Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.734

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 19 Şubat 2010 - Fincanın İçindekiler


  • KIRLANGIÇLAR ... Seyfullah Çalışkan
  • DEDE ... Hamdi Topçuoğlu
  • Bir Tutam Lise Günleri - 4 ... Nevriye Hamitoğlu
  • Bilin(mey)en Numaralar ... Ahmet Şeşen
  • PIIGS, BRIC ve STUPID?!... ... Cüneyt Göksu


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Bu sefer yemezler ağam!..


    Merhabalar,

    Üç paragraf yazdım sonra da sildim. Olup bitenleri kendi süzgecimden geçirip aklıma düşenleri buraya yazdığımda ortaya çıkan şeyden utandım inanın. Kendi eserleriyle, yine, yeniden mağdur rolüne soyunmuşların oyununa gelip onların seviyesinden olaylara bakmak istemediğimi farkettim. Attığım başlığa uygun olarak bu sefer kimsenin bu oyuna gelmeyeceğine inanıyorum. Ve bize bu günleri yaşatan tüm madrabazları şiddetle protesto ediyorum. Tüm bu karanlık yürekli adamlardan kurtulacağımız günlerin özlemiyle hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KIRLANGIÇLAR

    Beş yaşımda ilk yolculuğuma çıktım. Ve bir daha hiç varamadım. Hala yollardayım. Gideceğim yere bir gün varabilir miyim? Elbette evet, çünkü bütün yolculuklar bir gün biter. Sanırım bir kasaba mezarlığında menzilime varacağım. Ne kadar rötarlı olduğumu bilmeyeceğim. Ve elbette ne kadar erken son durağa vardığımı da…

    Karadeniz sahilinde bir tek Samsun'u bilirdim ben. Bir de Sinop'u. Bir gün rotamı değiştirdi kader. Ordu'ya gideceksin dedi. Ve sonraki rotanı orada çizecekler senin. Alın yazısı gibi değil midir sanki atama kararnamesi? Hiç hükümet yakını dayınız da olmamışsa üstelik. Biraz da dik başlıysanız benim gibi. Boyun mu bükeceğim üç kuruşluk kasaba particilerine diyorsanız. Birden yollarınız bilmediğiniz güzergâhlara, tanıdık olmayan coğrafyalara uzanıp gidiverir.

    Gideceğim memleket belliydi ama ya ondan sonrası. Samsun'un eski garajından bir minibüse bindim. Adam şoför değil tayyare pilotu. Meğersem yolcu kapma parkuruymuş bu güzergâh. Uçana, kaçana durmadığı zaman minibüs hızlı gitmiyor. Resmen alçaktan uçuyor. İlk defa gidiyorum ya hani, yolu tanımaya çalışıyorum. Yakalayabildiğim bütün tabelaları okuyorum. Bazen de küçük bir köy görüyorum örneğin sahilde. "Lan," diyorum içimden. "Lan keşke burası olsa. Ordu'dan sonraki rotam. Ne güzel bir köy burası." Yol şimdiki bildiğiniz yol değil o zamanlar. Daha Karadeniz otoyolunun yapımına bile başlanmamıştı henüz. Sene bin dokuz yüz seksen yedi. Boru değil hani. Bolaman Perşembe arası cennet gibi, ama yolu hep dönemeç. Bir ara yönümü kaybettim. Beynim dönüverdi, araba tutmuştu çünkü. Daha önceleri tutmuyordu oysaki. Demek ki ne minibüsler alıştığımız cinsten, ne de yollar bildiğimiz yollara benziyordu. Ordu kent merkezine vardığımızda ayakta duracak halim yoktu. Teyyare pilotundan bozma minibüs şoförü beni sahilde silkeleyiverdi. Boş bir bank vardı, sahilde öylece bir başına. Oturdum azıcık, soluklanayım dedim. Bir büyük içse insan, anca böyle kafa yapabilir. Öylesine uçuyordum işte.

    Öğleden sonra rotamı çizecek il merkez seyir dairesine gittim.
    - "Sen Ünye'nin Meydan Köyüne gideceksin, dediler.
    - Nasıl bir yerdir, dedim.
    - Kocaman bir köy, İki bine yakın nüfusu var.
    - Oraya nasıl gidilir peki?
    - Kocaman köy dedik ya. En az on tane minibüsü vardır.
    - Yani minibüsler nereden kalkar oraya?
    - Ünye'den kalkar, nereden kalkacak.

    Gerisin geriye sahile döndüm. Yol kıyısındaki bir büfede köfte ekmek yedim. Ama artık sabah yolculuğa ilk başladığım andan daha heyecanlıydım. Meydan Köyü bu gün ulaşacağım son duraktı. O köyde tam yedi sene yaşayacaktım. Ama o gün henüz bunu bilmiyordum. Ordu ile Samsun ve Doğu Karadeniz bağlantısını yapan yol sahilden geçiyordu. Köftemi bitirdikten sonra bir minibüse el kaldırdım. Çünkü Ünye Ordu'nun en batısında kalan ilçesiydi. Şimdi sabah geldiğim yolun en az yarısı kadarını geri dönmeliydim. Asıl macera ondan sonra başlayacaktı.

    Gideceğim köy mademki büyük bir yerleşim yeriydi, öyleyse birden fazla yol bağlantısı olabilirdi. Daha kısa bir yol seçeneği varsa bunu iş işten geçmeden değerlendirebilmek amacıyla minibüs şoföründen bilgi aldım. "Ünye'ye gitmene gerek yok. Fatsa da minibüsten inip önce Kumru'ya sonra da o köye ulaşabilirsin," dedi. Önümdeki koltukta oturan bir amca yanındaki adamla içinde Kumru geçen sözcükler kullanarak cümleler kuruyordu. Kulak kabartınca o amcanın da Kumru'ya gittiğini öğrendim. Başımı önümdeki koltuğa yaklaştırıp;

    - Abi sen de Kumru'ya mı gidiyorsun?"dedim.
    - Evet, dedi.
    - Bende senle gelsem, birlikte gitsek olur mu?
    - Kocaman eşek kadar adamsın. Bir başına gidemiyor musun? Dedi.

    Adamın gösterdiği tepki küfür etmekten bile beterdi. Çok bozulmuştum ve hiçbir şey anlayamamıştım. Yani sorduğum sorunun ne sakıncası olabilirdi ki? Fatsa da minibüsten indim. Bana kızan amca da indi. Amcanın yanında benim arkamdaki koltukta oturan iki genç kız vardı. Tahminime göre amca onunla gelirsem kızlara asılacağımı falan düşündü. Ya da kızlarını sakındığını belirtmek için böyle davranmıştı. Tabi o zamanlar çok genç ve yakışıklıydım. Hangi kız benim cazibeme dayanabilirdi kine…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      DEDE

    "Alnındaki çukurlardan birinde kayboldum." demiş dedesi için birileri. Dede sevgisini bunca özlü anlatabilen kaç söz daha vardır acaba? Ancak bu güzel sözü söyletebilen sevgi ırmağının kaynağını hangimiz göz ardı edebiliriz?

    Ben de dedelerimi sevdim. İkisi de çocuk yaşta anasız babasız kalmış. Ama hayata tutunmayı öğrenmişler. Biri disiplinin simgesiydi benim için, öteki olgunluğun, sevecenliğin… Birinden Kurtuluş Savaşı'mızı, Atatürk'ü öğrendim, ötekinden en zor dönemeçlerde sabırlı olmayı.

    Yıllar gelip geçiverdi. Biz çoluk çocuğa karışırken onlar da aramızdan sessizce çekip gittiler. Bu kez babalarımız dede olmuştu. Elbette onların torunları için farklı öncelikleri vardı; ama değişmeyen tek şey sevgiydi.

    Çocuklar dedelerini severdi; bunu iyi biliyordum; çünkü yaşamıştım. Oğullarım da dedelerini sevmişlerdi; gözlemiştim. Ya torun sevgisi nasıl bir şeydi? Babam "Evlat çağladır, torun badem içi" derken sevginin hangi boyutunu dillendirirdi ki?

    "Dede" sözcüğünün ete kemiğe bürünmüş bir sevgi sebili olduğunu 26 Temmuz 2007 günü anlar gibi olmuştum. Geçen zaman, bu duygumu pekiştirdi. Onun "Güldü, emekledi, yürüdü, ilk sözcüğünü söyledi, dede dedi" diye diye izlediğim gelişiminin "Dede seni seviyorum" tümcesiyle taçlanmasını yaşarken 2 Şubat'tan bu yana da bu sevginin cinsiyete bağlı olmadığını da anlayıverdim.

    Evlat sevgisinde kız erkek ayrımı olur mu? Aklım olmayacağını söylüyor. Torunun kız- erkek ayrımı olmayacağını, hem aklım hem kalbim söylüyor.

    Torunlar, cinsiyeti ne olursa olsun, biz üçüncü yaşın başındakilere birden yepyeni düşler umutlar sunuveriyor, onlarla birlikte yeniden yürümeye başlıyoruz doruklara. Nedense ardımıza bakmıyoruz; anılara değil, hayallere sarılıyoruz.

    Varlığını sürdürmek, her canlı gibi insanın da en temel içgüdüsü. Çocuk, bu içgüdünün eseri. Ancak torun bu içgüdünün bir adım daha ötesi. Diktiğiniz ve emek emek yetiştirdiğiniz bir fidanın meyvesi gibi bir şey. "Torun, oğul balı" diyenlerin söylediği aslında bu.

    Aşık Reyhani, gençlik yıllarımda dinleme fırsatı bulduğum Erzurumlu bir ozandı. Onun düzenlediği "Böyle Bağlar" kasidesindeki Ali İzzet Bey'le gelininin karşılıklı bir söyleşmesi hâlâ belleğimdedir.

    Ali İzzet Bey, varlıklı biridir. Bir oğlu vardır: Hüseyin. Hüseyin yedi yıldır evlidir; ama çocuğu yoktur. Ali İzzet Bey, torun olmayınca bunca malı mülkü kime bırakıp gidecektir? Bir gün bağda bir türkü söyler:

    Böyle bağlar, böyle bağlar,
    Yar başını böyle bağlar,
    Yedi yıldır bağ beslerim,
    Meyvesi yok neylesin böyle bağlar.

    Daha sonra da başka bir gelin alabileceğini ima eden şu dörtlüğü okur:

    Yüce dağlar karsız olmaz
    Yiğitler ikrarsız olmaz
    Başka bahçeyi besleyelim
    Oğul bağı barsız olmaz.

    Gelin yedi yıldır aile sırrı diyerek, kocasına saygısından kusurun kendisinde olmadığını hiç kimselere dememiştir. Ancak Ali İzzet Bey'in, yeni gelin iması, ona da aşağıdaki dörtlüğü söyletir:

    Böyle bağlar, böyle bağlar
    Gelin başını böyle bağlar
    Bülbül güle konamadı
    Ne yapsın böyle bağlar.

    Her sırrın televizyon dizilerinde ya da "sosyal!" programlarda pazara çıkarıldığı günümüzde, kaç kayınpederle gelin bu denli önemli bir sorunu böylesine incelikle dillendirebilir ki?

    Bence torun sahibi olmaktan çok, torunların gelişimine, eğitimine olumlu katkılar verebilmek önemli. Son araştırmalar, çocuk gelişiminde dede ve ninelerin çok olumlu katkılarının olduğunu göstermiş. Bu yüzden ABD'de aileler, evlerinin yanına, dede nine- evleri yapıyormuş.

    Her ilişki gibi dede torun ilişkisi de her zaman güllük gülistanlık değil. Gün geliyor torun dedesinde, gün geliyor dede torununda umduğunu bulamıyor. Düş kırıklıkları giriyor araya. Bunların yaşanmaması için en kestirme yol, dedelerin, torunlarının yaşamlarındaki yerlerini iyi kavramak olmalıdır.

    Gelin Sözü Halil Cibran'la bağlayalım:

    Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizin değildirler,
    Onlar kendilerini özleyen Hayat'ın oğulları ve kızlarıdırlar,
    Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir; ama sizden değildirler,
    Sizlerin yanındadırlar; ama sizlerin malı değildirler,
    Onlara sevginizi verebilirsiniz; ama düşüncelerinizi asla,

    Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz,
    Ama onları kendinize benzetmeye çalışmayın hiç ,
    Çünkü Hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.


    Bu dizeler, çocuklarımız için söylenmiş; ama torunlarımızla kuracağımız bağlar için de geçerli olmadığını hangimiz söyleyebiliriz?

    Sevgi ırmağının iki ana kaynağı var: gerçekçilik ve doğallık. Biz bu kaynakları besledikçe sevgi ırmağı gürül gürül akıyor; ne özlemler kör düğüm oluyor, ne düşler öksüz kalıyor.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Bir Tutam Lise Günleri - 4

    Çok uzun zaman önceydi. Sınıfımda çılgın bir kız grubu vardı. Birbirlerine zincir gibi bağlıydılar. Birlikte otururlar, sınavlarda hep birlikte bacaklarına yapıştırdıkları kağıtlardan kopya çekerler, teneffüste birlikte dolaşırlardı. Sabahları okula girerken saygıdeğer müdiremizin önünden uslu kızlar kılığında geçerler, sınıfa çıkınca disiplin kurallarını hiçe sayarak her türlü cambazlıkları yaparlardı. Bizim zamanımızda saçlara boya yapmak yasaktı, bu nedenle saçları doğaldı ama gözlerindeki o sürmeler, yanaklarındaki hafif allıklar yok muydu, onları sınıfın en güzel, en alımlı kızları yapardı. Bu kızlar iyi insanlardı ama tek kötü bir yanları vardı ki okul tuvaletinde gizlice sigara içerlerdi. Bu işi çaktırmadan yapıyor olsalar da teneffüs zili çalıp sınıfa girdiklerinde üzerlerine sinen kokudan ne halt yedikleri belli olurdu.

    Bizim okulda bazı zamanlar ders sırasında bile olsak sınıfın kapısı aniden açılıverir, ilk önce müdür yardımcısı, sonra da görevli öğretmenler girerek arama tarama yapılırdı. Herkesin çantasına, sırasına bakılır; gömlek, ceket, pantolondaki tüm cepler didik didik aranırdı. Üzerimizde bir şey olmadığını bildiğimiz halde hepimiz suçlu gibi gerilirdik. Saklanacak bir şeyleri olanlar, okulun eski olması dolayısıyla paçayı kurtarırlardı; çünkü, yerdeki ahşap döşemede yer yer delikler ve kırıklar vardı ve buralara sigara paketleri ve bunun gibi saklanacak şeyleri hemen sokuştururlardı. Bir gün bu arama tarama faslı, boş dersimize denk gelmişti. Tabii bizim uçuk kızlar ortalıkta yoktu, okul tuvaletinde duman altında gırgır yapmakla meşguldüler. Aramanın sonlarına doğru güle oynaya sınıfa girdiklerinde görevli öğretmenin sert bakışıyla karşılaştılar. Uçuk kızlar birdenbire şaşkın kızlar olmuştu. Hepsi kara tahtanın önünde bekletildi. Gözlerindeki tedirginliği açıkça görebiliyorduk. Sigara kokan nefeslerinden dolayı disipline gitme korkusu, onları kara tahtanın önünde çaresizlik içine kıvrandırıyordu. Bu duruma üzülmüştüm ve çantamdan çıkardığım büyük boy bir adet mandarini öncelikle sıramın altında soydum ve kaşla göz arasında elden ele en ön sıraya kadar göndererek, içlerinden birisine ulaşmasını sağladım. Karışıklıktan istifade ederek hepsi birer dilim kopardılar ve ağızlarına attılar. Aslında bu biraz traji komik bir durum oluşturmuştu. Gülsek mi ağlasak mıydı halimize? Çok ilginçtir ki öğretmen onları biraz sorguladıktan sonra, nefeslerini üflettirdi, ama hiçbirisinden tütün kokusunu alamadı ve yerlerine oturttu. Kızlar disipline gitmekten ve müdirenin olur olmaz çığlıklarından kurtulmuştu. Benim mandarinim onların hayatını kurtarmıştı. Bana defalarca teşekkür ettiler ve beni aralarına aldılar. Çok fazla olmamakla birlikte onlarla okul çıkışlarında bazen takılırdım. Şimdi diyorum ki "iyi ki de takılmışım". Çünkü gençtik, liseliydik ve bir daha elimize gelmeyecek olan bu günlerin değerini bilmiştik.

    Güneşli bir bahar sabahında evden çıkarken çantama kitap yerine birkaç parça serbest kıyafet koydum, sınıftaki uçuk kızlar beni günlük bir geziye davet emişti. Okulun önünde buluştuk ve ders zili çalmadan okul kapısı önünden uzaklaştık. İstikametimiz Şişhaneden yürüyüp Odakule'ye ulaşmak, İstiklal Caddesinden geçip, Taksim meydanından Rumeli Hisarı Otobüsüne binmekti. Şişhane otobüs durağının arkasında kalan dik yokuşun uzun dar merdivenlerinden çıkarken sevgili bilgisayar öğretmenimizle karşılaştık. Küt kesimli kısa siyah saçları olan ufacık tefecik bir kadındı. Kaçak vaziyette iken, yuvarlak yüzünde pek de meymenet olmayan bu öğretmenimizle karşılaşmak hiç de hoş olmamıştı. Kurta yakalanmış ve köşeye sıkıştırılmış koyun duygusuyla birbirimize bakarken bilgisayar öğretmenimiz parlak kırmızı bir rujla boyadığı ince dudaklarını kıvırarak bize cırtlak sesiyle bağırdı: "Çocuklar yanlış yere gidiyorsunuz, okul bu tarafta." Hepimiz olduğumuz yerde mıhlanıp kaldık. Ne cevap verdiğimizi hatırlamıyorum, ama önümüzden geçerken arkasına usul usul takıldık. O kadar yavaş yürüyorduk ki kadın derse geç kalmış olduğundan hızlı adımlarıyla yokuşu indi ve binanın köşesinden kayboluverdi. İşte o an bizim kurtuluş anımızdı. Geriye bakmadan arkamızdan kuduz köpek kovalıyormuş gibi merdivenleri koşarak çıktık.

    İstiklal Caddesini sabahın en erken saatlerinde görmek benim için çok heyecan vericiydi. Tek tük yürüyen insanların varlığı bile beni rahatsız etmeden bu caddeyi bütünüyle yapayalnız hissetmiştim. Güneşe kollarını açmış güzel bir kadın gibi uyanıyordu. Güvercinler eski binaların camlarına konup uçuşurken caddede yankılanan kanat sesleri içime ayrı bir huzur veriyordu. Güneş, ahşap çerçeveli camlardan karşıki binaların işlemeli duvarlarına parlak ışığını yansıtarak binaların üzerinde ışık oyunları yapıyordu. Başımı kaldırmış bu sanatsal gösteriyi seyrederken caddedeki binaların ne kadar da görkemli göründüklerini fark ettim. Çiçek kabartmalı pencere pervazları, mermer sütunlar ve insan büstleri ile süslenen kapı girişleri ve duvarları, onların çok eski olduğunu gösteriyordu. Korunmuş olanlarının yanında bazılarının boyalarının sökülmüş, bazılarının karanlık pencerelerinin kırılmış olduğunu görsem de onların, o caddede hala nefes aldıklarını hissedebiliyordum. Öyle ki zamana tanık olan bu görkemli yapılar, benim onlara ne denli merakla baktığımı ve onları hissettiğimi anlamışlar gibi camlarına güneşin ışıklarını yansıtarak bana göz kırpıyorlardı. Büyülü bir zamanın yolculuğunda adımlarım yavaşlamıştı. Aniden bir ses bütün dikkatimi dağıttı. Mavi boyalı el arabasına simitleri üst üste yığmış yaşlı adam: "simitçiğiiiiiii" diye bağırıyordu. Tünelden yavaş yavaş gelen ve henüz çok fazla yolcusu olmayan kırmızı Beyoğlu tramvayı "çın" "çın" zilini öttürerek yanımızdan geçti ve öyle tatlı bir rüzgar bıraktı ki arkasında, burada olmaktan hepimiz hoşnut olduk. Sonra bu rüzgara caddenin arka sokaklarından gelen eski binaların rutubetli kokusu karıştı. Sadece rutubet yoktu bu havada, geceden kalma biraz içki, biraz mutluluk, biraz sarhoşluk, avare yaşanmışlıkların kokusu vardı. Arka sokakların rüzgarıyla birlikte eski bir gramofondan gelen tatlı bir Beyoğlu şarkısı duymuştum. Benden başka duyan var mıydı bilmem? Dükkan sahiplerinin kaldırdığı kepenklerin güvercinleri korkutan gürültüsünden uzaklaşarak caddeyi arkamızda bıraktık. Taksim Meydanında sanki bizi bekleyen Rumeli Hisarı otobüsüne bindik ve benim İstanbul'a hayran kalacağım mavi mekanlara doğru yola koyulduk.

    Rumeli Hisarı'na bahar vaktinde gitmemiz ne iyi olmuştu. Tepeye doğru yükselen güneşin sıcacık ışıkları içimizi ısıtmıştı. Hisar üstünden gördüğümüz manzara muhteşemdi. Boğazın masmavi suları, köpüklü dalgaları üzerinden geçen gemiler ve süzülerek uçan inci gibi beyaz martılar ne hoştu? Dik yokuşların olduğu sokaklardan aşağıya doğru yürüdük. Bahçeli evlerin çitlerinden fışkıran erguvanlar karşılamıştı bizi. Arnavut kaldırımlı taşların aralarından çıkan yeşil otlar, şehirde kaos yaratan araçların buralardan geçmediğini gösteriyordu. Varlıklı ailelerin doldurduğu çöp kovalarını, güzel bir kahvaltı için sabah mahmurluğuyla karıştıran tombul kediler, bize aldırış etmemişti bile. Bazıları da balıkçı teknelerinin etrafında gezip balık artıklarına musallat olan martıları kovalamak ve güzel bir ziyafet çekmek için bizim gibi boğazın yolunu tutmuştu. Çiçek açmış ağaçlardan dökülen beyaz yapraklar rüzgarla havada uçuşurken, oluşan renk cümbüşünün içinde ben şu düşüncelere dalıyordum: "Şimdi belki de ressamların en bereketli zamanıydı, bu cennet mekanını resmetmek için." Rumeli Hisarın'a indiğimizde kalın duvarlarının gölgesinde soluklandık. Şimdi yosun kokulu denizin çok yakınındaydık, gemiler ve martılar bize selam veriyordu. Açlıktan guruldayan midelerimizi fark ettiğimizde yol üzerinde gördüğümüz küçük bir büfeye oturduk. Birer tost ve çay molasından sonra sıra hisarın içine girmeye gelmişti. Bizim gittiğimiz zaman hisara giriş ücretsizdi, şimdi ödeme yapılıyor mu bilmem? Büyük kapısından içeriye girince kendimi hisarın yapıldığı tarihe gitmiş gibi hissettim. Surların geçitlerinde yürüdük, ince dar merdivenlerinden tırmanarak kulelerin tepesine çıktık. Koskoca kalenin büyük taşları üst üste nasıl da oturtulmuştu? Buraya kimler ayak basmıştı kim bilir? Osmanlı zamanını konu edinen Türk filmlerinin burada çekildiğini öğrendik. O günden sonra Kara Murat filmlerini daha dikkatli seyreder olmuştum. Benim için önemli bir keşifti. Özellikle boğazın huzur veren esintisine bu kadar yakın olmak bu şehri daha farklı hissetmeme neden olmuştu. Bütün kalabalıklardan, araç gürültülerinden, anlam veremediğim kültürel yoksunluğun neden olduğu çirkin kirliliklerden çok ama çok uzakta, burası İstanbul'un huzur veren bir yeriydi. Bu şehre aşık olmak! Kısacık bir zaman içinde bile olsa bunu yaşayabilmek güzeldi. Ve dedim ki kendi kendime : "Ben bu şehri sevdim ama herkesin uyuduğu saatlerdeki sabah vakitlerinde ve gece karanlığında ışıklarını yakıp sessizliğe büründüğünde…"

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Bilin(mey)en Numaralar

    Belki bilmiyorsunuz; Türk Telekom'un "Bilinmeyen Numaralar Servisi" artık tek başına rehberlik hizmeti vermeyip, rekabet ortamına girmiş bulunmaktadır. Telekomünikasyon Kurumu'ndan rehber hizmetleri vermek üzere lisans alan birçok şirket, "118 xx" ile başlayan numaralarını almışlar hatta TV reklamlarına bile başlamışlardır. Zaten; GSM tarafında Turkcell ( 118 32 ), Vodafone ( 118 42 ) ve Avea ( 118 55 ) firmaları bu hizmetleri vermeye daha önceden başlamışlardı. Anlaşılan para kazanılabilen bir durum var ki bu rehberlik hizmetlerinde, şirketlerin cazibesini çekmişler.

    118 kaçtı kuzum, bir söylesen ?
    Seksen... Yüzonsekiz seksen.. Öküz herif, artık öğrensen...

    Meşgul çalıyor.. Başka bir numara yok mu Tonton ?
    On... Yüzonsekiz on.. Bir daha sorma bu son...

    Düşmüyor işte, yeni bir tane söylesene kız..
    Onsekiz... Yüzonsekiz onsekiz.. Üstelik ritmi de dokuz sekiz... Onu da beğenmezsen; yüzonsekiz otuzsekiz... O da olmadı; yüzonsekiz seksensekiz...

    Aaaa, gerçekten de fonda mastika çalıyor...

    Fon müziği olarak mastika benzeri havalarla süslenen Çağrı Merkezi'ne gelen aramalar sanırım; "Şu anda bilmem kaçıncı sıradasınız..." adı altında önce 3-5 dakika havada bekletiliyor, "Yahu, neden cevap vermiyorsunuz ?" sorusuna sudan cevaplar verilerek kafanız ütüleniyor ve en nihayetinde bilinmeyeni öğreniyorsunuz ve fakat faturanıza da gerekli miktar itina ile giydirilmiş oluyor..

    Alooo, sen çık aradan Erzincan...
    Siz kimsiniz kardeşim ?

    Ben Erzurum.. Gelmeyeyim oraya, seni uçururum..
    Ne diyorsun yahu ?

    Ahaaa ..! Bana "Yuh !" dedin ha ! Alo, Ankara.. Duydunuz mu ?
    Haydaaa, işimizi yapamayacak mıyız ?

    Ben Ankara.. Yapma evladım, bırak bu işleri, sana mı kalmış, aaa ..!
    Siz kim oluyorsunuz da bana işimi öğretmeye kalkışıyorsunuz ? Çıkın aradan, girmeyin özelime..

    Bak evladım, bir dalarım şimdi sana hem güzel hem özel mi özel..
    Ama olur mu, siz de hiç insaf yok mudur ? Çıkın aradan, kontürüm bitiyor..

    Ben sana 250 kontür yollarım, hiç merak etme...
    Alooo ..? Yeter artık, boşaltın bakayım burayı, aaa ..! 250 kontür sınırları epeyce aşıldığından görüşme burada tamamlanmıştır.

    Ama biz çok güzel yürütüyorduk ? Fevkalade üzüntü verici, ühüü, ühüüü ..! Kızım, şu mendili bir uzatır mısın ?
    Yürütmenin de bir yeri yurdu var efendim.. Silin gözyaşlarınızı, sakin sakin yürütün..

    Bunlar çoğu insan tarafından iyi bilinen "Bilinmeyen Numaralar" hususu ama bugünlerde herkesin ilgisi; "Bilinen Numaralar" konusundaki bilinmeyenler üzerine. Yoğunluk nedeniyle de santral "kilitlenmiş" durumda...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       PIIGS, BRIC ve STUPID?!...

    Ekonomi dünyası zaten kısaltmalardan geçilmiyordu, şimdi de yazının başlığındakileri bilmemiz gerekiyor.

    PIIGS (Portekiz, Italya, Irlanda, Yunanistan (G) ve İspanya (S))'nın başharflerinden oluşuyor; "Domuzlar" kelimesinin kısaltması. AB içindeki Euro Bölgesinin kırılgan ekonomilerini temsil ediyor.

    BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan(I) ve Çin)'in oluşturduğu grup. Dünyanın şu günlerde en fazla gelecek vadeden, büyük hızla büyüyen ve gelişmekte olan ekonomileri bunlar.

    STUPID (İspanya (S), Türkiye, İngiltere (U), Portekiz, İtalya ve Dubai). Bu ülkeler de finansal açıkları itibarıyla yönetilmesi en zor ekonomiler olarak sunuldu.

    PIIGS grubunda en sorunlu ülke Yunanistan; onların problemi Ispanya, Irlanda, Portekiz ve İtalya'ya sıçrayabilir. Eskiden olsa devalüe edip bir ölçüde kurtulabilecekleri bu problemden şimdi kurtulamıyorlar çünkü Euro Bölgesi'nde iseniz ekonominin kontrolünde tek söz sahibi siz değilsiniz. AB'nin güçlüleri olan Almanya ve Fransa gibi ülkeler PIIGS'lere destek vermek zorunda kalabilir, aksi halde Euro Bölgesi domino taşları gibi dökülür. Bu ülkelerin bölgeden çıkartılması da düşünülmektedir ama o daha büyük problemler yaratır. IMF yardımı da karmaşıktır çünkü IMF genel olarak ABD ve Batı Avrupa ekonomileri tarafından desteklendiğinden, IMF işin içine girdiğinde Euro Bölge'si ülkelerine nasıl yardım edebileceği konusu formüle edilmiş bile değildir. Daha da kötüsü bu PIIGS'lerin problemi ABD'ye ulaşabilir ki zaten ABD şu anda büyük bir borç içindedir.

    Bütün bu yaygara, güçlü Euro yerine, güçlü ABD Dolarını ortaya çıkarmak için yapılmış bir operasyon da olabilir. Forex piyasasının %30'undan fazlasını EUR/USD'nin teşkil ettiğini ve piyasanın günlük hareketinin de 3 trilyon dolar olduğunu varsayarsak bu paritenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Hatta Dünya için o kadar önemlidir ki, Çin yaptığı alımlarla paritenin dengesini korur zaman zaman. AB, şu günlerde 1.6 olan bu pariteyi, 1.30'lara çekmek istemektedir, bu yüzden de Yunanistan ile ilgili konuyu ortalama olarak Mart başına kadar uzatabilir. Böylece kuru istedikleri seviyeye getirip, ancak ondan sonra gerçek kurtarma planını açıklayabilirler. AB ekonomistleri herzaman 1.45'in üzerindeki paritenin AB için zararlı olduğunu zaten belirtmişlerdi. Sonuçta bu durgunluktan çıkmanın tek kuralı düşük kur ve artan ihracatdır. AB'nin ihracatını artırabilmesi için de kurun ona göre düşük olması gereklidir. Aslında kapalı kapılar ardında oynanan oyun böyle birşeydir.

    Yukarıdaki öngörüden Türkiye için bir ders çıkartırsak, çoğunluğu AB'ye yapılan ihracatın dengelenmesi için Asya, Güney Amerika, Orta Doğu ve Afrika ülkelerine de açılmak gerekiyor.

    Bütün bu analizlerde ve hesaplaşmalarda ilginç olan, Kapitalist sistemin kendi yarattığı bu problemleri, yine kendi reçeteleri ile çözmeye çabalaması!... Hastanın da, Doktorun da aynı olduğu bir olgu ne kadar var olabilir ki ?

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


     


     Tadımlık Şiirler


    FOTOĞRAF

    Durakta üç kişi
    Adam kadın ve çocuk

    Adamın elleri ceplerinde
    Kadın çocuğun elini tutmuş

    Adam hüzünlü
    Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü

    Kadın güzel
    Güzel anılar gibi güzel

    Çocuk
    Güzel anılar gibi hüzünlü
    Hüzünlü şarkılar gibi güzel

    Cemal SÜREYA

    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Gülpembe - Barış Manço









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100219.asp
    ISSN: 1303-8923
    19 Şubat 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com