Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.767

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 7 Mayıs 2010 - Fincanın İçindekiler


  • İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -1 ... Seyfullah Çalışkan
  • KUVARSIN DANSI (1) ... Hamdi Topçuoğlu
  • AŞK-I TESLİMİYET ... Hilal Bayram
  • Varoluşçuluk Bir Anti-Hümanizmdir III ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Vatana Millete Hayırlı Olsun!..


    Merhabalar,

    Alkışlarla, kucaklaşmalarla kabul edildi Anayasa değişikliği. Verilen önemli bir fireye rağmen AKP istediğini elde etti sayılır. Bundan sonra olacakları bekleyip göreceğiz. İnatla içinde bıraktıkları iki madde yüzünden referandumda "HAYIR" kampanyalarını desteklemek zorunda kalacağız gibi görünüyor. Tabi ki Anayasa Mahkemesinin izin vereceği ölçüde.

    Bu kazan daha çok su kaldırır orası belli, ama ben şu sıralar su kaynatmak üzereyim. Anlamsız bir teknik sorunla sanırım sabaha kadar ilgilenmek zorunda kalacağım. İzninizle huzurlarınızdan ayrılıyor, hepimize kavgasız gürültüsüz bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -1

    Şimdi mevsim ilkyaz artık buralarda... Bahar tozu dumana katmış geçip gidiyor. Böyle zamanlarda bülbül sesleri doldururdu eskiden akşamları. Şimdi kumrularla idare etmekten başka çare yok. Ne o bahçeler var artık. Ne de kocaman çalı öbekleri. Birkaç cümlenin belini kıralım da muhabbet olsun. Aşk yazayım örneğin azıcık, birazcık da heyecan olmalı içinde. Hikâyenin tuzu biberi olsun.

    Hep bir kız sevmiştim diye başlar eski hikâyeler. Adı neydi unuttum der sonrasında. Yalandır, sakın inanmayın. Ne adı unutulur ne de kaşı gözü. Bir resim kazınır beyninize. Çamaşır suyu, kireç sökücü bile dökseniz küçücük bir ayrıntısını bile yok edemezsiniz. Başkalarını bilmem ama ben şaraba boğmuştum o resimleri. Hiçbir işe yaramamıştı. Dünya başımın etrafında fır dönerken bile her şey yerli yerinde duruyordu.

    Adı Ayşe'ydi desem bu gün orta yaşlı, çoluk çocuk sahibi, kendi halinde geçinip giden bir kadını deşifre ederim diye çekinirim. Biraz Neriman, azıcık Cemile, en fazla olsa Zeynep'ti diyebilirim. Beni ona çeken şey kız gibi, kadın gibi davranmayan halleri olmuştu. Kavgacı, kısa saçlı, hırçın bir tavrı vardı. Bir gün onların sokağından geçerken "Ne bakıyorsun ulan," dedi. İki elini de beline çatmış resmen kafa tutuyor. Ne diyeceğimi şaşırdım. Duydu mu bilmem, "Ben kimseye bakmıyorum," diyebildim. Yürüdüm, yoluma gittim. Bela mı ne? Çok sonradan öğrendim. Öyleymiş.

    Aradan kaç gün kaç hafta geçti, farkında değilim. Bir akşamüzeri eve giderken yeniden karşılaştık. Aslında o beni görmedi. Mavi Köşe bakkalının içinde müşterilerle ilgileniyor, oraya buraya telaşla savrulup duruyordu. Yüzündeki hırçın ifade ve meydan okuyan tavrı aynen ilk gördüğümdeki gibi öylece duruyordu. Biraz kenara çekilip onu izledim. O gün ilk kez onun çok güzel bir kız olduğunu gördüm. Daha sonraki günler birkaç kez daha gidip onu görünmeyeceğim bir köşeden izledim. Aslında bakkala gidip ihtiyacım olmayan bir şeyler almayı da düşündüm. Ama cesaret edemedim. Bu kız beni yine tersleyecek diye korkuyordum.

    Bakkala girip içmediğim sigaraları, yakmadığım kibritleri, çiğnemediğim sakızları almam bir haftadan fazla sürdü. Bunlar sadece anımsayabildiklerim. Kim bilir daha ne saçma sapan şeyler almışımdır. Neyse uzun etmeyelim. Biliyorsunuz her olayın bir kesişme noktası vardır. Bir gün ben tam bakkalın içine girerken kaldırımın üzerinde duran dondurma şemsiyesi rüzgârla yuvarlanıp yola doğru savruldu. Şemsiyeyi koşup yakaladım. Ben şemsiyenin peşinden koşarken adı mühim olmayan malum kız da bakkaldan dışarı fırladı. Rüzgâr şemsiyeyi taşımamım zorlaştırıyordu. Geldi, bir ucundan tuttu. Birlikte şemsiyeyi kapatıp yerine koyduk. Ben yürüyüp yoluma devam etti. Ama aslında acayip bozulmuştum. Eşek kız, bir teşekkür bile etmemişti.

    Günler, haftalar sonra televizyonda izlediğim bir film imdadıma yetişti. Baş aktör olan yakışıklı oyuncu kıza tek bir kelime bile söylemeden amacına ulaşıyordu. Her gün kızın çalıştığı işyerine erkenden gidiyor masanın üzerine bir tane kırmızı gül bırakıyordu. Bu zamanla güzel kızın üzerinde dayanılmaz bir merak duygusu ve ilgi uyandırıyordu. İşin doğrusu fikir hem güzel hem de bizim için biraz fazla alengirliydi. Çünkü orası Fransa, kız da Fransız'dı. Denize düşen yılana sarılır. Ben de dikize yatıp gerekli alan araştırmasına başladım. Çünkü bırakacağım çiçeği kızın babası değil mutlaka kızın kendisi bulmalıydı. Günler süren gözlem ve sıkı takipten sonra planımı uygulamaya karar verdim. Bakkalın önünde her akşamüstü örtülerek kapatılan birkaç kasa meyve ve sebze dururdu. Oların üzerine branda örtülüyor, brandanın üzerine de rüzgâr havalandırmasın diye birkaç tane boş baka daha konuluyordu. Ben çiçeklerimi bu kasaların altına koyacaktım. Çünkü her sabah o brandayı adı bende saklı kız kaldırıyordu.

    Aşk akıllı bir şey değildir. Hele henüz karşılık bulamamış tek taraflı bir aşk çok daha saçma sapan bir şeydir. İnsanda ne akıl bırakır, ne mantık. Bu dangalaklıkların en güzel tarafı da geçmişe bakıp bol bol kendinize gülebilmenizdir. Aşağılık kompleksiyle kıvranmadıktan sonra gerisi bana vız gelir.

    NOT: Üç fidanın darağacına gönderildiği günün yıldönümündeyiz. Bağımsız bir Türkiye istemeyen, bu ülkenin insanına bir avuç suyu, bir yudum ekmeği çok görenler gencecik insanların asılmasını vatanseverlik gibi gösterdiler. O üç genç anılarımızda her zaman tertemiz ve taptaze kalacak. Kendi insanına kin, öfke ve nefret yüklü zavallılar her sene 6 Mayıs günü lanetlenecektir. Sakın unutulmasın…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      KUVARSIN DANSI (1)

    Dağlara inzivaya çekilen Zerdüşt, bir sabah uyandı ve güneşe baktı:" Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı, mutluluğun nerede kalırdı? On yıldır yükselir durursun mağaramın üstünde. Benim için, kartalım için, yılanım için olmasaydı, bu ışığından da bu yoldan da bıkardın." dedi ve üstüne doğacağı mağaralar bulmak için dağlardan ayrıldı.

    Kargıcak tepelerinden Milas ovasına bakarken aklımda Zerdüşt var. Dar ve tozlu yolda döne döne yükseliyoruz. Şimdi denizden 450 metre yüksekteyiz. Karşı tepedeki boz kayaları seyreden dostlara gnayslar hakkında bilgi veriyorum:

    " Metamorfik bir kaya türü olan bu gnaysların yapısında mika, kuvars ve feldspat var. Kuvars yeryüzünün en sert madenlerindendir, mika da sert. Feldspatlar ise çok çabuk ayrışırlar. Yağmurda, rüzgârda kayaların feldspatlı bölümleri aşınır ve bu benzersiz görünümler ortaya çıkar. Bu oluşumları, buralardan Çine çayına dek tüm Gökbel dağlarında izlemek olanaklıdır."

    Her dönemeçte ansızın karşımıza çıkan ve her biri başka bir varlığa benzeyen bu kayalardan ürkmemek olanaksız.

    - Bu bir kaplumbağa…

    - Bu da balina…

    - Bak bak, bu buldoğa benziyor değil mi?

    - Tanrıça Hekate'nin geceleri bu dağlarda dolaşırken yanında gezdirdiği Kerberoslardan biri bu olmasın sakın.

    - Şu kaya var ya, şu kaya! Karialılar, Zeus'un labrisini (çift ağızlı balta) kesinlikle ondan esinlenerek yapmışlardır.

    Gnays tepelerine kondurulmuş birkaç kulübenin arasında duruyoruz. Görünürlerde kimsecikler yok. Yüzümü yamaca dönüp bağırıyorum:

    - Bizim köllüleee! Kimse yok mu? Nedesiniz bakennn!

    Yanıt en yukarıdaki evden geliyor.

    - Oooyyy!

    Arabamız siyah bir dört çeker; ama yerel dil, onlardan biri olduğumu anlatmanın en kestirme yolu.

    - Ben naha gelcen oreya?

    Koluyla bir yay çiziyor.

    - Hölü dolanıp dı gelcen

    - Ore arıba geli mi?

    - Geli geli!



    Arabamız, bir buçuk "s" çizip damın kapısının önünde duruyor.
    Burası tam bir kartal yuvası. Zerdüşt'ün mağarası buralarda bir yerlerde olmalı.
    Bu dağlarda onların da tanıdığı birinin adını vermek güven sağlamanın en kestirme yolu. Bu güne dek hep gururla, övünçle söylediğim ismi söylüyorum:

    - Ben Karaduman'ın damadıyım. Bu bay ve bayanlar da arkadaşlarım. Buralarda biraz temiz hava alalım dedik.

    Yaşlı adam, yıllardır göremediği bir dostu bulmuşçasına bakıyor gözlerime. Elimi daha sıkı tutuyor.

    - Rahmetlinin kursağımda ekmeği çoktur, diyor.

    Kayınpederim odun tüccarıydı. Yıllarca bu dağlarda odunculuk yapmıştı. Her sabah, üçte dörtte kalkar, fırına uğrar; on beş, yirmi ekmek alır, bir çuvala doldurur, bu dağlara öyle tırmanırdı. Bunca ekmeği neden aldığını soranlara:

    - Dağ başında ekmeğin olsun; otu, suyu bulursun, derdi.

    Oysa o, ekmekleri çobanlara ve yoksul orman ve zeytin işçilerine dağıtmak için alırdı. Kapısını çalan hiçbir dağ köylüsünü boş çevirmezdi. Kime ne verdiğini eşine ve çocuklarına dahi söylemezdi. "Zorla kazanıyorsun, yapma böyle." dediklerinde, " Onlar sayesinde kazanıyorum. Dağlardaki binlerce ster odunumun bekçisi onlar." der geçerdi.

    Çevre yamaçlar, aşağılara doğru baştanbaşa zeytin ağaçları yüklü.

    - Zeytinlerde bu yıl çiçek çok, diyorum.

    Elini omzundan geri savuruyor:

    - Olsa ne yazar? Üç buçuk lira yağın kilosu. Beş yıldır fiyatlar hep düşüyor, diyor.

    Sanki kördüğüm olmuş sorunlarına çözüm olacak kılıç sahibiymişim gibi anlatmaya devam ediyor:

    - Ben, 70 yaşındayım. Bazen bir zeytin tanesinin peşinde 50 metre yokuş iniyor, zeytin çuvallarını şu gördüğün yamaçlardan yol kıyısına sırtımda taşıyorum.

    Yaklaşık beş kilo zeytinden bir kilo yağ çıktığını, bu yamaçlarda bir işçinin günde 50 kilo zeytini toplamasının zor olduğunu iyi bilenlerdenim.

    - Bizim çuvallar dolusu zeytinlerimiz eskiden günlerce yol kıyısında kalırdı. Şimdi bir gecede yok oluyor. Birkaç yıldan bu yana çuvalları, fabrikaya götürmeden önce bu damlara taşıyor, geceleri de hırsızlar çalmasın diye nöbet tutuyoruz.

    Bizler, ruhumuzu kentlerin gürültüsünden ve kalabalığından kurtarmak ve doğal güzelliklerimizi keşfetmek için buralardayız. Oysa onların ömürleri, bu zeytin yamaçlarına ve kartal yuvası bu damlara zincirli.

    Toprak damının yarısı göçmüş baba evini gezdirirken, evlerin, böyle karşı yamaçlara dönük yapılmasının nedenini:

    - Biz evlerimizden malımızı-mülkümüzü ne kadar gözetleyebilirsek bizim için kadar iyidir, diye açıklıyor.

    Birkaç eski ev eşyası yüklü traktör ağır ağır geçip gidiyor yoldan.

    - Göçüyorlar, diyor. Birkaç gün içinde biz de göçeceğiz.

    Burası yayla. Egenin tuzunda yıkanan rüzgârlar, yaz boyu buralara serinlik taşıyacak. Öyleyse neden göçüyorlar ki?

    - Dağın öte yüzü Çamlıyurt, Olukbaşı… Daha ötede de Katrancı. Gidince görürsünüz. Oralarda dağ taş fıstık çamıdır. Kasım sonuna dek orada, çam fıstığıyla uğraşırız.

    Daha yukarılardaki kaynaklardan hortumla getirdiği su, önce eski bir kazana doluyor, sonra bin bir emek teraslanmış sebze bahçesine akıyor.

    - Bahçe erkenci, diyorum.

    - Yok, diyor. Zamanı şimdi. Bu sular çekilmeden sebzeler toprağa tutunmuş olmalı.

    Evinin toprak tavanı göçmüş bölümünü gösteriyor.

    - Ben burada, bu odada doğmuşum. Yokluktan, yoksulluktan yaptıramıyoruz. Gözümüzün önünde, öyle viran olup gidiyor, diye anlatıyor çaresizliğini.

    Ege köylülerinin bir yılı, 12 aya sığmaz. Onlar, bir ürünün kazancını ceplerine koymadan bir sonraki yılın ürünü için çalışmaya başlarlar. Mümbit ovalarda pamuk yetiştiren de dağ yamaçlarında çamdan çama sekerek kozalak toplayan da onlardır. Zemheride zeytin dibindedir elleri, temmuz sıcağında tütün yaprağında. Çocuklar, alfabeyi sökmeden, kaya başlarında oğlak otlatmayı öğrenirler.

    Bu dağlardan dev kamyonlar, Güllük limanına gün yirmi dört saat kuvars, mermer ve feldspat taşır. Dağların cevheri başkalarına yarar, tozu onlara kalır. Onlar, "Vatan der, millet der, devlet der de bunca güzellikler içinde böylesine didinmeme karşın ben niye yoksulum?" diyemezler.

    - Gidelim, diyor dostlardan biri gezip göreceğimiz çok yer var.

    Nereden geldiğini anlayamadığımız kamyonunun savurduğu tozları eliyle kovalarken:

    - Bu kuvars kamyonları, diyor… Bir acı kahvemizi içseydiniz… Böyle ayaküstü olmadı…

    Elini içtenlikle sıkıyorum. Aklım dağın arkasında, Geyik Barajında artık. Kim bilir, Zerdüşt'ün ulu yıldızı belki oralarda, kimler ve neler için doğduğunu farkındadır.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hilal Bayram


    AŞK-I TESLİMİYET

    Sıkıldım dedi, kendi kendine kadın.

    Boğuluyorum… Nasıl da güzel başlamıştı hâlbuki: Ne dese yapıyordu adam. Böyle bir ilişki yaşamamıştı daha önce. El üstünde tutuluyordu; yaralıydı, yaraları sarılıyordu.

    Bir bakış demişti adam, bir bakışın geçirdi kendimden beni. Sensiz nefes alamam artık!

    Adam kendi nefesini tüketip kadınınkinden nasipleniyordu artık.

    Yaşam alanım daralıyor, hareket alanım… Oksijenim tükendikçe miadı doluyor ilişkimin.
    İstediğim her şeyi yapan adamın sevgilim değil de, kölem olacağını bilemezdim. Başta hoşuma giden her hareket şimdi mengene oldu ruhuma!

    Kadın özledi "ben"i, bu kadar dedi ve arkasına bile bakmadı. Mengeneden kurtulup, rahatlattı ciğerlerini!

    * * *

    Sinsice yaklaştı kadın, adama. Budur işte aradığım dedi kendi kendine. Alırım iki günde avucumun içine. Ne dese adam güldü kadın, süzdü bakışlarını, ince ince işledi adamı. Hesaba katmadığı adamın samimiyetiydi. Tanıdığı diğer erkeklerden farklıydı. Güldüğü zaman sadece dudakları değil bütün yüzü gülüyordu adamın.

    Avcıyken av durumuna düştüm, iyi mi dedi. Gözü adamdan başkasını görmez oldu. Tüm ruhunu teslim etti. Neydi? Köle! Kulu kölesi adamın!

    Hoşuna gitti ilgi adamın. Kadın güzeldi, çekiciydi. Kadın ilgilendikçe kendine güveni arttı ve bir gün fark etti kadının gözlerindeki aşkı, teslimiyetçiliği. Rolleri değiştiklerini fark etmesi de kısa sürdü. Kendine güvenen kadın gitti, köle geldi. Sıkılmaya başladı adam. Adam ne istese, yapıyordu kadın. "Hayır" yoktu kadının lügatinde, yönetilmeye bırakmıştı kendini.

    Adam özledi "ben"i, o çekici kadının yerinde yeller esiyordu. Arkasına bile bakmadı. Samimiyetini, aşkını yanına aldı ve ters yöne yürümeye başladı.

    * * *

    Kitap okurken gördü adam kadını. Denize karşı oturmuş, saçlarını güneşle doldurmuş… Belli ki kitabın yazarı içine çekmeyi başarmış kadını, etrafla bağını koparmış. Ünlü bir ressamın tablosundan fırlamış gibi, bu zamana ait değil gibi…

    Kadın fark etti izlendiğini. Histi sadece… Peki, kalbi niye kanat çırpıyordu ki? Adamın güneş rengi gözleri miydi yüreğini oynatan, yoksa mitolojiden fırlamış gibi etrafa yaydığı erkeksiliği mi? Rüzgar bile düşmandı sanki kokusunu taşıyordu burnuna kadının. Elindeki kitaba görmeyen gözlerle bakıyordu, odaklanamıyordu. Daha neler dedi, daha neler!

    Gözler… Koyu mu koyu, insana siyah dedirten, derin kahverengi gözler ve güneş rengi, arada deniz yeşili ela gözler buluştu. Arada şimşek çaktığına yemin edebilirdi ikisi de! Dudaklar gülümsedi sahiplerinden bağımsız. Dayanamadılar, çekildiler birbirlerine…

    Teslim olmayan, ama her an yanımda olduğunu, benimle olduğunu hissettiren; kendini unutmayan ama "biz"e önem veren bir kadını sevdim en sonunda, dedi adam. Kölem değil, sevgilim… Benim, aynı oranda da kendisinin…

    Yapboz tamamlandı, dedi kadın. Ne arkamda duruyor adam, ne önümde; tam yanımda, aynı adımlarla, beraber… Ben ne kadar kendiminsem; o, o kadar kendisinin. Eksik parçamdı ruhumda, şimdi tam oldu. Tenlerimiz değince birbirine benim kalbim sol tarafta atıyor, onunki sağ tarafta. Tek beden, tek ruh, teslim olmadan, savaşmadan… Kölem değil, sevgilim… Benim, aynı oranda da kendisinin… İki sözcük, dedi kadın, iki sözcük: Mutlu ve son! İşte "biz"…

    Hilal Bayram


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Kahveci : Alkım Saygın


      Varoluşçuluk Bir Anti-Hümanizmdir III

    Varoluşçu özne, varolan gerçekliğin, kendi gördüklerinden daha fazlasını içerdiğini, bu olumsallık içinde aslında yasalılığın, kural ve düzenin, vb. de olduğunu, insan ilişkilerinde vefâ duygusunun da sanıldığından daha üstün tutulduğunu ve daha da önemlisi, tüm değerlendirme ölçütlerinin bir ve aynı değerde olmadığını görmeyi hiçbir zaman başaramaz. Örneğin faşizm, liberalizm, sosyalizm, vb. niçin aynı değerde olsun? Ve eğer bunlar değerce bir ve aynıysa, faşizme niçin, nasıl karşı çıkacağız?

    Peki, kişinin kendisine karşı sorumluluğu; bütününde bakıldığında tüm insanlığa karşı sorumlu olması, işi kurtarmaya yeter mi? Zîrâ, bu "mâsum görünüşlü ifâdeler", faşistlerin elinde de kullanılmamışlar mıydı? Nazi orduları da bizzat yakıp yıktıkları kentlerde dahi, "tüm dünyâya güzellikler getirecek bir ordu" olarak alkışlanmıyorlar mıydı? Bugün de Irak Savaşı ve ABD'nin bölgedeki işgâl ve tahakkümleri, bu "mâsum görünüşlü ifâdeler"le temellendirilmeye çalışılmakta değil midir?

    Üstelik, bir değerlendirme ölçütünün kişinin kendisi tarafından konulmamış olması, onu niçin "değersiz" yapsın? Hem, bu ölçütler kişilerin kendilerine mi âittir, yoksa içinde yaşadıkları ve acısını hissettikleri, değiştirilmesini arzu ettikleri maddî-toplumsal ilişkilerin incelenmesiyle oluşturuldukları için, genel olarak bu ilişkilerin ve bunların dolayımında da bilincin ve diğer bilme yetilerinin ürünleri midir? Ve eğer, bu yetiler genel olarak insan türüne âitse, bu değerlendirme ölçütleri de genel olarak insanlığın "malı" değil midir?

    Şu hâlde, kişi kendisi düşünerek, kendi yolunu "kendisi" çizerek "faşist" olursa bu değerli, ama başkalarının zorlamasıyla "faşist" olursa bu değersiz mi olacak? "Faşizmi" "değersiz" yapan, faşistlerin başkalarının zorlamasıyla "faşist" olması mıdır, yoksa içerdiği unsurların bizzat kendisinin "değersiz" olması mıdır? Birşeyin "kendisi" ile o şeyin "yorumu" arasında fark olması gerekmez mi? Örneğin, bir kitabı yüz kişi belki çok farklı biçimlerde yorumlayabilir; ancak, bu yorum farklılığı, bu yorumların âit olduğu şeyin "o kitap" olmasını engeller mi? Hem, niçin bu yüz kişi, yüz farklı yorum ortaya koysun ki, bilme yetileri insanları hiç mi ortak bir yerlere sürüklemez?

    Niçin, "bir partinin birliğine ve buyrultusuna güvenmek, tıpkı trenin raydan çıkmayacağına ya da tramvayın tam vaktinde geleceğine güvenmek gibidir. Tanımadığım kimselere güvenemem elbette; topluma esenliği uğrunda onların gösterdiği insancıl iyilik ve yararlığa inanamam." (syf: 44) demek zorunda olalım? Bu güvensizlik, varolan maddî-toplumsal ilişkilerin değiştirilmesi yoluyla insanların daha insanca bir yaşam sürdürmeleri yönünde etik ve siyasî bir irâdenin açığa çıkmasını engellemiyor mu?

    Ya da şöyle soralım; siyâset kurumu, özellikle de kapitalizmin ortaya çıkmasından bu yana, dünyâ târihine damgasını vurmuş hemen tüm insanlık suçlarının merkezinde yer alsa dahi, bu etik ve siyasî irâdenin sergileneceği başka bir kurum var mıdır ve bu güvensizlik içinde herhangi bir siyasî hareketin amacına ulaşma şansı nedir? Hangi siyasî hareket, bu hareket içine katılan insanların birbirlerine ve insanlık ideallerine yönelik bu güvensizliği üzerine kurulabilir ve amacına ulaşabilir?

    Hem, mâdem tüm değerlendirme ölçütleri "bir ve aynı"(!); şu hâlde, niçin insanoğlu, birbirinden farklı ölçütler geliştirme ihtiyacı içine girmiş? Oysa, bu değerlendirme ölçütleri nelerin değerli, nelerin değersiz olduğuna ilişkin tasarımlardır. Bu tasarımlar "şunlar değerli, bunlar değersiz" diyerek insanın değerini ve yapılması gerekenlerin ne olduğunu belirlediğini iddiâ eder. Bu iddiâlar ise insanın evrendeki diğer canlılar arasındaki yerine ve amaçlarına ilişkin tasarımlardır. Bu tasarımlar, çok sayıda ve karmaşık bilinç ürünlerinin en üst şemsiyesini sunarlar.

    Hâliyle değerlendirme ölçütleri, bir yönüyle yaşamın idealize edilmesini sağlar; duyu verilerini dağınık bir olgular yığını olmaktan çıkartarak "anlamlı" hâle getirir ve bunların nerelerde kullanılacağı hakkında belirli birtakım yol işâretleri sunarlar. Fakat, diğer yönüyle de yaşamsal önceliklerin ve tercihlerin belirlenmesini ve gerçekleştirilmesini sağlarlar. Çünkü insan türü, kendisine değişik zaman dilimleri içinde değişik hedefler koyan, hattâ aynı anda çok sayıda hedef koyan bir türdür ve bu hedeflerden hangisinin öne alınması gerektiğine her zaman "kendi başına"(!) karar vermesi mümkün olamaz.

    Bu değerlendirme ölçütleri, işte böyle anlarda devreye girer ve kişiye ne yapması gerektiğini söyler. Kişi, bu ölçütlerin sağladığı güven duygusuyla hedef ve amaçlarını belirler, bunlara en uygun şekilde varmasını sağlayacak araçları da bu yolla belirler. Ancak, şüphesiz ki bir değerlendirme ölçütünün kendisi, kendi değerlendirme ölçütleri içinde kalınarak ortaya konulamaz. Bu durumda, belirli türden bir totolojiye düşülmüş olur, ya da bir mantık hatâsı gerçekleşmiş olur; ilkeyi kendisi aracılığıyla tanıtlama hatâsı ki, klâsik mantıkçılar buna "petitio principi" der.

    Dolayısıyla, bir değerlendirme ölçütünün değeri, kendi değerlendirme ölçütleri içinde kalınarak belirlenemeyeceğine göre, başka bir yolla belirlenmelidir ki, bu da "insan olmak" derken kast ettiğimiz şeye geri gitmeyi gerektirir. Yâni, değerlendirmelerimizi gerçekleştirirken kullandığımız değerlendirme ölçütleri, aslında bizi her defâsında kendi değerlendirme ölçütümüze çivilerken "insan olmak", şucu ya da bucu olmadan, o ya da bu olmadan, vb. önce olduğu için, kendi değerlendirme ölçütümüzün değerini görmemizi de olanaklı kılar.

    Kezâ insan, bu değerlendirme ölçütlerine, yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı gereksinim duyar. İnsan, aslında en temelde kendisini ve çevresindeki insanları güven altına almak ister ve bu ölçütlere bağlanır; bu bağlanmanın kendisi ve çevresindeki kişiler için mutluluk getireceğine inanır, bu inancın kendisi bile onu mutlu kılar. Nitekim, insan dünyâsı sürekli değişir ve bu değişim içinde insan, her defâsında "değerli" olan ya da olduğuna inandığı birşeyler bulmak, bunlara bağlanmak yönünde doğal bir istek duyar; bunların her zaman değerli olduğunu/olacağını görmek ister.

    Bu hedef ve amaçlarını gerçekleştirdiğinde, bunların aslında ne kadar değersiz olduğunu düşünmek, ona büyük bir acı verecektir; bu acının altında ezilecektir. Bu durum karşısında insan, yaşamı bir hiç olarak görmek ve hiçlik yaşantısı içinde debelenip durmaktan büyük bir korku duyacaktır. Hâliyle insan, değerlendirme ölçütlerine; her zaman "değerli" olduğuna inandığı/inanacağı birşeylere bağlanmaya mahkûmdur da ve varoluşçu özne inkâr etse bile, insanın doğal yapısı bize bunları apaçık biçimde gösterir.

    Hâl böyleyken, Sartre ve onun şahsında varoluşçuluğu "insancıl karşıtı" olarak damgalamamızın nedeni de işte bunlardır. Sartre ve varoluşçular, tüm değerlendirme ölçütlerini aynı değerde konumlandırmışlar, her birinden uzak durmayı "öğütlemişler", insanlar arasında "kronik güvensizlik"in açığa çıkmasına ve yayılmasına yol açmışlardır. Bu güvensizlik içinde özneye, kendilerinin de içeriğini dolduramadıkları şu "bunaltı yaşantısı" içinde "parçalanmış kimlikleri", "parçalanmış öznelilikleri" içinde bir yaşama şansı tanımışlardır ki tüm bunlar, "insanın doğal yapısı"na bütünüyle aykırıdır.

    Sartre ve varoluşçular, özneliliği, kişinin kimlik ve kişilik sâhibi olmasını, bu kimlik ve kişiliğin gereği olarak eylemde bulunmasını, özgürlüğün önünde engel olarak konumlandırmışlar, belirli bazı kavramlarla; "varoluş", "kaygı", "iç sıkıntısı", vb. kavramlarla ve içeriği insancıl hiçbir değer barındırmayan boş ve "anlamsız" -ki bu lâfı pek severler- bir öğreti geliştirmişlerdir. Her ne kadar, kimi ayrıntılarda varoluşçular arasında bazı görüş ayrılıkları olsa da bizce her biri, "varolanın meşrûlaştırılması"ndan aynı şekilde sorumludur; varoluşçuluk ve varoluşçular, şu ya da bu biçimde, egemen güçlerin hizmetine girmişlerdir.

    Ne var ki, kimlik ve kişilik, etik öznelilik ve bunun daha yüksek bir formu olarak devrimci öznelilik, insan yaşamında ve toplumsal varoluşta son derece önemlidir ve insanın, gerek "varoluşsal"(!) bakımdan, gerekse de toplumsal yaşamda kimlik ve kişiliğinden uzak kalması, aslında egemen güçlerin varlık güvencesidir. Zîrâ, parçalanmış kimlikler, parçalanmış öznelilikler doğurur ve bütününde bakıldığında bu durum, varolanın meşrûlaştırılmasıyla sonuçlanır ve insanlık ideallerine ulaşmanın yolu olarak özgürlük, yerini "hiçlik yaşantısı" içinde "varoluşsal bunaltı"ya bırakır.

    Üstelik insan, ana rahminde bile "yalnız" değildir; burada bile "yalnızlık", kendisine ilişkin bir yanlış tasarımıdır. Sartre'ın öznesi ise kendi "varoluşsal sonsuzluk"una(!) kaçmaya çalışan, kendisini bununla avutan, kendi "yabancılaşmış özgürlük"üyle kendisini kandıran ve âdeta, kundakta bir bebeği andıran bir öznedir. Sartre ve varoluşçular, kendi gerçek özgürlüklerini gerçekleştirmek için etik ve siyasî bir irâde sergilemek yerine, kundakta bir bebek gibi, sürekli olarak başkalarına muhtac bir yaşam tarzı içine kalakalırlar. "İyilik budalalılığı" içinde duyumsadıkları öznelilikleri ise ancak birer "diyet" olabilir.

    Nitekim, "insan" dediğimiz varlık, dünyâya gözlerini açar açmaz, göbek kordonunun kesilmesiyle birlikte, "nasıl yaşayacağım" korkusu içine düşer ve bu korku, onda büyük bir travma yaratır. Doğum hâli, insan yaşamındaki ilk ve en büyük travmadır ve bu andan itibâren bebek, ana rahmine geri dönme umudu taşımaya başlar. Oysa şimdi, hayâtını sürdürmek için emek vermek, kendisini yeniden güvende hissetmek zorundadır, ama anneyle kurulan emek ilişkisi tek yönlü bir ilişkidir ve ana rahmine geri dönme umudu gittikçe yerini anneye daha çok bağlanmaya bırakır.

    Fakat, bu bağlanma duygusu içinde, bu tek yönlü emek ilişkisi içinde bebeğin hiçbir zaman kimliği ve kişiliği gelişmez, buna ihtiyacı da yoktur. Tüm ihtiyaçları annesi tarafından karşılandığı için bebek, kendisini annesinin bir parçası, onun bedeninin bir uzantısı olarak görmeye devâm eder. Ancak, bu ilişkinin de sürdürülebilir bir ilişki olmadığını çok geçmeden anlar. Emek vermeden, çalışmadan, üretmeden yaşamanın mümkün olmadığını anladıkça da yaşamını sürdürmek için ne yapması gerektiğini düşünmeye başlar, başkalarını gözler, merak eder, araştırır, sorgular ve tüm bunların tortusu, kimlik ve kişiliği olarak ortaya çıkar ve eylemlerine yansır.

    Başka deyişle, bir kimsenin kimlik ve kişilik sâhibi olması, o kimsenin ana rahmine geri dönme arzusunu bir tarafa bırakıp kendi emeğiyle, kendi ürettikleriyle yaşamını sürdürme çabasını anlatır. Kimlik ve kişilik sâhibi bir kimse için emek yalnızca lâfta değil, hakîkaten de en yüksek değerdir; tüm diğer değerleri olanaklı kılan tek değerdir. Hattâ yaşamayı, yaşamın kendisini değerli kılan da yine emektir. Ve yaşamını emek vererek kazanan bir kimse, bu en yüksek değerin değerini görüp anlar ve başkalarının emeğine de saygı duymaya başlar. Ancak, kişinin kimlik ve kişilik sâhibi olması, etik özneliliği için yeterli değildir; kişi, bu bilinç düzeyine yükselerek bu özneliliğini kazanmalıdır.

    Etik özneliliğin daha yüksek bir bilinç düzeyindeki karşılığı ise devrimci özneliliktir. Nitekim devrimci özne, insanlar arasındaki sömürünün, baskı ve tahakküm ilişkilerinin, vb. bilincinde olan ve bu ilişkileri değiştirmek için başkalarıyla ortak bir etik ve siyasî irâde sergileyen, bu emek mücâdelelerinin yönünü, akışını, içeriğini belirleyen, bu bakımdan târihi yapan; târihin yalnızca basit bir nesnesi değil, onun "kurucu özne"si olan bir öznedir. Böyle bir özne için "olanlar" ile "olması gerekenler" arasında uzlaşmaz karşıtlıklara da yer yoktur; "olanlar"ı "olması gerekenler"e göre düzenleyen ve emeğin en yüksek değer olarak toplumsal varoluşu belirlemesini sağlayan öznedir devrimci özne.

    İşte, Sartre ve varoluşçuların anlayamadıkları/anlamaya çalışmadıkları da ana hatlarıyla bunlardır. Zîrâ, ne tüm değerler aynı değerdedir, ne de herhangi bir değerlendirme ölçütü, bir başkasıyla aynı değerdedir. Bunların değerler bakımından bir ve aynı tutulması, etik özneliliği de ortadan kaldırır ve bu öznelilik, yerini "iyilik budalaları"na bırakır. Oysa etik özneler, yaşamlarında emeği en yüksek değer olarak konumlandırırlar ve bunun gereği olarak başkalarının emeklerine de saygı duyar, onları sömürmeye çalışmazlar, sömürenlere de karşı çıkarlar.

    Dahası, "her belirleme bir olumsuzlamadır" ve insan kendi kimlik ve kişiliğini belirledikçe ne olmadığını, ne olmak istemediğini de belirlemiş olur. Kimliksiz ve kişiliksiz insanlar ise ne olduklarını, kim olduklarını bilmeden, öylece ortalıkta gezinirler. Ve bu kimselerin, yaptıklarından sorumlu olmalarından da önce, ne yapacaklarına "kendi"lerinin karar vermelerine dahi imkân yoktur; çünkü kimlik ve kişilik, içerdiği belirlenimlerle kişiye ne yapması gerektiğini söyler ki, varoluşçu özne kabul etse de etmese de bu öğreti, sonuç olarak "eylemsizlik"e götürür.

    Ve her ne kadar, kişi bâzen -ya da çoğu zaman- aldatılsa bile, bütününde bakıldığında bu, kişinin kimlik ve kişilik sâhibi olma zorunluluğundan veya etik özneliliğinden vaz geçmesi gerektiğini göstermez. Devrimci öznelilik ise bir "tercih" konusudur ve "devrimci olmak", öyle herkesin harcı değildir. Kişi, kimlik ve kişilik sâhibi olmak ve etik özneliliğini kazanmak konusunda ise "özgür" değildir, bunları seçmek zorundadır. Ve kimlik ve kişiliğimizi nasıl belirleyecek olursak olalım, etik özneliliğimiz ortaktır. Önemli olansa, bu kimlik ve kişiliğimizle etik özneliliğimizi kazanabilmemizdir.

    Hâl böyleyken, Sartre ve varoluşçu özne, bu çözümlemelerimize karşı çıkacaktır. Nitekim onlara göre, "İnsanoğlu hayâtına bağlanır, orada kendi resmini çizer, bu resmin dışında birşey yoktur. Elbette, bunu düşünmek, hayatta başarı kazanamamış kimselere bir yanıyla acı, sert görünebilir; ama öbür yanıyla da yalnızca gerçeği göz önünde tutmaları gerektiğini öğretir onlara: Hayâller, umutlar, bekleyişler bu insanı ancak yerine gelmemiş bir hayâl olarak, suya düşmüş bir umut olarak, boşa çıkmış bir bekleyiş olarak tanımlamaya yarar. Yâni, onları olumluca değil, olumsuzca tanımlar." (syf: 47)

    Oysa, insanlık târihine damgasını vuran "özgürlük mücâdeleleri"ne baktığımızda, bu mücâdelelerin aslında tam da bizim bahsettiğimiz zeminde ve içerikte olduğunu apaçık biçimde görürüz. Varoluşçu özne ise bu mücâdelelerin bir parçası hâline gelemez. Ve eğer, gerçekten de daha insancıl bir dünyâda yaşamak istiyorsak, bu amaç doğrultusunda, bizim gibi düşünen insanlarla ortak bir özgürlük mücâdelesi içine girmekten başka bir şansımız yoktur. Yâni, ya kimlik ve kişilik sâhibi olmayı seçeceğiz ve etik özneliliğimiz içinde bu mücâdelelerin bir parçası hâline geleceğiz, ya da kundakta bir bebek gibi etrâfımızı seyredip bize şefkât ve merhamet gösterecek birilerinin kucağına düşmeyi bekleyeceğiz.

    İmdi bize yakışan, büyümektir; küçülmek değil! Üstelik, kimlik ve kişilik sâhibi olması, insanı, doğadaki diğer canlılardan farklı hâle getirmeye yetmez; hattâ, bâzen öyle "insan"larla karşılaşırız ki, bu kimselerin yaptıklarını hiçbir hayvanın yapmayacağını da biliriz. Örneğin, doğadaki hiçbir canlı grubu, kendi türüne "işkence" yapmıyor; bunu maalesef bir tek "insan" türü yapıyor ve bu "insan"ların kimlik ve kişilik sâhibi olmaları, onları diğer hayvanlardan daha "değerli" hâle getirmiyor. Diğer canlılar söz konusu olduğunda insanın değeri, elbette ki etik özneliliği içinde anlamlandırılmalıdır.

    Dahası, hayvanlar da kimi zaman, tek başına avlayamayacaklarını düşündükleri avları karşısında "ortak bir çaba" içine girebilirler. Ancak, bu "ortak çaba"yla, bütününde bakıldığında, kendi türlerinin -ve diğer canlı türlerinin- daha güzel bir yaşam sürdürmesi için gerekli koşulları sağlamak gibi bir amaca hizmet etmezler. Yalnızca karınlarını doyurmak, soylarını devâm ettirmek, vb. gibi, orada, o "ortak çaba"nın içine girenler tarafından paylaşılan ve gerçekleştirilmek istenen sonlu bir amaçları vardır ve bu amaçları gerçekleştiğinde bu "ortak çaba" da sona erer.

    Ne var ki, etik öznelerin daha insanca yaşanılabilir bir dünyâ kurmak için sergiledikleri bu etik ve siyasî irâdenin niteliği, bu "ortak çaba"dan bütünüyle farklıdır. Ve daha insanca bir yaşam istemek, özgür olup olmamayı istemekten de önce, tüm insanların ortak bir isteğidir; ortak bir insanlık idealidir. İnsan, nerede ve hangi koşullar altında olursa olsun, hep daha insanca bir yaşam istemeye devâm eder, özgürlüğü "değerli" hâle getiren de aslında, bu isteğin yerine getirilmesini sağlamasıdır. İnsanlara daha insanca bir yaşam olanağı sunmayan hiçbir "özgürlük mücâdelesi"(!) -örneğin terörizm, anarşizm, faşizm, vb.- ise zâten bu nedenle değerli değildir ve bu "mücâdeleler"e karşı çıkma gerekliliğinin etik temeli de budur.

    Dolayısıyla özgürlük, Sartre ve varoluşçuların iddiâ ettiklerinin aksine, tam da bu üst-amaca ve üst-istenebilirliğe; bu ortak insanlık idealine hizmet ettiği için değerlidir ve ancak etik özneler, başkalarıyla ortaklaşa girişecekleri emek mücâdeleleriyle, varolan maddî-toplumsal ilişkileri kendileri için değiştirecekleri gibi, bununla tüm insanlık için de ileriye doğru bir adım atarlar ki, bizce "insancıl olma"nın anlamı buradadır. Ve bu nedenlerden dolayıdır ki varoluşçuluk, "insancıl karşıtı" bir öğretidir.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    İki Ucu Bilinmezler

    Sana şiir yazmanın
    ahmaklık olduğunu düşünmenin
    tam zamanıyken
    dudağımda tek bir söz
    elveda

    bu kadar yakınken
    uzak olmanın
    zamanıdır artık
    elimi uzatsam
    oradasın
    ama ben
    hatanın mimarı olmaktan
    utanıyorum işte

    bak yakıyorum işte
    birkaç parça kağıt
    keşke bundan ibaret olsa
    bütün sonların başlangıcı
    birkaç kibritin
    anıları yaktığı
    nerede görülmüş?

    üstelik
    yoruldum artık
    ama her yorgunluğun getirdiği
    bir öğretinin öğrencisi oldum
    biliyorum artık bir şeyi
    her başlangıç bir sondan ibaret
    her son bir başlangıçtan
    haydi git bir son
    ve bir başlangıç yarat
    iki ucu bilinmeyen bir yolda
    tam ortadasın
    bir başlangıç yaratırsan
    sonunu hazırlarsın
    bir son hazırlarsan
    başlangıç seni bekler..

    H.Tugay Madanoğlu

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Unutama Beni
    Esmeray









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100507.asp
    ISSN: 1303-8923
    7 Mayıs 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com