Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 7 Sayı: 1.603

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 30 Mart 2009 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Anlayana!?..


İyi haftalar

Herkesin kendi çerçevesinden baktığında başarılı olduğu bir seçimi daha geride bıraktık. Bu türden, bize özgü değerlendirmeleri, sonuçların tam olarak alınacağı yarına bırakıp bence çok daha önemli bir konuda feryat etmek istiyorum.

Türkiye adına utandığım, böylesi beceriksiz, işbilmez, vurdumduymaz bir memleketin insanı olduğum için lanet ettiğim ender anlardan biriydi geçtiğimiz Cuma günü. Merhum Yazıcıoğlu'nu taşırken düşen helikopter, devletin tüm güçleri(!?) seferber edilmesine rağmen, 47 saat sonra işgüzar(!?) köylülerin tesadüfen geçtiği yolun üzerinde bulundu. İşgüzarlık etmeselerdi belki şu anda bile aranıyordu. İnsana zerre kadar değer vermeyen, olanı biteni kaderle, mukadderatla açıklayan bir zihniyetin neden olduğu bir rezaleti yaşadık hep birlikte. Herkesin ayrı telden çaldığı, hepsinin herşeyi bildiği, kimsenin bilgisine, deneyimine itibar edilmediği bir koordinasyonsuzluk nedeniyle öldü gitti o çocuk. Kimbilir sürünerek nerelere gittiyse cesedi bile hâlâ bulunamadı o kibar adamın. Hangi vicdan, hangi yüreği pas tutmamış insan unutabilir o sözleri? "Hanfendi hâlâ yerimizi tespit edemediniz mi?"

İHA Muhabiri İsmail Güneş Edemediler arkadaşım, edemediler. Ben gördüm, gürültüyü, yanık kablo kokusunu duydum diyen görgü tanığına itibar etmediler, bu devirde, kıçıkırık bir sinyalin gösterdiği alanın taa en tepesinden, yirmi kilometre geriden aramaya başladılar seni. Teröristi saklandığı delikte bulup nokta atışıyla vuran teknoloji, açık alana yayılmış metal yığınını bulamadı arkadaşım. Seyyar baz istasyonlarını bölgeye göndermeyi, senin telefonun kapandıktan 24 saat sonra ancak akıl edebildiler. İki helikoptere yükleyip kerteriz almayı beceremediler arkadaşım. İşgüzar köylüler üşüyüp köylerine dönerken kestirme bir yolu tercih etmeselerdi, belki de bulunmak için baharı beklemek zorunda kalacaktın arkadaşım. Aynı köylüler haberi ilk duyduklarında gene aynı yoldan çıkmışlar ama valinin "Kurtuldular, Kayseri'de hastanedeler." lafını duyunca geri dönmüşler. Bu gerizekalı yöneticiler adına çok utanıyor ve senden özür diliyorum arkadaşım.

Ya durumu kaderle, mukadderatla izah etmeye çalışanlara ne demeli? Sadece isyan etmeli arkadaşım, sadece isyan etmeli. Türlü tesadüfler sonucu düşen helikopterde ölmek belki kaderle izah edilebilir ama senin yaşadığını öğrendikten 48 saat sonra bile sana ulaşamamış olmayı kaderle izah etmek Allah'a hakaret etmektir. Allah bize kullanalım diye akıl vermiş. Aklını ekmeğe katık etmiş gerizekalıların günahını kadere yüklemek akılla bağdaşır mı?

Şimdi birileri çıkıp, Ergenekon'un elebaşı listesinde yer alan Yazıcıoğlu'nun bir komploya kurban gittiğini de söyleyecektir, böyle düşünmeye de hakları vardır. Ama ben sana birşey söyleyeyim mi arkadaşım, bunca salağı ve salaklığı kasıtlı planlı bir komploda bile bir araya getirmek mümkün değildir. Tüm bu olanlara rağmen ekranlara çıkıp "Devlet bütün gücünü seferber etmiş ve canla başla çalışılmıştır." diyebilen kendini bilmez yönetici bozuntuları adına senden binlerce kez özür dilerim İsmail kardeşim. Sen öldün kurtuldun ama bizler bunlarla yaşamaya, bunlar tarafından güdülmeye mahkumuz. İşte bu da bizim kaderimiz. Ruhun şad olsun İsmail Güneş.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








 


 Kahveci : Ayşen Tekşen Kapkın


GİDEBİLMEK

İki çocuk bir de tombul, yaşlı, güzel kadın yıldızları ve ayıyla geceyi örttüler üstlerine.....

I
Çok güzeldi kadın. Uzun yaşamını anlatmaya dursanız giriş-gelişme-sonuç için yalnızca "güzeldi" sözcüğü yetebilirdi. Yılların hoyrat rüzgarları, keskin ayazları zümrüt yeşili gözlerine, İngiliz porseleni duruluğunda tenine, simsiyah uzun kirpiklerine hiç deymeden geçip gitmiş, güzelliğini yalnızca meltemler okşamıştı usul usul. Onca varsıllığına, onca yaşamışlığına, onca sevilmişliğine rağmen yalnızca güzelliğiyle gururlanırdı ama ne tevazuuyla!

Çocuklarsa çocuktu işte. Üşüyen ellerini tombul "büyükbüyük"lerinin bacak, meme aralarında ısıtan, koşan- oynayan, ağlayan-gülen bildiğiniz çocuklardan. Büyükbüyük, henüz sevgisiz olduğunu fark etmedikleri, bütün evleri kendilerininki gibi zannettikleri evlerine ne zaman konuk olsa gecenin gelmesini iple çeker sonra da onun iki yanına uzanıp eteklerine tutunarak bir düş alemine uçmaya hazırlanırlardı. Dedim ya çocuktular işte; ve bu da o gecelerden biri.

"Beş-altı yaşlarındaydım çocuklar. Kemal Paşa emir buyurmuş olsa gerek yaylıyla Anadolu'ya kaçacağımızı söyledi annem. Denkleri, denklerden daha dertli olan küçük kız kardeşlerimi arabaya yerleştirip yola koyulduk. Günler geçtikçe soğuğun, açlığın, hareketsizliğin ağırlığı çocuksu sevinçlerimizin üzerine çöktü. Küçük oyunlarımızı bile oynayamaz olduk. Biz bittik, yol bitmedi. Geçtiğimiz köylerin, kasabaların sayısı arttıkça kan kokusu, barut kokusu, savaşın kokusu, korkunun kokusu ayaklarımızdan yukarı doğru kara bir yılan gibi usulca tırmanarak ve geçtiği her yeri dağlayarak sonunda gözlerimize ulaşıp kör etti bizi. Dünya kan kırmızısına büründü, başka renk seçemez olduk. Sesler ise yerin altına sığınmıştı. Yaylının tıkırtısından başka hiç ses duymadık günlerce. Ne kadar gittik, nereye gittik bilmiyorum ama askerlerin yolunu kestiği bir köyde durduk. O köyde gözlerimizi bürüyen kan kırmızısı bile, kırmızılığından utanıp, siyahla kol kola girerek kurumuş kan kırmızısına döndü. Elinden gelen yalnızca buydu herhalde! Doğruydu çocuklar, kızların meme uçlarını kesip tespih yaptıkları, adamları kazıklara oturttukları hep doğruydu. Kurumuş kan kırmızısının içinden hepsini seçti şu gözlerim. Bir daha da hiç silinmedi.... Ama bizler sizin gibi değildik, incinmedi ruhlarımız. Belki de incindi de anlamadık, yaşadık yine de... "

Büyükbüyükten ses gelmediğini görünce korkudan kısılmış sesleriyle "sonra ne oldu?" diyecek gücü buldu çocuklar. Ama "sonra" yoktu işte. Tombul, yaşlı ve güzel kadının tüm masalları gibi bu masalın da sonu yoktu. Ne yapsalar ne etseler onu indiği kör kuyulardan çıkaramayacaklarını bildiklerinden sıcaklığına büzüşüp huzursuz uykulara koyuldular, kadın ise zaman zaman çıktığı o bilinmez yolculuğuna...

II
Jön Türk Haşmet beyin (doğru mu bilinmez) bir aşifte uğruna terk ettiği karısından ve dördü kız, beş çocuğundan en büyüğü ve en güzeliydi Nusret hanım. Eğer soylu bir mücadelenin ardına sığınmış olmasa, Haşmet beyin geride bıraktığı kadınlar ve çocuklar onun hakkında çok şey söylerlerdi herhalde ama hiçbir şey diyemediler. Yaşam bir ağdalı bir suskunluk oldu. Terk edilmişliğin, yoksulluğun, yabancılığın acılaştırdığı bir anayla savaşın kan kırmızı kestiği beş çocuk, birbirlerine büzüşerek rüzgara karşı durdular yıllar boyu; ta ki yine savaşın öksüz-yetim ve ayrıca da kavruk bıraktığı, çirkince genç bir avukat kapılarını çalıp Nusret'e talip olana dek. Düşünecek halleri yoktu ya, verdiler güzeller güzeli kızı kavruk, çirkince avukat Ziya Beye. Kızla birlikte çeyiz olarak kardeşlerini ve acılaşmış analarını da aldı avukat bey. Adam gibi adamdı. Çok ama çok sevdi zümrüt gözlü karısını. Sevmenin lafının edilmediği zamanlarda sevdi. Sevgiyi söylemenin ayıp olduğu zamanlarda avaz avaz bağırdı sevgisini, "Ne olursun güzelim sevsen beni, yar deyip de sinene sarsan beni" demek aklına gelmeden sevdi. Böyle bir sevmek görülmemişti. O, sevdasını çığlık çığlığa yaşarken Nusret hanım sustu............

"Dedenizle evlendikten sonra şark hizmeti için Erzurum'a gittik. Doğu'yu ilk kez görüyordum. Sevdim diyemeyeceğim be çocuklar. Buradaki hayatımız çok daha kolay. Allah kimseyi kendi toprağından etmesin. Her neyse, oraya vardıktan hemen sonra anneniz doğdu. Yanından dere geçen iki katlı ahşap bir evde oturuyorduk. Bir gece aşağıdan hafif bir ney sesi geldiğini duyunca üstüme pembe lizözümü alıp usulca aşağıya indim. Gördüklerimi anlatmaya söz yetmez çocuklar. Bıyıklarından, kirpiklerinden buzlar sarkan kırk tane donmuş askercik semaya durmuş ayakları yere değmeden dönmekteler. Siz hiç donmuş gözbebeği görmediniz çocuklar. Gözbebeklerinin içinde donup sonsuzlaşan kederi görmediniz. Siz Sarıkamış'ta donmaktan kurtulup Enver'den kurtulamayanların hayaletleriyle semaya durmadınız; anlayamazsınız. Elimi uzatıp dokunarak buzlarını çözmek istedim ama en yaşlıları sert bir bakışla durdurdu beni. Hepsi birden son kez yüzüme baktıktan sonra aniden yok oldular. İzleyen gecelerde bir kez daha görebilmek için uyanık kaldım ama ne kusur ettiysem hiç geri gelmediler. Keşke gelseydiler, keşke hayaletler olsun geri gelseydi..."

III
Kocasının sevdası, varsıllığı ve kendi güzelliğiyle yaşlandı Nusret hanım. Anlattığı masalların tersine keyifli bir yaşam sürdü. Korkulu öykülerin ardına gizlenen sevinçlerini saçmak için bulduğu her fırsatın kuyruğuna yapıştı. Komik ve sevinçli bir kadındı. Önce çocuklar, sonra torunlar en son da torun çocuklarıyla yaşadı ertelenmiş çocukluğun coşkularını. Açık saçık konuştu, okeyde taş çaldı, ata bindi, çağının yasaklarına inat olabildiğince mayolarıyla salındı plajlarda, 70 yaşında sürücü ehliyeti almaya kalktı -komisyon eski Türkçe okumayı bilseymiş alacakmış da. Sonu olmayan masalların ardından düştüğü karanlık kuyular, yalnızca masallarla sınırlı kaldı. Eteğine tutunup düşler alemine çıkılan zamanlar dışında hüzünlendiği hiç görülmedi; bir de anasından miras kalan, ince bir kanun eşliğinde "Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime" şarkısını söylerken.

"Menemen'e bir yakınımızı ziyarete gitmiştik çocuklar. O zaman Menemen uzak diyar. Gece yarısı uykumdan 'Allahu Ekber' sesleriyle uyandım. Sadun'un babası "saklanın, sakın dışarı çıkmayın" diye bağırıyordu. Herkes bir yerlere saklandı, ben de pencerenin altındaki dolabın içine. Çocukluk işte, bir süre sonra merak korkuya üstün geldi. Perdenin altından yavaşça dışarı baktım, bir sürü pis kılıklı adam ellerinde meşalelerle yürüyorlar. En öndeki, yeşil üstüne sırmalı bir sancak taşıyordu. Bir süre onları seyrettim. Sonra birden, içlerinden birinin dehşet dolu bakışlarını gözlerime diktiğini fark ettim. Korkudan donmuştum ama o da donmuş gibiydi. Donukluk o yakışıklı, genç adama yakışmıyordu. Gözlerimiz ne kadar süre birbirine kilitli kaldı bilmiyorum ama birden anladım ki göz göze kaldığımız şey aslında kesik bir başmış, Kubilay'ın başıymış. Ben o gözlerde ölümün karanlığını değil yaşamın aydınlığını gördüm desem inanır mısınız? Ölümün kara olduğu yalanmış çocuklar, kara olan inançsızlıkmış, sevdasızlıkmış..."

IV
Ölmeye epey kala güzelliğini kendine saklayıp varsıllığını yakınlarına dağıttı Nusret hanım. Dünyadan aldığı her şeyi geri verme telaşı içindeydi sanki. Varsıllığını dağıtırken aklını kime bırakacağı konusunda kararsız kaldı uzunca bir süre. En çok onun ihtiyacı olacağı için en aptalımıza bırakmak en doğrusuydu ama o kadar aptal olduğuna göre onun aklını da mundar ederdi. Bu sorun onu epeyce oyaladı. Sonunda neye karar verdiğini kimse bilmez.

Zümrüt yeşili gözlerinde çıkan minik bir yara iyileşmeyince doktora götürdüler Nusret hanımı. O gün yakasına yapışan cilt kanseri sekiz yıl boyunca gözlerinden başlayarak tüm yüzünü kemirdi. Son günlerinde, anlattığı masallardan daha korkunç bir hal almıştı. Yazgı, kendisine ait tek şey olan güzelliğinden vazgeçemediğini görünce yardımına koşmuştu anlaşılan. Artık geri verilecek emaneti yoktu. O bir Kubilay'dı, Sarıkamış askerleriydi, kesilmiş meme uçları, kanlı kargalardı.... ama sıcacıktı!

Kim bilir belki de yağız bir delikanlıya aşık olma zamanıydı! Yakınmasız bir yaşamı özenle katlayıp, ayak ucuna yerleştirerek usulca kapıyı çekip gitti Nusret hanım.... Ve belki de;

Savrulmada gül şimdi havada
Gün doğmada bir başka Ziyada


Ayşen Tekşen Kapkın


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


Feride Özmat

 Kahveci : Feride Özmat


  Bir Hazan Akşamından Esen Rüzgâr...

'Bir akşam düşün;
Ufukta evlenmiş morla kızıl,
Kara gölgeler serilmiş kaldırımlara;
Uzamış yalnızlıklar...
Mazinin rengi gökkuşağı anılar deryasında;
Hüzün kadehinden doyasıya içmiş gece
Bulutlarla kol kola...'

Ada sahilleri bomboş bu akşam. Dalgalar çarpıyor yüreğimin kıyısına, çığlık çığlığa. Yalayıp geçiyor yüzümü, karşı yakadan elini uzatan poyraz. Buğulanıyor ışık sarhoşu manzara.

Kuru yaprakların hışırtısı örtmüş kimsesiz yolları. Salkım söğütler ağlamaklı; bükmüşler boyunlarını, kabullenmişler sanki kaderlerini. Balıkçı barınağından süzülen aydınlık yakıyor çimenleri, içli şarkılara bulayıp. Kırık dökük teknelerin arasına kadar sokulmuş hüzün. Evler soluksuz; kederli bir gülümseme kalmış renksiz pencerelerde yaz mevsiminden hatıra. Sokak lambaları bile bir bekleyiş içinde; umutla haykırıyorlar sorgulayarak vuslatımızı.

Çırpıp duruyor kanatlarını içimdeki hasret; umutla bakmak istiyor sabahlara, umutla kucaklamak istiyor yeni günleri. Belirsizliklere isyan ediyor çaresizce; kahrediyor sensiz zamanlara, kahrediyor tek başınalığa.
Adımlarımı sayıyorum bir bir... Göremez oluyorum ileriyi; tökezliyorum yokluğunda...
Sen dolduruyorsun düşüncelerimi bu akşam...
Sen dolduruyorsun gözlerimi...
Sen...

'Öyle bir akşam ki;
Susuzluktan yanmış umut,
Bir yudum teselli aramakta...
Dizeler sevdanın girdabında, küskün;
Tebessümler kurumuş son yazın dudaklarında;
Benzi soluk ve kimsesiz...
Akıbeti belirsiz sisli yarınların;
Kırağı düşmüş yanaklara...'

El ele geçirdiğimiz anları sayıklıyorum biteviye. Bakışlarının sıcaklığında kayboluyor kalemim, mazide yürüdükçe adımlarım. Ellerim yüreğini okşarken, sevdalı sesini dinliyor gözlerim.

Martılara eşlik ederken gemi güverteleri, dans ediyor yunuslar ilkyaz düşlerinde. Kıpır kıpır dalgalar; pamuk kümeleri yapışmış her birine. Bahçelerdeki mimoza dalları mor salkımların hazin bakışlarına dokunuyor. Beyaz leylakların tomurcuklarıysa ıhlamur ağacına nispet yaparcasına gülümsüyor, nazlı ve mağrur.

Duygularımız çağlayan olup kaynıyor, dizelerimizden dökülüyor usulca. İçimize işliyor soğuk rüzgârlar; ıslak kokularıyla doluyor ciğerlerimiz. Tenimizin sıcaklığı ısıtmaya çalışıyor günü. Perdelerin arasından sızan ılık güneşi seyre dalıyor gönüllerimiz; kulaklarımızda bir sevda şarkısı. Gözlerimiz birleşiyor... Bütünleşip yürüyorlar sevgiye... Hasretlerden yıpranmış, yorulmuş ama hala doğduğu anki kadar hızla çarpıyor aşkımızın kalbi. Çevremizi sarmalayan sisi silmeye çalışıyor gözyaşlarımıza bulanmış parmaklarımız. Yaşama inat, korkmuyoruz akşamı yaşamaktan... Korkmuyoruz yarınlardan...

'Ve o akşam,
Yok edelim gri bulutları gökyüzünden,
Yüreğimizin kırıklarını toplayalım
Titreyen avuçlarımızda...
Mutluluğun kalbinden çıkaralım hançeri,
Gözlerimize yapıştıralım sevdalı mısraları;
Silelim kalemlerimizdeki dumanı
Son bir çabayla...'

Bu gece hiç bitmesin diye yalvarıyorum karanlığa... Hiç sabah olmasın, güneş hiç doğmasın; unutsun ışıklar dünyanın varlığını... Saklasın bulutlar gündoğumunu karşı dağların ardına; esir etsinler sarı huzmelerini şafağın... Hazan yapraklarını savursun poyraz çam ağaçlarına; kükresin bulutlar, yaksın şimşekler! Kavrulsun bu dünya, bu köhne şehir, bu Ada!
Yalnızca ikimiz kalalım...
Hiç kimse ulaşamasın artık sevgimize...
Hiç kimse değemesin yüreğimize...
Dinle beni sevgili, dinle...

'Gitme bu akşam;
Anlamsız sözcükler uyduracağım sana
İkimizin duyacağı yalnızca...
Birbirine kavuşturacağım güneşle ayı,
Yıldızlardan çalacağım sessiz notaları;
Yağmur olup düşeceğim susuz yangınlara, gitme...
Kadere boyun eğen suskunluğumu yanıltıp
Sevgimi fısıldayacağım dudaklarına...
Yeter ki kal...'

Feride Özmat


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Mehmet Ali Albayrak


Acıtmayın şu salağı...

İnsan çok tuhaf bir yaratık, ne bileyim anlatması imkansız duyguları, korkuları, hayalleri, sevinçleri, üzüntüleri, özlemleri, bıkmışlıkları var. Her şeyden önce bu insan dediğimiz bizler, aşık oluyoruz, ne olduğunu bilmediğimiz bir his lan bu, ne olduğunu bilmediğimiz saçmaladığımız, lüzumsuz yere, yere göğe sığmadığımız, salaklaşıp, şapşallaştığımız bir ruh hali. Gecenin karanlığında saat 01:00 civarlarında kışlanın içinde nöbet tutarken bunları düşünüyor insan, hatta kimi geri zekalılar kağıt kalem alıp yazıyorlar bile. Amansız boşluk, uçsuz bucaksız arazi, gündüz sapsarı olup, gece simsiyah olan dağlar ve ayın güneş tarafından tutulması, insanı ansızın Shopenhauer'a çevirebiliyor. Başlıyorsun her şeyi sorgulamaya, içini dışını, içinin dışının tertemiz olmasını isteyip, temiz olmadıklarını anladıklarını, hayata hep şüpheyle bakanlara sövmelerini ve yaşanmışlıklarının sonunda seninde artık temiz kalbinin, saflığının yerini yavaş yavaş şüphe mikrobunun aldığını ve septizm hastalığına yakalandığını görüyorsun.

O kadar diyorum ne yaparsanız yapın ama acıtmayın bu salağı diye, sonra hep böyle oluyor işte.

Gogol gibi başlıyorsun, "Bir Delinin Hatıra Defterini" yazmaya. "Komutan'ım yeni nöbetçiler geldi, doldur boşalta gelecek misiniz?" diye soruyor devriyeci onbaşı ve tüm melankoli birden yıkılıyor. Kalkıp gidiyoruz nöbetçi çocukların yanına; "namlu bidona, kurma kolunu çek bırak, tetik düşür." Sonuçta, bu da bir iş, kelimeler az ama söz konusu olan "can" ki ne "can" . Can demişken, burada bir şey anlatmam lazım. Aslında çokça anlatılan ama herkese yaşaması nasip olmayacak, çok ağır, zor ve pis bir anı bu anlatacağım. Televizyonda görürken dahi insanın tüylerini diken diken edip, ağlatan şehit cenazelerinde, saygı töreninde bulunmak. 3 yaşında bir çocuğun babasının resmini ne olduğunu anlamadan okşaması, bir ananın ağlayarak, inzibatı, şehit düşen çocuğu sanması ve ona sarılmasını görmek insanın ruhunu, zihnini yarım saatte yarım yüzyıl kadar yaşlandırıyor desem yeridir. Görev gereği ağlamamanın gerektiği, metanetin korunmasının gerektiği çok boktan bir an işte o an. Tören bitiminde bir ağacın dibine gidip hıçkıra hıçkıra ağlanan bir an o an.

O kadar diyorum ne yaparsanız yapın ama acıtmayın bu şalağı diye, sonra hep böyle oluyor işte.

Gündüz bir şey değil de, gece çocukları her nöbete gönderdiğinizde aklınıza o ağır, zor, pis anı geliyor ve dağılıyorsunuz ister istemez. Çocuklar gitti yine, arkanızı dönüp nöbet odasına gidiyorsunuz, ay hala güneş tarafından tutuluyor, uyku göz kapaklarımı zorluyor ama ben hala düşünüyorum. Bir asker geliyor uzaktan, "komutanım uyku tutmadı" diyor, hayrola diyorsun; "şafak sıkıştırıyor komutanım, pisikolocim ağrıyor" diyor. Diyorum ya nöbet bu, duygu fırtınaları estiriyor insana, bu kadar sızlanmadan, ağlamadan sonra gelde şimdi gülme! Şafak sıkıştırması ne diye soracak olursanız bir askerin tezkere almasına ne kadar az varsa, şafak sıkıştırması o kadar fazladır diye cevap veririm size. Bir tür profesyonel/usta/kaşar asker hastalığı. Bu nöbet boktan bir şey ama askerde nöbet tutuyorsunuz diye değil, şöyle ki gece olduğundan ve her an hiç tanımadığınız bir askere dert yanabileceğinizden ya da onun size dert yanabileceğinden.

O kadar diyorum ne yaparsanız yapın ama acıtmayın bu şalağı diye, sonra hep böyle oluyor işte.

Oldum olası ufak ayrıntılarda takıldım kaldım ben, hep şeytanı detaylarda bildim. Bir arkadaşım geçen gün emesende şöyle demişti konunun gidişine uygun olarak; "moruk ilişkide herkesin kendine göre önem verdiği değerler vardır ammavelakin önemli olan, o değerlerin, her iki taraf içinde aynı olmasıdır." İşte benim hep sınıfta kaldığım konu bu, ya ben o önem verdiğim değerleri çağımıza göre, olması gerektiğinden çok dolduruyorum ya da karşı taraflar o değerleri hep kendilerine zulh görüyorlar. Tüm geceyi ayık, yalnız ve gurbette iseniz uyanık geçirmeyin efenim, olmuyor, durduramıyorsunuz bu zihni, yüreği, tınıyı. Daralmak, pek kullandığım bir kelime değildir, kolay kolay da daralmam hani bilen bilir. Geçen gün bir asker; "komutanım Allah bozmasın, maşallah hep gülüyorsunuz" dedi, ben de "ne yapayım mına koyim, ağlasak da geçiyor, gülsekte, en iyisi gülmek o yüzden" dedim. Evet pek sofistike, feylosofvari bir konuşma değil elbette, ama bazen ne kadar homosapiens insan, o kadar mutlu insan. Aslında çok ağlarım lan ben ama kimse görmez, bilmez ağlamalarımı, bildiğin göz yaşı dökerim hem de, uzun uzun, ama diyorum ya kendi başıma ve ayık olur benimkiler pek çoğundan farklı olarak.

O kadar diyorum ne yaparsanız yapın ama acıtmayın bu salağı diye, sonra hep böyle oluyor işte.

Bir mektup yazdım babama, halalarıma ve içine bir iki foto serpiştirip, gönderdim. Nostaljik bir adamım lan ben, seviyorum böyle eski alışkanlıkları. Almışlar mektubumu, ağlayarak aradı canım halalarım, halbuki çokta komik şeyler yazmıştım ama diyorum ya insan işte ne zaman, neye nasıl tepki vereceği belli değil. "Ne ağlıyorsunuz lan manyaklar" diyorum, karşımdaki fırlatıverme halam "zımıza zıçarsan ağlarız tabi" diyor. Tuhaf işte insan, böyle mi konuşur hala-yeğen di mi? Gece oluyor 03:30 biraz da bunları düşünüyorum babamı, kardeşimi, halamı, sevdiceğimi, arkadaşlarımı, canlarımı… sonra; "aman ya şunun şurasında sayılı zaman, göreceksin hepsini" diyorum ve hemen aklıma; "ya göremeyeceklerim" geliyor. Gece ya işte ondan oluyor bunlar, bunların tek müsebbibi bu alçak karanlık amansız gece.

O kadar diyorum ne yaparsanız yapın ama acıtmayın bu salağı diye, sonra hep böyle oluyor işte.

Sabah oluyor yavaş yavaş, saat 05:30 civarı, hemen aklıma göğün maviliğine paralel, deniz geliyor, 25 seneden beri ilk defa denizsiz bir şehirde yaşıyorum ya bunların tüm sebebi, birazda o sanırım. İlerde dağ var, ufka hep bulutların gölgesi düşüyor, arkasında deniz olması gerekiyor, öyle hissediyorum ama öyle değil tabi ki, yok işte. Gidip dalgalarını dinleyebileceğim, ayaklarımı salabileceğim, içimi boşlatıp, güzelce kusabileceğim bir deniz yok orda ve anlıyorum ki bu yokluk beni daraltıyor. Okuduğum kitaptaki gerçek kahramanlar geliyor aklıma; Melek Tayfur geliyor mesala aklıma 1930'lu yılların ünlü oyuncusu, yine kendi gibi ünlü olan Ferdi Tayfur'a olan aşkı geliyor aklıma. Sırf Ferdi gibi düşünebilmek, aşkı onun gibi yaşayabilmek ve onunla beraber ölmek için esrara başlaması geliyor aklıma, tıpkı Selahattin Pınar'ın, aynı şeyi Afife Jale'ye olan aşkı için yaptığı gibi. Bir de aklıma Azime Korkmazgil ve şair Hasan Hüseyin Korkmazgil aşkı geliyor ki, hayal dünyası beni benden alıyor.

O kadar diyorum, ne yaparsanız yapın ama acıtmayın bu salağı diye, sonra hep böyle oluyor ve o kadar yazı yazmasına rağmen acıyan, kanayan, alev alev yanan yüreğine tek bir merhem olacak cümle yazamıyor, sözü geveleyip geveleyip duruyor, derdini de kimseye anlatamıyor. Aynı zamanda güneş ayı tutmaktan vazgeçiyor ve gün ağırıyor, merhaba yeni gün, ne ihtişamlı doğdun öyle içime içime, uykusuz gözlerime de sokmasaydın o ışıltılarını bok varmış gibi, daha da ihtişamlı olurdun belki de.

Sevgi, saygı, selam. Gözlerinizden öpüyorum.

Mehmet Ali Albayrak


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Dost Meclisi


polygon@polygon.com.tr


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


 


 Tadımlık Şiirler


SİZE BAKMANIN TARİHİ

size bakmanın tarihi! siz
bir gonca kadar kendiliğinden
yazılmış olmalısınız
derin, korkunç ve ergen
kalbim, sevdalara sığmayan kalbim
bir dağı içeriyor geçerken
siz o dağa sanki kış
ve sanki bıldır yağan karsınız
umarsız sözcüklere bulanmış

size bakmanın tarihi! siz
bir keteni köpürten yaz
ve inanılmaz
yalnızlıklarsınız; sadece
sizin olan o vahim, o beyaz
ve kuytu gurbet sesleriyle
işlenmiş yazdıklarınız
ve yanık, kavrulmuş dizelersiniz
kimbilir hangi sevdalara dolanmış

size bakmanın tarihi! bir
kalbime güvensem sizi hep
okurdum ben... ama nedense
hep aynı hüzün ve
hep aynı tutkuyla
bakmayı bilmediğinden, ne yapsam
bir ilenç, bir kargış
gibi ardımsıra geliyor şairliğim
o solgun yolculuğa adanmış

Hilmi Yavuz

Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Bol Bul Bulmacalar




Bloxorz       Foto Puzzle       Küp Küp


 


 Biraz Gülümseyin






KMTV Sunar...

 


 Kıraathane Panosu



Polygon Web Studio


Yazarlarımızın Kitapları


Merih Günay
"Martıların Düğünü"

Nesrin Özyaycı
"Işık -II-"


Temirağa Demir
"Her kardan Adam Olmaz"


Şadıman Şenbalkan
"Şehit Analarımızın Çığlıkları"

Hatice Bediroğlu
"Düş Kuruyor Gece"

Cüneyt GÖKSU
Serpil YILDIZ

"KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

Merih Günay
"HİÇ"

Feride Özmat
"Yanlış Zaman Hikayeleri "

C.Eray Eldemir
"Uzak İklimler"

Temirağa Demir
"Edepli Fahişeler"

 
Nesrin Özyaycı
"ÖLMESEYDİ"


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Gom Player Version 2.1.9.3754 / Windows / 5.52 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

7-Zip 4.62 (2008-12-02) for Windows / 913 KB
http://www.7-zip.org/
Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Uygulama : Cem Özbatur
2002-09©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




Dont worry be happy
Bobby McFerrin









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20090330.asp
ISSN: 1303-8923
30 Mart 2009 - ©2002/09-kmarsiv.com