Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.075

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 20 Ekim 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : İYİ BAYRAMLAR!

Merhabalar,

Bir koca mübarek ayı daha bitirdik hayırlısıyla. Bayram tatilinin de eğrisi doğrusuna geldi, artık koca bir tatil cepte. Hoş, sayın büyüklerimiz aradaki iki günü resmi tatile katmasa da, memurumuz, çalışanımız işini bilir mutlaka. Bu tür tatiller çalışanlar için iyi olsa da işverenler için birer kabus oluyor biliyorsunuzdur. Yurtdışı ile iş yapıyorsanız 1 hafta tatil azap veriyor mesela. Tek tek bakıldığında diğer ülkelerle aramızda tatil günü sayısı bakımından pek fark yok aslında ama onlar daha çok birer günlük tatilleri tercih ettiklerinden göze batmıyor. Oysa bizde maaşallah tatili sihirli rakam dokuza uzatmak genlerimizde var. Mesela bizim çocuklar birkaç yıl sonra bayram tatilleri yaz tatiline denk gelecek diye şimdiden karalar bağlamış durumdalar. Neyse, eğer tatil gerektiği şekil ve anlamda değerlendirilebiliyorsa helali hoş olsun. Bakın önümüzde sevgi ve saygıyla beslenen bir bayram var. "Nerede o eski bayramlar" demek yerine, evden kaçmadan, büyükleri yok saymadan dolu dolu bir bayram geçirmeye bakalım. Çocuklar mutlu olmanın yolunu birşekilde nasılsa bulur ama büyüklerimizi mutlu etmek bizden geçiyor unutmayalım. Aman yediğimize içtiğimize dikkat edelim. Özellikle tatlıyı fazla kaçırmayalım. Size söylediğime bakmayın, bu aslında "Kızım sana söylüyorum oğlum Cem sen anla." durumudur, arzederim.

Efendim, bayram münasebetiyle Kahve Molası da zorunlu tatile giriyor. 30 Ekim Pazartesi tekrar buluşmak üzere hepinize mutlu, huzurlu, sağlıklı, büyüklü küçüklü ama bolca gülücüklü bir bayram dilerim. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Ahmet Taner Kışlalı

Yedi yıl önce 19 Ekim sabahı Ankara Ümitköy'deki evinden İletişim Fakültesindeki dersine gitmek için park halindeki arabasına yaklaşan Ahmet Taner Kışlalı sileceklerin yanında bir paket görür. Onu alıp atmaya çalışmasıyla meydana gelen patlama Hocayı sonsuza kadar öğrencilerinden ve bizim aramızdan ayıracaktır. Profesör Kışlalı trafik kazasında yitirdiği ilk eşinin ardından bir zaman sonra yeniden evlenmiş ve havaların yeni soğumaya başladığı bu sonbahar sabahında minik kızı henüz bir yaşına gelmemiştir.

19 Ekim 2006'da, yani dün ağabey gazeteci Mehmet Ali Kışlalıyı Cebeci'deki İletişim Fakültesi Kampüsünde kardeşinin adı verilen salonda dinliyoruz. "Bunca yıldır kardeşimin ardından konuşacak gücü kendimde bulamadım "diyor ağabey, "Bugün yaparım dedim ama karşınızda yine çok heyecanlandım." diye ekliyor. Sonra hepimizin bu katledilmelerin ardından nedense düşünmeyi ihmal ettiğimiz insan yönünü anlatmaya çalışıyor Kışlalı, insafsızca yok edilen bu aile babasının.

Atatürk Cumhuriyeti henüz bir yaşındayken, anneleri Lütfiye ilk kadın öğretmen ordusuna katılmak için eğitim görmeye başlar, Adana'da. Sonraları Hüsnü Kışlalı ile evlenip, Kilis'te yaşamayı sürdürecektir aile. Doğdukları günden itibaren Atatürk devrimleriyle, Cumhuriyet çoşkusuyla tanışan üç kardeş, en büyükleri Mehmet Ali, küçükleri Ahmet Taner, hep bu atmosfer içinde büyüyeceklerdir. Özellikle büyükanne ve büyükbabaların varlığıyla aslında dini vecibelerin de tümüyle yerine getirildiği bir kocaman birlikteliktir bu.

Büyük ağabey ve ortanca kardeş küçük yaşlarda İstanbul'a, Galatasaray Lisesine yollanırken, görece daha çelimsiz küçük oğlan Ahmet Taner ortaokulu Kilis'te okuyacak, sonra Kabataş Lisesine geçecektir. Ağabey kardeşi yeniden bir araya getirecek kent Ankara'dır. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitiren Mehmet Kışlalı Ankara'da gazeteciliğe başlamış, kardeşi Ahmet Taner önce Fen Fakültesi hayaliyle geldiği başkentte, yeğenleri Hıncal ve Öcal Uluç'la birlikte Siyasala kaydolacaktır.1963'te üniversiteden mezun olacak Ahmet Taner, o sıralar ağabeyinin çıkarmakta olduğu Yeni Gündem Gazetesinde çoktan yazıp, çizmeye başlamıştır, Kilis'teki ortaokul sıralarında sivrildiği münazara hatipliğinden çok genç yaşlarda gazeteciliğe yönlenmiştir.

1967'de Fransa'da verdiği doktora tezi, Türkiye'deki siyasal yapı ve akımlar üzerinedir ve ağabey Kışlalı giderek daha fazla tıkanarak yaptığı dünkü konuşmada, bir gece önce yeniden gözden geçirdiği bu tez sayfalarından bütünüyle yetkin, bugünlerin Türkiye'sinin fotoğrafını büyük ustalıkla çeken bir birikimle yeniden yüz yüze geldiğini anlatacaktır.

Ahmet Taner'in spor muhabirliyle başlayan gazeteciliği, ağabey Kışlalının sonraları çıkardığı Yankı ve Haftaya Bakış Dergilerinde ülkenin siyasi konularına, değişik isimlerin görüşlerinin yansıtıldığı, değerlendirildiği makalelere doğru gelişecektir. Ahmet Taner Kışlalı bir yandan akademisyenliği, diğer yandan gazeteciliği sürdürürken, 1977 seçimlerinde Bülent Ecevit'in teklifiyle İzmir'den milletvekili seçilir ve kurulan kabinede Kültür Bakanlığı görevini üstlenir.

Derken 12 Eylül gelecek ve darbenin en şaşalı günlerinde Yankı Dergisinin küçük sarı yaprakları arasında YÖK'e en amansız eleştiriler Kışlalı ve ekibiyle kaleme alınacaktır. Ahmet Taner daha sonra Hasan Cemalin yöneticiliğindeki Cumhuriyet Gazetesi'ne geçecek ancak gazete yol ayrımına gelip, Cemal ve onu destekleyenlerle birlikte Kışlalı da "Ben de bu dönemde yazmaya başladım, ben de ayrılabilirim" deyince, İlhan Selçuk bu ekipten yalnızca O'nun kalması için israrcı olacaktır.
Sonrası biraz daha iyi anımsanıyor ilgili kamuoyunca. Ahmet Taner giderek Atatürkçülüğün en önemli, en kayda değer teorisyenlerinden , savunucularından biri olarak öne çıkacak, hem köşe yazılarıyla, hem kitaplarıyla, hem Üniversitedeki dersleriyle ve hem de Türkiye'nin hemen her köşesine otobüsle ulaştığı (Değişik Atatürkçü Düşünce Derneği Şubelerine giderek üç yılda beş yüzü aşkın konuşma yaptığı ve öldürüldüğü gün ajandasında üç aylık programının her gününün farklı bir yerde konuşma ve konferanslarla dolu olduğu belirtiliyor.) soluksuz koşuşturmasıyla fark edilecektir.

Mehmet Ali Kışlalı "Dileyen bu anma anına, dileyen kardeşini yitiren bir ağabeyin duygusallığına versin, ancak bugün de yarın da Türkiye gündemini, gazeteciliği, olup biteni inceleyecek kuşakların, araştırmacıların Ahmet Taner'in yerinin kesinlikle doldurulmadığı yönündeki tespitime katılacaktır." diye sözlerini tamamlıyor. Çünkü ne onun ne Uğur Mumcu'nun disiplini, bilimselliği, donanımı ve önemlisi yüreği, gözü pekliği bugünün gazetecisinde, O'nun Gazetesinde de bulunmamaktadır. Evet, çalışan, didinen, dürüst gazeteciler vardır ancak bu yerler doldurulamamıştır.

Cenaze törenine görevli bulunduğu Romanya'dan apar topar gelerek katılan zamanın Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun, acı içinde kıvranan ağabeyin "Onun mücadelesini sürdürecek onca insan var" sözlerine verdiği buruk "Göreceğiz bakalım" yanıtı bugün de aklındadır gazetecinin. Son derece toleranslı, sakin bir insan olan Ahmet Taner'in çok güvendiğini söylediği Türk Genci'nin Cumhuriyet'ini ne kadar sahip çıkacağını ise zaman gösterecektir.

Çok iyi bir hatip, müthiş çalışkan ve ülkesinin yaşadığı günceli, dünya tarihi gelişimiyle ustalıkla harmanlayan, yorumlayan Atatürk'ün sağlam neferi Ahmet Taner.

Ders verdiği amfi girişine yansıtılan "Ülkesinin bağımsızlığını pazara çıkaranlar, laik Türkiye Cumhuriyetinin temellerini sarsanlar ve onların destekçileri demokrat sayılıyorlarsa, ben demokrat değilim." diye şimdi hatırlayabildiğim sözleri, her biri referans yayın niteliğinde kitapları ile ses getiren bu yorulmaz savaşçının "ödülü"; evinin kapısında, eşinin ve kızının gözleri önünde katledilmek olacaktır.

Bu da bir başka ödül öyküsü işte!

Cumhur


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  POYRAZ, YAĞMUR VE SONBAHAR

Yağmur yağıyor. Sabah sessiz, sakin ve fısıldar gibi başlamıştı. Şimdi deli bir poyrazla sarmaş dolaş birlikte sokakları geziyorlar. Poyraz işin tadını kaçırdı. İlk defa bu gün gördüm. Atkestaneleri kaldırımlara dökülmeye başlamış. Çınarların yaprak uçları kurumaya, akasyalarınkiler ise dökülmeye başlamış. Anlayacağınız, sonbahar sokakları yavaş yavaş kendi rengine boyuyor. Kavaklar bu sene yapraklarını aşağıdan dökmeye başlamış. Kış yumuşak geçecekmiş. Ayvanın da az olması buna işaret ediyormuş.

- Sular soğumadı, deniz soğumazsa balık kaçar gider. Hamsiyi bile sadece televizyonlarda görürüz. Hemencecik Batum'a, oradan da kuzeye geçip gider. Denizin soğuması lazım… Poyraz bu sene çok az esiyor. Havalara baksana, günlük güneşlik, yazdan kalma.
- İyi de sayılı fırtınaların zamanı gelip geçtim mi? Kestane karası falan…
- Kestane karası geçeli çok oldu. Her seneki gibi fırtına yapmadı kine. Biraz lodos, ardından da yağmur… Deniz biraz çalkandı. Havalar geçip gitti. Balık olsa bile deniz soğumadan bir işe yaramaz. Sular sıcakken tutulan balık gevşek olur. Daha İstanbul'a varmadan hastalanır. Deniz soğumadan balık yağlanmaz, balık tuzlusu bile yapılmaz.
- Denizde balık yok mu yani? Hem de bu mevsimde…
- Balık var ama ufak. Ağlardan akıp geçiyor. Bizim ağlar zaten bu kadar küçük balığı tutamaz. Geçenlerde yirmi kasa teslim ettim. Tanesi 20 kuruş. Al da sen hesapla. Mazot parasını bile çakıramıyoruz. Bunun neresi balıkçılık. Böyle giderse bu sene balık işi nanay… Bu poyrazla yağmur sürerse belki deniz soğur. Balığın neşesi yerine gelir.

İbrahim kaptanla sohbeti kesip dışarı çıktım. Otelin önünde buluşmaya karar vermiştik. Sabahki havaya aldanıp böyle bir karar verdiğim için biraz pişmandım. Benim yüzümden oraya ıslanmış olarak gelebilirdi. Kendimi biraz duvarın kuytusuna gizleyip beklemeye başladım. Keşke minibüsle gelse diyordum. Çünkü bu havada yürümek resmen delilik. Postanenin önündeki kaldırımdan havuza doğru ilerlerken onu gördüm.

- Bu havada şemsiyesiz mi çıktın?
- Şemsiyesiz çıkmadım, şemsiyeyi kaldırıp attım.
- Niye attın, aklını mı kaçırdın?
- Rüzgâr aldı şemsiyeyi ters çevirdi. Bütün tellerini kırdı. Baktım düzelecek gibi değil.
Kızdım, kaldırıp attım işte.
- Öyleyse iyi etmişsin. Özür dilerim. Havanın değişeceğini tahmin edemedim? İstemeden seni bu havada yürütmüş oldum.
- Önemli değil, bazen olur böyle şeyler.
- Nereye gidelim? Ramazanda bazı yerleri kapatmışlar.
- Nargile kafeye gidelim.
- Tamam bana uyar.

Aşıkları caddesi boyunca yürüyüp kafeye gittik. Park ve salıncaklar daha dün çocuklarla doluydu. Bu gün ıpıssız kalmış. Vali konağının bahçesindeki kocaman manolya ağacı çiçek açmaya devam ediyordu. Çay bahçeleri biraz da ramazanın etkisiyle masa ve sandalyelerini toplamıştı. Yelken kulübünün balkonu kapatılmış, artık masalar içeriye alınmıştı.

- Sana bir şemsiye alayım bari. Nasılsa benim yüzümden kırıldı.
- Amannn, boş ver. On liralık şemsiye kırk yıl dayanacak değil di ya.
- Gerçekten diyorum bak. Ama senin beğendiğin bir şey olsun da isterim.
- Boş ver şemsiyeyi şimdi, oturalım şurada.

Biz şemsiye sohbeti yaparken yeni yetme garson geldi. Ne istersiniz diye sordu. Ona bir kahve, kendime de çikolata kokulu bir nargile sipariş ettim. Kahve çabucak geldi. Nargilenin hazırlanması biraz zaman gerektiriyordu. Perdeleri yukarıya doğru çekilerek katlanmış pencerelerden denize baktım. Karadeniz iyice kararmıştı. Kırılan dalgaların uçlarındaki beyaz köpüklere güneş vurmadığı için donuk görünüyordu.

Bu gün gördüğüm en güzel şey şu anda karşımda oturan kadındı. Bir de yerlere, kaldırımdaki sığ birikintilere sıçramış atkestaneleriydi. Yakında sarmaşıkların yaprakları da kıpkırmızı olur, bahçelerin görüntüsü kıştan önceki en renkli halini alırdı. Ondan sonrası uzun bir kış... Ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Atkestanesi evin içinde bir yerlere bırakılırsa yünlü kumaşlara ve halılara dadanan güveler gelmezmiş. Güvelere aldırdığım yok ama ben onların görünüşünü gerçekten severim. Yeni kesilmiş kiraz ağacı gövdesi gibi kırmızıdan başlayarak koyu kahveye doğru birbiri içine geçmiş renkleri, cilalanmış gibi pırıl pırıl görüntüsü beni kendine çeker. Her gördüğümde mutlaka eğilip yerden birkaç tane alırım. Onlarla parmaklarımı oyalamayı, avucumda yuvarlamaları severim.

- Müge ile Alper'in düğünü varmış. Bu hafta sonu Adabahçe'de…
- Yapma be, yazık, acıdım bak şimdi.
- Bize kim acısın?
- Acınacak ne var ki bizim halimizde?
- Bilmem…

Taş geldi, kendi gediğine oturdu. Son söylenen "bilmem" kulağa hiç iyi gelmeyen bir tınıda söylendi. Çok manalı bir "bilmem" oldu. Zor bilmece, rakamları bir türlü yerine oturmayan Japon bulmacası gibi bir şey. Evlilik aşkı öldürmeden, evliliği öldürmenin bir yolunu bulmalı. Konu buraya gelince her zamanki gibi aramızda kocaman, derin, sessizlik dolu bir çukur oluştu. Bunun bir tek anlamı vardı. Yine bir süreliğine kendi dünyalarımıza çekileceğiz. Bu poyraz ve yağmur sokaklardan çok bizi vuracak. Evlilik hiç bana göre değil.

- Nerede kaldın aşkım.
- Özür dilerim, bir arkadaşa rastladım da.
- Her akşam , her akşam… Rastlayacak ne kadar çok arkadaşın varmış? Ben saatlerdir evde tek başıma seni bekliyorum. Sen kendi alemindesin. Umurunda bile değil.
- Lütfen ama bir tanem. Özür diledim işte. Daha ne istiyorsun.
- Tamam, özür diledin, her şey halloldu. Ne kadar kolay dimi ?

Benim için bütün evliliklerde acayip bir şeyler vardı. Kırılgan, dengeleri tahrip eden, renkleri silen anlaşılmaz bir kimya… Susuyorduk. Konuşsak yine geçmişi tekrarlayacak, söylenen sözlerin taşıdığı sellerde boğulacaktık. Zaten , evlenmek için olmazsa olmazlarımız vardı. Kilitli kapılarımıza ve mühürlü sandıklarımıza sakladığımız anlaşmazlıklarımız…

- Bu gün yemek yapamadım. Canım istemedi işte anlasana. Bu akşam da geçiştirelim. Çay demleyeyim, kahvaltı edelim. Akşam kahvaltı niye olmasın. Hafif olur hem de, sağlıklı… Dışardan bir şeyler alsaydın madem. Pide, lahmacun, pizza her neyse işte…
- Sen de bana hiç yardımcı olmuyorsun ama. Her gün ne pişireceğimi düşünmekten anam ağlıyor. Ben yemek yaparken televizyonun başından bari kalk. Bir salata yap. Elini bir şeye sürsen günaha girersin sanki.
- Annen uğradı bu gün. Zehra'nın evine güne gelmiş. Kahve içtik karşılıklı gelin kaynana. Enişten kardeşine evlilik yıl dönümünde adana burması almış. Anlata anlata bitiremedi. Alt tarafı bilezik işte. Bak buraya yazıyorum. Aklınca laf sokmaya çalışıyor bu kadın. Derdinin ne olduğunu tam olarak bende anlamadım. Bana ne eniştenden, kardeşinden. Karnında bir şey var bu kadının. Yakında kokusu nasılsa çıkar. Lafı dönüp dolaştırdı ama diyeceği neyse onu söylemedi. Durdu durdu "Baban hala içiyor mu?" diye sordu. Duymazdan geldim. Babam içiyor mu içmiyor mu ben nerden bileyim?

Evlilik hiç akıllı bir şey değildi. Neresinden bakarsan ayrı bir sıkıntı. Sinop'a sonbahar gelmişti. Kucağı yaprak yüklü zamanlar… Poyraz kuşanmış, lodos biriktirmiş, yıldız denizlerinin kuduz köpek gibi köpük köpük dalgalarla kıyıları ısırdığı o mevsim gelmişti. Adabahçe düğün salonunda ramazana rağmen bir düğün olacaktı. Bu gün gördüğüm en güzel şey, karşımda oturan o güzel kız benimle evlenmek istiyordu. Boş sözlerle oyalamaya çalışırsam onu kaybedecektim. Sonbahar hem yazın bütün resimlerini hem de bizim sokaklara düşen görüntümüzü silip atacaktı. Dallarından düşen at kestaneleri gibi kaldırımlarda yuvarlanıp kaybolacaktık. Kendimi çaresiz ve köşeye kıstırılmış gibi hissediyordum. Aşağısı sakal, yukarısı bıyıktı…

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Nesrin Özyaycı

 Yansımalar : Nesrin Özyaycı


   BAYRAM...

Bayram nedir?
Olmayana kavuşmaktır
Açlıktan tokluğa,
Yokluktan varlığa,
Hasretten kavuşmağa,
BAYRAM denir
Dinimizde, töremizde...

Kalabalık bir dünyada açlık. İradeyi zorlayan sınırlar. Bu sınıra dokunabilmek, yok edebilmek... Küreselleşen dünyamızda "doygunluk" oldukça zor günümüzde. Takılmışız sınırsızlık, özgürlük sevdasına. Gidiyoruz. Hedefimizi de, mutlu olmasını da bilmiyoruz... Aza kanaat bitmiş. Çokluklar dünyasına katıldık. Çokluklar içinde yalnızlıklar. Açlıklarımız, doyumlarımız...

Çocukluğumuzun ramazan günleri nerelerde?. Oruç tuttuğumuz ilk okul sıralarımızı anımsadım birden. Okuldan gelip siyah önlüğümüzü çıkartıp tavuk kümesindeki yumurtaları aldığımız günler. Mutluyduk. Evlerimiz vardı iki katlı, iki gözlü. Alt katta ekmek yaptığımız boş alan. Kümesimiz az ötede. Okul dönüşü ördek, tavuk, çiçek, kılıç şeklinde kahkelerle orucumuzu açardık. Öyle pastaneler, marketler yoktu. Hayaldi hepsi hayal. Mektep dağılışlarında kapı önünde horozlu şekerler satan Hilmi amcam neredesin? Fitilli kırmızı paltomu severdim. Terziler dikerdi eşyamızı. LCW, ADİDAS, SLAZENGER, BENETTON markalar yoktu . Anam rahmetli halama biçtirir birlikte dikerdik pazenleri, basmaları.

Orucumuzu açmak için bütün aile yer sofrasının etrafına dizilirdik. Rahmetli nenemin "emir yok" sesini hep duyarım içimden, ramazanlarda yalnız iftar sofralarımda. Ramazan davetlerini unutamam. Öyle restaurantlar da iftar mı açılırdı. "Ayıp" derlerdi "evinde yemek yapmamış da falanca yere götürmüş" derlerdi. Sıra geceleri dolanılırdı bütün sülale bir bir.
Teyzelerimiz, dayılarımız, halalarımız... Babalarımız zaten baş roldeydi analarımızla birlikte. Sırayla toplanırdık bir evde, çıtır çıtır yanan sobanın etrafında... Ne sıcak bir kaynaşma. Yoğurtlu patates, (içli) köfteler, yoğurtlu nohutlu tarhınlı dövme çorbası, düğün çorbası, dolma türü yemekler yeşilliklerle sofralarımızı süslemiştir.

Rahmetli dayımın teyzemde, silindir mangalda pişirdiği kadayıfın tadını arıyorum. Sobadan çektiği ateşle, sade yağla pişirdiği o pespembe yüzlü cevizli kadayıflar sıcak dostluklardan dolayı mı çok lezzetliydi?. Ne kadar çok şey değişti. Yemek yenir, büyükler teravih namazına gider bütün kuzenler, amcalarımız, dayılarımız, enişteler sıcak sohbetlerle gülüşürdük.

Sımsıcak mutluyduk...Ne TV ne Radyo ilgimizi çekerdi. Çol çocuk eğlenirdik...Ramazan falan dinlemez sahura kadar şakur şukur söyleşir oynarlardı. Güzellikler gerilerde, uzaklarda, gurubun arkasında kaldı. Sevgiler, Dostlular internet kablolarına, cep telefonları mesajlarına takıldı kaldı. Şifrelerle sınırlandık, kuşatıldık. Maalesef bu sonuca geldik zoraki soğuk, globalleşen dünyada.

Orucun kazandırdığı manevi/ruhani doyumu hep sevmişimdir. Tadanlar bilir. Tutmayanlara lafım olamaz, saygı da duyarım. Bazen yalnız kalmak istiyoruz, ruhen de bedenen de bu yalnızlığa oruçla yaklaşıyoruz. Şükür, hamd, kanaat, direnebilmenin gücünü, iradesini tartıyoruz. Yaşayanlar anlar...

Geleneksel Bayram öncesi hazırlıklarımız. Halen devam eden yuvarlama tutkumuz. Evde hazırlanan çeşitli yemekler, zerde, sütlaç gibi ikramların tadı epey kaçmadı mı?Ev temizliğimizi kendimiz yapardık, şimdi azınlıktayız. Öyle eve kadın çağırma lüksü hiç yoktu. Herkes evinin kadınıydı. Sahi neden kadınlarımız ellerini işe vurmakta zorlanıyorlar? Öncelikle kadın kadınca, erkek de erkekçe işlerin altın elini koysa! Çalışmak, uğraşmak kadar terapi olamaz insana! Evimizin merdivenlerini, kapımızın önünü süpürüp, hortumla sulayıp, yıkamalıydık. Komşu kızlarıyla annelerimizin ellerimize yaktığı kınalar. Hamurlarla ne şekiller yapılırdı; kalp, çiçek, lale, merdiven gibi. Avucumuza yayılan şekillerin üzerine kına yakılırdı. Kınasız ellerimiz soldu, tırnaklarımız batılılaştı. İyi mi oldu? Bilmem ki... Kızlar gelin gibi, erkeler damat gibi giyinirdi hangi yaşta olurlarsa olsunlar. Sabahı zor ederdik hayal dünyamıza sarılıp. Uyandığımızda, çocuklar gibi şen, cıvıl cıvıldık... Zaten çocuktuk, halen de çocuğuz! Babalar, erkek çocuklarla bayram namazına gider anneler kızlarıyla yemeği hazırlardı. Zorunluyduk, şarttı o yemeği yememiz sabahın körün de. Hiç sevmezdim açıkça erkenden yemek yemeği, adet buydu. Yemekten sonra bulaşıklar yıkanmalı, ortalık toparlanmalı, giyinmeliydik. Büyüklerin elleri öpülür, gülümseyen yüzler dolardı yeryüzünü. Küskünler barışırdı. Öyle telafisi büyük küskünlükler yoktu. Şimdi hepimiz kanlı bıçaklı!

Rahmetli sevgi deposu dedem. Karıncalar gibi dolanırdık etrafında. Ramazanda beni, orucumu sırtında gezdirirdi. Saygısı sevgisi derin yüreğimde. En büyük 2.5 lira harçlığı bana verirdi. Bayram yerleri kurulur, bütün sülale çocukları harçlığımızı orada harcardık...Küçük lunaparklardı bayram yerleri. Aman ne zevk verirdi ne eğlence. Bazen da çamura düşer bayramlığımızı kirletir, iki gözü iki çeşme, ağlaya zırlaya annemizden işiteceğimiz azarı düşünürdük.

Bayram süresince yorulurduk ne, surat asmak haddimize mi? Her gelenle ilgilenir ikramda bulunurduk. Hazna(kilere benzer bölüm)da geniş kalaylı su dolu bakır leğenler içine boşalmış zerde sütlü aç çirtikli sahanları bırakırdık, kenarlarının ıslanması için. Tırnaklarımızın dibi ayrılırdı değil mi sevgili ABİGEM Dış Ticaret Danışmanı Filiz Çayırgan, şimdi Çin'de bir Fuarda olan Onur Modaevi sahibi Serpil Uza, emekli olup evinde hep okuyan, Fizikçi öğretmen filozof Serpil Baharoğlu arkadaşlarım. Mutfak tezgahında dibi tutmuş nohutlu dövme çorbası kazanına, tırnağımızı vere vere, boyumuz ulaşmadan nasıl yıkadığımızı hatırlattınız bana şimdi. Güzel arkadaşlarım, kardeşlerim! Farklıydık, farklıyız, farklı da olacağız inadına açan uçurum çiçekleri gibi... Sıkılırdık, yorulurduk, ağzımızı da açamazdık. "Kızlar, kadınlar yorulmaz, başları ağrımaz..."diye öğretildi bize. Misafirliğe giderdik. Kesinlikle öyle her şeye açgözlü saldıramazdık . Anamız! Aman Tanrım gözünün içine bakarda öyle çikolata alırdık, ödümüz kopardı yanlış yapacağız diye. Birden fazla almak mümkün mü ?"Ayıp "çok verilmişti bize. İyi mi edildi? Tartışılır. Kanaatkar, tok gönüllü olmayı aileden öğrendik . Analarımız ilk öğretmenlerimizdi. Hiç bir şeyimizi eksik etmediler, ama çok sınırladılar çoook. O belirgin sınırları hep hissederek yaşadık.

İlkokul öğretmenlerimiz. Genelde aynı mahallede otururduk. Hatırladığım kadarıyla arkadaşlarla gidilirdi. Bize ütülü, üçgen şeklinde katlanmış mendil verirdi öğretmenlerimiz. Nasıl da sevinirdik. Şimdiki gibi, kağıt, ıslak mendiller satılmazdı çocukların ellerinde sağda solda. Bayram biter, mutlu bir şekilde okulumuza giderdik.

Bayramınızı en içten duygularımla kutluyorum...
Her şey olabildiğince, gönlünüzce olsun...

Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kıraathane : Yusuf Besim Doğan


İMAMBAYILDI
(Küresel Edebiyat)


İngiliz Genel Kurmay Başkanı Sir Richard Dannat konuştu ve siyaset yaparak basına verdiği demeçte ülkesinin Irak politikasını eleştirerek Irak politikasının amacından saptığını söyledi. Hatta daha ileriye giderek:" Bir moral boşluğu doğduğunu, bu boşluğun ülkesinde İslamcı aşırılığı körüklediğini söyledi. Ve ona göre İngiltere Irak'tan çekilmeliydi."

Bizdeki entel liboş taifesi birden sus pus! Zira geçtiğimiz hafta Genel Kurmay Başkanı'nın konuşması üzerine Hasan Mutlucan'dan türkülere tutunda bu konuşmanın rejimi militerize etmesine ve Kopenhag kriterine aykırı olmasına kadar her şey konuşuldu.

Blair hemen arkasından " ortamı geriyorsun. " demedi. Ne dedi? " Genel Kurmay Başkanı'nın her sözüne katılıyorum." dedi? Yahu bu İngilizler ne tuhaf millet! Başka bir AB varda İngilizler bu AB'ye mi dâhil.

Demokrasinin oyuncuları sadece seçilmişler değildir. Oyunun kurallarında seçim, denetleme ve katılım esastır. Seçim, plebisit gibi kavramlar demokrasilerde başvurulacak araçsal yöntemlerse de teknoloji ve elektroniğin geliştiği bu evrede katılım ön plana çıkmalıdır. Bir başka değimle doğrudan demokrasinin kurucu oluşumları teknik olarak artık günümüzde daha kolay. Anayasal Kurumların başında bulunanlar pek doğal olarak bazı sıkıntıları ve meseleleri kamuoyunun vicdanına ve denetimine yollama yaparak demokrasi oyununa katılırlar. Belli bir süreçte halk bunu tartışır değerlendirir bir kamuoyu ve dahası bir kamu vicdanı oluşur. Artık günümüzde bunları gerek nitel gerekse nicel olarak belirli bir zaman kesitinde anket dediğimiz yöntemlerle ölçmek mümkündür. Son İrtica tartışmalarında Sayın Genel Kurmay Başkanı bunu yapmıştır, tıpkı İngiliz Genel Kurmay Başkanı'nın yaptığı gibi.

Geçen haftaki "imambayıldı" tariflerinin fazlalığından mıdır yoksa aşurenin şekerimi azdı bilemem ama Sayın Başbakan'ımız gerçekten bayıldı. Bu hal bendenizi daha bir dehşet ve panik atak gerginliğine soktu. Bir taraftan Başbakan'ın durumuna üzüldüm bir taraftan kanka hısım akrabadan oluşan koruma ve şoföre bakıp Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı'nı ne duruma soktuklarına üzüldüm. Ama asıl endişem, Tayyip Bey'in en yakın kanka kadrosunu nasıl seçtiğine bakıp yahu nereden bulmuş bu kadar beceriksizi deyip seçmiş olduğu hükümet kadrolarına güvenmek adına telaşa düştüm. İnşallah Tayyip Bey bu kadroların seçiminde kanka, hısım, akrabadan ziyade liyakat esasını göz önünde bulundurmuştur. Endişemiz bu kadroların demokrasi aracının kapılarının kilitli kalmasına sebep olmaması ve Türk Halkının da kilitli bir demokraside içerde mahsur kalmamasıdır. Zira balyoz darbeleri bu güne kadar demokrasi aracına epey zarar verdi.

(…)

Efenim geçen haftanın Nobelli yazarına Mabel'li yazarlarda bulaşınca ortalık biraz karışıverdi. Mabelliler bu ara çok fena bastırmaya başladı. Her ne kadar Mabeli hak etmeden Enişte'nin cebinden aşırsam da Mabelli biri olarak pamuk hafifliğinde yamuk yapmadan diyebilirim ki: " Postmodern zamanlarda, küresel sermaye ile bağıntılı olarak Dünya'da küresel bir estetik yönetici takımı vardır. Ve bu takım küresel ilişkilerin seyrine göre estetiğin, edebiyatın daha geniş anlamıyla sanatın ne olması ve nasıl olması gerekliliğine karar veriyor. Tıpkı modada olduğu gibi… Burada da kıstasın tüketim olduğu kanaatindeyim. Bunu yaparken de kendi anlayışına muhalif gibi gözüken ve aslında sistemi değiştirebilecek yahut sarsabilecek derecede muhalif olmayan üretimlerden de seçimler yapıyor. Sinemada müzikte de olduğu gibi.

Pamuk Batılılar doğuyu nasıl görmek istiyorsa öyle anlatmıştır, tıpkı görmek istedikleri oryantalizm gibi. Bunu da çekinmeden söylüyor kendisi zaten. Ülkem veya şunun bunun için yazmadım, ben Türkiye'yi aştım (!) diyor. Yukarıdaki edebi Küreselleşme içinde kendini zaten görüyor. Ulusal olarak bir yerde durduğunu söylemiş değil. Diğer taraftan da egemenlere karşı herhangi bir direniş mücadelesinde vermiş değildir.

Edward Saıd, önemli bir düşünür; binlerce edebi ve sosyolojik metni inceleyerek yazdığı Kültür ve Emperyalizm adlı muazzam eserinde bir yerde şöyle diyor:" … Avrupa dışında dünyanın hemen hemen her yerinde, beyaz adamın gelişi, bir biçemde direnişe yol açmıştır." (1)

Oysa Sömürgeci uygarlığı götürdüğünü düşünmektedir uzak ülkelere… Onların topraklarını ve canlarını alarak iyilik etmektedir onlara… Ve bunun edebiyatını yapmaya yaptırmaya çalışır. Ne tuhaftır ki o sömürgeci kültürden de günümüze kalan yapıtlar ona direnen yapıtlar ve yazarlardır.

" Bu gün hiç kimse katışıksız olarak tek şey değildir. Hintli, kadın, Müslüman, Amerikalı gibi etkiler yalnızca birer başlangıç noktasıdır… Emperyalizm, kültürlerin ve kimliklerin küresel düzeyde oluşturduğu karşımı perçinlemiştir. Ancak emperyalizmin en kötü ve en çelişik armağanı, insanların yalnızca, başlıca ve dışlayıcı biçimde, beyaz, kara derili, batılı ya da doğulu olduklarına inanmalarına olanak sağlamasıdır. Oysa insanlar, tıpkı kendi tarihlerini kendileri yaptıkları gibi, kültürlerini ve etnik kimliklerini de kendileri yapıyorlar…"(2)

21. yy da bakıyorsunuz ki insanlık, modernite sonrası bocalıyor. Modernite ile farkına vardığı ulus, vatandaşlık, sosyal hukuk devleti, insanlık değerleri, evrenselleşme ve insan aklına ve vicdanına uygun olarak daha iyi bir dünya yaratma eylemleri daha ziyade emperyal ve sömürgeci kültürle eklemlenmiş neo-liberal ve neo-con'lar tarafından geçmişin gerici düşünceleri olarak arka plana itiliyor. Paranın ve çıkarın dayanılmaz cazibesinde seyirlik bir postmodern kültür dayatılıyor; seyrettirile seyrettirile şartlandırılarak. Harvard'lı Pentagon Profesörleri baş tacı yapılıyor. Ne tuhaf bir küreselleşme ise, Mikro milliyetçilik, kültürler arasında çatışma körükleniyor. Evrensel olduğunu iddia eden yazarlarda patlatılmakta olan dinamitin fitili oluyor. Sahi dinamiti kim bulmuştu?

Ne diyor Samuel P. Huntıngton:" Modernizasyon, ekonomik kalkınma, kentleşme ve küreselleşme insanların kimlikleri üzerinde yeniden düşünmelerine yol açtı ve kimliklerin daha dar, daha özel, daha ortak kategorilerde tanımlanması eğilimi baş gösterdi"(3)

Oysa düpedüz bir yalandır bu. Modernite daha fazla evrenselliği savunmuştur.
Modern birey seküler ve evrenseldir. Ancak modernizm sonrasında yaratılmak istenen postmodernist çerçevede kültürel ve din farkları ön plana çıkmış. Modernitenin rasyonelliği yerine dinsel ve etnik motifler ile ruhçuluk ve us dışı yöntemler önem kazanmış/kazandırılmıştır. Siyasal ve kültürel anlamda antiemperyalist/anti sömürgeci savaşımları veren mazlumlar, ulus olma eğiliminde ulusu ırksal bir olgunun dışında görmüşlerdir. Soğuk savaş yıllarındaki denge bitip SSCB kendisini tasfiye edince/ettirilince mikro milliyetçilik sanki varmış gibi vardırılmış ve emperyalizmin böl/yönet kıskacında hem siyasal olarak hem de kültür olarak pompalanmıştır. Yugoslavya, Irak örneklerine ilerde başka ülkelerinde katma girişimleri artık saklanmamakta, Pentagon'un dünyaya vermek istediği şeklin haritaları ortalıklarda dolaşmaktadır.

Küreselleşme, bir vakıa olarak teknolojinin ve iletişimin devrimidir. İletişimin gelişmesi ile doğal olarak kültürlerin ve insanların yakınlaşması beklenir. Öyleyse bu devrimin ideolojisi mikro milliyetçilik, kültürlerin çatışması olamaz. Kültürlerin çatışması ile arzulanan savaştır. Bölgesel ve nükleer olmayan savaş ekonomisi, savaşla var olabilen emperyalizmin istediği şeydir. Küresel devrimin ideolojisini insanlık ortaya koymalıdır. Daha fazla evrensellik, daha fazla kardeşlik, daha fazla adalet ve daha az çalışma. Ama neo-liberal emperyalistler Küreselleşmenin bu değil, kültürlerin çatışması, mikro milliyetçilik, daha fazla çıkar kavgası ve daha az sosyal hak olduğunu(!) /olması gerektiğini söylüyor.

Siyasal çatışmanın kültür düzeyindeki çatışması modernite ve şu haliyle var olan postmodernizmin çatışmasıdır. Modernite insanı daha fazla özgür kılmak için us'u ön plana çıkardı ama post modernizm her şey akıl değildir diye haklı bir başlangıç yaparak başlamıştı ki… Maalesef her şeyi akıl dışı kılmayı başardı. Modernite, aydınlanma felsefesinin devamı idi ve kuşkusuz daha ilericiydi. Bir anlamda postmodernizim daha ileri olması gerekirken aydınlanma felsefesinden de geriye düştü. İnsan aklı ve vicdanı hakim geldikçe İnsanlığın galip geleceğine inanıyorum.

Pamuk ve Fransa olayına dönecek olursak; Peki, İsveç Akademisi Sekreteri Horace Engdahi kararı açıklarken ne dedi? "Yazar, kendi kentinin melonkonik ruhunun izlerini sürerken KÜLTÜRLERİN BİRBİRLERİYLE ÇATIŞMASI ve örülmesinde yeni semboller bulmuştur.
Dedi. Bu sembollerden biri hiçbir bilimsel gerçeğe dayanmayan bir milyon Ermeninin ve otuz bin Kürdün öldürülmesi yalanı mıdır, yoksa bu tür yalanlarla kültürler arası çatışma yaratmak mı dır? Huntıngton ne demişti? " Medeniyetler çatışıyor.(!)

Fransa'nın ilgili yasayı parlamentodan geçirmesinden sonra, öğrencisi olmaktan gurur duyduğum Anayasa Hukuku ve Parlamento Hukuku Bilgesi, Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Chirac'a gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyor; "… Bu konunun Fransa'nın bir devlet politikası haline gelmiş olması karşısında sizin tarafınızdan… bana tevdi edilen, Fransa'nın en yüksek devlet nişanlarından biri olan Commandeur de La Legon d'Honneur'ü taşıyamayacağımdan mektubumla iade ediyorum."

Sayın Pamuk'un Nobel'i alıp almaması onun bileceği iş. Amaa! Bilimin bir kuralı var:"Bir şeyi iddia eden ispatlamak zorundadır." Gel şu söylediğin sözleri ispat et, hepimizi utandır. Eğer ispat edemiyorsan gereğini yap! Çünkü ben bir TC Vatandaşıyım. Senin ifade özgürlüğünü savunuyorsam sende iddianı ispatlamak zorundasın.

Şimdi Sayın Pamuk'u isteyen istediği yere koysun. Onun sadece edebi yanını görmek isteyen edebi yanını görsün; edepsiz yanını görmesin. Edepsiz yanını görenler ise GÖNÜL NOBELİ'ni dilediği edebiyatçıya versin. Zaman her şeyi eskitir, yıpratır. Bazı şeyler bundan müstesnadır. İyi bir şarap ve gerçek sanat eseri. Tam tersine onlar zamanla daha değer kazanır. Nazım' da eskimez Kemal Tahir'de, Emile Zola'da… Çünkü onların kavgası henüz bitmemiştir. Henüz bitmemiştir özgürlüğün ve emeğin kavgası… Spartaküs kazanana kadar da sürecek bu kavga.

Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar karlar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş kan kâğıt veya kül
Yazarım adını

Yaldızlı tasvirlere
Topraklara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını

(…)

Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını

Bir tek sözün şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya

ÖZGÜRLÜK (4)

Başka ne desem bilmem ki…

Yusuf Besim Doğan

1) Kültür Ve Emperyalizm- Edward Saıd sh.12
2) a.g.e. sh. 486-487
3) Biz Kimiz- Samuel P. Huntıngton sh.13
4) Paul Eduard- Özgürlük şiirinden.
(Çev. M.Cevdet Anday-Orhan Veli Kanık)


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,408,408,408,408,408,408,408,40
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Bayramlık

Bazı isimleri duyduğunuzda şıpın işi olayı çözersiniz, Zafer, Lozan ve Cumhur örneklerinde olduğu gibi. Kadın veya erkek farketmez, hemen anlarsınız ki; ismi Zafer olan kişi 30.Ağustos Zafer Bayramı'nda, Lozan olan 24.Temmuz'da ve Cumhur olan da 29.Ekim'de doğmuştur. Ve siz vukuat günü hakkında ismini duyar duymaz hemen bilgi sahibisinizdir. "Hangi gün doğdun ?" gibi bir soru anlamsız hale gelebilir bu durumlarda. Bayram, Mevlüt ve Arife isimlerinde durum biraz daha karmaşıktır mesela. Gün bazında bilginiz yoktur, hatta ilgili ay hakkında dahi şüpheleriniz oluşur. Tıpkı; Recep, Şaban, Ramazan, Kadir ve Muharrem örneklerinde olduğu gibi.

Nisan, Eylül ve Kasım gibi isimler ise; daha fazla bilgi verir hiç olmazsa vukuat ayı hakkında. Örneğin; Mehtap, Yağmur ve Hilal'e ne demeli ? Tamam; mehtaplı, hilalli ve/veya yağmurlu bir gün/gece doğdukları kesin ama hangi ayın mehtabı ya da hilali ? Ne zaman yağıyordu yağmur ? Daha kötüsü; öngörüde bulunarak verilen isimler gibime geliyor. Zeki mesela; ya çocuk zeki olmazsa ? Benzer şekilde; Aydın, Kamil, Münevver, Arif, Yıldız, Gülümser, Yaşar, Muhterem ve Mümtaz gibi. Ya tahminler tutmazsa ? Ya Aydın, Münevver, Mümtaz ve Muhterem isimli kişiler birer yobaz olursa ? Ya; Yaşar dediğin yaşamaz, Kamil dediğin delirir, Arif olan hiçbir şey anlamaz, Yıldız ise figürandan öteye geçemez ve Gülümser dediğin somurtkan olursa ? Uğur dediğin uyumsuzun teki çıkar, Rıza dediğin de gelenden geçenden 2-3 dolardan aşağı almaya rıza göstermezse ? Kısaca; "Açtırmayın şimdi bayramlık ağzımı !" diye asıl konumuza dönelim.

Günümüz bayramları sadece Anadolu'da eski tadları ile kutlanmaya devam ediyor. Benim nostaljik yazılarımdaki davulcu bile kalmadı bu sene. Gerçi; yasağa rağmen müteşebbis davulcu; "Davul da bende, tokmakta !" diye birkaç gece çalmaya teşebbüs etmişti ama sonrasında havlu attı sanırım. Belki de mırıldanacaktı şöyle bir mani :

Davulumun pek de hoştur sesi
Uyanın bu bir ramazan gecesi
Bahşişimi hazır edin mutlaka
Geleceğim bayram arifesi

Belki de koro halinde cevap verecekti mahalleli :

Davulun artık mazide kaldı
Çalar saat onun yerini aldı
Tam bahşişini hazır etmiştik
Onu da haramiler çaldı

Kapılar eskisi gibi çalmaz oldu bayram günleri. Bayramda kapı çalan çocuklar için hiç bir şey hazırlanmaz oldu, ne bozuk para, ne şeker, ne de yaldızlı çikolatalar. Elleri minicik torbalı kızlar da yok, dudakları şeker içinde oğlanlar da. Kapı eşiği, merdiven boşluğu bayramlaşmalar, aradaki günleri izin alsak da, güney sahillerine kaçamak yapsak diye plan yapanların devri var günümüzde. Büyüklerimize telefon devri başladı, arkadaşlara ise esemes çok bile. Özenle seçilmiş, bezenle yazılmış posta kartları bile gönderilmez oldu. Mektup adresinin yerini e-posta adresi çoktan almıştı zaten. Arife gününden kim baklava, börek hazırlar ki ? Ne Şaban'ın ne de Ramazan'ın, bu günlerde konuşulan sadece Recep'in şekeri. "Ne Arab'ın üzümü, ne de Şam'ın şekeri" diyerek Şeker Bayramı'nızı bir Mani ile kutlayayım şeker tadında olmasa da tadımız :

Açtım bayramlık ağzımı, yumdum gözümü,
Sakal da fayda etmedi dinleyen yok sözümü,
"Bayram değil seyran değil" diyemez hiç kimse,
Baldız'larıma çevirdim arifeyi beklemeden yüzümü

"İhtiyar, nasılsın yahu ? Özledim walla ..!"
- İyiyim Edi'ciğim, ya sen nasılsın ?
"Büyüğümsün de, 3.günü elini öpmeye geleyim diye düşünmüştüm, Avro'ları hazırla !"
- Ayıpsın gel tabi ..! Beklerim... Güney sahillerinde ..!

Bayramınız; eski bayram tadında ve bol köpüklü bayram kahveleriniz ise resimdeki kadar güzel fincanlarda olsun...

asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

Bir aylık ramazan orucunu gönül huzuru içerisinde tutup ramazana 'Elveda' dedik. Fakat bu sayılı günlerin tadına doyamadık. Ramazanı çok özleyeceğiz. Şimdiden on bir ay geriye saymaya başladık. Ramazan nasıl hızlı geçtiyse önümüzdeki on bir ay da öyle hızlı geçecek ve ömrü olanlar yeni bir ramazana 'Merhaba' diyecektir. Bu akış ömrün nihayetine dek sürüp gidecektir.

Bayramlar hayatımızın gülen yüzüdür. Fakat son yıllarda her şey gibi bayramlarımızı da yozlaştırdılar. Artık bayram demek tatil demek!... İnsanlar bayram gelince (tatil birleştirilip uzatılmışsa) kendilerini tatil beldelerine atıyorlar. Yaşlıları ziyaret etmek, hâl hatır sormak, ellerini öpmek çok eskilerde kaldı. Bayramlar buluşmaların ve hasret gidermenin adresiyken şimdilerde tatil vesilesi oldu.

Nerde o eski sıla-i rahimler… Nerede o mezar ziyaretleri… Kur'an okumalar… Ev ev dolaşıp bayramlaşmalar… Şeker ve tatlı ikramları… Bayram namazına gitmenin o doyumsuz tadı ve heyecanı… Bunları doyasıya yaşayamıyoruz artık. Bayramlarımızın içini boşalttılar. Onların da ruhunu çaldılar. Gerçekçi olmak gerekirse bugün de böyle bir bayram yaşıyoruz.

Müslümanların iki büyük bayramından biri olan Ramazan Bayramı, İslam dinine göre Hicri Kamer yılının dokuzuncu ayı olan Ramazan ayının ardından onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç günü boyunca kutlanan dini bir bayramdır. Ramazan bayramına şeker bayramı da diyoruz. Çünkü bu bayramda herkes birbirine şeker ikram eder; tatlı yenilir, tatlı konuşulur. Bu güne özel akide şekerleri, güllaç tatlıları, demirhindi şerbetleri ve hamur işi poğaçalar, simitler hazırlanır. Bizler hoşlandığımız şeyleri ifade etmede 'şeker gibi' benzetmesini yaparız. Bu bayramın 'şeker bayramı' diye anılmasının bir sebebi de şeker gibi hoş ve manevi açıdan feyizli olmasından kaynaklanmaktadır. Bu isim gittikçe yerleşmiştir. Artık herkes Ramazan bayramını 'Şeker Bayramı' diye biliyor ve bildiriyor. Ramazan bayramına, o gün fıtır sadakası verilmesinden dolayı 'Fıtır bayramı' adı da verilmektedir. Adı ne olursa olsun bu bayram Türk'ün en özel günlerinden biridir.

Aslında dini bayramlar birbirinden uzak düşmüş aile fertlerinin buluşup kaynaşması için güzel bir vesiledir. Bu müstesna günde tatlılar, şekerler, çikolatalar ikram edilir. Baklava en çok sevilen ve ikram edilen tatlılardandır. Ayrıca küs olanların bayram sebebiyle barışması da bir gelenektir. Zira bir müminin mümin kardeşiyle üç günden fazla dargın kalması helal değildir. Bayramlar dargınlıkların ortadan kalkmasına ve dostlukların kurulmasına zemin hazırlarlar.

Geçmişe özlem insanoğlunun en büyük özeliklerinden biridir. Eski ramazanlara ne kadar özlem duyuyorsak eski bayramlara da o kadar özlem duyuyoruz. Geçen zaman bizleri iyice yozlaştırıyor. Eski bayramları çok arıyoruz. Eski dostlukları bugün bulamıyoruz. Günümüzde her şey paraya ve makama endekslenmiş. Makamlar büyüdükçe insanlar küçülmüş. Üstte olanlar düşmekten korkar olmuş, sırf bu korku yüzünden kendi olabilme onurunu göstermekten uzak kalmışlar.

Biz orta yaşlı insanlar o eski ramazanları ve bayramları görme ve yaşama imkânı bulduğumuz için onları bugünkülerle kıyaslamayabiliyoruz. Bugünkü gençler onu bile yapmaktan mahrumdurlar. Onlara acımamak elde değil. Onlar tabir caizse sılada gurbeti yaşıyorlar. Ne kendileri ne de özendikleri olabiliyorlar.

Hayat şartları ne olursa olsun çocuklarımıza bayram neşesini tattıralım. Çok küçük de olsa onlara bayram hediyesi alalım. Böylelikle bayram öteki zaman dilimlerinden daha ayrı ve ayrıcalıklı olsun. Bayram harçlığını da ihmal etmeyelim. Bazı şeyler verdikçe bereketlenir. Siz verin Allah da size versin Boşluk olmalı ki o boşluğun dolması söz konusu olsun. Mübarek Şeker Bayramınızı kutluyor, İslam âleminin uyanmasına ve kurtuluşuna vesile olmasını yüce Allah'tan niyaz ediyorum.

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


7,677,677,677,677,677,677,677,67
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahvenin Köpüğü : Melis Mine


Keşanlı Ali Destanı

Türü: Müzikli Oyun
Yazan: Haldun Taner
Yöneten: Yücel Erten
Müzik: Yalçın Tura
Müzik Direktörü: Çiğdem Erken
Koreografi: Nasuh Barın
Koreografi Asistanı: Yasemin Gezgin
Dekor Tasarımı: Ayhan Doğan
Kostüm Tasarımı: Ayşen Aktengiz Bayraşlı
Dramaturg: Dilek Tekintaş
Işık Tasarımı: Mehmet Fatih Haroğlu
Oyuncular: Engin Alkan, Tuğrul Arsever, Can Ertuğrul, Hikmet Körmükçü, Murat Garibağaoğlu, Berna Oğuzutku Demirer, Serdar Orçin, Münir Kutluğ, Hakan Arlı, Meriç Benlioğlu, Osman Gidişoğlu, Ali Gökmen Altuğ, Çağlar Yiğitoğulları, Eraslan Sağlam, Savaş Barutçu, U.Arda Aydın, Sükan Kahraman, Çağrı Hün, Rozet Hubeş, , Ceren Kaçar, Ertuğrul Postoğlu, Aslı Aybars, Sanem Özcan, İskender Bağcılar Çiğdem Gürel, Özge Midilli, Volkan Ayhan, Reyhan Karasu, Serkan Bacak, Murat Güreç, Murat Üzen, Hamit Erentürk, Kahraman Acehan
Yardımcı Yönetmen: Rozet Hubeş
Asistanlar: Çağrı Hün, Aslı Aybars, U.Arda Aydın, Çağlar Yiğitoğulları

Morgol gömlek giyerdi
Gümüş köstek takardı
Hafif şehla bakardı
Yaktı mı kalpten yakardı.
Döşte bıçak yarası
Yüzde Halep çıbanı
Kurşun yemiş ayağı
Belli belirsiz aksardı.

50'li yılların Türkiye'si, Sineklidağ. Büyük kentin gecekondu semti, yoksul insanların varoş mahallelerde yaşam mücadelesi verdiği Sineklidağ. Ve bir halk kahramanı; "Keşanlı Ali". Semtin belalısı Çakal Rüstem'i öldürmekten hüküm giymiş, 4 yıl hapiste yatmış, hapishanede adam dövmüş Ali. Mahpusluk dönüşü muhtar olur mahallesine. Bir yanda nam saldığı kabadayılık, öte yanda aşkına ket vuran cinayet. Kimi zaman halkının beklentisini karşılamaya çalışan bir halk adamı, kimi zaman düzenin çarklarında ezilmemeye direnen düzen adamı Keşanlı Ali.

Hepimizin bildiği bir oyundur belki "Keşanlı Ali Destanı" . Toplumun dönem yapısını belirgin bir şekilde, ama yormadan göz önüne koyar Haldun Taner. Varoş insanlarının, kenar mahalle sokaklarının hayatını, onların ağzından, onların gözünden anlatır sanki.
Acı bir de gerçek vardır anlatılan: "Bu toplumda sessiz, sakin, efendi olursan her zaman dayak yer, ezilirsin. Ama terbiyesiz, güçlü, zalim, ne dediğini bilmeyen biri olursan, o zaman saygı görürsün".

O yıllardan bu güne değişen pek bir şey yok, Türkiye'de hâlâ pek çok yerde geçerliliğini koruyor güçlünün zalimin hükümranlığı… Ama gelin görün ki, hâlâ Ali gibi, Zilha gibi konuşan, yaşayan kanlı canlı insanları da var memleketimin.

Bir "Keşanlı" olarak, büyük keyifle izledim oyunu. Ağızlardaki o sözler, müziği duyanların kendilerini ritme kaptırıp dünyayı unutmaları, ağız dalaşları, alfabenin eksik harfleri… (bakınız 10. harf), hepsi memleketimden insan manzaralarını getirdi gözlerimin önüne. Ne mutlu ki, bunları ölümsüz bir esere taşıyan bir büyük usta geçmiş edebiyat dünyamızdan. Ne mutlu ki, hâlâ koskocaman bir kadro, tüm yüreklerini ortaya koyup sergiliyor bu oyunu.

Alicengiz oyunlarına kafası çalışır Ali'nin, dalavereye, hile hurdaya, haraca, düzenin bozukluğuna hep kafası çalışır. Amma, ne yaparsa, sevdası için, sevdikleri için yapar Ali. Bozuk düzene uyması, o düzenden kurtulmak içindir.

Oyun için söylenecek sözüm yok, izleyin, pişman olmayacaksınız. Ne mutlu ki, ben bu oyunu izledim. Ne mutlu ki, cesur, mert ve en sonunda "yine de, her şeye rağmen" doğruyu bulan insanlardan var bu memlekette! Hâlâ!

Melis Mine


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Ahmet Altan

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 7.297 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Çalınmış Zamanlar

eksik bir zaman diliminde göz
çoğalınca yalana bin söz

değişmişim bak
kırık aynalarda asılı son gülüş

portremi yapmış usta ressam
fonunda kazındığım nice nevbahar
esaret yangınında is

gidenler anında duran kadran
yarınlarımın isyankar uşağı
söz dinlemez ki kaygı

aşk dedikleri
ölümsüzmüş nihayet kaldırımında

yürünürmüş sevdanın
hep iz boyu

eteklerimi toplamamışım
ondan kanamışın diz boyu

yalnızlık tutam tutam derlenmezmiş meğer
türküsü yakılmazmış aşk ağrısının

hayat dedikleri
sorarmış tek tek hesabını günün

yetimleşirmiş hatanın
hep ince boynu

kitabımı okumamışım
ondan ısıtamamışım koynu

değişirim ben de
tümlerden hariçken

öğrendim
bunca zamanı görmüşken

bilmişim
aşk ölümsüz değil
/
artık
/
neşeli sesinde adak kurumuş güller
içinde nefesi titrek

meğer ben
zamandan soyulmuşum

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İklimler - Climates

İKLİMLER VİZYONDA!..

Nuri Bilge Ceylan'ın Filmi sinemalarda. Bayram tatilinde Ödüllü bir film izlemek zevkini sakın kaçırmayın.

Yönetmen : Nuri Bilge Ceylan
Senaryo : Nuri Bilge Ceylan
Görüntü Yönetmeni : Gökhan Tiryaki
Yapım : 2006, Türkiye / Fransa , 97 dk.
Oyuncular : Ebru Ceylan (Bahar) , Nuri Bilge Ceylan (İsa) , Nazan Kesal (Serap) , Mehmet Eryılmaz (Mehmet) , Arif Aşçı (Arif) , Can Özbatur (Güven) , Ufuk Bayraktar (Taksi şöförü) , Fatma Ceylan (İsa'nın annesi) , M. Emin Ceylan (İsa'nın babası) , Semra Yılmaz (Semra)

Oynadığı Sinemalar : http://www.sinema.com/film_osinema.aspx?FilmID=6168

Fragman :



Tıpkı yeryüzünün farklı bölgelerinin kendine has iklimleri olduğu gibi, ruhların da kendi iklimleri vardır. Üstelik değişmek için mevsimlerin dönüşünü beklemeyen, anlık değişimler bile gösterebilen iklimler...

İsa ve Bahar, çalkantılı ruhlarının farklı iklimlerinde, artık ortak bir mutluluğu paylaşamamaktadırlar. Mimar olan İsa ile televizyonda çalışan Bahar, iki farklı iklimin yaşandığı Kaş ve Ağrı'da, birbirini takip eden süreçlerde biraraya gelirler. Kaş, güneşin, kuytuda tek bir bilinmeyen bırakmayan parıltılı hali ile Ağrı ise soğuk ve kardan sıkı sıkıya örtülen bedenlerin aksine, kar beyazının aydınlığı ile, gerek hayatlarında gerekse ilişkilerinde hiçbir bilinmeyen bırakmayacaktır.

Nuri Bilge Ceylan, Cannes'da Jüri Büyük Ödülü almasını sağlayan filmi Uzak'tan sonra İklimler ile yeniden beyazperdede! 2006 Cannes Film Festivali'nde de büyük ödül için yarışan İklimler, bu sefer de FIPRESCI ödülü ile festivalden ayrıldı. Nuri Bilge Ceylan'ın bu film ile ilk kez kamera karşısına geçtiğini eklemeyi de unutmayalım.

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://tarkanikizler.wordpress.com/
Sevgili yazarlarımızdan Tarkan İkizler oluşturduğu blog'a öykü ve denemelerini yerleştirdi. Hepsini toplu olarak bulmak isteyen kahvecilere duyurulur.

Sudoku... Meraklıları için nerede web portalı tarafından sunulan sudoku bulmaca platformu. http://www.nerede.com/sudoku/ kısayoluna tıkladığınızda bulmaca karşınızda. Ayrıca oynamakta olduğunuz bulmacayı kaldığınız yerden devam etmek için saklama özelliği de var.

Divx hakkında merak ettiğiniz her türlü açıklamaları ve kullanabileceğiniz uygulama programlarını bulabileceğiniz iyi bir kaynak. http://www.divxforever.net/ Ayrıca divx filmleri ve filmler için altyazılar da bu kaynakta mevcut. Üyelik gerektiriyor.

Spor konusunda merak ettiğiniz her şey için http://www.superspor.com Sadece futbol değil, tüm spor dalları için bu web sayfasını kaynak olarak kullanabilirsiniz. Tv'de bugün sayfasında ise, televizyon ekranlarından spor adına izleyebileceklerinizi saati ve kanalı ile listelenmiş olarak takip edebilirsiniz.

Amatör yada profesyonel fotoğraflarınızı saklayabileceğiniz ve hatta paylaşabileceğiniz bir web sayfası. http://www.flickr.com/ İsterseniz sakladığınız resimleri slayt show şeklinde de sunum yapabiliyorsunuz. Resimlere bakmak serbest ama kendi resimlerinizi yüklemek için üye olmanız gerekiyor.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20061020.asp
ISSN: 1303-8923
20 Ekim 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com