Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.725

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 29 Ocak 2010 - Fincanın İçindekiler


  • RENKLİ RESİMLER -2 ... Seyfullah Çalışkan
  • Dans başlıyor !.. ... Müge Ünal

  • Bir Tutam Lise Günleri -1 ... Nevriye Hamitoğlu
  • Senden bilirim yok bana faide ey gül... ... Ahmet Şeşen
  • DİKKAT! BOYALI... ... Erhan Tığlı
  • 15-16 Haziran 1970'den, 2010 Tekel Direnişine... ... Cüneyt Göksu


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Kral dairesinden beyaz cama!..


    Merhabalar,

    Televizyondaki tartışma programlarına bakınca, içinde bulunduğumuz durumdan epeyce rahatsız oluyorum. Siz de aynı durumda mısınız bilmiyorum ama benzer duyguları taşıdığımızı sanıyorum. Ne dinliyoruz ne de hak veriyoruz. Bilmediklerimizi öğrenmek, öğrendiklerimizi pekiştirmek gibi bir kaygımız kalmamış artık. Karşılıklı istenen tek şey, gol atıp skor elde etmek. En demokratik hakıkımızı yani fikirlerimizi açıklama hürriyetimizi en yapıcı kullanabileceğimiz bir yeri bile ringe çevirme yeteneğine sahibiz. Farkındasınızdır, hep "biz" diyorum çünkü ben de farklı değilim. Ön yargılıyım ve herşeyi en iyi ben bilirim(!) Az önce TV8'deki bir programı sırf fikirleri programla bağdaşmadı diye terkeden bir tok sesli Yeni Şafak yazarını görünce bu lafları edesim geldi. Tahammül yeteneğimiz tamamen elimizden alınmış durumda. Bunca özeleştirinin üzerine gene birini suçlamak doğru değil ama indimde müsebbibi belli olan bir konuyu da es geçmek olmaz. Bu ortamın tek sorumlusu vardır, o da Zimbabwe Devlet Başkanı Robert Mugabe(!?)

    Fikir sahibi olmak kötü bir meziyet değil elbet. Hele demokrasi demokrasi diye gerimizi yırtıyorsak "fikir" daha da bir önemli. 141-142'li günlerde fikir niyetine; sadece "nihansın dideden ey mest-i nazım..." terennüm edebilirken, bugün TSK'nın üzerinde çaça yapan bir toplum olduk. Nereden nereye? Beşbinlik plan çerçevesinde belediye encümenine sunulan balyoz darb-ı meselinde kafamı kurcalayan bir konu yukarıda sözünü ettiğim programda dile geldi, sevindim. Servisçi paçavra, elindeki belgelerin ulusal gizlilik gösteren bölümlerini yayınlamadıklarını söylemişti. Yani, tüm bilirkişilerin sözünü ettikleri, savaş halinde yapılacakların planlandığı "Harp Planları", şimdilerde kıçı kırık birkaç muhabirin, belki de ofisboyun elinde. Bunun ne büyük bir zaaf olduğunun farkındalar mı birileri acaba? Dünyanın üçüncü, Avrupanın birinci en kocaman ordusunun harp planları çiğdem çekirdeğe külah olmuş durumda. Darbe bunun yanında ritm sazdan darbuka yahu.

    Asıl haberi gündüz saatlerinde bir haber programından duydum. Abdi İpekçi'nin katili herife bir pek ünlü yapımcı dans yarışmasında jüri üyeliği teklif etmiş. Kendisine sormuşlar, "Yok öyle birşey ama adam cezasını çekmiş, neden olmasın?" demiş. İkisi de pek vahim. Bir kere adam cezasını falan çekmedi. İçeride kaldığı otuz yılın 20 yılı yaraladığı Papa, on yılı öldürdüğü İpekçi için. Teklif ettiyse paranın kör ettiği yapımcının, etmediyse de "Neden olmasın?" diyebildiği için, gene aynı yapımcının Allah müstahakını versin. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      RENKLİ RESİMLER -2

    Memik Emmi gerçekten Paris'e gitmiş mi? Bu sorunun yanıtı kendi başına kocaman bir muamma. Birkaç kez merakıma yenilince çay ocağı sahiplerine sordum. Herkes farklı yanıtlar verdi. Orada doğmuş sonra Türkiye'ye gelmiş diyenler oldu. "Kör ise nasıl görmüş? Paris'in ışıklarını," dedim. Sonradan olmuş, kaza geçirmiş, hastalık geçirip kör olmuş gibisinden birbirinden uzak yanıtlar verdiler. Memik Emmi hakkında kimse fazla şey bilmiyordu. Bu gerçekten hayret verici… Çünkü yıllarca her gün çay ocaklarına gelip giden birinin bu kadar bilinmezler barındırması çok zordur. Herkes nihayetinde yakınlık buldukça santim santim çözülür. Bir de bakarsın pandoranın kutusu açılıvermiş.

    İnsan her zaman kendine en yakın hissettiği yanıtlara inanmayı seçer. Çay ocağından görüp bildiğim, herkesin Sümbül dayı dediği bir adam vardır. Burada nedense bütün erkekler özellikle da tanış olmayanlar birbirlerine dayı derler. "Dayı bu kaça? Dayı iki çay getir hele. Dayı Çıksorut minibüsleri buradan geçer mi?" gibi diyalogları her kaldırımda bol bol duyarsınız. Anadolu da daha çok emmi diye hitap edilir. Güneyin insanı akrabalığı anneden yana kurmayı tercih ediyor galiba. Neyse lafı gereğinden fazla uzatmayalım. Sümbül dayı: " Lan Allah'ınızı severseniz… Bu Kör Memik Paris'e mi gidebilirmiş? Size doğrusunu diyeyim ben. Askere gitmezden önce kör oldu bu Memik. Çocukluğundan bilirim ben bunu. Hatta askerlik zamanımız geldiğinde birlikte şubeye bile gittik. Muayenemizi birlikte yaptırdık. Ne oldu, neden oldu bilmem. Gözlerine gün be gün azar azar perde iniverdi bunun. Birkaç ay içinde iyicene kör oluverdi. Silüs geldiğinde az kalsın kör mör demeyecekler, götüreceklerdi. Neyse şubede anladılar da bırakıverdiler. Ben ta Manisa'ya gittim. Kırkağaca acemi birliğine. Bu deyus yırttı tabi. Asker dönüşü evine uğradım. Tertibiz ya ikimiz. Artık hiç görmüyordu. Aynanın kıyısında bir kartpostal sıkıştırılmıştı. O kartpostal Paris'in Sen Nehri ile bir sokağının yarısını gösteriyordu. Irmak kemerli bir köprünün altından geçiyordu. Ve gezinti tekneleri vardı. Sokakların ışıkları yanıyordu ama daha karanlık iyice bastırmamış gibi görünüyordu. Bu kartpostal nereden gelmiş, kim göndermiş bilmiyorum. Gözlerini kaybetmeden önce sanırım o resmi beynine iyice hapsetmiş. İşte size gördüğü zamanlardan kalan o resmi anlatıyor.

    Karagöz sokaklarında sürekli gezip dolaşan bir adam vardır. Herkes adına Abdo Dayı der. Ben ona kendimce başka bir isim koydum. Kınayan Abdo… O bu dünyaya olan biteni kınamak için gönderilmiştir. Elbette hoşuna giden, kınamadığı şeyler de vardır belki ama. Onlar çok azdır. Bence Kınayan Abdo çok dayak yemiştir. Çünkü herkesin işine burnunu sokar. "Şuna bak şuna dürüm yemesini de bilmiyor. Nohut dürüm öyle yenmez. Deşmiş ekmeği, sokağa akıyor. Otur da bi köşe de ye bari…" Çimenlere oturdun, güzel miydi bari? Eee o pantul ne olcak şimdi? Çıkçak mı bakalım çimen yeşili. Çıkmaz, hadi uğraşıp dursun bakalım zavallı anacağızın. Sokakta yiyecek satılmaz kardeşim. Mikrop kapar. Almayın bacım o mısırları, almayın." İnsan ona bakınca aha şimdi kavga çıkacak. Mısırcı bu çelimsiz adamı dövmese bari diye düşünmeden edemezsiniz.

    Kınayan Abdo bazen hükümeti, zamları, belediye çalışanlarını, doktorları, taksi şoförlerini de kınardı. Ama onun kınama şekli politik bir tavır değildi. Hatta zerrece öyle bir kaygı duymazdı. Sadece her şeyi kınamayı kendine görev edinmişti. Hepsi o kadar. Her şeyden önce kınayıcı bir yüzü vardı. Hepimiz bazı genellemelere tutunuruz. Ben de bu kalıp düşüncelerin onlarcasını hep yanımda gezdiririm. İnsanın yüzü beyninin aynasıdır. Örneğin polisler ve askerler genelde öfkelidir. Kaşları çatık dolaşırlar. Öğretmenler de gittikleri hey yere çocuksu bir gülümsemeyi taşırlar. İşçiler her zaman yorgun görünürler. Ve yaşamaktan bezmiş gibi… İşadamları tombul ve çift çenelidir. Ve yüksek perdeden vücutlarını hoplata zıplata kahkahalar atarlar. Görünüşlerine ben zenginim abi diyen bir resim oturmuştur. Kınayan Abdo da öyleydi. Sivri burnu ve çukurdaki gözleri hiçbir şeyi kolay beğenmeyen titiz bir ifadeyi yansıtırdı. Ekşi bir bakışı, eksi bir duruşu ve ekşi bir ses tonu vardı.

    Okuduğumuz gazeteyi beğenmezdi. Ve her gün bıkmadan usanmadan bunu yinelerdi Bir tek gün bile sektirmeden her gün. "Hükümet yanlısı gazeteler bunlar. Her şeyi yalan yazar. Bunları okursanız her yer güllük gülistanlık sanırsınız. Ama kazın ayağı öyle değil. Başka gazete mi yok. Almayın bunları." Benim de kravat, ceket ve gömleklerime takılıp kalmıştı. Bir kez olsun beğenseydi. Ölsem gam yemezdim. Bu cekete bu gömlek olmuş mu yani? İkisinin de rengi koyu." Başka bir gün : " bu kravatla bu gömleği nasıl yakıştırdın be. Helal olsun sana. Zevkine hayranım senin, " diyerek dalgasını geçerdi.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Köpüklü Kahve : Müge Ünal


    Dans başlıyor !..

    Koşturmacalı, nefes almayı unutturacak kadar yoğun bir işgünü idi yine. Bir mola vermek istedim. Hemen bıraktım. Otursam milyonuncu mesajıma cevap verecek, daha "gönder" tuşuna bile basmadan cevabını alacaktım. Nasıl olduğunu anlamadığım bir hızda yaşıyorum. Sanırsınız yeni bir uzay mekiğini fırlatmaya hazırlanıyorum. O kadar yoğunum. Sokağımızın delisi gün geçtikçe kendini daha yakın hissediyor bana. Sevimli sevimli bana bakıyor. Gülümsüyor. Garibim durumumun ondan kötü olduğunun farkında.

    Her neyse, hemen hemencecik bıraktım herşeyi. Derin bir nefes alıp bir kahve molası için cafe'ye indim. Bir masa bulup iliştim. Kıyısına oturdum sandalyenin. Tam otursam sanki suçluluk hissedeceğim. Sanki ucuna oturunca vicdanım daha rahat. O zaman ihanet etmiyorum işime. Böyle daha iyi. Evet, kıyısında oturayım. Ne orada olayım ne burada. Tatsız.

    Birkaç dakika sonra arkadaşımı gördüm. El salladım, yorgun yorgun yanıma geldi. Sanki o yürümüyordu da zemin kayarak onu yaklaştırıyordu bana. Yorgun, tatsız ve keyifsiz yanıma oturdu. Ama o tam yerleşti. Şöyle bir arkasına yaslandı tüm sırtını dayadı. Sanki dayanmaya, yükünü orada bırakmaya ihtiyacı vardı. Yorgundu. Ve bu hiç de iş yorgunluğuna benzemiyordu. Daldı. Garsonun "ne alırsınız" çağrısını duymadı bile. "Bir kahve" dedim. "Güzel, bol köpüklü, buram buram kokulu bir kahve."

    Sessiz bekledim. Zaten birşey söylememe gerek yoktu. O benimle değil zihni ile konuşuyordu. Durdu bir ara kendi kendi ile konuşur gibi söylendi. Sessiz, sıkıntılı ama anlamlı. "Kavga, çok kavga ediyoruz. Daha evleneli üç sene bile olmadı. Ne iyi anlaşıyorduk oysa. Her konuda eşimdi. Her konuda uyum aramızda bir tutkaldı. Her konuda... Havanın kokusu, gelecek korkusu, trafiğin yoğunluğu, kumaşın dokusu... Her konu. Her duygu. Uyum içinde idi. Ne oldu" dedi. "Ne oldu... Nereye gitti uyum. Kalkıp gitti mi? Giderken haber bile vermedi. Kavgaya mı yer açtı. Kavgasız günümüz geçmez oldu. Dolapların yerleşiminden, kitap yorumlarına kadar tartışıyoruz. Sevdiğim kadın o değil sanki. Aşık olduğu adam da ben değilim. Ne oldu. Uyum ne zaman gelir... Çağırsak huzur ile birlikte gelir mi? Bağırsak duyar mı?"

    Gülümsedim. "Dans !" dedim. "Dans ediyorsunuz şimdi. Kolay mı biri ile dans etmek. Kolay mı ayaklarınızın aynı anda birlikte ahenkle hareketi. Kolay mı? Sen bir adım atınca, o bir adım geri çekilecek. O sana yaklaştıkça, sen ona yer açacaksın ki sana doğru korkmadan gelsin. Ona güven vermelisin ki kollarına tam bırakabilsin kendini. Güvenmelisin ki onay dayanacağını bilmelisin. Kendine inanmalısın ki onu ileriye doğru her ittiğinde, dönüp sana doğru geleceğini bilmelisin. Kollarını açıp onu sarabilmelisin. Ama nazikçe sarmalısın onu. Çok sıkarsan estetik, uyum bozulur. Ahenk kaybolur. Çok gevşek bırakırsan, dansınız bütünlüğünü kaybeder. Zamanla O'nu öyle iyi tanıyacaksın ki müziği duymasanız da dansınız aynı ahenginde tamamlanacak. Zemin kötü de olsa devam edebilecek. Kalabalıklar içinde bile kimse yokmuş gibi dans sürecek.

    Kolay mı sanıyorsun. Hiç kolay mı? Bu uyumu yakalamak için sabır gerekir. Çaba gerekir. Azim gerekir. Aşk gerekir. Durmadan, yorulmadan denemek gerekir. Yorulunca ara vermeyi, kendi içine dönüp de dinlenmeyi bilmek gerekir. Danstan keyif almak gerek. "
    "Ayaklarına basma sakın" dedim. "Sakın sıkma ellerini. Sakın sert olma. Sakın acıtma canını. Dans etmiş olmak için etme, onun için ya da kendin için değil, sizin için dans et. Herşeyi bir yana bırak da ahengi hisset. Sevdiğin kadını, sevdiğin müziği dans etmeyi hisset.

    Geçecek tüm sıkıntılar, göreceksin . Ne zaman ki ahenkle dans başlayacak. Hayat kolay, keyifli ve aşkla dolu olacak. Dansınız muhteşem olacak. "

    Gülümsedi sıcacık.

    "Duydun mu müziği dedi. Duydun mu ? En sevdiğim melodi çalıyor, sevdiğim, canım beni çağrıyor."

    Dans başlıyor !..

    Müge Ünal


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Bir Tutam Lise Günleri -1

    Çok uzun zaman önceydi. Şişhane'de bulunan Beyoğlu Ticaret Meslek Lisesine kaydım yapıldığı gün, ailemle gitmedim; çünkü evde hüngür hüngür ağlıyordum. Bu okuldan mezun olduktan sonra, geleceğimi şekillendirirken önüme çıkan engelleri ve şimdi yaptığım işleri düşündüğümde ağlamakta ne kadar da haklı olduğumu hep gördüm. Bu okula gitmemin sebebi ablamın bu liseyi tercih edip orda okuması ve ailemin "kardeşlerin birbirlerine gözkulak olması için aynı okula gitmeleri gerektiği" eski kafalı düşüncesiydi. Bir de o zamanlarda meslek liselerinin popüler olması ve günümüzdeki kadar yaygın olmayan dershanelere ve olsa bile azınlıkta olup ateş pahası olmaları sebebiyle gidemeyen ve kendi imkanları ile üniversite sınavına girip kazanamayan çocukların en azından bitirdikleri meslek lisesinin konusundaki mesleği ellerine alarak iş hayatına rahatça başlayabilme düşüncesi, meslek liselerinin önemini arttırıyordu. Aslında muhasebecilik, itiraf etmeliyim ki günümüzde bile işi öğrenip bildiğin sürece her yerde iş bulabileceğin bir meslektir. Ama benim gönlümde ve çocukluğumdan beri rüyalarımda hep öğretmen olma hayali vardı. Hangi okula yazılacağımı da biliyordum, bana yakın olan Fatih kız meslek lisesi çocuk gelişimi bölümü; ama ailemin kararı kesindi ve çok sonra benim gelecek isyanlarımda bu kararı vermiş oldukları için büyük üzüntü duyacaklardı.

    Büyük bir hüsranla başladığım bu okul, oldukça eski bir binaydı. Tarihi geçmişini bir türlü öğrenemediğimi üzülerek söylemeliyim. Ama bildiğim bir şey varsa o da kulaktan kulağa dolaşan ve doğruluğunda belki de yüzde bir pay olan söylentiydi; çok eskiden bu bina hapishaneymiş. Büyük bir bahçesi ve yaşlı ağaçları vardı. Okulun önünden geçen yol Unkapanı köprüsüne gidiyordu ve okulun bazı camları Haliç Tersanesiyle, Haliç'in kara sularına ve üzerinden geçen balıkçı teknelerine tepeden bakıyordu. Altı bölmeli camlar, dar ve boydan uzundu. İki katlı binanın eski bir yapı olduğu, zaten onlara bakınca anlaşılıyordu. Sınıfların çok yüksek tavanları ve yerlerde gıcırdayan eski parkeleri vardı. Hatta bazı yerlerin kırık ve delik olması sınavlarda kopyacı öğrencilerin işine yarardı. İnsan boyunun iki katı kadar uzun olan ahşap kapıları da eski tarzda sağ ve sol kanatlı açılırdı. Uzun koridor başlarında merdivenler vardı; bu merdivenlerin en ürkütücü olanı bodrum katına inendi. Bodrum katında tuvaletler, kasvetli bir daktilo odası, yine oldukça karanlık ve pek kullanılmayan kütüphane, ufacık bir kantin vardı. Koridor boyunca sağ ve sol taraflarda duran kilitli kapıların ardında ne olduğunu hep merak ederdik. Hizmetli bir gün bu kilitli kapılardan birini açık bırakmıştı ve meraklı bir öğrenci içeriye girdiğinde içeride kilitli başka kapıların olduğunu görmüştü. Kapıların ardında başka kapıların olması, bu binanın gerçekten de bir zamanlar hapishane olabileceği gerçeğini biz hayalperest öğrencileri inandırmıştı. Bana göre ise bir zamanlar burası karakol olarak kullanılan devlet dairesi olabilirdi; üst katlar memur odaları, alt katlardaki kilitli odalar ise suçluların kaldığı hücrelerdi. Tabii binanın gerçek tarihini bir gün öğrendiğimde mutlaka yazarım.

    Okulun ilk günlerinde, aklım "çocuk gelişimi" okuyan arkadaşlarımda olup, kendimi mutsuz hissediyordum. Sınıfta geçirdiğim ders saatlerinde bile gözlerim tahtada olması gereken yerde, rüzgarın savurmasıyla camlara değen bahçedeki ağacın yarı dökülmüş yapraklı dallarındaydı. Bu dallara bazen kuşlar konardı ama rüzgara dayanamayıp çabucak uçarlardı. Düşüncelerim hayallerimdeydi, daha yolun başındayken ben, ne kadar da yanlış bir yolda olduğumu bildiğim halde bir şey yapamamanın çaresizliği içinde kıvranıyor, acı çekiyordum. Derslerime konsantre olmam çok zor oldu. Zamanla, başka çarem olmadığı için bu okulda olmayı kabullendim ve kendimi toparladım.

    İlkokuldan sonra yazı çalışmalarımı yoğunlaştırdığım yer, bu okulun bahçesiydi. Erken gittiğim zamanlar, okulun bankına oturur, defterimin kolay koparabileceğim orta yapraklarına bir şeyler karalardım. Bahçedeki hışırdayan ağaçların yaşlı dalları, binanın eski ve hüzünlü duruşu, görmesem bile varlığının çok yakında olduğunu bildiğim Haliç'in suları ve denizi hatırlatan beyaz koca İstanbul martılarının çığlıkları bana ilham verirdi. Ayrıca Beyoğlu'nun ara sokaklarından yaşlı bir adamdan satın aldığım ikinci el kitapları hep bu bahçede okurdum.

    Lisedeki disiplin kuralları çok katıydı. Benim olduğum yıllarda okul müdürü kadındı ve onun oluşturduğu kurallar harfi harfine uygulanıyordu. Okulun her gün giriş saatinde odasından çıkar, binanın girişindeki merdivenlerin başında durur, gözüne kestirdiği öğrencileri yanına çağırır, herkesin önünde kusurunu söyleyerek azarlardı. Bu nedenle okul müdiresinden hepimiz korkardık. Uzun saçlı kızlar çift örgü yapmak zorundaydı. Alnımızın ortasından kafamızın arkasına, ensemize kadar saçlarımızı ortadan ikiye ayırır örgümüzü yapardık. Öyle şimdiki gibi saçlarda boya olması mümkün değildi. Siyahken saçını sarıya boyatan bir kızı, müdüre hanım daha okul dışında tespit etmiş, hemen eve gönderip eski haline getirmeden okula giremeyeceğini söylemişti. Kızcağız hevesini alamadan sonraki gün yine kahverengi saçıyla okula gelmişti. Bir kere de komik bir olay olmuştu ki müdire için utanç vericiydi; İstiklal marşı için beklediğimiz sırada müdire bir kızı parmağı ile işaret etmişti. "Sen kızım, saçını niye boyattın?" diye bağırmıştı. Kızcağız şaşkınlıktan ve utançtan bir hallere girdi ama hemen cesaretini toplayıp müdireye cevap verdi: "Hocam bu benim doğal saçım, ben doğduğumdan beri böyle sarışınım" demiş, buna şahit olan bütün öğrenciler kahkahayla gülmemek için kendilerini zor tutarak bıyık altından ancak gülebilmişlerdi. Kız da tabii sonra ünlü olmuştu ama müdire onun peşini bırakmış mıydı orası meçhul. Erkeklerin saçları da standarttı; dışarıdaki sıradan tek tek binaya alınan erkek öğrencilerden saçı uzun olanlar tespit edilerek merdiven başında bekletilir ve erkek olan müdür yardımcısı elinde bir makasla onları karşısına dizerdi. Başlarının tam tepesinden bir tutam saçı makasla dipten keserek, yolunmuş tavuk gibi onları eve gönderirdi. Erkek öğrenciler de bu duruma ses çıkarmadan sessiz sedasız evin yolunu tutarlar, ikinci derse saçları iki numara kesilmiş olarak katılırlardı. Tabii bütün bu olayların sonunda bu öğrencilere diğer öğrenciler tarafından damga vurulur, uzun süre dalga geçilirdi. Oysa bir sonraki günler kendilerinin de bir kusurlarından dolayı kurban gidebileceklerini düşünmezlerdi. Kıyafetlerimiz de bir o kadar disiplin kokardı. Bordo ceket, bordo kravat, beyaz gömlek kızlar ve erkekler için zorunlu kıyafetti. Eteklerimiz, giydiğimiz diz altı beyaz çoraplarımıza kadar uzundu. Bilindik sade okul ayakkabıları dışında renkli, çiçekli, allı pullu ayakkabılar ve spor ayakkabı giymek yasaktı. Şimdiki öğrencilerin rahatlıklarını ve ayaklarında sürekli gördüğüm şu Amerikan-vari Converse adındaki bağcıklı ayakkabılarını düşünürsem, ben gerçekten katı kuralların olduğu ortaçağ zamanlı bir okulda okumuşum. Disiplin ve tüm bu kurallar, belki de derslerimizi farklı düşüncelere yönelmeden daha iyi çalışmamızı sağlıyordu. Belki de gerçek okul okuduğumuzu bize hissettiriyordu.

    "Kurallar yıkılmak içindir" sözü bu okulda pek işlemese de bazı öğrenciler gizli savaş yaratabiliyordu. Sözün kısası, istedikleri gibi davranan öğrenciler de yok değildi. Mesela benim sınıfımda bir kız grubu vardı, okula gelirken çuval gibi uzun etekler giyiyorlardı. Müdirenin önünden tam takım geçip sınıfa girdikten sonra o büyük çuvalları çıkarırlardı, bu büyük eteklerin altına daha evdeyken giydikleri mini eteklerle sınıfta dolaşırlardı. Onlara özenen bazı kızlar da eteklerini belden kıvırıp eteklerini kısaltırlardı, ama sıraya oturup kalkarken etek hareket ettiği için arkadan yandan yamulurdu ve komik görüntüler ortaya çıkardı. Gençlik işte, etekleri kısa olunca ne oluyorsa?

    Okul disiplini öğretmenlere de yansıyor, okulun havası daha da ciddileşiyordu. Biz, bizim zamanımızda öğretmenlerimizden korkardık. Ama bu korku derslerimizi çalışmamızı ne kadar tetiklerdi bilmem, çünkü sınıfta çalışkan öğrenci bir elin parmaklarını geçmezdi. Genelde öğrenciler orta düzey olurdu, bunlardan biri de bendim, çünkü istemediğim bir okulda sevmediğim dersleri okuyordum. Sınıfımızda bir öğrenci vardı ki ona üstün zekalı gözüyle bakardık. Yaşı bizden biraz büyüktü, fırça gibi siyah saçları, inci gibi beyaz dişleri vardı. Teni karaydı, gözleri de parlak bakışlıydı. Ne zaman öğretmen onu ayağa kaldırıp bir şey sorsa, hemen cevap verir, hatta bazen ayrıntılarıyla anlatırdı. Tahtaya kaldırıldığında da bir öğretmen edasıyla konuyu anlatır, biz de ağzımız açık bir şekilde ya kendi zekamızdan şüphelendiğimiz ya onun ders çalışmasına hayran kaldığımız ya da öğretmenden daha iyi anlattığı için sessizce dinlerdik.

    İlk muhasebe dersimi hatırlıyorum; ders zilimiz çaldı, kırk beş kişi sırasına oturdu, öğretmen zili olan ikinci zil çalınca sınıfa kabarık siyah saçlı, esmer tenli fazla uzun boylu olmayan bir kadın girdi. Hepimiz ayağa kalktık. İlk dersin verdiği heyecan ve disiplin korkusuyla ayaklarımız titreyerekten "günaydın" demesini bekledik. Kara gözleri ile sınıfın en önünde durdu, kalın bir sesle bize selam verdi. Biz de "sağol" dedikten sonra sıralarımıza oturduk. Tanışma faslından sonra onbeş dakika geçmişti ki kapıya birisi vurdu. Gelen başka sınıfın bir öğrencisiydi. Hal ve tavırlarından anlamıştık ki kesinlikle üst sınıfın öğrencisiydi. Eğilip büzülerek öğretmenin yanına gitti ve elindeki büyük boy okul defterini öğretmene uzattı. Daha önce kullanılmış olduğu belli olan defteri öğretmenimiz karıştırdı, inceledi ve teşekkür ederek öğrenciyi gönderdikten sonra hemen derse başladı. "Muhasebe nedir?" sorduğu bu sorunun cevabını eline aldığı defterden okumuştu. Bize baktı "Yazın" dedi. Defterlerimizi açtık, diğer derslerimizde de öğretmenin elindeki defterin aynısını yazacağımızdan habersiz olan bizler koyun sürüsü gibi defterden okuduğu kelimeleri yazmaya başladık. İşte o andı benim bu dersten daha çok soğumama neden olan. Çünkü bize anlatmıyordu, soru cevap yöntemini kullanmıyordu. Tamamıyla ezberciliğe dayalı bir metotla bize dersi, eski bir defterden kopya çektiriyordu. Ama ne yazık ki öğretmen bunun farkında değildi.

    İlk dersimizden birkaç ders sonrası ise trajikomik bir olay yaşadık. Öğretmenimiz, masasının önündeki sırada oturan bir kız arkadaşımızı sevmişti. Ona farklı davranıyordu ve bazı yazı işlerini ona veriyordu. Kendisinin sağ kolu yapmıştı. Derste bu kızı tahtaya kaldırdı. "Yaz bakalım kızım, t cetvelini!" dedi. Kızcağız sağına baktı soluna baktı, yardım alabileceği çalışkan gözlere baktı ama durum nafile, kimseden çıt yok, çünkü onun ne olduğunu bilen yok, öğretmen bize bunu anlatmamış ki bilelim? Eli titreyerekten yeşil tahtaya beyaz tebeşirle aynen şöyle yazdı "T Cetveli" . Bu görüntüyü unutmak mümkün değil, gülsek mi ağlasak mıydı halimize bilmem? Öğretmen tahtayı görünce sinirlendi, kabarık saçlarını geriye hışımla attırdı, başladı kızcağıza bağırmaya. Tebeşiri ağlamak üzere olan kızın elinden aldı ve tahtanın yarısını kaplayan büyük bir "T" harfi çizdi. "Sol tarafı BORÇ, sağ tarafı ALACAK" diye bağırdı.
    Hepimiz donup kalmıştık ve hepimiz anlamıştık ki bu ders, hem de ana dersimiz olan bu ders, bize bu öğretmenle zehir zıkkım olacaktı.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,758,758,758,758,758,758,758,758,75
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Senden bilirim yok bana faide ey gül...

    "Alooo, Afitap, mırın kırın etmeden Edi'yi bağla bana"
    "Ne Afitap'ı lem ihtiyar, benim buyur ..!"

    "Haydaaa ..! Şaşırdım ama denk düştü, senden bilirlermiş fayda..."
    "Yahu bir gün olsun, doğru dürüst bir giriş yapsan ..! Ne faydası ?"

    "Efendim bir yerlerde yazıp çiziktirenleri faydalı/faydasız, şeklinde şeyttirmişler ya, ben de onun için şeyttirim seni demiştim.."
    "Eee, ne olmuş yani, beni nasıl bulmuşlar ?"

    "Seni çok paydalı bulmuşlar.. Hani biraz tontonsun ya !"
    "Bu hesaba göre sen paydasız bulundun herhalde, tövbe tövbe ..!"

    "Yok ama ben Faydalı Bitkiler gibi düşünmüştüm. Ben kendime Kekik dedim."
    "Seni boşver de şu paydasızlar listesini anlat hele !"

    "Her şeyden önce şu meşhur kardeşler var ya; birine Isırgan Otu, diğerine de Havlıcan demişler.."
    "Pek münasip ..! Babaları da var mı ?"

    "Var, Gündöndü Otu demişler ona da.."
    "Aman döne döne türküsü eşliğinde herhalde.. Peki, şu kendini demir lady zanneden bir hanım var ya, onu merak ettim."

    "Anladım, yıllardır aynı teraneyi okuyanı diyorsan Aynısafa demişler.."
    "Dur en iyisi tersten gidelim, sen söyle ben tahmin edeyim.."

    "At Kuyruğu Otu ..?"
    "Hadi be ..!"

    "Hayret yani, bildin desem, inanmazsın.. Şaraplı Binbirdelik Otu ..?"
    "Anladığım doğruysa, Günlük de denebilirmiş ona.."

    "Doğrudur, peki şuna ne dersin : Ebegümeci ..?"
    "Dur bulacağım, eee, neydi, eee, üüü, eee, iii..."

    "Bildin, bildin ..! Ç'li birşey vardı bir de, neydi yahu ? Çoban Çantası mı ? Yok, Çöven ? Yok o da değil, Çörek Otu.. Hah, tamam Çıbanbaşı Otu ?"
    "Bilemedim iyi mi ? En iyisi yine ben merak ettiklerimi sorayım. Hani bir hanım daha vardı, Gül mü desem, Papatya mı ?"

    "Haa, Yaban Mersini demişler ona.."
    "Yaban ellerden destekli ne de olsa ..!"

    "Kara Hindiba..."
    "Haşhaş da diyebiliriz herhalde ona, fena haşladılar zira.."

    "Eğrelti Otu..."
    "Gerçi çark etti ama ona da Biberiye denebilir. İçimizden geldi diye arasıra biber sürüyorlar onun da ağzına..."

    "Sen de bana faydalı birşeyler söylesen ya !"
    "Yaz sen en iyisi, uzun uzun söylemeyeyim.. Tamburi Ali Efendi tarafından bestelenmiş Yörük Semai.."

    Senden bilirim yok bana bir faide ey gül
    Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül
    Etsemde abestir, sitem-i hare tahammül
    Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül...

    Eller zevk etti ben ateşlerde yandım
    Çektik o kadar cefru cefasın ki usandım
    Derlerdi kabul etmez idim şimdi inandım
    Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül...

    Sonuçta fayda denilen; "İstifadeye sebep, menfaat, işe yarama" şeklinde açıklandıktan sonra "Faydasından vazgeçtik, zararlarını görmeyelim yeter !" derler. Üstelik; "Son pişmanlık fayda vermez" diye de eklerler.

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      ŞİİRLİ MANİLİ FIKRALAR

    DİKKAT! BOYALI...

    Tek tek basaraktan, inci dizerekten, bal ve şeker ezerekten yürüdü; gözümü, gönlümü ardı sıra sürüdü. "Gül sen, gülün olayım/ Dile kulun olayım/ Çiğne yolun olayım" şarkısını söyledim. Alayla güldü. "Bunlara gerek yok. Cebine döviz ya da altın koy, yeter" dedi. "Aya baktım, ay beyaz/ Kıza baktım, kız beyaz/ Cebe baktım, mangır az/ Böyle âşık olunmaz" diyerek çekip gitmek istedim ama deli gönlüme meram anlatamadım.

    "Son bir umutla, "Kız senin adın hediye/ Fistan aldım endazesi on yediye/ Ben dolandım, sen de dolan, gel beriye" dedim. "Boşuna uğraşma. Ben markasız şeyleri giymem. Sen onlarla hizmetçi kızları kandır" diye dudak büktü.

    "Seni kandırmak gibi bir niyetim yok" dedim İnanmadı. "Öyle olsa bile bende kanacak göz var mı?" diye göz kırptı.

    Bir pastaneye oturduk. En pahalı yiyecekleri mideye indirdi. Kolayla, meyve suyuyla yediklerini sindirdi. Ben yutkunarak cebimdeki parayı saydım. Bir muhallebi yedim, üstüne bir bardak soğuk su içtim. "Başka bir şey istemese bari" diye dua ettim.

    Biraz bahşiş verdi; sıcak diye göğsünü bağrını açtı, bacak bacak üstüne atıp gözlerimi bayram ettirdi. Göğsüne konan sineğe imrenerek baktım.

    "Bülbül oldum, ahım çok
    Zülfümde siyahım çok
    Göğsüne sinek kondu
    Sinek kadar bahtım yok"

    Diye içimi çektim. Bir kahkaha atarak sineği kovaladı. "Bedava dokunmak yok. İnsan hiç sinek olmak ister mi ayol?" diye işveyle konuştu. "Sineğin konduğu yere göre değişir bu istek" dedim. Beni daha da delirtmek için, terlemeyi bahane etti, göğsünün düğmelerini açtı.

    "Yürü yeşilim yürü
    Eşinden kalma geri
    Zehir olsa içerim
    Göğsünden akan teri"

    Diye mırıldanarak elimi füzelerine doğru uzattım. "Sakın dokunma. Silikonlarımı patlatırsın sonra" dedi. "Gerekli miydi bunu yaptırman?" diye sordum. "Tabi ya, dedi. İtibarım arttı memelerime silikon koyduralı."

    "Film işleriniz nasıl gidiyor?" diye sordum.

    "Filmlerimde soyunmaktan giyinmeye fırsat bulamıyorum" diye kıkırdadı.

    "Nasıl başladı bu sanat soyunması?"

    "İlk filmim sanat filmiydi. Sanat için soyunmam gerekliydi. Ama hep sanat(!) filmleri teklif etmeye başladılar. Teklifler arttı soyunalı."

    İç çamaşırları işlemeli oyalıydı, vücudu da balla mayalı. Bir yalıydı döşeli dayalı. Aşkı ise taşlı kayalı. Ama bana bir cesaret geldi, onun için paraları sayalı. Biraz avans almak için ellerimi kirazlarına, elmalarına uzattım, dudaklarımı onlarla tanıştırmak için hamle ettim. Ama beni durdurdu, telaşla şöyle bağırdı:

    "Makyajımı bozacaksın. Dur biraz. Aman dikkat, dokunmak istediğin yer boyalı!"

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       15-16 Haziran 1970'den, 2010 Tekel Direnişine...

    Tekel işçisinin başına gelenler Türkiye tarihi'nde yeni birşey değil. Ekonomik kriz derinleşip, özellikle emekçiler daha da yoksullaşıp, tepkilerini meydanlara yığdıkça, AKP Hükümeti'nin devlet gücünü en acımasız şekilde kullandığı, toplumsal muhalefeti bastırma gayreti içinde olduğu bir dönemdeyiz. Hak verilmez, alınır deyişinin pratikleşmesinin gereği olarak tekel işçisi, itfaiyeciler, doktorlar, avukatlar, öğrenciler meydanlara indikçe iniyorlar. bu gidişle meydanlar daha da kalabalıklaşacak.



    Türkiye'deki işçi eylemlerinin ilki ve en esaslısı 15-16 Haziran 1970'de, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarının meclisten geçmesiyle başladı. Tasarı, işçilerin istedikleri sendikaya serbestçe üye olmalarını ve beğenmedikleri sendikalardan ayrılmalarını güçleştiren toplu sözleşme ve grev haklarını kısıtlayan hükümler içermekteydi. Yasayla Türkiye genelinde faaliyet gösterebilmesi için aynı işkolunda sigortalı çalışan işçilerin üçte birinin örgütlenmesi barajı getiriliyordu ve konfederasyon faaliyeti gösterebilmesi için sigortalı işçilerin üçte biri kadar üyeye sahip olması isteniyordu. Bu oranın DİSK'in sahip olduğu üye sayının üstünde olduğu tespit edilerek konulduğu iddia edildi. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. TİP ise sözkonusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı.

    15 Haziran 1970 sabahı, DİSK, İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçti. Kentin Anadolu yakasında başlayan yürüyüş Kartal İlçesi'nden yürüyüşe katılan işçilerle E-5 boyunca ilerlerken, kendilerine başka fabrikalardan da katılanlar oldu. Avrupa Yakası'nda ise 15 Haziran'da, Bakırköy - Topkapı - Sağmalcılar güzergahında yürüyüş yapıldı. Göztepe dolaylarında, Otosan Fabrikası işçileri ile DMO işçileri de onlara katıldı ve yürüyüş saat 17:00'ye kadar sürdü. Bir başka yürüyüş kolu da Beykoz ve Paşabahçe'den Üsküdar'a doğru oluştu.

    16 Haziran'da ise Gebze'den başlayan işçi yürüyüşü, Kartal'dan katılan işçilerle birleşerek Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy İskele Meydanı'na kadar ulaştı. O gün Fenerbahçe Stadı'nın karşısındaki köprünün üzerinde barikat kuran askeri birliğin komutanı teğmen Atilla Özsever'in, Otosan fabrikası işçileri ile karşı karşıya gelindiğinde, 1. Ordu Kurmay Başkanı General Vahit Güneri'nin verdiği "ateş" emrini uygulamaması o günün tarihi anlarındandır.

    16 Haziran'da da, kentin Topkapı dışındaki kesimlerinden gelen kollar birleşip, Aksaray üzerinen önce Sultanahmet'e, oradan Cağaloğlu ve valilikten geçip Eminönü'ne geldiler. Valilik, Haliç üzerine yer alan o zamanki iki köprüyü de açtırarak, eylemcilerin Beyoğlu tarafına geçmesini engelledi. Levent ve Beyoğlu'nda da küçük yürüyüş kolları oluşmuştu. Gösterilere pek çok fabrikadan 75 bin dolaylarında işçi katıldı. Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği halde, yürüyüşlere çok sayıda Türk-İş işçisi de toplu halde katıldı. Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar.16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de olaylar yaşandı. Bu eylemlerin sonucunda, Kocaeli ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi, can kayıpları oldu. Kemal Türkler ve diğer DİSK yöneticileri halkı kışkırtmak ve bölücülük propangandası yapmaktan yargılandılar; davalardan beraat ettiler. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Genel Başkan İsmet İnönü ile birlikte partisi adına, TİP'den ayrı olarak Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi, yasa değişikliği konusunda açılmış olan davaları daha sonra karara bağlayarak, söz konusu yasa değişikliklerini iptal etti. Yasa da "Anayasaya aykırı olduğu" için Anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi.

    1970 yılının 15-16 Haziran günü, İstanbul kenti işçi sınıfının tarihinde ilk kez kendisi için sokağa çıktığı, polis ve asker barikatlarını aştığı, yıktığı tarihtir. 15-16 Haziran eylemleri özellikle sol siyasi partilere, Türkiye'deki geniş çaplı ilk büyük işçi sınıfı eylemi olduğu için bu kesimler tarafından sahiplenilen bir miras bırakmıştır.

    15-16 Haziran, işçi sınıfının oligarşik düzene karşı bir başkaldırısı olmakla birlikte, ne o düzenin demagojik bir biçimde sunduğu gibi "bir ayaklanma provası"ydı, ne de işçi sınıfının iktidarın ele geçirilmesine yönelik eylemiydi. 15-16 Haziran, işçi sınıfının kendi sınıf yararları için, kendi sendikal haklarına yönelik siyasal kararlara karşı bir eylemi olarak, tüm İstanbul'u içine alan tarihsel bir hareketti.

    15-16 Haziran'ı hazırlayan ortam ve günümüz şartları ortak birçok paydada birleşir, bunun doğal sonucu olarak da o günkü eylemi gerçekleştirenlerin mirasını bugünkü Tekel direnişinde ve onların sloganlarında görmekteyiz.

    - Kazanılmış hakkı, padişahın gelse alamaz
    - Bir şiirde bize oku
    - Varmısın harcırahsız uçmaya, fazla uçuyorsun, harcırahları götürüyorsun.
    - Oğluna GEMİ, damadına ATV, işçiye YÜRÜ EVET!
    - Hakkımızı alsak da, zulmünü unutmayacağız

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Malik Gödeliner


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


     


     Tadımlık Şiirler


    AŞK SENİNLE YALAN

    boğulası nefesinde düşündüğüm an
    yanıyordum ben sebepsizce.
    bir buse kadar açık ve netti hayallerim,
    bir dostun sarılışı gibi masumdu.

    sevişmekti aşkın tanımı senin özünde
    hak ettiğin mutluluk sahteydi gülüşlerinde.
    sobanın başında göz yaşlarımıza gülerdik,
    mutlu değil miydik yoksulluk içinde ?

    ayrılık şarkıları fısıldıyor bulutlar,
    ağlıyorlar, bense yalnız başıma
    ağır laflarla susuyorum bakışlarına,
    sarıp kurtarsın diye beni uçurumlar.

    duman gibi sardı yine sensizlik beni.
    içime sindi kokusu özlemiyle seviştiğim,
    yalnızlık pare etmiyor, seni görmek yetmiyor.
    ah o mehtaplarda yanımda hissetsem seni.

    bir masaldı bu rüyalara bedel olan,
    hayallerimiz suyun altında çare arasalar.
    nerede o koca aşkın beni susturan,
    artık ne sen varsın ne ben, aşk seninle yalan.

    Bora Saban

    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Mihrabım diyerek...
    Zeki Müren









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100129.asp
    ISSN: 1303-8923
    29 Ocak 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com