında birden fazla masalı aynı anda yaşıyordun oysa.

Kendine ördüğün kozanın içinden çocukça şen kahkahalar atarak el sallıyordun insanlara. Henüz bilmiyordun ki dışarısı tehlikeli ve kötülüklerle dolu. Zamanı gelip kozan yırtıldığında, kim bilir kanatlarını açamadan solacak ve ölü bir kelebeğe dönüşecektin belki de. İşte senle alâkâlı böylesi bir gelecek düşündüğümde gönlüm bir türlü yaşamadan ölmene razı olmadı. Sen yaşamalıydın. Ne olursa olsun, seni mutlu etmenin, ömür boyu mutlu kılmanın bir yolunu bulmalıydım.

Geriye tek bir çıkar yol kalıyordu; seninle ama sensiz... Sen gittiğimi bilecektin. Bense hep gölgen gibi senin ardında, kuytularda seni gözetleyecektim. Uzun ve zorlu bir süreç gerekiyordu ama senin iyiliğin için bunu yapmak zorundaydım. Çünkü sen, misyonu doğmadan belirlenmiş özel, çok özel biriydin. Sana yazık edilemezdi...

Ve gittim. Kaldırım dönemeçlerinde, apartman köşelerinde, senin göremeyeceğin en ücra köşelerde gezindim. Sen hep beni aradın. Kendini kahredişine bazen içim elvermeyip, dayanamayıp ortaya çıktığım oldu. Fakat küçük kelebek, bütün o acıları tecrübe etmen gerekiyordu.Yoksa başka türlü yozlukları, sahtekârları, yalancıları tanıyıp ayırt edemezdin.

Kozandaki gökkuşağı renklerine benzemiyordu gerçekler ve senin onlarla yüzleşmen demek, yarına umut tohumları ekmen demekti. Bebeklere ve çocuklara bir bak bakalım; hangisi emeklemeden yürüyebiliyor. Kuşlara bak bir de; minik ayakları ile yürümeyi bilmeden kanat çırpıp uçamıyor...

Bazı anlar pes etmenden korktum. Vazgeçmenden, geri dönmenden. Seni sürekli ileriye sevk edecek yöntemler bulmalıydım. Zira, yırtık kozanın sen çıkıp uçtuktan sonra kalan kurumuş ve buruşmuş halini görmeye dayanamazdın. Bu yüzden ara sıra masal kahramanları çıktı karşına. Hanzel'in ekmek kırıntılarının peşinden iz sürdün. Sindirella'nın balosunda boy gösterdin. Gerçekle rüyayı aynı anda görmene yardım ettim.

Eğer ben hep yanında olsaydım; sırtını bana yaslayacak, doğru ile yanlışı, erdemi, iyiyi, güzeli, kötüyü ve çirkini top yekûn birbirine karıştıracak, en sonunda da nasibini alamadan ölgün bir kelebeğe dönüşecektin....

Her şey senin iyiliğin içindi küçük kelebek. Dilerim beni affedersin..."

Konuşman bittiğinde ağlamaktan malta eriğine dönmüş gözlerimle gülümseyebildiğim kadar kocaman gülümseyerek dönüyorum yüzümü sana... "Aslında ben sana hiç kızmadım ki..." diyorum en çocuk, en saf yanımla...

Üzerime bulaşan kirlenmiş, lekelenmiş, pas tutmuş ne varsa hepsini çıkartıyoruz birlikte. Gönül rızası ile kendimi kollarına teslim ediyorum, ilk defa. Onca yıldan sonra ilk defa... Biliyorum ki artık istesen de beni bundan daha fazla acıtamazsın. Gitsen de ben kendimle mutlu olmanın bir yolunu mutlaka bulur yoluma devam ederim. Ne yağmur, ne fırtına, ne gam, ne keder, hiçbir şey caydıramaz, yok etmeye yetmez güçleri, baş edemezler benimle. Biliyorum ki artık istesem de seni sevmekten vazgeçemem... Çünkü sen her şeye değersin...

Güneşin gözümdeki gözlüklere meydan okuyan tavrına inat, çocukluğumda yaptığım gibi gözlerimi iyice kısarak kirpiklerim arasından bakma çabamı yinelerken aklıma düşüyorsun, yanımdaki sana kimseye çaktırmadan göz kırpıyorum...

Beni duyacağından son derece emin, içimden fısıldıyorum;
"Hayat, yaşattığın onca acıya rağmen, çektiğim sıkıntıların bir armağanı olmalıydı. Bana sunduğun armağana canımı ortaya koyup, gözüm gibi bakacağım. Her şeye rağmen güzelsin hayat... Geçmişteki acılar ve mutluluklar adına... Sana çok teşekkür ediyorum... İyi ki bu kadar içimdesin ve ben iyi ki biliyorum paha biçilmez kıymetini... Şükürler olsun, dünüme, bu günüme ve yarınıma... Tüm güzelliğinle yaşıyorum seni doyasıya. Çok teşekkür ederim sana...."

Elif Eser
elif.eser4@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : İdris Kenç


Zamansız Aşk

Aşk herkesimi bilmiyorum ama beni hazırken bulmadı hiç… Onun için donanmışken, beklemelerde saate takılı kalmışken gözüm karşıma çıkmadı hiç aşk. Hep beklenmedik anlarımda, hayatımın kırılgan geçidinde belirdi. Zırhlarımı çıkarmışken, siperlerimden çıkmışken saldırdı bana, aptal koyuna dönmemden hep zevk aldı aşk, bense acılar yaşadım.

İyi bir avukatım; iş çevresinde itibarı olan genç, yakışıklı, zeki ve bir o kadarda iş bitirenim. Geleceğime dair iyi bir gelişmeye işaret olan toplantının ortasında yaşadığım baygınlığın ardından aile doktorumuza gittim aldığım kötü haberin etkisinden kurtulmak adına sevdiğim şehirden kaçma isteğiyle yanıp kavruluyordum ve ansızın gece yarısında yola koyuldum nereye gideceğimi bilmeden ama kaçma dürtüleriyle arabaya binip deliler gibi hızla uzaklaşıyordum.

Daha önce hiç gitmediğim ama anlatımlarla edindiğim bilgilerden çok güzel ve bir o kadarda dingin huzur veren şirin mi şirin olan Ağva'ya Emine hanımın pansiyonuna yorgun uykusuz bir halde ulaştım. Tanışma faslını kısa kestirdikten sonra odama uyumak üzere çıktım. Serin bir gece ve sabaha karşı ötmeye başlayan kuşların o ninnimsi ötüşleri altında aniden uykuya koyuldu yorgun bedenim.

Odam da fare tıngırtılarını andıran hafif ayak yürüyüşleri ve nefes alışları arasında ki tedirginlikle yarı uykulu bir halde gözlerim, buğulu bir görüntümün aynaya yansımasına takılarak uyanıverdim ansızın, buğulanan görüntüme kısa saçlı, güzel bir kadın hayali karıştı. Siyah, askılı bir giysi vardı genç kadının üzerinde…

Her hareketi, aşka dair yazdığım şiirlere yeni bir dize gibi güzel ve pusluydu.
Birden tatlı bir gülümseyiş ve harika bir gamze önce buğulu aynaya sonrada yüreğime yansıyıp derinleşti.

Aşkı unutulmaz kılan imkânsız oluşumuydu yâda zamansız oluşumu diye düşünürken
"Niye şimdi?" diye sordum; "Niye tam burada ve ben bu haldeyken"
"Seni böylede sevebilirim" dedi bana genç kadın
" Dün akşam doktorumdan çok hasta olduğumu, beş günlük ömrümün kaldığını öğrendim. Nasıl sevebilirsin beni?"
"Yarına benim çıkacağımın garantisi var mı? Diye sorunca kilitlendim durdum. Sonra
"Ah… Bir bilsen…"
"Neyi?"
"Gözlerindeki yorgunluğun, bana sensiz geçirdiğim yılların acısını hatırlatıyor. Kalan beş günlük ömrünse benim ömrümün tek şahidi olacak" deyince sustum.

Gözlerim kapandı ansızın, uyumuyor ama uykudaymış gibide yarı ölüyüm. Başkalarının dünyası için yaşayan bir köleye dönüşmüştüm zamanla. Geçmişimde yaşadığım bütün başarılar önemini kaybediyordu. Sadece yanıtlanmamış aşk soruları kalıyordu geriye. Birde her türlü yanıtımı saklayan, kısa saçlı harika gamzesi olan kadın.

Dün yaşadığım baygınlığın ardında doktoruma gitmiş ve kötü haberi aldıktan sonra aşkı irdelemiştim ilk defa. Gençken karşılaşmıştım aşkla ama araya korkularım girmiş zevkine varamadan bitmişti. Bu yüzden hayatım boyunca aşkı yaşamayı merak etmiştim. Aşk için şiirler yazmıştım, o şiirlerle çok kadın âşık olmuştu bana ama içimdeki aşka olan merakımı gün yüzüne çıkarmamıştı.

Sonra kadın usulca eğilip nefesini dudaklarımda gezdirdi. Ömrümün son beş günü de olsa korkusuz ve çıkarsızca bana aşk besleyen gözlerle bakan kadının gücü dayanılmaz kıldı beni aşka karşı. Yüreğim çok eskilere dayalı bir kamaşma hisseti. Aşkı unutalı yâda inkâr edeli uzun zaman olmuştu. Bunları düşününce kısa saçlı kadının nefesi ve korkusuz yüreği acı vermeye başladı bana. O nefesin içinde yalda bırakmalar, korkup kaçmalar vardı çünkü, geçmişimle yüzleşiyordum.

"Üzülme" dedi kadın "biz seninle çok kez âşık olduk aslında"

O an anladım ki tüm hayatım aslında gizli bir aşk beslemekle ibaretmiş. O gülümseyiş, o kısa saçlar, harika gamze ve o cesur yüreği onlarca yıl sevmiştim. O an anladım ki karşılaşmamıştım o kadınla ömrüm boyunca.

Aslında aşkı imkânsız kılan vakitsiz oluşuymuş anladım. Biliyorum ki yıldızlar sırt sırta vermiş parlayan ışıklarını benim için yansıtıyorlardı, içinde hayatının aşkıyla yaşayan ve rüyasında şimdi irkilerek uyanan ben olduğumu bilmeden.

Bense o kadını aramakla geçireceğim ömrümü… Ağva ise başlangıç herhalde…

İdris Kenç
idriskenc@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Zeynep Er


OYUN

Yedi sekiz yaşlarındaki iki çocuk koşarak sokağa girdiler. Sarı saçlı olanın elinde içinde ekmek bulunan naylon bir poşet vardı. Terli saçlarından süzülen küçük damlalar, kir pas içindeki yanaklarında yol yol izler bırakarak aşağıya yuvarlanıyorlardı. Şortunun altından gözüken ince bacakları yara içindeydi. Arkadaşına göre daha uzun boylu olan diğer çocuğun üzerinde kısa kollu yeşil bir gömlek vardı. Kaşının kenarındaki yara bandı son yaptığı yaramazlığın yakın bir tarihte olduğunun kanıtı gibiydi.

Hepsi birbirinin neredeyse aynı olan apartmanlardan birinin önünde durdular. Çocuklardan kısa boylu olanı elindeki ekmek poşetini yere bıraktı. Bahçe kapısının kilidini açmak için iki elinide kullanması gerektiğini iyi biliyordu. Var gücüyle asıldı kapının iki kanadının birarada tutan demir başlığa. Olmadı... Tekrar denedi... Sonra tekrar...

"Hay aksi şeytan! Niye açılmıyor bu meret, tam da sırası." diye öfkeyle söylendi. Böyle konuşmayı izlediği televizyon filmlerinden öğrenmişti.

Bu arada arkadaşının hemen arkasında duran diğer çocuk endişeli gözlerle etrafına bakınıyordu. Birden sokağın diğer ucunda beliren siyah takım elbise giyinmiş, iri yarı adamı farkederek dehşetle irkildi. Tek ayağını yere sürterek topallayan adam küçük çocuğun kendisine bakmakta olduğunu görünce elindeki bıçağı havaya kaldırarak ürkütücü bir kahkaha attı. Küçük çocuk panik içerisinde arkadaşını omuzundan çekerek,
"Bırak Ömer! Bir de ben deneyeyim." dedi endişeyle. Daha sonra iki eliyle kavradığı demir başlığı yerden aldığı kuvvetle itmeyi denedi. Çıkardığı tuhaf seslerden, sahip olduğu gücün üzerinde bir efor sarfettiği açıkça görülüyordu. Asırlar gibi süren bu bir kaç saniyelik mücadelenin ardından kapının demir başlığı tok bir ses çıkararak açıldı.
"Filmlerde de hep böyle olur" dedi Emre. "Kilitler hep son anda açılır"
Ömer arkadaşının bu sözlerini başını sallayarak onayladı. Emre haklıydı. Gerçekten de tüm korku filmlerinde kapılar son anda açılır, son anda kapanır, kurbanlar hep son anda kurtulurlardı peşlerindeki katillerden. Zaten şu an yaşadıklarıda gerçek hayatta yaşayabildikleri türden bir şey değildi. Arkalarında elinde kocaman bir bıçakla güpe gündüz kendilerini kovalayan bir adam vardı.Ve kapıyı açmak bu yüzden çok zor olmuştu.

İki arkadaş sokağa doğru son bir bakış attıktan sonra panik içerisinde apartmana doğru koşmaya başladılar. Girişe doğru taş bloklar dizilerek yapılmış olan bahçe yolunu geçerlerken Emre bir anda kendini yerde buldu. Ömer korkuyla arkasına, arkadaşına doğru baktı. Ohhh... Neyseki henüz yakalanmamışlardı. Aceleyle Emre'nin yanına giderek kalkmasına yardım etti. Küçük çocuk yerden kalkarken hissettiği acıyla yüzünü buruşturdu. Düşerken refleks olarak öne doğru uzattığı kolları yerdeki küçük taş parçalarına sürtmüş, eski yaralarının yanına yenileri eklenmişti. Ömer:
" Devam edebilecek misin?" diye endişeyle sordu. Kaçmayı bırakıp teslim olabilirlerdi pekala.
"Tabii ki!" diye cevapladı Emre. " Şüphen mi vardı" Biran kendisini aşağılanmış gibi hissetmişti. Mızmız, süt kuzusu çocuklardan değildi ki o. Tabii ki devam edecekti.

Burkulan bileğinin üstüne basmamak için tek ayağının üzerinde sekerek Ömer'den önce koşmaya başladı. Ömer de arkasından...

Apartman kapısının önüne geldiklerinde Emre pantolonunun arka cebinden koymuş olduğu anahtarları çıkararak kapıyı açtı. İkisi de hızla içeri girdiler kapıyı tekrar kapattılar.
"Artık güvende miyiz?" diye sordu Ömer. Yorulmuştu. Emre kafasını iki yana doğru sallayarak "Hayır, daha değil. Eve girmeden güvende sayılmayız." dedi.
İki çocuk adeta uçarak tırmanmaya başladılar apartmanın taş merdivenlerini.
Bir ara soluklanmak için durduklarında Ömer elini kulağına götürerek dikkatle aşağıdan gelen sesleri dinledi.
"Duyuyor musun?" dedi korkudan kısılmış bir sesle. Adam, her nasılsa içeri girmeyi başarmış olmalıydı.
"Evet! Bunlar onun ayak sesleri olmalı! Hala peşimizden geliyor! Sana demiştim, eve girene kadar kurtulamayacağız diye." dedi Emre. Eli bıçaklı katil kendilerini buraya kadar takip ettikten sonra geri dönecek değildi ya! Besbelli kırmıştı kapıyı da, öyle girmişti içeri. "O halde ne duruyoruz, kaçalım." diye bağıdı Ömer. Sesinde coşku dolu bir buyurganlık vardı. Teşvik edici, yüreklendirici bir ses. Tam altı kat çıktıktan sonra nihayet evlerine ulaşmışlardı. İçeriye girdiklerindeyse herşey sona erecekti. En azından öyle umuyorlardı. Bu kez hiç zorlanmadan açtılar kapıyı. İtiş kakış içeri girdiler. Emre elini kalbinin üzerine doğru bastırarak derin bir nefes aldı. Oyun bitmişti.

Arkadaşına doğru dönerek "Tıpkı filmlerdeki gibiydi değil mi?" diye sordu. Yorulduklarına değmişti doğrusu.
"Evet" diye gülümseyerek yanıtladı Ömer. "İnan bana peşimizdeki adamın ayak seslerini duyduğuma yemin bile edebilirim"
Emre;
"Ben de." diyerek heyecan dolu bir sesle onayladı arkadaşını. Sesinde ustalıkla kurgulanmış yeni bir oyun icad etmenin haklı bir gururu vardı. Yüzünde müzip bir gülümsemeyle,
"Bir dahaki sefere dünyayı istila etmeye gelen uzaylılardan kaçma oyunu oynayalım mı?" diye sordu hevesle.
Tam bu sırada Emre'nin annesi mutfak kapısını aralayarak çocuklara doğru baktı. İkisinin de eli boştu. Sıkıntılı bir sesle sordu,
"Bakkalda ekmek yokmuymuş?"

Zeynep Er


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


7,407,407,407,407,407,407,40
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.869 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


"Son"suzluk

Son kelime "son" olmayalı beri,
Susmaz oldu birileri,
Tükettiler tüm kelimeleri,
Yine de başlamadı söyleyecekleri,
Başı boş sonsuzluk,
Mecburi sonuçsuzluk,
Mesela bu şiirde,
Şair de bilmez sonuç nerde,
Girizgahlar içinde kayboldu
söylenecek,
Velhasıl yeni bir son
artık gelmeyecek,
Yine de bu dayanılmaz piyeste,
Bir son olmalı bir yerlerde,
Son.

Oktay Özman

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın. http://www.kamusen.org.tr/imaj/tayyareorj.jpg yan gelip yatanlara ibret olsun.

"250 gram beyaz peynir, 2 diş sarımsak, ceviz içi, yarım çay kaşığı kırmızıbiber ve kimyon, 1 çay kaşığı kişniş, 1 tatlı kaşığı biber salçası, 1 yemek kaşığı zeytinyağı" ile ne yapılır? Peynir mezesi. Peki nasıl yapılır? Cevabı burada http://www.burgaz.com/bizden.htm

Msn messenger kullanıyorsanız http://www.msnturkey.com web sayfasını mutlaka ziyaret etmelisiniz. Msn hakkında her türlü detay bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Siz hala Karate Kamil'i tanımayanlardanmısınız? Ya da belki tanıyordunuz ama uzun zamandır ilgilenmediğiniz için unuttunuz. Hatırlatmak için web sayfasının adresini veriyorum http://www.fistik.com iyi eğlenceler.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060817.asp
ISSN: 1303-8923
17 Ağustos 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com