Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.041

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 1 Eylül 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : Gözlerim size feda olsun:-))

Merhabalar,

Çarşamba gecesi kabus gibiydi. Ertesi güne yetişmesi gereken iş nedeniyle gözümün ve gücümün elverdiği ölçüde uyanık kalmaya çalıştım. Kaç kupa kahve içtim bilmiyorum ama sabah üç dört tane Rennie çiğnemek zorunda kaldığımı iyi biliyorum. Neyse efendim sabah altı sularında sızıp kalmışım. Madem sızıp kaldın uyu değil mi? Yok saat 9:00 da yeniden dikildim ayağa. Benim metabolizmatik saatim çalmış ve ben kalkmışım. Saati kurmamın nedeni de tabi ki basket maçımız. Afyonum ancak 10:30 sularında patladı ve başladım seyretmeye. İlk on dakika güzel, sonra yirmi dakika berbat. Maç gitti derken hırsın, sabrın ayaklanması ve mucizeye yakın bir galibiyet. İşte sporun güzelliği burada. Bize yaşattıkları coşku için hepsini alınlarından öperim. Bu yorgun gözler size feda olsun yahu!..

Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü. İnsanın gülesi geliyor değil mi? Gülmeyin ama, en azından kendi kendinizle barışmayı deneyin. Kendiyle barışık bireylerden oluşan toplumların daha az saldırgan olduğunu sakın aklınızdan çıkarmayın, çıkarmayalım. Barışı tek bir günde kutlamak yerine tüm bir yıl yaşamak dileğiyle!..

Birkaç gündür bizim pikaba yeni birşey koyamadım. Gelin bugün bir Bee Gees klasiği dinleyelim, Tragedy. Hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  YAZ, BAHAR, ŞEFTALİ -2

Şeftali hırsızları olarak Bekçi Ekrem'in küçük defterinde yerimizi aldıktan sonra elbette sokağa dönmekten, hiçbir şey olmamış gibi davranmaktan başka çaremiz yoktu. Yakalanınca bütün şeftalileri bekçinin önüne boşaltıvermiştik. Gömleğimin içinde sırtıma doğru ilerleyen bir şeftali inatla koynumda kalmıştı. Düşmemekte ısrar edince onu öylece bırakmıştım. Çıkarıp yesem arkadaşlara ayıp olacaktı. Başımıza ne geldiyse zaten bu şeftaliler yüzünden gelmişti. Büyük bir ihtimalle arkadaşımın biri onu elimden alıp öfkeyle karanlığa fırlatırdı. Çünkü suçlu olan biz değildik. Şeftalilerin insanı başta çıkaran kokuları, tatları ve dallardan bize kırmızı kırmızı bakmalarıydı.

Her akşam oturduğumuz kaldırım kenarına geldiğimizde sokağın kızları da kendi köşelerine toplaşmış, sohbet ediyorlardı. Oların az ötesindeki yerimize oturup gülüşüp, konuşmaya başladık. Aslında kimsenin konuşacak, gülecek hali yoktu ama eğer canımızın sıkkın olduğunu kızlar anlamasın istiyorduk. Rol yapmazsak kızlar ters bir şeylerin olduğunu anlayabilirlerdi. O akşam ben hiç yapmayacağım bir şey yaptım. Herkesin gözü önünde kalkıp gömleğimin içinde kalan şeftaliyi çıkarıp Selma'ya uzattım. Hiçbir şey söylemedim. O da hiçbir şey söylemeden önce bir bana, bir şeftaliye baktı. Bir şey soracak gibi oldu ama sormadı. İsteksizce ve utanmış olarak şeftaliyi alıp kucağına bıraktı. Şeftaliyi verdikten sonra arkadaşlarımın arasına döndüm. Bütün oğlanlar bana gülüyordu. Sadece Selma'ya bir şeftali vermiştim. Bana niçin gülüyorlardı? Bunda gülünecek ne vardı? Selma elinde şeftali kaldırımdan kalkıp evin yolunu tuttu. Çünkü ona da kız arkadaşları gülüyordu. Sanırım onlara kızmıştı. Selma elinde tuttuğu şeftalinin değerinin on beş lira olduğunu elbette bilemezdi. Sokakta durup dururken gidip bir kıza bir şey vermenin, bu şekilde davranmanın bedelinin bu kadar ağır olacağını bilemezdim. Güya ben Selma'ya âşıkmışım. Selma'nın da bende gönlü varmış. Olmasa verdiğim şeftaliyi alır mıymış? O zamanlar henüz on bir yaşındaydım. İkimizde aşk, meşk, gönül işleri için çok küçüktük. Henüz kız sevmenin, âşık olmanın ne olduğunu bilmiyordum. Yıllardan beri hep beraber bu sokaklarda oynuyorduk ve okulda aynı sınıfta okuyorduk. Söylentilerin hangi boyutlara ulaşabileceğini birkaç gün sonra öğrendim. Selma'nın annesi eğer beni kapılarının önünde görürse bacaklarımı kıracakmış. Bacaklarımı korumak için bende birkaç hafta onların kapılarının önünden uzak durdum.

Günler, haftalar geçince Selma'nın annesinin öfkesi azaldı. Bir daha bacaklarımı kırmaktan hiç söz etmedi. Onun yerine babam on beş liralık Atatürk Cezasını ödeyince bacaklarımı kırma girişiminde bulundu. Neyse ki fazla öfkeli biri değildi. Bir iki tokatla şeftali hırsızlığının faturasını ödedim.

Zaten adımız çıkmıştı ya Selma'ya daha bir dikkatli bakmaya, arkadaşlığımıza özen göstermeye başladım. Her bakışımda onda daha önce görmediğim yeni güzellikler olduğunu keşfetmeye başladım. Bir kere boyu, posu, kaşı gözü güzeldi. Sadece yanaklarındaki çillerini sevmiyordum. Ama yeşil gözleri bütün kusurlarını silip süpürüyordu. Okullar açılınca ikimizde orta bire başladık. Okulların başlamasıyla aramızdaki mesafe daha da büyüdü. Aynı sınıfta olmamıza rağmen onunla hiç konuşamıyordum. Oysa adımız çıkmadan önce her gün birlikte oynayıp, konuşabiliyorduk. Sabahları okula giderken bile ikimiz birlikte yürüyemiyorduk. Selma benden mümkün olduğunca uzak duruyordu. Belki de annesinden korkuyordu. Okul paydos olduğunda O adımlarını hızlandırıp aramızda her zaman bir mesafe oluşmasını sağlıyordu. Neden böyle davrandığını anlayamıyordum.

Selma'nın aşkından yanıp tutuşmuyordum. Göremediğim günler kahrımdan ölmüyordum. Gece rüyalarıma da girmiyordu ama onu seviyordum. Ona şiirler de yazmıyordum. Ama onu görmek, onunla konuşmak hoşuma gidiyordu. Bu ilişkiyi tanımlamanın bir yolu olmadığını, anlatacak uygun kelimeler bulamayacağımı biliyorum. Kalbimin hızlı hızlı attığını, heyecandan nefesimin kesildiğini, terlediğimi falar söylemiyorum. Onu Ediz Hun'un Filiz Akın'ı sevdiği gibi değil Yılmaz Güney'in Nebahat Çehre'yi sevdiği gibi seviyordum. Çok konuşmadan, güzel sözler söylemeden, güzelliğini övmeden işte… Öpüşmeden, koklaşmadan, konuşmadan mesafeli ve uzaktan…

Kocaman iki yıl Selma'yı uzaktan sevdim. Küçük bir oğlan çocuğu nasıl sevebilirse öyle… Leblebi şekeri aldığımda onunla paylaşmayı, evden getirdiği kuru üzümleri ve incirleri benimle paylaşmasını sevdim. Zaten iletişimimizin çoğu birbirimizden kalem silgi istemekle sınırlıydı. Selma benden uzak durmak için özen gösterirken kendinden büyük oğlanlarla konuşmaktan, gezmekten çekinmiyordu. İki senenin sonunda ben sadece onun ödevlerine yardım eden, angaryalarını yapan, öteye beriye ayak işlerine gönderdiği komşunun küçük oğlu gibi olmuştum. Bu durum fena halde canımı sıkıyordu. Beni çağırdığında sevinçten uçarak yanına giderdim. Genellikle şu kitabı bilmem kime götürü müsün, bize gazete alır mısın gibi şeylerle karşılaşırdım.

Ona ilk kez İsmail ile bisiklete binmeyi öğrenirken gördüğümde çok kızdım. Tamam, bisikletim yoktu ama arkadaşın birinden ödünç alıp ona binmesini ben öğretebilirdim. İsmail, Saruhanlıya liseye gidiyordu ve ben ona posta koyamazdım.

Selma'nın İsmail'den sonra ilgisi Bayram'a, daha sonra da Mesut'a kaydı. Kısacası o hep bizden beş altı yaş büyük erkeklerle ilgileniyordu. Zaten onunla evlenmeyi, pembe panjurlu evimizde biri oğlan diğeri kız iki yavrumuzla mutlu bir evlilik hayalini kurmuyordum. İyice gözümden düştü ve onu bıraktım. Al mektuplarını, ver mektuplarımı diyebilmeyi, ilişkimizi kesin bir dille sonlandırmayı çok isterdim. Ortada yazılmış mektuplar ve değiş tokuşu yapılacak hediyeler yoktu. Bu yüzden işte o kız benim onu terk ettiğimi bile hiçbir zaman öğrenemedi.

Ortaokulun sonlarına doğru bir akşam onu evlerinin arkasındaki bahçede gördüm. Kamil'le öpüşüyordu. İyi ki bu kızı bırakmışım diye düşünüp sevinmiştim. Bu kızdan bana hayır gelmezmiş.

Şeftaliler gibi kırmızı yanaklı, taze filizlenmiş yaprak yeşili renkli bakışlı sevgilimden yatılı okula gidince tamamen uzaklaşmış oldum. Bazı geceler yalnızlığımın iyice azdığı zamanlarda ona yazmayı düşündüm. Ona karşı beslediğim hislerimi anlasın, bana gerektiği kadar değer vermediği için üzülsün istedim. Ama yazdığım mektuplar büyük bir ihtimalle annesinin eline geçirdi. Onun eline geçse bile bana yanıt yazamazdı. Çünkü bana gelen mektuplar okul kuralları gereği okunuyordu.

Selma'yı onlarca yıldan sonra geçen yaz kasabada gördüm. Yıllar her ikimizi de çok değiştirmiş. Zaman içinde kocaman, iri yarı, kalçaları değirmen taşı gibi, her tarafı bangıl bangıl orta yaşlı bir kadın olup çıkmış. Çocukluk günlerim aklıma gelince gülümsememek elde değil. Doğudan göç edip kasabamıza yerleşen bir delikanlıyla evlenmiş. Boyundan büyük üç çocuğu varmış. Kocası inşaatlarda çalışıyormuş o ise ev hanımı… O şeftali gibi tatlı, yumuşak bakışlı, kırmızı saçlı, çilli kız bambaşka biri olmuş. Her şey bambaşka olsaydı, çocukluk aşkım sürseydi ve ben şimdi onunla evli adam olsaydım diye düşündüm. Bu düşünce hiç hoşuma gitmedi. İyi ki o sadece mahallelinin adımızı çıkardığı çocukluk aşkımmış.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Ayşegül Yalız


MAVİ GÖZLERE HASRETİM

Babama…

Her şey çok olağan bir şekilde devam ediyordu. Vapurda her zaman ki yerimi aldım. En uç sağ köşe…Rüzgar saçlarımı uçuşturarak yüzümü okşuyordu. Bilerek ona mani olmuyordum. Sonra onların arkasından , seyre daldım bulutları … bugün ayrı bi güzellikte idiler. Gökyüzü ve deniz birleşmişti sanki. Gün batımına rastladığımdan gözlerimi kısarak izlediğim bulutların mutluluğuna düşmüşken , yükselen dalgalardan sıçrayan sular da yüzümü okşuyor , serinletiyordu. Bu arada vapurun motor sesleri arasına martıların sesleri karışıyordu. İçlerinden bir tanesi yanımda süzülmeye başladı. Fark ettim ki, yanı başımda duran , eşsiz güzellikte bir yüzü olan ve her zaman paylaşacak bir şeyleri olan benim biricik dedem gökyüzüne bir simit parçası attı.

Evet dedemle birlikte idim. Martıları ve denizi çok sevdiğimi biliyordu. Beni mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyordu son zamanlarda. Simit aldığını hiç fark etmemiştim. Her zaman manalı bakan ,o denizi andıran mavi gözleri ile bana bakıyordu. Ben de minnettarlığımı göstermek için , ak sakalından boşta kalan pembe elmacıklarına birer öpücük kondurdum . Kimsecikler bunu yapamazdı. Bana karşı sebebini bilmediğim bir rahatlığı vardı. Hiçbir şey demez aksine her fırsatta yapmamı isterdi. Bu isteğini anladığım her an ben de onu öperdim…

Yanımızda uçan martı yaratılışı gereği olacak, simitin düştüğü yere doğru yöneldi. Sonra sanki arkadaşlarına haber verircesine birkaç çığlık attı. Gerçekten bir martı daha geldi. Sonra iki ,sonra üç, dört… Karınlarının doyduğundan ileri gelecek , hepsi rotasına tekrar yerleşti. Teşekkürlerini dile getirmek için bizi karşı yakaya geçirmeye ısrarlı idiler.

Bu arada ben tekrar doğanın büyüsüne kapılmıştım. Dedemle omuz omuza dalmış , bakıyorduk. İkimizin de hiç sesi çıkmıyordu. Dağların , karanın yeşili ; gökyüzünün mavisi , denizin pırıltısı ; dalga sesleri … mutluyduk…

Nihayet asıl görevini yaptı vapur. O güzel hülyanın derinliğinden çıkarmayı başardı bizi. O acı sirenini çalıp, her seferinde olduğu gibi beni yine korkuttu. Vaktin ne çabuk geçtiğini anlamamıştım. Karşı yakaya çoktan varmıştık. Kısa süreliğine de olsa ayrılıyorduk.

Keşke bu ayrılık sadece denizden ve martılardan olsaydı…nerden bilebilirdim ki bu mutluluğun bu kadar kısa süreceğini …nerden bilebilirdim ki bir daha martıları peşimizden sürükleyecek bir dedemin olmayacağını…nerden bilebilirdim ki dedemden de ayrılacağımı hem de sonsuza kadar , nerden bilebilirdim ki…

Ak sakallı
Ak saçlı
Nur yüzlü bir dedeye
O kadar hasretim ki .
Omzunda içimi geçirmeye
Sohbetinde hayallere dalmaya …
En güzeli ,
Ne kadar çok sevdiğini belli eden, o mavi gözlere bakmaya
O kadar hasretim ki .

Ayşegül Yalız


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Vedat Sümbül

 Kahveci : Vedat Sümbül


  ORTA ŞEKERLİ KAHVEDE TELVE OLMAK
  YA DA BİRKAÇ SAKLAMA KABI

Bir düşten yeni uyandığında masumsundur. Kabus, soğuk ve akışkan bir ter olarak sırtında dolaşırken hâlâ, kalkıp bir bardak soğuk su içtiğinde, hele gözlerini gerçeğe iyice araladıktan sonra kendine orta şekerli bir kahve yaptığında, masumiyetini yitirmeye başlarsın.

Kahve fincanı elinde soğumaya başladıkça, avucunun içinde dönüp duran fincanın yanaklarında gezinen telve, belki üç güne kadar düşlediğin bir maviyi çağrıştırır sana; ama kabusundan yeni uyanmışsındır ve orta şekerli kahvenin telvesi olmayı istersin sen daha çok. Belki bir arınma halidir o uçarı istek. Belki masumiyete özlem…

Kabusüstü içilmiş bir kahvenin keyfini anımsatan telve olmaktır, masumiyeti anımsatan. Görkemli bir öyküden gelip o öykünün düşsel güzelliğini anımsatan bir şeyler bedeninde dolaşıp dursun isteğidir belki gözünü telveye çakılı tutan. Orta şekerli bir kahvenin telvesi olmak, öykünün görkemini etinde, yüreğinin serininde diri tutmakla özdeştir, kimbilir?..

Görkemli öykülerden geliyor olmak, çok sonraları, yaşanmışlığı değerli bilen birilerine gururla anlatabileceğimiz en önemli şeydir aslında. Yeter ki ellerimizde görkemli öykülerin kanı olmasın.Öyküde sana tutunanları döngünün en hızlı anında, hem de uçurum yakasında, boşluğa fırlatmadıysan, ne çok şeyin olur anlatacak…

Oysa kahve fincanı avucunun içinde soğumaya yüz tuttuğunda telvesi değil, kahvenin kendisi olma şansının da olduğunu ve ondan renkli ışıklar için vazgeçtiğini bilmek, çok sonraları, sadece senin bildiğin bir cinayet olarak gözlerine asılır kalır. Bir katili sadece bakışları ele verir...

Bir zaman, yaşanmışlığı önemli bulan birilerine başkalarının katliymiş gibi anlatmak elinden çıkan katli, yüreğini ve gözlerini ağır yaralar. Ne zaman eline bir kahve fincanı alsan, bir cinayet uğultusu sağır eder kulaklarını… Şimdi renkli ışıkların arasında fark edilmeyendir bu.

Yaşanmışlıkların büyülü güzelliklerini anımsatan bir şiiri vardır herkesin. Hani belki de telvesidir kahvenin, ezberden okursun o şiiri, saçların apak olduğunda bile, dizinin dibine sıralanan gül yüzlü çocuklara. Ama cinayetlerden gelenlerin ezberi bozulur.

Fincan, elinde soğumaya başladığında, elinden çıkma ölümler yaşayanların soğuk yüzleri, alır gider ezberini. Ne kötü şeydir, en sevdiğin şiirin, en sevdiğin dizesini unutmak. En sevdiğin öykünün, en sevdiğin kahramanının yüzüne safran sürmeye benzer…

Yaşadığın görkemli öykünün sorgusunu kimlerle-nerelerde yaptığın, kocaman bir düşü kaç dakikada kana boyadığın öyle önemlidir ki…

Birlikte ağlamaya bile değer bulmadan taburesini tekmelediğin aşk, kahve fincanlarında değil, birkaç "saklama kabı"nda, mutfağı kanlı idam sehpalarına dönüştürür, şaşar kalırsın. Saklama kabı dediğin nadir ki(!) Anlatsan kim anlar, bir saklama kabının neleri anlattığını? Ya da sen mi anlarsın, seçtiğin ışıltılı hayatın içinden çıkıp gelip?...

Birinin elinde bir kahve fincanı olur, seçtiği ışıklı hayatın içinde, ona üç zamanda hanlar hamamlar görünür, öteki bir sıkımlık canını, ak kağıtlara yazılmış şımarık birkaç nota takıp ev yangınında serin ölümler düşler…

Sonra yaz, alıp güneşini gider. Biri neşeli sofralarda kahkaha uçurur, öteki kalan düşü bir saklama kabına koyup kirletilene inat, uçurum boylarında eksik bir şiire mor'unu katar rüzgâra karşı. Bilgelerin de dediği gibi, güzel olur belki böyle…

Oğul oğul yanan, eski(tilmiş) bir hayat, nereye kadar taşır ki yorgun bir kahramanı?.. Direnmekten gelenler hayatı yeniden kurabilseydi, yeryüzü aşkın yüzü olurdu çoktan ve yaşam, sevinçli şarkılara dönerdi "zemheri" önlerinde.

Kahvenin telvesine aldırma, dök onu acele. Fincanın dibinde yazılıdır her şey ve o şey elinden çıkmadır.
Fincanın dibine bakmak, hayatın dibine bakmaktır korkmadan.

Gördüğün, "iyi ki dökmüşüm bu kanı" ise, arkana yaslan ve hatırlamaya çalış o en sevdiğin dizeyi.

Engereğin yalağından kana kana iç suyunu, yeni bir kahve yap kendine. Telvesinde mutlaka yol izi olur.
Belki, senin içinden geçen yoldur o, cinayeti dolana dolana. Öyle ya yol, götürür de getirir de insanı.
Yolu tut. Belki olmak istediğindir yol.

Bir hayat eksildiyse ne mi çıkar bundan?

Bir kız çocuğu ölüsü çıkar belki… Adındaki gül'ü kuruttuğun…

Vedat Sümbül


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 JazzForever : Füsun Levet


BİRAZ DA "CAZ" YAPALIM!

Bir fincan kahve içip laflamanın zevkine varmak kadar güzel bir şey var mı? Ben de sizlerle " cazdan" söz edeceğim bundan böyle...

Benim bu müzik ile tanışmam çok küçük yaşlarda oldu. Eğlencenin, sinema ve radyo ile yeterli olduğu yıllarda, bol danslı filmlerde işittiğim şarkıların anlamını bilmediğim halde içim derin bir hazla dolar, mutluluklar yaşardım. Bu filmlerin kahramanları ise Fred Astaire, Ginger Rogers, Gene Kelly gibi isimlerdi.

Kanımca kültürel açıdan, ülkemizin altın yıllarıydı. Radyolarda klasik Türk ve yerel müziklerin yanı sıra batı klasikleri ve cazla ilgili çok çeşitli programları büyük bir zevkle dinlerdik.

Ben cazı hemen sevdim. Yıllar geçtikçe de tutkum arttı. Nedenlerine gelince: Acılardan doğan bu müzik türünde özgürlük ve evrensellik kavramı son derece gelişmişti. 20'inci asrın majör bir sanat dalı olması da bu yüzdendi.

1968 yılında Fransa'ya gittim. TRT'deki programlarından tanıdığım büyük usta Cüneyt Sermet beyi, ağabeyi tanıdım. Cüneyt Bey, ülkemize caz kavramını getiren, müzik dünyasında gelmiş geçmiş en büyük isimleri tanıyan, hayatını caza vakfetmiş, bir çınar ağacıdır adeta...

Benim ise ufkum tamamen değişmişti onu tanımakla. Cazı dinlemesini ve yorumunu öğrenmeye çalıştım yıllarca. Sonra bir gün, Kuşadası'nda, bir caz kulübü açmaya karar verdim. Ülkemizde bu işin ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsiniz 1991 yılında 3 Boğa Caz Kulübünün ilk müzisyenleri arasında, Erol Pekcan, Tuna Ötenel gibi isimler vardı. Bütün enerjimi, kulübüme ve Kuşadası'nda yapacağım uluslararası caz festivaline ayırıyordum. İlk Festivali 1994 yılında gerçekleştirdim. Kuşadası maalesef kültürel açıdan kimliğini bulamamış bir sahil kenti. Tanıyanların hayal gücüne bırakıyorum... Güvercin adada nasıl dinlenir caz bilir misiniz? İşte ilk konserler de orada oldu… 60 a yakın yabancı müzisyenleri bir araya toplamayı başarmıştım. Aralarında çok ünlü isimler bile vardı. İzmir Fransız Kültür Merkezinden küçük bir yardım almıştık. Belediye ise etkinliğimize son derece olumsuz bakıyordu nedense. Ama başarılarımızı görüp, yine de gelecekteki festivaller için birçok vaatlerde bile bulunmaktan kaçınmadılar... Bir hafta süresince caza doyduk... Mutlu olduğum bir başka husus ise, ülkemizde, ilk kez, Türk caz müzisyenleri yabancılarla birlikte festivale davet edilmişlerdi. Küçücük ekibimizle, ertesi yıl aynı güçlüklerle 2'inci Festivalimizi gerçekleştirdim. Bu kez önemli bir konuğumuz vardı. Çok yakından tanıdığım, dostum Chan Parker, efsanevi Charlie Parker' in eşi...

Yine maddi açıdan, kocaman bir denizde ufacık bir kayık içinde boğulma raddelerine gelip batıp çıkarak bir başımıza, caz severlere utulmaz anlar yaşattık.2'ncisi olduğuna göre, artık gelenekselleşti diyordum kendi kendime. Belki yardım bile alabiliriz. Ama alamadık maalesef. İnatla diğer yıllarda da etkinliğimizi sürdürdüm. Bu arada kulüp devam ediyordu. Zaman zaman, ünlü konuklarımız bile oluyordu. Çevrede ciddi anlamda bir ses kirliliği başlamıştı. Yıllarca süren özverilerin sonunda maddi güçlüklerin etkisiyle de, duvarlarında hala unutulmaz müziğin etkileri olan kulübümü kapatmak zorunda kaldım.1999 yılında, Altın Portakal Vakfı adına organize ettiğim Festival, Antalya'ya ne kadar yakışıyordu...

Konfiçyüs'ün bir sözünü çok beğenirim." Bir ülkenin nasıl idare edildiğini anlamak için o ülkenin müziğine bakın " der... Ne kadar'da doğru. Ülkemizde yaşanan,( belki de ekonomik güçlükler nedeniyle ) kültürel açıdan büyük düşüşü görmemek mümkün mü?

Caz tamamen özverilerle dolu bir müzik olduğu için, ona tutkuyla bağlanan kişiler sayesinde, ülkemizde de yer yer mücadeleli etkinlikler devam etmektedir... Yaşadığım bütün olumsuzluklara rağmen, Fransa'da birçok organizasyonlarım oldu. Bu arada adı genç ülkede yılda 370 caz festivalinin olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Paris'te, büyük usta Tuna Ötenel ile birlikte, Vian Köpüğü ve Voyageur adlı iki albüm çıkardık. Tuna, tarihe geçmiş müzisyenlerle çaldı. Ben ise, Türkiye'de böyle müzisyenlerin de olduğunu göstermekten büyük keyif alıyordum. Yıllarımı verdiğim caz'ın, dinlemenin haricinde bana verdiği en büyük haz ise, ünlü oldukları kadar da mütevazı isimleri tanımam oldu... Ve ismim çıktı "caz anasına"...

Ana, çok sevdiğim bir sözcüktür. Bu nedenle gururlanmadım da değil... Kendimden söz etmesini sevmem. Ama mademki kahve molası verdik, sizlere biraz tanıtmak istedim kendimi.

Gelecek yazımda, cazın doğuşundan başlayacağız sohbete... Cazın, niçin bir yaşam biçimi olduğunu, nasıl dinlenildiğini, müzisyenleri, yaşadığım hikâyeleri anlatacağım hep sizlere... Bu arada caz albümleri ile ilgili tavsiyelerim de olacak.

Füsun Levet


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
6 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  DÜNYA BARIŞ GÜNÜ MÜ DEMİŞTİNİZ!...

Barış bütün zamanlar içerisinde insanlığın hep esas özlemi olduğu halde bir türlü tam manasıyla tesis edilememiştir. Halk hep barış ve dostluktan yana olmasına rağmen dünyayı yönlendiren liderler küçük hesaplar peşinde koşarak şiddetin ve nefretin saltanatını devam ettirmişlerdir. Onun için de arzulanan barış bir ütopya olarak hep uzağımızda kalmıştır. Olan yine savaşta ölenlere ve cepheye sürülenlere olmuştur. Liderler her zamanki gibi kendilerini güvenlik çemberi içerisinde muhafaza etmişlerdir. Onların kılına zarar gelmemiştir. Barış deyince benim aklıma hep Can Yücel'in şu dörtlüğü gelir:

"Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış"

İnsanın en tabii haklarının başında yaşama hakkı gelir. Hiç kimsenin yaşama hakkına kastedilemez. Birilerinin çıkarlarının yerine gelmesi ve planlarının tutması için başkaları feda edilemez. Hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun insanlar yaşama hakkı hususunda eşittirler. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur, olmamalıdır. Bunun böyle bilinmesi gerekir. Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar; birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilk on maddesinde özetle insana dair şu haklar sıralanır:

"Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ve toplumsal köken, doğuş ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin tüm hak ve özgürlüklere sahiptir. Herkesin yaşama ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır. Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; kölelik ve köle ticareti her türüyle yasaktır. Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da onur kırıcı davranış ve ceza uygulanamaz. Herkesin, nerede olursa olsun yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.

Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunma hakkı vardır. Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır. Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez. Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine herhangi bir suç yüklenirken tam bir eşitlikle bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından hakça ve açık bir yargılanmaya hakkı vardır."

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde bu haklar uzayıp gidiyor. Fakat bu hakların pratikte geçerliliği ve uygulanabilirliği ne kadardır? Asıl ele alınması gereken budur. Bütün mesele buradadır. Bu beyanname metnini yazanlar ve altına imza koyanlar söz konusu hakları en çok ihlal edenlerdir. Bunu günümüzde tüm çıplaklığıyla görüyoruz.

Bugün Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan'da, Filistin'de, Çeçenistan'da, Doğu Türkistan'da, Keşmir'de ve daha ismini sayamadığım dünyanın pek çok bölgesinde kadın ve çocuk demeden insanlar öldürülüyor, yaralanıyor, ırzına geçiliyor, işkenceye tabi tutuluyor. Bunları yapanlar da isimlerinin önüne 'demokrat, medenî' sıfatlarını koyan sözüm ona Batılı devletler ve özellikle ABD'dir. Adama sorarlar 'Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu' diye!... Fakat vicdanlar sağırlaşınca kulaklar duymaz, gözler görmez olur. Onlar söylediklerinin tam tersini yaparlar, üstelik yaptıklarını da utanmadan savunmaya, şirin göstermeye kalkarlar.

Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD Irak'a ve Afganistan'a girmek gerekçesini 'demokratikleşme' zemini oluşturma olarak açıklamadı mı? Bu ne biçim demokratikleşmedir ki her gün onlarca insan ölüyor, bir o kadar da yaralanıyor, su misali oluk oluk kan akıyor. Kelimenin tam anlamıyla taş taş üstünde bırakılmıyor. Kardeşler birbirine düşürülüyor. Bütün bunlar olurken bir yandan da gizli gizli petrol sevkıyatı yapılıyor. Sizin insan haklarınızı ve demokrasinizi sevsinler!... Sizden demokrasi isteyen mi oldu, koşup geldiniz. Gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz sizden…

Bilindiği gibi her yıl Eylül ayının birinci günü bütün dünyada 'Dünya Barış Günü' olarak kutlanır. Gün boyunca barış, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi konularda sosyal mesajlar verilir. Fakat eylülün ikisinde savaş, katliam ve işkencelere kalındığı yerden devam edilir. Her şey bir anda unutulur.

Barış gününün de bir hikâyesi vardır... Tarihî malumatlarımızı yokladığımızda İkinci Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939'da Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladığı görülür. Bu tarihte başlayan savaş, ardında elli iki milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bırakmıştır. Bu kirli savaş, Mayıs 1945'de son bulmuştur. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edilmiştir. Fakat bu gündeki dilek ve temenniler bir sürü kuru laftan öteye gitmemiştir.

Yine bir Dünya Barış Gününün sene-i devriyesindeyiz. Dört bir yanımızda savaşlar ve kanlı çatışmalar sürüyor. ABD'nin ve yandaşlarının Irak işgali(pardon demokratikleştirme faaliyeti!...) devam ediyor. İsrail, Filistin ve Lübnan'a saldırıp taş taş üstünde koymuyor. Rusya, Çeçenlere özgürce yaşama hakkı tanımıyor. Afganistan'da piyonlar, şahı devirip mat etmenin peşindeler. Herkesin kanlı bir hesabı var. Böyle bir manzara karşısında barış türküleri söylemek ne kadar da uygun düşüyor!...İnsanın gözleri yaşarıyor!...

Yeni bir Dünya Barış Gününün yıldönümündeyiz. Bugün bu acıklı manzara karşısında hiçbir şey olmamış gibi yine bozuk plaklar çalınacak. Barış mesajları irat edilecek. Fakat bu süslü sözler havanda su dövmekten öteye gitmeyecek. Ustaca kurulmuş içi boş cümleler akan kanı durdurmayacak… Ne diyelim barış, sevgi ve hoşgörü ufukta görünmese de içimizde hâlâ umut var. Zaten umudun tükendiği yerde hayat da tükenmiş demektir.

Pardon anlayamadım!... Dünya Barış Günü mü demiştiniz? Şimdi anlar gibi oldum… Barış haa, barış!…Eee ne diyelim Dünya Barış Günü mazlumlara olmasa da; Filistin ve Lübnan'ı yerle bir eden İsrail'e, Irak ve Afganistan'ı kan gölüne çeviren ABD'ye, onun sadık finosu İngiltere'ye, Çeçen liderleri bir bir öldüren Rusya'ya, Keşmir'i ikide bir kaşıyan Hindistan'a, Doğu Türkistan Türklerine işkence üstüne işkenceler eden Çin'e, Balkanlar'ın huzurunu kaçıran Sırbistan'a kutlu olsun…. Biz neyiz ki!...Barış da, savaş da onların hakkıdır.

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 İzlence : Melis Mine


Arsen Lüpen



Tür: Polisiye / Macera / Aksiyon
Gösterim Tarihi: 25 Ağustos 2006
Yönetmen: Jean-Paul Salomé
Senaryo: Jean-Paul Salomé , Laurent Vachaud , Maurice Leblanc (La comtesse de Cagliostro')
Görüntü Yönetmeni: Pascal Ridao
Müzik: Debbie Wiseman
Yapım: 2004, Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere ortak yapımı , 125 dk.
Oyuncular: Romain Duris (Arsen Lüpen/Raoul d'Andrézy) , Kristin Scott Thomas (Kontes Joséphine) , Pascal Greggory (Beaumagnan) , Eva Green (Clarisse) , Robin Renucci (Dreux-Soubise Dükü) , Patrick Toomey (Léonard) , Mathieu Carrière (Orléans Dükü) , Philippe Magnan (Bonnetot) , Philippe Lemaire (Etigues Kardinali)


Hayatta ilk örneğiniz anneniz ya da babanızdır çocukken. Peki ya babanız size zenginlerden çalmayı, rakibinin dikkatini dağıtarak yenilmez olmayı öğütlüyorsa? Bu öğütle büyüyen bir çocuk babasının ölümüne tanık olur, ailesinin parçalanmasına, yersiz yurtsuz kalmasına. Bu çocuk yıllar sonra Kibar Hırsız Arsen Lüpen olarak çıkacaktır karşımıza. Ve bu çocuk, gün gelecek bir gümrük müşaviri gün gelecek bir prens kılığında zenginlerin ceplerini boşaltacaktır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta vardır; Arsen kibar, akıllı ve insancıl bir hırsızdır, cinayet işlemez. Asla!

Tutkulu bir âşıktır Josephine için, ama asla aptal değildir. Ona hayran olan, âşık olan bütün kadınlara rağmen, o sadece tek bir kadını sever, bazen kendisi bu gerçeği fark etmese de.

Usta hırsızımız muhtemel bir filmler serisinin ilk bölümünde yüzyılların Fransa Kraliyet hazinesini bulmaya çalışıyor. Kılıktan kılığa girerek, âşık olarak, gerçek bildiği yalanlarla yüzleşerek üstelik. 1800'lerin sonunda Fransa, Normandiya bölgesinde geçen film Fransız sinemasını sevenlere; maskeli baloları, kabarık etekleri ve korseleriyle dönemin Fransa'sını cazip bulanlara, polisiye sevenlere, her filmde aşkı arayanlara, macerayı komediyi keyifle seyredenlere, kısacası geniş bir izleyici kitlesine hitap ediyor Arsen Lüpen. Özellikle de benim gibi çocukluğundan beri içten içe Arsen Lüpen sevdalısı olanlara…

Birebir Arsen Lüpen değil belki henüz, Arsen Lüpen'i romanın aslındaki zekâsını çok da derine inmeden gösteren bir uyarlama bu. Perdede genç Arsen'i gördüğünüzde biraz hayal kırıklığı yaşıyorsunuz belki, "benim Arsen'im bu değildi" diyerek, ama filmin ilk yarısı sona ermeden Arsen sizi de hayranlarının arasına katıyor. Arsen'e tıpkı romanlardaki o kadınlar gibi derinden bir ilgi duyuyor ve ona yardım etmek istiyorsunuz yine de… Josephine'in tuzaklarına düşmemesini diliyorsunuz, her kılıç darbesinden ve her kurşun yarasından kazasız belasız kurtulmasını da. Ölümden kurtulmasını, aşkına kavuşmasını, mutlu olmasını istiyorsunuz biraz romantikseniz hâlâ…

Her oyuncunun en az ortalamada bir oyun sergilediğini söylemek yersiz olmaz. Arsen ve Josephine yüksek kalitede oyunlarıyla göz dolduruyorlar. Taraflı olmak istemem ama Beaumagnan'a da dikkat edin derim ben, hırslı bir adamın pes etmezliğinin - biraz da üstünden geçilerek öne çıkarılmış - bir örneğini görebilirsiniz Beaumagnan'da.

Sosyal adaletsizliğe karşı duran, toplumsal vurdumduymazlıkla savaşan; bürokrasiyle ve yaşamla gırgır geçen, tüm zamanların en sevimli ve çapkın kahramanı Arsen Lüpen bu uyarlamada henüz tam anlamıyla göstermiyor kendini, şimdilik sadece nasıl bir adam olduğunun sinyallerini veriyor bu filmde. Beyaz perde Arsen Lüpen ile daha pek çok maceraya atılacak gibi görünüyor. Hanımlar, mücevherlerinizi ve kalbinizi beyler siz de cüzdanlarınızı koruyun. Arsen Lüpen geri döndü!

Melis Mine


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Leyla Ayyıldız

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.869 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Korkuyorum Anne

korkuyorum anne
kırılmaktan korkuyorum
yeni baştan sevip
yeni baştan silmekten korkuyorum

her yenilikte
yinelenmekten
yenilmekten korkuyorum

sormuyorum hiç
değişmek zorunda mısın

değişiyorum

öylesine

her yeniden
yeni bir beden
her yeni yaşamdan
yeni bir yaşam doğuruyorum

korkuyorum anne
senin gibi olamamaktan korkuyorum

sormuyorlar hiç
içindeki ses ne söyler

duymuyorlar anne
içimde yırtınıyor lal

kaç zamanın sürgünü
uzayıp dolanınca boynuma
düşünüyorum
düşlüyorum
yine de
bulamıyorum
çocukken ellerim nasıldı

eziliyorum
eksiliyorum anne

kendimden eksiliyorum

bilmiyorum
çocukken yüzüm nasıldı

sancıdıkça devriliyorum
acıdıkça devleşiyorum

ölmüyorum anne
ölemiyorum

bir rüzgar esiyor
ben sadece savruluyorum

yine de kimseye
kızamıyorum

sormuyorum anne
mutluluğu sormuyorum

güneş yandıkça taçlarımda
utanıyor, kızarıyorum

yine de
kurumuyorum
yineliyorum

doğuruyorum anne
bir tek ömürden
bin ömür doğuruyorum

çoğalıyorum anne

hiç hatırlamıyorum
çocukken kaç kez dövüldüm
kaç kez bölündüm

babam düşünce aklıma anne
kocaman oluyorum

beni sevdin mi baba
hiç sormuyorum

"Yaz yorgunluğunda ürkektir daima gelincik… Bu yüzden taçlarını en narin yelden bile sakınır."

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.hakia.com
Bomba gibi bir arama motoru geliyor. Ve bunun bizler için bir başka önemi daha var. Hakia nın kurucu bir Türk, Dr. Rıza C.Berkan. Diğer arama motorlarından farklı olarak anlam tabanlı bir yapı oluşturuluyor. Örneğin "Yarın hava nasıl olacak?" diye soru sorup anlamlı cevap ve adresler bulacaksınız. Şu anda %40 kapasiteyle çalışıyor. gerçek servise girişi Sonbahar olrak planlanıyor. Eğer başarılı olursa gurur duyacağımız bir olay olacağı muhakka.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060901.asp
ISSN: 1303-8923
1 Eylül 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com