Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.073

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 18 Ekim 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : Geçmiş olsun Efendim!

Merhabalar,

Kızarız mızarız ama iş hastalık olunca akan sular durur. Bildiğim bir hastalıktır ayrıca. O kadar şiddetli olmasa da bazı durumlarda benzer hale ben de gelirim.

Büyük geçmiş olsun Tayyip Bey. Bizleri hayatta tutmanız için önce sizin sağ ve sıhhatli olmanız gerekiyor. Aman dikkat edin. Bir başbakan olarak en azından benden fazla kendinize dikkat etmelisiniz. Bakın sizin başınıza gelen, borsayı düşürdü, korumalarınızın tartışılmasına neden oldu. Allahtan kalp krizi falan geçirmediniz. Arabanın içinde, dışarı çıkıp sizi yalnız bırakan korumalar yüzünden, 10-15 dakika o halde kaldığınızı bir düşünsenize. Aman Allah korumuş. Hem sizi hem de bizi tabi. Tekrar büyük geçmiş olsun.

Ben aslında bugün size şu Chirac'la yaptığınız telefon görüşmesini soracaktım. Sizin dediğinizle biraz rahatlamıştık. Oysa gördük ki durum öyle değilmiş. Chirac ben öyle demedim deyivermiş. Doğrusu sizin hakkınızı da yemek istemem. Ola ki siz doğruyu söylüyorsunuz ama deşifre olduğu için Chirac yan çiziyor. Bu durumda da günü kurtarmak için gafı gene siz yapmış olmuyor musunuz? Neyse bugün sizi fazla yormayalım. Yatın dinlenin. Ben de sabahın köründe arabaya randevu aldım, servise götüreceğim. Dolayısıyla erken yatıp erken kalkmalıyım. Umarım yarın daha iyi olursunuz. Görüşürüz, kendinize dikkat edin, esenkalın efendim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Alper Kutay

 Kahveci : Alper Kutay Erke


  Ertesi Saatler

Buruşuk Kadınlar - OnLine satın alabilirsiniz. Giderken fırtınalar kopuyordu içeride ve ben zoraki tebessümlerle sana sessiz yalanlar söyleme gayretine düşüyordum. Yani hiç acıtmadın beni, o kadar da önemli değil gitmelerin, hatta "iyi ki gidiyorsun" der gibicesine baktım suratına. Bir merhaba ile hoşçakalın arasındaki mesafenin hiç bu kadar kısa olabileceğini düşünmemiştim ve alıştırmamıştım kendimi böylesine bir trajediye...

Sen giderken sadece "seni" götürmüyordun ki yanında ve ardında bıraktığın sadece ben değildim ki! Umutlarımı alıp yerine hayalini, hürriyetimi alıp yerine sana tutsaklığı bırakıyordun.

Kızamıyordum da sana, belki de zoraki tebessümlerimin tek sebebiydi bu ve sensizliğe her adımımda üzülüyordum seni de benim olan heveslerimle üzdüğüm için. Haydi, boş ver, şimdi sensizlikten değil yanı başımızdaki denizin maviliğinden söz edelim, nasılsa bolca vaktim olacak sensizliği düşünmek ve yaşamak için. Şu defterinin sayfalarına çizdiğin gelinliklerden bahset, bembeyaz üniformalar içindeki denizci erlerinden, çocuklardan söz et ve içinde ayrılığa dair bir tek kelimenin bile geçmediği cümlelerle sahte tebessümlerime yardım et...

Giderken fırtınalar kopuyordu içeride ve ben meydan okuma gayretine düşüyordum tek başıma sensizliğe. Biliyordum yokluğunun çeyrek saat ertesinde sulanacaktı gözlerim ve suç sigaramın dumanının üzerinde kalacaktı. Yarım saat sonrası son konuştuklarımızı anımsayacak ve kelime kelime tekrarlayacaktım. Kırkbeş dakika ertesi cep telefonumun açık olup olmadığını kontrol etme bahanesiyle bir cevapsız çağrı arayacaktım ekranında. Bir saat sonrası "sen" belirecektin gözlerimin önünde ve öylece donup kalacaktım...

Sensizliğin bir saat onbeş dakika sonrasında agresifleşip bir kaç dostun hatırını kıracak, "akşam buluşuyor muyuz?" diyen bir arkadaşa nezaketsizce "hayır" cevabı verecektim. Birbuçuk saat sonra seninle ayrıldığımız yere yeniden dönmek isteyecek fakat o gücü kendimde bulamayacaktım. Saatler ilerledikçe işleyecekti sensizlik içime ve her tik tak sesi saatin beynime bir balyoz olacaktı indirilen...

Sensizliğin bir saat kırkbeş dakika sonrasında seni anımsatacak ne kadar nesne varsa etrafta bir bir dökecektim ortalığa, senin kalıntılarını toplamaya çalışacak, beceremeyecektim. İki saat sonra kendimi bir çocuk gibi azarlayacak, sıtma nöbetlerine tutulmuş gibi titremelere bırakacaktım kendimi...

Giderken fırtınalar kopuyordu içeride ve ben tıpkı sana olduğu gibi kendime yalanlar söyleme gayreti içerisine düşüyordum. Zaten hiçbir zaman sevmemiştim ki seni, zaten alışıktım bu tür vedalara ve bir fırtına değil hafif bir yaz yeli esiyordu içerimde... Hoş kolay değildi insanın kendini kandırabilmesi ve en az seni unutabilmek kadar zordu bu kördüğüm. Biliyordum sensizliğin üç saat ertesinde bana seni soranlara ne cevap vereceğimi düşünmeye başlayacak, bir türlü dilim varamayacaktı gittiğini söylemeye...

Adım adım yaklaşırken sensizliğe doğru, bana "ne düşündüğümü" sorduğunda bunları düşünüyordum işte. Oysa sana alakasız şeyler söylüyordum, hedeflerimden bahsediyor, sen olmadan hayatıma nasıl yön vereceğimi anlatıyordum, oysa ki bunlar değildi o an ki düşündüklerim, ben yokluğunun ertesi günlerde değil, yokluğun ertesi saatlerinde kayboluyordum ve belki küçücük bir ihtimalde de olsa bana döneceğin günlerin hayalini kuruyordum...

Alper Kutay Erke


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Barış Güvercini : Banu Kurtis Chouard


  ÖNSÖZ

Çocukluğumun ilk yılları, bahçesi çeşitli ağaçlar ve çiçeklerle dolu bir evde geçti. Bu nedenle de hep çok şanslı bir çocuk olduğumu düşünürüm. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen, canımın istediği anda bahçemizdeki ağaçların her birinin en ufak ayrıntısını bile hâlâ gözümde canlandırabildiğime göre, sanırım bu bahçeden ve çiçeklerden ne denli etkilenmiş olduğumu ayrıca anlatmama gerek yoktur.

Dallarında uyuduğum çam ağaçlarının, kışın o sert rüzgarları ile çıkardığı korkunç uğultuları da hâlâ kulaklarımdadır. Her biri ile tek tek konuştuğum, meyvelerini yediğim, zehirlendiğim, üzerinden düşüp bayıldıktan sonra kendime geldiğimde tekrar tırmanmaya çalıştığım ağaçların çiçeklerini hayranlıkla seyreder, gözüme kestirdiklerimi koparıp konu komşuya armağan etmek için değişik demetler yapardım. Annemin sık sık; "çiçekleri koparma!" diye bağırmasından, evdeki papağan bile ilk olarak; "çiçekleri koparma" demeyi öğrenmişti... Tüm ikazlara rağmen çiçeklere ve dallara biçim vermenin zevkine bilinçsizce de olsa, ta o günlerde varmış olmalıyım.

İlkokula devam ettiğim yıllarda Bostancı'dan Şişli'ye taşınınca, adeta dünyaya küsmüştüm. Nedenini tam çıkaramıyorum ama annemin; "Bahçeli evden apartmana taşındıktan sonra çocuğun huyu değişti'' dediğini hatırlıyorum.

Apartman hayatı korkunç bir baskıydı. Sokakta oynamak mümkündü ama kız çocukları için pek de elverişli sayılmazdı. Bir süre sonra okulla, ev arasındaki parka dadanmıştım. Sabahları evden erken çıkıp parkta dolaşarak, bir-iki çiçek aşırıp öğretmenime götürürdüm. Bu oyun da uzun sürmedi; çiçeklerin kaynağını anlayan öğretmenim beni epeyce haşladı.

Bir zaman ellerim arkamda bağlı dolaştıktan sonra, Feriköy'de oturan bir arkadaşıma giderken önünden geçtiğim mezarlık içimi hoplattı. Bu kez de mezarlığa dadandım. Orta okulun sonuna kadar, haftada üç-dört kez, ömürlerini tüketmiş insanların mezarlarındaki ağaç ve çiçeklerle oyalanmayı alışkanlık haline getirmiştim.

Kardeşlerimin hepsi yabancı okullarda okuyorlardı. Annem beni de bu okullardan birine yerleştirmeyi çok istedi ama ben, giriş imtihanlarındaki kağıtlara çiçek resimleri çizerek vakit doldururdum. Okulun kapısında çıkışımı bekleyen anneme, her defasında imtihan nasıl geçti diye sorduğunda; "çok iyi geçti" yalanını da rahatlıkla söylerdim. Doğaya olan düşkünlüğümden hep "aklı bir karış havada bu kızın'' diye şikayet edilirdi.

Bin bir dereden su getirerek sonunda sanat lisesine devam etmeyi aileme kabullendirdim. Hiç tereddütsüz, okulun süsleme ve çiçek dalını seçtim. Bir gün, yanımda oturan arkadaşım sınıfa bir takvim getirmiş ve ders esnasında bu takvime bakıyordu. Son derece ilgimi çektiği için elinden kapıverdim. Bunu fark eden öğretmen, takvimle birlikte beni sınıftan atıverdi. Ama bu bana hayatımda verilen en güzel ceza idi. Okulun bahçesinin bir kenarına büzülüp hayranlıkla yapraklarını defalarca çevirerek seyrine doyamadığım takvimin üzerindeki İngilizce yazıları okuyamıyordum. Tek sökebildiğim:

"IKEBANA OKULU - SOGETSU, TOKYO" olmuştu.

Bir-iki dal ve çiçekle yapılmış bu buketlerin sadelikleri, uyumları, renkleri, çocukluğumdan beri sorduğum sorunun sanki bana cevabini veriyordu. İçimden günlerce "Ikebana"nın ne olabileceğini, bu sanatı nasıl öğrenebileceğimi düşündüm. Bilgi alabilmek için Japon Konsolosluğu'na gittim. Japonya'da birçok okulu olduğunu, hatta Avrupa'da da okullar bulunduğunu öğrendim. Okulumun son yılında, Ikebana öğrenme isteğimi bir sır olmaktan çıkarıp bu amaçla, Japonya çok uzak olduğu için, Avrupa'ya gitmek istediğimi çevremde duyurmaya başladım. Okulum biter bitmez de Belçika'da, Brüksel'e yerleştim.

Brüksel'deki ilk iki-üç yılım, ayakta kalabilmek için bürokratik engel ve geçim mücadeleleri ile geçti. Süsleme dalında çalışmaya başlamış, bir yandan da güzel sanatlar akademisine devam ederek, hem de lisan öğrenmiştim ama henüz Ikebana ile tanışamamıştım.

Dördüncü yılda, bir çiçekçide çalışmayı kafama koyup yer süpürerek işe başladım. Bir yandan da Ikebana okulu aramaya koyuldum. Yıllık ananevi Belçika çiçek sergisini gezerken rastladığım bir Ikebana standına da yer verilmişti. Standın yetkilisi, okullarının Japonya'da, (Tokyo'da) olduğunu ama okulun en kıdemli öğretmenlerinden birinin Katolik dinine geçerek rahibe olduğunu ve Brugge şehrindeki bir Karmelite ders verdiğini anlattı.

Karmelitler Manastırı, XVI. Yüzyıl'dan kalma, kanalın bir ucunda, küçücük kilisesiyle kocaman bir bahçe içersinde, sade görünüşlü bir yerdi. İlk kez kapı tokmağı ile iki kere vurduğumda, kalbim bin kere atıyordu...

* * *

Kapıyı açan yaşlı rahibeyi, buz gibi soğuk koridorlardan geçerek takip edip birlikte dershaneye vardık. Oldukça iç açıcı dershanenin içinde, ahşap bir merdiveninin altına envai çeşit dallar yerleştirilmişti. Kapakları açık, duvarı boydan boya kaplayan bir dolabın içinde de değişik biçimlerde vazolar sıralanmıştı. Ortada, çevresinde on kişinin rahatlıkla yer alabileceği bir masa, etrafında küçük tabureler ve karşı duvarda kocaman bir kara tahta vardı. Tertemiz, bembeyaz iki yan duvara da iki Japon panosu asılmıştı. O gün sınıfta sadece dört kişi vardı ve hepsi de üstadın en eski, en kıdemli öğrencileri idi.

Üstadımın dershaneye girdiğindeki ilk izlenimim, onun ufacık tefecik olduğuydu. Üzerinde, kahverengi uzun rahibe kisvesi, başındaki arkadan tutturulmuş eşarbına rağmen yüzü, tam bir Japon'du. Şimdiki adıyla, Rahibe Marie-Therese…

Güler yüzlü, cana yakın üstadım, o günkü derse hemen katılmamı istedi. Malzemeleri kendisi seçip önüme koydu. Doğrusu o gün, yılların özleminden sonra nihayet kendimi Ikebana dershanesinde bir üstadın karşısında bulmamın heyecanıyla olsa gerek, Ikebana'nın en eski çiçek düzenlemesi "RIKKA" ile yabani gül düzenlenmesini, diğer öğrencilere baka baka tamamlamaya çalıştım. Dersin sonunda üstat benimle kısa bir görüşme yaptı; ertesi haftadan itibaren Ikebana'nin, "Moribana" düzenlemesi ile derslere başlayabileceğimi belirtti.

İlk oniki dersten sonra, artık haftada üç kez Brugge'e gidip gelmeye başladım. Yüz kilometrelik tren yolculuklarımda, manastırdan aç gözlülükle alıp eve taşıdığım dal ve çiçeklerden, trenin daracık koridorlarından ezile büzüle geçmeye çalışırken çizilen kol ve bacaklarına, kaçan çoraplarına kızamayan insanlara hayret ediyordum. Doğanın, böyle kopuk dallar biçiminde bile olsa, insanlar üzerindeki yumuşatıcı etkisi miydi bu?..

Dersler ilerledikçe devamlı kafamı kurcalayan bir soruya takılıyordum. Tatbiki derslerin teknik sorunları haricinde üstadım pek konuşmuyordu. Derslerin bu kadar sessiz geçmesinin sebebi ne olabilirdi? Budizmin Ikebana üzerindeki büyük etkisine karşılık üstadımızın din değiştirmesi, Budizm felsefesinden söz etmesine engel olabilir miydi? Bir gün dayanamayıp kendisine sordum. Sorumu gözleri ışıldayarak dinledikten sonra bir kahkaha atıp;

- Hayatta en güzel şey özgürlüktür. Hayatımın gerisi de benim, ilerisi de... içimde çatışma yok,

dedi ve dördüncü seneden sonra konuşacağını da ilave etti.

Zamanla, uzak-doğu kültürünün bilgiye olduğu kadar sezgiye de önem verdiğini kavradıkça, herhangi bir açıklama veya talimat verilmeden ve neredeyse tek kelime konuşmadan geçen bu başlangıç derslerinin kıymetini de daha iyi anlar oldum. Önemli olan bilgiyi konuşarak ve bir takım sözcükler aracılığıyla değil, sessizlik içinde gözlerle anlaşarak, doğrudan doğruya aktarmaktı. Böylece kişi dogmalara, kalıplara saplanmak tehlikesinden kurtuluyor, güç konularda ezberciliğe kapılarak, anlamadan anladığını sanma tuzağına düşmüyordu.

Üstadımın gözünden de hiçbir şey kaçmıyordu. Her öğrencinin çalışmasını yakından izliyor; kimin üç daldan beş dala, beşten yediye, yediden dokuza geçerek daha geniş bir kompozisyon özgürlüğüne kavuşmasına nerede izin verebileceğini çok iyi biliyordu.

Altıncı senenin sonunda, eğer arzu edersem kendime özgü bir program hazırlayıp Ikebana'ya başlangıç dersleri verebileceğimi, pratik yönden bana son derece yararlı olacağını söyledi. Bu konuda biraz tereddütlüydüm. Buna sebep de, ders vermenin teknik yönünden ziyade, Ikebana'nın tarihinin arkasında gizlenen gerçek anlamını henüz kavrayamamış olmamdı. Bilgi yönünden de yetersiz kalmamak için bir hayli literatür karıştırmaya başladım. Konu, Japonya'dan çıkarak Kore'ye, oradan Çin'e ve Orta Asya'ya kadar dayanıyordu. Yavaş yavaş kütüphanem büyüyor, öğrencilerimin sayıları da gittikçe artıyordu. Evim, küçük bir Japon evi olmuş, dershanem tamamen Ikebana'nın havasına girmişti. Bir süre sonra öğrencilerimin çalışmalarından, üstadımın beni yalnız çiçeklerle değil, çiçekler aracılığıyla insan ruhu ile de karşı karşıya getirmeyi ve bu uğraşının psikolojik yararlarını da görebilmemi sağlamak istediğini sezmiştim.

Ikebana'nın klasik buketlerini çalıştığımız bir günde üstadım beni dersten sonra yine alıkoydu. Çay odasında, artık diploma almaya hak kazandığımı, Tokyo'dan pek yakında göndereceklerini bildirdi. Diploma töreni onuruna önce bir çay merasimi düzenleyeceğini ve kendime bir kimono edinmem gerektiğini de sözlerine ekledi.

Merasim günü, Karmelitler manastırı gözümde iyice büyümeye başlamıştı. Japonya'daki Budist mabedinden gelecek olan diplomayı, Katolik manastırında alacaktım. Üstadım büyük bir itina ile kimonomu giydirdikten sonra beni sınıfımıza götürdü. Sınıf, tipik bir çay merasimi odası haline gelmişti. Davetliler kenarlara oturmuştu. Derken, kapı açıldı ve içeri kimono giymiş üç hanım girdi. Dikkatli bakınca, bu hanımlardan birinin üstadım olduğunu fark edebildim. Gözlerime inanamıyordum. Yıllardır karşımda rahibe giysileri ile görmeye alıştığım üstadımı kimonosunun içinde, başına geçirdiği Japon perukası ile ilk kez tam anlamıyla geleneksel bir Japon üstat olarak görüyordum... Üstadım, onuruma hazırladığı çay merasiminin ilk çay tasını bana sundu. Tadı çok acı ve buruk olan bu çayı tarifsiz bir zevkle yudumladım. Manastırın baş rahibesi, Japonya'dan gelen diplomamı bana teslim etti.

Her şey umduğumdan çok daha iyi gitmekteydi. Yıllarca süren çabalarıma değerdi beni neyin mutlu ettiğini keşfetmek. Bu mutluluğu yudum yudum tatmak ve yaşamak kadar güzel bir şey olamazdı. Bu arada ilk çalıştığım çiçekçi dükkanından ayrılmış, Belçika Kraliyet Ailesi'nin özel çiçekçisi olmuştum. Taban tabana zıt sayılan bu iki çiçekçilik dalını biri birine karıştırmadan rahatça yürütebiliyordum. Çiçekleri yerleştiriyorum derken, farkına bile varmadan, arzu ettiğim yere kendimi yerleştiriyordum.

Yıllar boyu Ikebana'yi inceledim. Ikebana'nin belki de en zor yanı, öğrendiklerimizi, duygularımızı dile getirebilmek. Sükunet içinde oturup ruhunuz, gözleriniz ve ellerinizle yapmanız gerekeni masa başında kağıda dökmek belki de olanaksız. Manevi yönden bir şeylerin hep eksik kaldığını ve tüm çabalarınıza rağmen boşluğu dolduramadığınızı görüyorsunuz. Dünyadaki pek çok Ikebana üstadının kitaplarında genel olarak sadece teknik bilgilerin ve resimlerin yer almış olması herhalde bundan ileri geliyor. Ikebana hakkında bir kitap hazırlamaya karar verdiğimde, arkasında saklı olan felsefesine de değinerek bu boşluğu bir nebze olsun doldurmak ümidiyle, kendi ideolojimi de içine katmaya çalıştım. Kendi duygu dünyamı zenginleştirdiğini bizzat gördüğüm bu sanatın anlamını verebilmemde kolaylık sağlar diye düşündüm.

* * *

Bu düşüncemi beslemek için de Zen sanatlarını ve Budizm'i içeren bir çok kitaplar okudum. Hatta sayıları binlerce olan Japon tarikatlarının bir kaç tanesinin içine de katılıp daha yakından inceledim. Japonya, kafamda epey yer etmişti. Gidip görmeli ve bir sürede oradaki okulumda yaşamalı idim. Ama Japonya'ya gitmeyi planlarken, özel sebeplerden dolayı bir dönem mecburi olarak Türkiye'ye dönüş yapmam gerekti. İstanbul'da bir çiçekçide çalışmayı düşünürken, Fransız hava yollarında bir mevsimlik iş bulunca, hayallerim yeniden genişlemeye başladı; öyle ya, Japonya'ya gidebilmenin en ekonomik yolu bu olmalıydı...

Her güzel sanatlar dalında olduğu gibi Japon çiçek sanatında da eserler halka sergilerle tanıtılır. Ancak Japon çiçek sanatı bazı farklılıklar gözetir. Bunlardan ilki, Ikebana'nın kazanç amacı gütmemesidir. Yapılan buketler taşınmaz kabul edilir. Kalıcı değillerdir ve satılmaz.

Ikebana sergileyen bir okulun giderlerini karşılayabilmek için öğreticisi, sergiye tüm maddi gücünü kullanarak katılırken, öğrencileri de aralarında bir miktar para toplayarak katkıda bulunurlar. Öğreticinin sergiden bekleyeceği yegâne kazancı, okuluna katılacak yeni öğrencilerdir. Ben de Ikebana'dan geçimimi sağlamanın zor olacağını kabullenerek, İstanbul'dan Brüksel'e döndükten sonra da havacılık mesleğini bir iş, Ikebana'yı ise artık bir "hobi" olarak devam ettirmeye karar verdim.

Bir yıl aradan sonra Japonya'ya, Tokyo'daki okuluma giderken, "Katolik manastırından sonra, Budist mabedine..." diye düşündüm. Okulumun adı; "SESSHU-RYU", XVI. Yüzyıldan kalma bir Budist manastırı idi. Manastırın çay merasimi ve Ikebana'ya ayrılmış bölümleri hayli büyüktü. Onuruma hazırlanan çay merasimi için bir kaç Japon hanım, el çabukluğu ile kimonomu giydirdiler. Merasimde nasıl hareket edeceğimi anlattılar. Heyecandan çok, eskiden hiç hissetmediğim bir resmiyet duygusunun verdiği korkuya kapılmaktan kendimi alamıyordum. Çay odasına girdiğimizde, her yaştan ve sayıları yetmişi aşkın, güler yüzlü öğrenciler ayağa kalkarak bizi selamladılar. Ben de Japon usulü eğilip onları selamlayarak, üstadımın annesinin yanındaki yerimi aldım. Derin bir sükunet ve sessizliğin hakim olduğu salonda bir an gözlerim "tokonoma"ya yerleştirilmiş Ikebana buketine takıldı; en sevdiğim çam dalları ve en sevdiğim mavi dağ lâleleri ile orada duran buket, aynen beni yansıtıyordu...

Büyük bir ciddiyet içinde çay merasimi kurallarına uyularak geçen dakikalarda hiçbir şey düşünmeden, sadece o anı yaşadım. Merasimin sonunda baş üstat, öğrencilere beni tanıtan bir konuşma yaptı. Japonca unvanıma verilen "MONJIN FUSHU-KEN" adımı duyurdu. Daha sonra ben de okuluma bağlılığımı ve inancımı belirten konuşmamda; Tokyo'ya sık sık gelerek, yine derslere katılacağımı bildirip, herkese teşekkürlerimi sundum. Baş üstadın bana hediye ettiği paha biçilmez çay kutusu ile, benim ve diğer öğrencilerle aramızdaki karınca kararınca hediye dağıtımının ardından tören sona erdi. Manastırın çıkış kapısında merasim tokyolarımı çıkarıp sokak tokyolarımı giydim, son bir kez daha vedalaşmak için geri dönüp baktığımda, üstatların ve öğrencilerin hep bir ağızdan çıkan "SAYANORA" sedası, bugün dahi hâlâ kulaklarımda çınlar...

Beni Brüksel'e geri götüren uçakta içim sonu gelmez bir coşkuyla doluydu. O ana kadar Ikebana'dan öğrendiklerimi bende mutlaka başkalarına öğretip, aktarmalıydım. Ikebana derslerini artık bir sergi hazırlığı için geliştirirken, Japon Sefareti'nden bir mektup aldım. Brüksel'de, "Günümüzde Japon Sanatları" adı altında sergi düzenleyeceklerini, uç sanatçılardan üç katılımcının Japonya'dan geleceğini, Ikebana için de beni seçtiklerini yazıyordu. Doğrusu, önce katılmaya yanaşmadım. Üstadım beni cesaretlendirip çok destekleyince sonradan kabul ettim. Serginin başarı ile sonuçlanması üzerine de okulumun tüm ekibini Türkiye'ye götürüp İstanbul'da da bir sergi açmayı göze aldım.

İstanbul'da gerçekleştirdiğim bu sergimin açılışına bir kaç dakika kala gözüm, ziyaretçilere yazdığım mesajıma ilişti:

"Doğa ile alış-verişin zevkini, daha çocukluğumun ilk yıllarında tatmıştım. Ikebana ile uğraştıkça bu zevk, bilinçli bir yaşam sevincine dönüştü. Uzun yıllarımı Ikebana'ya verdikten sonra bugün çiçek sanatını vazgeçemeyeceğim bir parçam olarak görüyor ve kabul ediyorum. İnsanoğlunun ezelden ebede giden sonsuzluk içinde yalnız doğulup yalnız ölündüğünü düşünenlere ise Ikebana'yı, bizi hem derinlerdeki iç benliğimizle, hem de sonsuz, ölümsüz ve gizemli evrenle birleştiren hayati bir bağ olarak tanımlayabilirim.

Bugün, bir avuç öğrencimle birlikte hazırladığımız Ikebana çalışmalarımızı, sadelik ve içtenlikle sizlere sunmak amacı ile karşınızdayız. Hepimiz değişik meslek sahipleriyiz. Yorgun zihinlerimizi dinlendirmenin yanı sıra, günlük yaşamın hoyrat ortamında itilip kakılan ruhlarımızı da dinlendirmek için bir araya geldik ve hiçbir maddi kazanç beklemeden sergimizi hazırladık. İnsanoğlunu yalnızlık duygusundan kurtaran, ruhunu doyuran yolun, doğanın güzelliğini ve zenginliğini sadelik içinde ifade etmek olduğunu göstermeye çalıştık. Duygularımızı, bu soylu sanat yoluyla somutlaştırıyoruz.

Bin bir yılı aşkın geçmişine rağmen sonsuz bir hayatiyet örneği veren Ikebana çiçek sanatı, kaynağındaki felsefi düşünceleri körü körüne kabullenmemizi istemez bizden; tam tersine, kendi varlığımızdakileri tartıp değerlendirmemizi, güçlendirmemizi sağlar. Bu nedenledir ki insanoğlunun bugün Ikebana'ya her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır...

Mutluyuz, çünkü bizler duygularımızı doğanın en güzel, en zengin unsurları olan çiçeklerle dile getirme şansına sahibiz.

Tanrı'dan, tüm benliğimle, ömrüm yettiğince beni arkamda bırakabileceğim böyle mesajlardan yoksun bırakmamasını dilerim..."


Banu Kurtis Chouard
PARİS


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Temirağa Demir


Bütün bir yarımlık…

Neresini tutsan bir nakil gerekli, ki organlarını bağışlayanlar genelde organları onarılamayanlardır ve zamana vurursak öldükten sonra olur bu zoraki bağışlamalar…
Susanlar bazen kabul ettiklerinden susmazlar, sessizlikler bazen bir çok çığlık taşır her saniye susuşta…
Geçici bir kalıcılık bu biliyorum…Yani sanki yaşanmış tüm güzelliklerin bedeli ödetilecekmiş gibi, az sonra bu iç sancı ile beraber yeni bir ızdırap doğacakmış gibi…
Bu ara doğan, sancıdan, iştahlar kaçıran tüm her şey sanki bir başka bebeğin kundağında gizli…
Hala ağlıyorlar doğarken tıpkı siz gibi…
Ama gördüklerinden değil, bebekler kör doğarmış, büyüyünce de hala bir çok şeyi göremeyenler var elbet. Bakıyor ama maalesef, bir türlü göremiyor…
Bebekler ağlıyor, benim bağırasım var…
Suskunluğum fırtına öncesi değildir, fırtınanın bizzat yaşandığı bir zaman dilimidir…
İlk kez mutlu etmedi yağan yağmur bilmiyorum yoldaş sen gittikten sonra bende kalmadım. Memleket hasreti gibi bu geberesice…
Tırnaklarımı parçaladım yine, etrafındaki tüm etleri yedim, kanattım geçen gece…
Üç tane ızdırap doğurdum tek başıma… lanet olası ebe kaçtı gitti… “Izdırabın ebesine çok söverler ” dedi. Sıcak suyu bitmiş, ateşi varmış, eşi bekliyormuş gibi bir sürü bahane uydurdu…
Kızdı tırnaklarımı parçaladım dedi. Etlerini de yemiş…
Anlattı…
Çok eksiğim, sanki memleketi istila edilmiş ve askeri olmayan ve savaşmamaya yeminli bir kumandan gibiyim. Yalnız kurşun sesi gelsin istiyorum…
Susunca çok şey anlatılır aslında…
Ama çok konuşur insanlar, bazıları bu susma halinden habersiz kalır…
Konuşmayı bilmediğini zannederler…
Zamanların karmaşıklaştığı ve bir türlü okurken toparlayamadığınız romanlar gibidir sessizlik… Ne düşündüğünü anlamaya çalışırsınız…
Genelde sevgisini kulak memesi yumuşaklığında yoğurabilenler becerebilirler, hırçınlaşmadan sessiz kalmayı, köpek gibi saldırmamayı kendi acısını kendi öğütmeyi…
Sessiz kaldı, bağırarak…
Kabullenmedi ama susmalıydı… Hırçınlığı yıkardı tüm her şeyi, ses etmedi kendi acısını öğütmek için iki taş arasına koydu ızdıraplarını yani yeni doğurduğu çocuklarını…
Ebe defoldu gitti… yoksa önce kafasını çıkaracaktık rahminden, ama ters geldi bebe, tüm terslikler yetmezmiş gibi oda ters geldi…
Eliyle tuttu bebeğin ayaklarını parmağını rahmine sokup çıkardı…
Sonra baktı, lousa halini düşündü, umursamadı, doğan bebeğin kırmızı kafasını gördü. Ses etmedi. Ben dört damla yaşını saydım. Her birine kendi içimde manalar yükledim…
Bebek ağladı o ağladı…
Bu ağlama halinde en küçük bir ses bile duymadım sadece yanağından yaşlar süzüldü…
Bebek dile gelmedi. Dile gelmesini bekledi dalkavuk büyücüler…
Adını ızdırap koydu anası… hiç emzirmedi… sütü yoktu. Babası da yoktu. Zaten hiç olmamıştı. Yani bir çocuğun doğması için gerekli fiziki şartların hiç biri gerçekleşmemişti…
Ama o doğurdu. Ters geldi rahminden, tüm her şey gibi ters…
Konuşmayı öğretmedi. Susmayı öğretti…
Gelmişse başım üstüne dedi. Kızmadı, kürtajlarda para karşılığı aldırmadı kimi duygulu kimi yeminli Hipokratlara…
Yanarken de ses etmedi…
Izdırap doğurdu. Ayrılıktan doğdu, sancısını görseniz sancılanırdınız…
Ramazan ayında oruç tutturdu süt vermedi…
Sevaptır dedi…
Ebe gitti çirkef kadın, kocası beş dakka beklese ölecekti sanki ama gitti, bir sürü bahane uydurdu…
Izdırap ters doğdu, şimdi korkuyor, doğumu gibi ters gider mi her şey diye…?
Evinde kırmızı leğenin içine sıcak suyu sobanın üstündeki güğümden boşaltarak. Kendi bildiği sureleri okuyarak doğurdu…
İlk ezanı kulağına kendi okudu. Hatta şaşırdı iki yerde. Yarım yamalak dini bilgisini toparladı yeniden denedi. Sonra yatsı okundu. Hocayı dinledi doğruluğunu teyit etti…
Sonra bastı göğsüne büyütmek için, ter kokusunu melek gibi kokan doğurduğuna sindirmek için iyice sıktı tenini…
Doğdu işte “ızdırap” adına bakmayın sevimli bir şey…
Dişli doğdu…
Bu dişliyi siz nasıl anlarsanız öyle yorumlayın…

Temirağa Demir
temiraga@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

  Kahveci : Haluk İlhan


Bir Aşk Hikayesi

Bu orta yaşlarına gelmiş bir adamla, genç bir kızın birlikteliğinin ve ayrılışının hikayesi. Orta yaşlı adamın belki de hayatında yaşadığı en güzel ilişki. Belki hayatında hiç bir kadın, bir daha onu bu genç kız kadar sevmeyecekti... Nasıl başlamıştı... Adam yazılar yazardı, kadın-erkek ilişkileri hakkında, sonra bu yazılarını mail grubundaki arkadaşlarıyla paylaşırdı. Adam boşanalı üç sene olmuştu, bu üç sene içinde oldukça hızlı ve hareketli bir yaşamı olmuştu. Interneti arkadaş bulma yolunda kullansa da hayatına giren çıkan insanlar oldukça fazlaydı. Bir zamanlar hayatına giren bir kadın vardı, bir de onun kankası. Ama iki arkadaş konuşmuyorlardı.

Adam hep bu kızın kankasının hikayelerini dinlerdi, resmini görmüştü sadece. Adamın kadınla ilişkisi çok yürümedi ama arkadaş kaldılar ve bu arada arkadaşı ile kankası da barıştı. Bir kaç zaman sonra bir görüşmede orta yaşlı adam kankayla ve sevgilisi ile de tanıştı. Hoş bir çifttiler. Aradan zaman geçti, tesadüfen bir mailde karşı karşıya geldiler. Adam yazılarını genç kıza da göndermeye başladı, kız da yazılar üzerine yorumlar yapmaya başladı, o da sevgilisinden ayrılmıştı, artık ilişkilerin de dikkat etmesi gereken noktaları paylaşıyordu adamla.

Önce yazılar üzerine yorumlar derken, mailleşmeye başladılar, günde bir mailden, günde ortalama sekiz-on maile kadar çıkmaya başladılar. Ne bir telefon görüşmesi, ne bir buluşma önerisi yapıldı. Birbirlerine yarım saatlik mesafede işyerleri olan bu iki insan, iki haftadan uzun bir süre sadece mailleşti. Sonra görüşme isteği arttı, adam görüşme talep etti, genç kız tatile çıktığını, tatilden sonra görüşebileceklerini yazdı ve telefonunu verdi. Kız tatile gitti, adam ile genç kız tatilde her gün konuştu. Mailler yerini telefona bırakmıştı ve tatil dönüşü, buluşacakları günü kararlaştırdılar, tarih 30 Haziran 2003'tü. 30 Haziran 2003 gecesi, ilk kez aynı masada oturdular, yemek yediler, saatlerce sohbet ettiler ve gecesinde seviştiler. Büyük bir tutkuyla ve heyecanla. Genç kız o gece adamda kaldı.

Adam kendine göre kuralları olan biriydi, ciddi ilişki istemiyordu, kadınlara karşı güvensizdi, yazılarında, sohbetlerinde bundan bahsetmişti. Genç kız çok rahat dı, ben seni yaşamak istiyorum diyordu, bakarsın senden önce ben sıkılırım ve devam etmem diyordu. Adam için güzel bir teklifti. Yaşamaya başladılar, adam söz verdiği gibi net yaşamından çıktı, çünkü hayatında ilk defa nete hiç bulaşmamış, net sohbetleri yapmamış, bunu da hiç uygun bulmayan birisiyle beraberdi. Onu tanıdıkça şaşırdı, şaşırdıkça tanımak istedi.

On gün, bir ay derken, zaman harika geçmeye başladı her ikisi içinde, yaz tatili, yurt dışı tatili derken, her ikisi de yaşamdan ve birbirlerinden aldıkları keyfi yaşadılar. Müsait olabildikleri her an beraber oldular, adam çocuklaştı, kız olgunlaştı, bir çok noktada farklı düşünmelerine rağmen, konuşarak aştılar, hep güvendiler birbirlerine ve hiç yalan söylemediler. İlişki sekiz aydan fazla sürdü.

Günlerden bir gün hiç beklenmeyen bir anda, beklenmeyen bir şekilde ilişkiyi bitirmek zorunda kaldılar. Bittiğini bile birbirlerine bir restoranda karşılıklı ağlayarak anlattılar. Bitenin sevgi olmadığını her ikisi de biliyordu. Ancak bitenin ne olduğunu adam anlatmak zorluk çekti, genç kız ise anlamakta. Yürümedi ve o gece bitirdiler.

Arkadaş kalmaya çalıştılar, adam hayatında ilk defa birisiyle arkadaş kalamadı, ona armağan ettiği şarkı aslında adamın genç kıza olan duygularını yansıtan bir şarkıydı "Bu gece son, biraz sonra, bu kapıdan çıkıp gideceksin / iyi bak kendine, ne olur gözün arkada kalmasın, uzun uzun seneler var önünde, gün gelir, sevgilim, acıya alışırsın". evet, genç kızın önünde seneler vardı daha yaşanması gereken......

Sevgilerimle,

Haluk İlhan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 7.297 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


YARA BIÇAKTAN DEĞİL

Bıçak yarası değil
Keskin olan, acının acımasızlığı
Çocukluğum duyuyor musun?

İkinci el bir pahalı akşamda
Kadeh tokuşturdu kadınlar, adamlar
Ben yara aldım, çocukluğumdan…
Aldırmadılar

Defolu büyüklüğüm
Yetmiyor zaman
Çözemediklerin birikti masada
Şimdi, hangi yana çevireceksin yüzünü
Masandaki eksik evrakları kim tamamlar
Kim acıya zula ettiğin sessizlikleri duyar
Tarih mi yargılayacak sanıyorsun eksiklerini



Pahalı akşam
İhtişamlı sofra
Yalan gülümseyiş
Bunlar değildi beklediğim

Oy havar!

Seni özlüyorum es
ki sevmelerim
Yarım, mikroplu şekerim
Çocukluğum duyuyor musun
Duyuyor musun bez bebeğim
Meyve lekelerim?..
Aşınmış sokak terliklerim?..

Masada dünyayı kurtarıyordu birileri

Ben çocukluğumu yitiriyorken
Onlar kadeh kaldırdı

Anlamadı…

Sen anlarsın çocukluğum
Seslen büyükbabama, akşam olacak
Meraklanır annem
Gelip sana getirsinler beni birazdan
Yoksa, dünya kurtarılmış bu kadehli masada
Ben büyük olma yetimi sandalye bacağına asıp
Sana kaçacağım
…..

Sarahatun Demir

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://tarkanikizler.wordpress.com/
Sevgili yazarlarımızdan Tarkan İkizler oluşturduğu blog'a öykü ve denemelerini yerleştirdi. Hepsini toplu olarak bulmak isteyen kahvecilere duyurulur.

Sudoku... Meraklıları için nerede web portalı tarafından sunulan sudoku bulmaca platformu. http://www.nerede.com/sudoku/ kısayoluna tıkladığınızda bulmaca karşınızda. Ayrıca oynamakta olduğunuz bulmacayı kaldığınız yerden devam etmek için saklama özelliği de var.

Divx hakkında merak ettiğiniz her türlü açıklamaları ve kullanabileceğiniz uygulama programlarını bulabileceğiniz iyi bir kaynak. http://www.divxforever.net/ Ayrıca divx filmleri ve filmler için altyazılar da bu kaynakta mevcut. Üyelik gerektiriyor.

Spor konusunda merak ettiğiniz her şey için http://www.superspor.com Sadece futbol değil, tüm spor dalları için bu web sayfasını kaynak olarak kullanabilirsiniz. Tv'de bugün sayfasında ise, televizyon ekranlarından spor adına izleyebileceklerinizi saati ve kanalı ile listelenmiş olarak takip edebilirsiniz.

Amatör yada profesyonel fotoğraflarınızı saklayabileceğiniz ve hatta paylaşabileceğiniz bir web sayfası. http://www.flickr.com/ İsterseniz sakladığınız resimleri slayt show şeklinde de sunum yapabiliyorsunuz. Resimlere bakmak serbest ama kendi resimlerinizi yüklemek için üye olmanız gerekiyor.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20061018.asp
ISSN: 1303-8923
18 Ekim 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com